Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Prolog: Cem Mermercioğlu

Türkiye'nin en büyük lojistik firması olan Translojistik, müşterilerine, ürünlerinin A noktasından B noktasına en kısa sürede, olabilecek en düşük maliyetli rota üzerinden, güvenli bir biçimde taşınacağını taahhüt eder. Şirketin kurucusu Hikmet Mermercioğlu'nun oğlu Cem Mermercioğlu'nun ise -ki kendisi de bir lojistik uzmanıdır- Cahit Sıtkı Tarancı ölçüsüyle yarıladığını düşündüğü hayatında, B noktasını hedeflerken bir C noktasında gözünü açması, sıklıkla rastlanan bir durumdur. Başlangıç noktasını unutturan birçok badire atlattıktan sonra B noktasına varabilse dahi bu, muhakkak en dolambaçlı, en yüksek maliyetli yoldan olmuştur; yolda uğranan zarar da cabası!

İşin kötüsü, hayatta yeni başlangıçların, yeni hedeflerin, o arada yanlış gelinen adreslerin sonu gelmez. İnsan, sonsuz bir kısır döngünün içinde hapsolmuştur. Sürekli arzularının peşinden gider, elde eder, sonra yeni arzuların peşine düşer. Her şeyi elde edemeyeceğinden, yeni hedeflere kilitlenirken elde edemediklerinin de yasını tutar. Cem'e göre tatmin olunması mümkün olmayan, acıdan başka bir şey vermeyen bu hayatta, Schopenhauer tipi bir karamsarlıkla hiç doğmamış olmayı dilemek son derece makuldür. Ancak bu dünyaya bir defa gelmiş bulununca da hiç gelmemiş olmayı dilemek pek bir işe yaramaz. Maalesef.

Cem, yurda kesin dönüş yapalı daha yirmi dört saat olmadan, asgari mutsuzluk peşinde, İstanbul'un en popüler gece kulüplerinden birine can simidi gibi sarılmıştı. Bar taburesinin üzerinde otururken, jet-lag yüzünden gözleri fal taşı gibi açıktı. İçinde, öfkeyle iç içe geçmiş, dibi görünmeyen fakat tanıdık, kötü huylu bir enerji biriktirmişti. Yirmili yaşlarından bu yana değişen pek bir şey yoktu. Hikmet Bey'le ana fikri değişmeyen o rutin kavgaya tutuşulur, kapıyı çarpıp evden çıkılır, vakti gelince de zaten Amerika'ya dönülürdü. Ritüelin son kısmı artık eksik kalacaktı. Babasından kaçıp sığındığı, kimsenin ismini bilmediği, okyanus ötesindeki tek kişilik hayatı kendi isteğiyle bırakmıştı. Aynı yerde uzun süre duramayan, sıkılgan mizacına rağmen yıllardır itinayla kaçındığı ailevi sorumluluklarla yüzleşme zamanı -ona göre bile- gelmişti. Ne var ki Hikmet Bey, ilerleyen yaşına ve önceki yıl geçirdiği kalp krizine rağmen işleri Cem'e devretmeye pek de gönüllü değildi. Cem, Hikmet Bey'e göre büyümekle sorunu olanlardandı. Üzerine basa basa, "Sorumsuz. Ukala. Saygısız," demişti o gece. Hâlâ aklı beş karış havadaydı. Onun yaşındayken Hikmet Bey'in iki çocuğu, bir de şirketi vardı! Eğlencesinden başka bir şey düşünmeyen Cem gibi bir adama şirket nasıl teslim edilirdi? İki güne kalmaz, batırırdı Translojistik'i.

Cem, kulaklarında babasının kızgın sesi çınlarken, derin bir iç geçirme isteğini bastırdı. Karşısındaki bar taburesinde oturan kadının anlattıklarını dinliyormuş gibi göründüğü düşünülürse bu hareket gecenin sonrası için hiç de akıllıca olmazdı. 

Adı Yeliz, Deniz ya da Melis'ti. Bir an düşündü. Yoksa Ceren mi?

Kadın, otuz yaşlarında, uzun boylu ve oldukça fitti. Koyu yeşil mini elbisesinin cömert sayılabilecek dekoltesinden göründüğü kadarıyla göğüslerinde silikon yoktu. Parlak, pembe dudakları da dolgun ama dolgusuzdu. Yarı karanlık kulüpte, gözleri kahverengi görünüyordu; bir ihtimal ela olabilirdi. Cem, kadının kızıl saçlarının boya olduğundan emindi ama. İstanbul'da doğal kızıl sayısı tahminen sekizdi.

Kadının dakikalardır ne anlattığı hakkında en ufak bir fikri bile olmayan Cem, gerektiğinde kafasını sallayıp onaylıyor; şaşırması gerektiğini hissettiği yerlerde gözlerini aça aça sadece yüklemden oluşan ünlemli cümleler kuruyordu.

Biraz olsun konuşmaya odaklanmaya çalıştı.

Yeliz, Deniz ya da Melis, belki Ceren, "Bütün metni değiştirmiş editör," diyordu şimdi. "Basılan hâliyle kendi yazımı tanıyamadım. Düşünebiliyor musun?"

Gazeteci gibi bir şeydi herhalde. "İnanmıyorum!"

"Sorma. Dergiden, bir iletişim hatası olduğunu söyleyip geçiştirdiler. Telif sözleşmesi yaptıklarına şükretmem lazım aslında..." Kadın, bacak bacak üzerine attı. "Serbest çalışmak çok zor. Umarım yeni yazı dizimde böyle bir şey yaşamam." Oturma pozisyonunu değiştirince Cem'in dizine değen dizini geri çekmedi.

"Umarım."

Acılar içinde bir yaşama doğmuş olmanın verdiği kalıcı bunalımın bir çaresi olmasa da insan basit arzuları olan, basit bir yaratıktı. Bentham'ın da onaylayacağı üzere, insanın eylemlerinin altında mutlu olma ihtiyacı yatardı. Cem'e göre ise bu, hiç değilse mutsuzluğu azaltma ihtiyacıydı. Cem, Aristoteles'in aksine, hayatın temelinde bulunup çıkarılması gereken ulvi bir anlam, hakiki bir mutluluk kaynağı olduğuna inanmıyordu. Schopenhauer da bunu tasvip etmezdi muhakkak ama insanı birden aydınlatacak, her şeyi anlamlı kılacak bir gerçek yoktu. İnsan, keyif veren tecrübeler edinip, acı veren tecrübelerden de kaçındığı müddetçe, kesintisiz bir mutluluk yakalayamasa da küçük hazlar yaşayabilirdi yine de. Mutluluk denen kavramı alıp asla ulaşılamayacak ütopik bir yere koymak ne kadar saçmaydı. Hazzın nereden geldiğinin bir önemi yoktu. Bazı hazlar diğerlerinden daha aşağılık değildi. Her şey çok basitti: Ne kadar haz, o kadar mutluluk.

Bir de kadının adını hatırlayabilseydi Cem!

Cem'in kulübe birlikte geldiği arkadaş grubundan Murat, nasıl bir kurtarıcı olduğundan habersiz, oturdukları locanın içkilerini yenilemek üzere tam o sırada bara geldi.

Cem de fırsattan istifade, yıllar boyu onlarca kez yaptığı gibi arkadaşının koluna yapıştı. Bu taktik genelde işlerdi. "Bak, seni kiminle tanıştıracağım, Murat."

Murat, kadının yüzüne cansız bir gülümsemeyle bakarken son derece heyecansız şekilde, "Kiminle tanıştıracaksın, Cem?" diye sordu.

Cem, hemen yanındaki iri yarı, koyu kumral, adamı kadına işaret etti. "Çocukluk arkadaşım Murat."

Kadın, uzanıp Murat'a elini uzatırken, "Ben de Açelya," dedi.

Peki ya Yeliz, Deniz, Melis veya Ceren kimdi? Belki vestiyerde ayaküstü sohbet ettiği kadındı ya da tuvalet sırasındaki. Cem, konu üzerinde daha fazla kafa yormadan, "Açelya," diye tekrarladı hemen, kadının arkasından. "Açelya, gazeteci." Kadın hakkında bildiği her şeyi bir cümle içinde kullanmıştı böylece.

Murat, "Ne güzel, çok memnun oldum," deyip kadınla tokalaştıktan sonra, barmene dönmeden önce Cem'in kulağına doğru belli belirsiz, "Bazı şeyler hiç değişmiyor, Cemocuğum," diye ekledi.

Murat siparişleri verip locaya dönerken, Açelya da yeni yazı dizisini anlatmaya başlamıştı bile. "Yeni projemde masallardan ilham alıyorum. Bilirsin. Sindirella, Rapunzel, Pamuk Prenses, Denizkızı... İkili ilişkiler üzerine yoğunlaşacağım. Tavsiye dizisi gibi düşün."

Cem, düşünürken yüzünü buruşturmamaya özen gösterdi. "Ne kadar da ilginç..."

Problemin en büyük kaynağı, bize çocukluğumuzdan itibaren anlatılan masallardı belki de. Çekilen tüm sıkıntıların sonunda, sonsuza dek sürecek bir mutluluk vaadinde bulunan masallar, insanlığın koduna işlenmişti. İnsan, hayatın amacının sonsuza dek sürecek bu mutluluğu aramak olduğuna koşullanıyordu ister istemez. Kadınlar, prenslerin peşine düşüyordu. Zavallı erkekleri acayip bir standarda tabi kılıyorlardı. Oğlanlar cesur ve zengin, kızlar evcimen ve biraz safça. Masallar, toplumsal cinsiyet rollerinden pazarlamaya kadar her alandaydı!

Denizkızı'nın fedakârlığı, Pamuk Prenses'in kar beyaz teni, Sindirella'nın ayakkabıları ve Rapunzel'in saçları, yakışıklı prense giden yolu açıyordu. Kadınlar, toplumun uygun gördüğü davranış biçimlerini benimseyip, ne işe yaradığı çok da bilinmeyen kırk yedi farklı cilt ürününü aynı anda kullanınca ya da bir çift ayakkabı satın alınca hayatlarının değişeceğine; parlak saçlara sahip olurlarsa gözü pek beyaz atlı prensi kendilerine âşık edebileceklerine inandırılıyorlardı. Kötü haber: Erkek, o çağlar boyu dillere pelesenk olmuş müthiş vasıfları taşıyabilecek bir varlık değildi. Beyaz atı olabilirdi. Hatta prens bile olabilirdi. Ancak masallardaki kriterlere uyacak erkek, yeryüzüne gelmemişti; gelmeyecekti. Aslında dinî ya da toplumsal duyarlılıklarla yumuşatılmamış ilk masallarda tarifi yapılan prense de rastlanmamıştı. Pamuk Prenses'in hikâyesindeki prens, ölü bir kıza âşık olması bir yana, figürandan hâlliceydi. Prensesi -neyse ki- hiç öpmemişti! Pamuk Prenses, prensin hizmetkârları tarafından cam tabutundan düşürülünce, zehirli elma boğazından fırladığı için uyanmıştı. Sindirella'yı baloda gören kral, onunla zorla evlenmişti; kızın merdivenlerde bırakabileceği cam pabuçları hiç olmamıştı çünkü kralın elinden kaçamamıştı. Kötü perinin sözlerine inanan prens, bir ara hamile bıraktığı Rapunzel'i kaybettiğini düşünüp kendini kuleden atmışsa da ölemeyip kör kalmıştı. Yıllar sonra Rapunzel ve çocuklarıyla ormanda tesadüfen karşılaşmasaydı asla kavuşamayacaklardı. Denizkızı ise masalın sonunda köpük oluyordu. Prens, burnunun ucunu göremeyen bir embesil olduğundan, kuşkusuz.

Yani, erkek denen canlıdan fazla bir şey beklememek gerekirdi. Erkekler masallarda bile pek matah değilken, herkes beklen tilerini cilalanmış masallara göre değil de gerçekleri baz alarak belirlese hayat daha yaşanır olurdu. Yanlış bir anlama olmasın, Cem'in pürüzsüz bir cilde, parlak saçlara ya da topuklu ayakkabılara -hele de kadının bacak boyu kısaysa- itirazı yoktu ama erdemli bir hayat da sonsuz mutluluk vaadi de umurunda değildi.

Açelya, "Çok iyi bir dinleyicisin, içimi dökmek çok iyi geldi," derken ne kadar müteşekkir olduğunu göstermek adına bir an için Cem'in koluna dokundu. "Ee, sen neler yapıyorsun?"

"Şu sıralar fazla bir şey yapmıyorum. Amerika'dan yeni döndüm Türkiye'ye."

"Uzun süre mi yaşadın orada?"

"On yıl kadar."

"O kadar zamandan sonra uyum sağlamak zor olmalı."

"Aslında çok gelip gittim. Tam manasıyla hiç kopmadım Türkiye'den."

"Nerede oturuyorsun şimdi?"

"Bizimkilerle Emirgan'dayım şimdilik." Cehennem azabının bitmesine az kalmıştı neyse ki. "Ama taşınıyorum yakında."

"Yaa. Nereye?"

"Ulus." Cem de sırf ilgili görünmek adına, "Sen nerede oturuyorsun?" diye sordu.

"Ben de 1. Levent'teyim. Tesadüfe bak!"

Cem'in bu noktada bir sevinç gösterisi yapması gerekiyordu muhakkak. Bu girizgâh dansından nefret ediyordu. Neden insan ne istediğini karşısındakine olduğu gibi söyleyemiyordu? Neden ilgilenmediği meseleleri dinleyip, cevabını merak etmediği soruları sormakla yükümlü hissediyordu kendini? Etiket bunu gerektiriyordu muhakkak. Anlık bir hazzın peşinde bin dereden su getirmek... Aristoteles, anlık hazların peşinde dolaşmaktansa, daha iyi bir insan olmaya çalışmayı salık verirdi. Kimdi peki bu iyi insan? Aristoteles'in zamanında iyi insanların köleleri vardı mesela. İyi insanın tanımını yapan ahlak anlayışı, ülkeden ülkeye ve çağdan çağa değişen, otoritesi sallantıda olan yargılar silsilesiydi. Dünya üzerinde hiçbir konuda mutlak bir fikir birliği yoktu ama birey, göreceli bir kurallar bütününe sırf yaşadığı zaman ve toplum yüzünden uymak zorundaydı. Peki ama neden? İşte, Cem de geceyi kadınla geçirmek istiyordu. Bu kadar basit. Bunu direkt söylemek çok daha kolay olmaz mıydı? O da istiyorsa ne âlâ! Yanında eşantiyon olarak gelen nezaket gösterilerine ne gerek vardı?

Cem, elini kadının bacağına çekmemek üzere yerleştirmiş, kulağına da aslında neyin peşinde olduğunu fısıldamak için eğilmişti. Tam o anda, locadaki bir diğer arkadaşı Bora, Cem'in omzunu sarstı. Bunun üzerine kendine gelen Cem, arkadaşının esmer yüzünde büyük bir telaş, gözlerinde ise korku gördü. "Ufak bir sorunumuz olabilir!"

Cem, ne olduğunu anlamak için kafasını kaldırdığında, gözünün önünde uçuşan kötü anılara engel olamadı. Aristoteles'le hemfikir olduğu bir konu vardı aslında: Mutluluk biraz da şansa bağlıydı. Ancak şans denen şey tam bir dönekti. İşlerin bir an iyi gidiyor olması, iki dakika sonra da iyi gideceği anlamına gelmiyordu. Bora'nın sözünü ettiği olası sorun, ufaktan biraz büyüktü maalesef. Cem'in karşısında dikilmekte olan kadın, hayatında gördüğü gelmiş geçmiş en güzel kadın olmakla birlikte, âşık olduğu tek kadındı.

Ve tam bir psikopattı.

'Aşkın ilk soluğu, mantığın son soluğudur', diye boşuna dememişti Antoine Bret. Cem, yirmili yaşlarının başını Derin'e sırılsıklam âşık olarak geçirdi. O dönem kendini çok şanslı hissetmişti çünkü Derin gibi bir kadın onu seçmişti. Zamanla aşkı körelen Cem, yeniden mantıklı düşünebilmeye başladığında, Derin'in ne çeşit bir manyak olduğunu gördü ve ondan ayrılmak istedi ama Derin, bunu öylece kabullenmedi elbette. Aralarındaki kaçma kovalamaca bir süre sonra bambaşka bir boyuta ulaştı. Cem'in annesi Servet Hanım, can güvenliğinden endişe duyduğu oğluna Amerika'ya gitmesini önerdi. Cem de pılısını pırtısını toplayıp Boston'da aldı soluğu.

Cem, Amerika'ya giderken Hikmet Bey'den kaçtığı kadar Derin'den de kaçmıştı. Yıllar içinde Derin'le birkaç cemiyet toplantısında denk gelseler de baş başa konuşacakları bir ortam olmamıştı. Bunda Cem'in üstün çabalarının da payı yok değildi. Masallarla üstü örtülmeye çalışılsa da herkesçe bilinen bir gerçek vardı ki o da erkekliğin onda dokuzunun kaçmak olduğuydu.

Derin, her zamanki gibi güzel ve zarifti. Üzerinde, kadınsı ama tutucu denebilecek siyah bir elbise vardı. Düz, parlak sarı saçları, beline kadar uzanıyordu. Açık mavi gözleri, Cem'e odaklanmıştı ve hâlâ tazeliğini koruyan bir öfkeyle titriyordu. "Vay vay vay... Bakın, burada kimler varmış! Dönmüşsünüz ama hiç haber vermiyorsunuz, Cem Bey."

Cem, ateşe değmiş gibi elini kadının bacağından çekip ayağa fırladı. Üzerinde, Derin'in hâlâ böyle bir etkisinin olması ilginçti. Sesi ona ait değilmişçesine çatlak ve tedirgin çıktı. "Derin, bu ne tesadüf!" Söz konusu Derin olduğunda tesadüflere yer olmadığını, Cem çok iyi bilirdi aslında. Biraz nefessiz, "Çok uzun zaman oldu... Muhteşem görünüyorsun. Nasılsın?" diye sordu.

Derin, yüzünü buruşturup önce Cem'in yanındaki kadına sonra Cem'e baktı. "Son on yıldır şahaneyim, sormak için on yıl beklemen büyük incelik doğrusu!"

Derin'in sesi yüksek müziğe rağmen rahatça duyulabildiğinden, yakın çevrelerindeki kafalar yavaş yavaş malum üçlüye dönmeye başladı. Cem, bir şeyler yapması gerektiğini düşündüyse de bir çözüm üretemedi. Mesele Derin olduğunda Cem'in basireti çözülmemek üzere bağlanıyordu sanki. "Araya mesafeler girince..." diye geveledi. "Hiç değişmemişsin ama," diyerek bitirdi.

"Sen de hiç değişmemişsin. Geceyi yine boş geçmiyorsun," diye cevapladı Derin. Olayı hâlâ anlamlandırmaya çalışan Açelya'ya döndü. "Standartların biraz düşmüş ama."

Açelya, konuşmaya dâhil edilişine de işittiği hakarete de anlam veremedi. "Anlamadım?"

Derin'in yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. "Şaşırmadım. Cem, IQ'su oda sıcaklığını geçen kadınlardan hoşlanmaz." 

Açelya, "Sen de kim oluyorsun?" diye sorduktan hemen sonra Derin'e biraz daha dikkatli bakınca sorusunun cevabını kendi verdi. Derin de en az Cem kadar şöhretliydi zira. "Sen, o manyak kadınsın!"

Derin'in yüzündeki alaycı gülümseme bir anda silindi, yanaklarındaki kan çekildi. "Ne dedin sen?"

Her şey bir anda gelişti.

Açelya bir vardı, bir uçtu. Derin, kadını saçından tuttuğu gibi piste sürüklemişti. Deli kuvveti hâlâ yerindeydi. Yalnız, Açelya da hiç fena değildi. Kendini kurtarır kurtarmaz yere yatırdığı Derin'in üzerine çıktı. Birbirine giren iki kadını ayırmak için kulüpteki müşteriler âdeta seferberlik ilan etti. Kısa sürede güvenlik görevlileri de olaya dâhil oldu.

O arada kavgayı gören Murat da Bora'yla Cem'in yanına koşup geldi. Beyaz teni pembeleşmiş, açık kahverengi gözleri heyecanla parlamıştı. "Dönüşünü de başka türlü kutlayamazdık zaten!" dedi. Biriken kalabalığın üzerinden manzarayı daha net görebilmek için kafasını biraz kaldırmıştı ki, "Aa! O alttaki Derin değil mi?" diye sordu hayretle. "Açelya da üzerinde? İki dakika yalnız bırakmaya gelmiyorsun, Cemo!"

Bora, Cem'in sırtına avucuyla pat pat dokundu. Onun da yüzünde alaycı bir gülüş vardı. "Hayat meğer sensiz ne sıkıcıymış, ağız tadıyla kavga izlemiyorduk ne zamandır."

"Hem de kavganın böylesi!" diye cıvıldadı Murat, neşe içinde. Cem'in varlığında şahit olduğu bar kavgaları, genelde Cem'le magazinciler arasında vuku bulurdu.

Cem, havada uçuşan ayakkabılarla çantaları izlerken, "Döndüğüm iyi olmuş o zaman. Size de eğlence çıktı," dedi sıkıntıyla. İç geçirdi ve bar kavgaları için çok yaşlı olduğunu hissetti aniden. Bütün hevesi kaçmıştı. "Ben gidiyorum."

"Ne?" diye sordu Murat, hayal kırıklığı içinde. İşaret parmağı piste doğru havalandı. "Ama baksana, daha yeni başladılar!"

"Benlik bir durum yok." O sırada, Derin kendisini belinden yakalayan korumanın yüzüne bir dirsek geçirip yeniden Açelya'nın üzerine atladı. "Uykum da geldi. Gelmişken yatıp uyuyayım. Yarın işe giderim."

*

Cem vestiyerden montunu alıp kulüpten adımını dışarı attığı an, çıktığına çıkacağına pişman oldu. Karşısında bir gazeteci ordusu vardı ve flaşlar ardı ardına patlıyordu. Gözleri kamaşınca elini yüzüne siper etti. Babası, sabah haberleri gördüğünde döndüğüne bir kez daha şükür duaları edecekti.

"Cem Bey, hoş geldiniz, yurda kesin dönüş yaptığınız söyleniyor. Bundan sonra sizi eskiden olduğu gibi sık sık gecelerde görecek miyiz?"

"İyi akşamlar. Efendim, ayağınızın tozuyla İstanbul'u karıştırdığınız söyleniyor, ne diyeceksiniz?"

"İçeride iki kadın sizin için saç saça baş başa kavgaya tutuştu, deniyor! Bir açıklama yapacak mısınız?"

"Kadınlardan biri, eski sevgiliniz sosyetik güzel Derin Adalı mı?"

Cem, ardı ardına sıralanan soruları yanıtsız bırakırken, valenin getirdiği arabasına koşar adım yöneldi. 

Magazincilerden biri pis pis sırıtarak, "Cem Bey, dönüşünüz muhteşem oldu, diyebilir miyiz?" diye bağırdı arkasından.

Cem'in dönüşü, muhteşem olmaktan uzaktı ancak epey gürültü patırtı koparacağa benziyordu.



Cem'in kafasının içinde olmaya bayılıyorum, bugüne kadar yazdığım karakterler içinde yeri çok ayrı.

Böylece prologlarımızın sonuna geldik.

Umuyorum buraya kadar halinizden memnunsunuzdur skjhdfksh

Instagram: sezen.aksin

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro