2. Bölüm
Canlar dün gece itibarıyla Şirket Oyunları önsiparişe açıldı!! Elim ayağıma dolaşıyor. Belki çok uzaktayım ama kalbim bizim matbaanın içinde çarpıyor shfkjh
Şu an için Tamadres, BKM ve Kitapsepeti'nden sipariş verebilirsiniz. Diğerleri de yavaş yavaş eklenecek bu listeye. Sanıyorum kargolar 7 Aralık'ta yola çıkacak.
Bunu kutlamak üzere Cemciğimi artık sahneye alıyorum. Onsuz bir kutlama düşünülemez zira 😍
Buyursunlar:
Carlyle'ın ekonomistlere kafayı bu kadar takmasının ana sebebi su katılmamış bir ırkçı olması ve ekonomi biliminin işçi piyasası için öne sürdüğü arz-talep kurallarının, onun köleliği savunan argümanlarını desteklememesiydi. Ancak ekonomiyi kasvetli bilim ilan etmesinin yolundaki ilk adım, karamsarlığıyla nam salmış Malthus'un nüfus kuramıydı. Bu kurama göre, besin kaynaklarının artış hızı, nüfus artış hızına yetişemeyeceğinden dolayı insanlık kaçınılmaz bir sefaletle karşı karşıyaydı.
Defne, Malthus'u annesiyle tanıştırabilmeyi çok isterdi çünkü Malthus, insanlığın önlenemez felaketinin en büyük suçlularından biri olarak, toplumun evlilik takıntısını görürdü. O, tat kaçıran ekonomistler arasında başı çekiyordu. Başta düğünler olmak üzere, eğlenceli organizasyonlarınıza davet etmek isteyeceğiniz biri kesinlikle değildi. Sohbetlerinde, cinsel birlikteliklerden kaçınmayı, mümkünse evlenmemeyi, illa evlenilecekse de geç evlenmeyi ve az sayıda çocuk sahibi olmayı öğütlerdi. Açlık, hastalık ve savaşın, nüfus artışını kontrol altında tutmak için büyük yardımcılar olduğunu dile getirirdi.
İnsanların ütopyalardan bahsettiği bir devirde, felaket senaryoları yazan, saçlarını pembe pudrayla renklendirdiği için kimileri tarafından tarihteki ilk punk olarak anılan ekonomist, on beş milyonluk İstanbul'u görse ne hissederdi acaba?
Defne, saat 19.15'te arabanın camından, akmayan trafiğe sıkıntıyla bakarken, her ne kadar varsayımlarında ve hesaplamalarında sıkıntılar olsa da Malthus'un büsbütün yanılmadığını düşündü. Öngördüğü büyük felaket gerçekleşmemişti. Çalışmalarında baz aldığı gelişmiş ülkeler, teknoloji ile açığı kapatmıştı. Global ölçekte büyük bir kıtlıkla karşılaşılmamıştı. Ne var ki Malthus'un kehanetleri gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle de yükselen fakir mega şehirde karşılık buluyordu. İstanbul gibi çok fazla göç alan metropollerdeki altyapı, nüfus artış hızına yetişemiyordu. Gelir dağılımındaki uçurum, suç, çevre kirliliği, gürültü, trafik... Malthus'un mevcut yüzyılda da derin bunalımlara sürüklenmesi işten bile değildi ve Defne, çözüm önerisini duyar gibiydi: "Pek sevgili hanımlar, beyler, İstanbul'da yaşıyorsanız evlenmeyin, efendim!"
*
Defne restorana girdiğinde saat neredeyse sekiz olmuştu.
Defne, adlarına ayrılan masaya kadar garsonun eşliğinde geldi. Orada bulunmaktan hiç de hoşnut olmadığını asık yüzüyle belli eden bir adamla karşılaşmak, Defne'nin biraz olsun içini rahatlattı. En azından yalnız değildi. Adamın asık yüzü, neredeyse bir saattir onu bekliyor olmasına da yorulabilirdi tabii.
Defne'yi görünce adam ayağa kalktı. Uzun boylu ve kalıplıydı. Pürüzsüz bir cildi, sarıya çalan açık kumral saçları, karanlık tam çökmeden gökyüzünün aldığı rengi andıran koyu mavi gözleri vardı. Defne, hayatında daha önce böyle bir benzetme yapmamıştı, kabul etmeliydi ki annesinin ayarlamaya çalıştığı adamlar arasında Cem Mermercioğlu açık ara en yakışıklısıydı. Net. Koyu lacivert bir kot pantolon ve kollarını dirseklerine kadar sıvadığı uçuk mavi bir gömlek giymişti.
Defne, üzerini değiştirecek zaman bulamadığı için -Ayşen Hanım sağ olsun- adamın karşısında biraz ciddi kalmıştı. Elini uzatıp hemen özür dilemeye girişti. Beklemeyi de bekletmeyi de sevmezdi. "İyi akşamlar, Cem Bey. Kusura bakmayın, geciktim. Bir toplantıdan geliyorum da. Trafik berbattı." Cem'in ekilmeyi tercih edeceğini bilmiyordu elbette.
Cem, "Önemli değil," dedi ve tokalaştıktan sonra karşısındaki sandalyeyi gösterdi. Son derece soğuk ve mesafeliydi. "Buyurun, oturun lütfen."
Defne, zorlama bir samimiyettense böylesini tercih ederdi. Kendisi de fazla cana yakın sayılmazdı zira. Fakat garsonun siparişleri almasının ardından masaya çöken sessizlik, anbean rahatsız edici bir hâl almaya başlıyordu.
Cem'e göre, Defne'nin kılığı nedeniyle bir ilkokul müdiresini andırması dışında, güzelliği su götürmez bir gerçekti. Vücudu, tüm gün masa başında oturan bir kadın için fazlasıyla atletikti. Üstelik asil ve duru bir yüzü vardı; düzgün bir burun, yüksek elmacık kemikleri, iri kahverengi gözler, ne çok ince ne çok dolgun olan, kararında dudaklar. Cem'in normal şartlar altında pekâlâ takılabileceği bir kadındı. Koca holdingi yönettiğine göre mutlaka akıllıydı da. Yine de kadının şu yemeğe gelmiş olması bile Cem'in ondan soğuması için yeterli bir nedendi. Bir kadın, hayatta neler başardığından bağımsız, otuzuna bastı mı evlenme kaygısına düşüyordu demek ki. Sessizliği bozan o oldu. "Defne Hanım, bu saçmalığa birimizin son vermesi gerektiğini düşünüyorum. Hoş kadınsınız ama emrivakilerden nefret ederim ve sizinle herhangi bir birliktelik düşünmüyorum. Bunu peşinen söyleyeyim ki sonra kimse incinmesin."
Defne'nin hislerine tercüman olmuştu. Fakat bunu son derece kaba ve kibirli bir şekilde ifade etmişti. Defne, bacak bacak üstüne atıp geriye yaslandı ve Cem'in gözlerinin içine bir süre baktı, baktı. Yüzüne yavaş yavaş bir tebessüm yayıldı. "Aynı dili konuşuyor olmamıza memnun oldum," dedi ve ardından başını hafif yana yatırıp üzgün bir ifadeyle dudaklarını birbirine bastırdı. "Ben de kimse incinsin istemem çünkü."
Cem'in beklediği tepki tam olarak bu değildi. Fazla kolay olmuştu. "Güzel," dedi, kadının niyetinden hâlâ emin olmaya çalışırken. "Anlaştığımıza sevindim."
Bir anlığına bozulan sessizlik, yemekleri geldikten sonra da sürdü. Ne var ki Cem bu işten nasıl bu kadar kolay sıyrılabildiğine anlam veremişti. İçi içini kemiriyordu. Tabağındaki bifteğe konsantre olan Defne'ye gözlerini dikti. Sormazsa meraktan çatlayacaktı: "Madem öyle, neden geldiniz bu akşam?"
"Annemle uğraşmaktansa..." dedi Defne, kayıtsızca. Çatal tutan elinin işaret parmağını kaldırarak Cem'i ve kendisini gösterdi. "Bu işin olmayacağını size anlatmak, bana daha mantıklı geldi. Neyse ki gerek kalmadı. Siz benden önce davrandınız."
"O kadar emindiniz yani..." Cem de bir yandan balığını didiklerken işaret parmağıyla Defne'yi taklit etti. "Bu işin olmayacağından."
Defne, usulca başını salladı. "Elbette. Üzerinize alınmayın, eminim ki evlenilecek bir adamsınızdır ama benim evlenmek gibi bir niyetim yok." Sonra çatalını ve bıçağını tabağının iki yanına bırakıp bir sır verecekmiş gibi Cem'e doğru eğildi. "Anneme anlatamıyorum ama romantik bir ilişki bile aramıyorum ben."
Cem'in vücudu istemsiz bir şekilde Defne'yi taklit ederek masaya doğru eğildi. Gözleri, cümlesini tamamladıktan sonra bir yudum su içen kadının nemlenen dudaklarına kaydı. Cem, gayriihtiyari, "Nedir peki aradığınız?" diye sordu.
"Fazla bir şey değil. Sadece biraz huzur." Defne, su kadehini bırakıp tabağına geri dönerken, "Durumdan bu kadar şikâyetçiyseniz sizin burada ne işiniz var?" diye sordu.
Hikmet Bey, Cem'le günlerdir konuşmuyordu. Cem'in, son olanlardan sonra annesinin teklifini reddetmeye yüzü olmamıştı sadece. O masada oturması, hayatını hâle yola koyma yolunda bir iyi niyet göstergesiydi. Cem, üzerine düşeni yapmasına rağmen, o gece bekleneni veremeyecekti. Ne yazık. Anlık girdiği transtan çıkıp arkasına yeniden yaslandı. "Gelmek zorunda bırakıldım, diyelim."
"Demek, aynı kaderi paylaşıyoruz."
"Öyle görünüyor..." Cem, şarabından bir yudum alırken hâlâ Defne'ye bakıyordu. Kadının tabağındaki bifteğe gösterdiği samimiyet, Cem'e gösterdiğinden çok daha fazlaydı. Bu durum, Cem'in kafasında parlak bir fikir filizlendirmeye başlamıştı. "Aslında benim size bir önerim olacak, Defne Hanım."
Defne, kafasını tabağından kaldırdı. Biraz meraklanmıştı. Cem Mermercioğlu'ndan herhangi bir konuda herhangi bir öneri beklemiyordu. "Nedir?"
"Akıllı bir kadına benziyorsunuz ve sonradan başıma dert açmayacağınıza inanıyorum."
"Ah, bir kadının duymak isteyeceği şeyleri ne kadar da iyi biliyorsunuz," diye cıvıldadı Defne. "Dinliyorum," dedi sahte bir ilgiyle.
Cem, umursamadan, yine işaret parmağıyla Defne'yi ve kendini göstererek sordu. "Bu işin olmadığını bizimkilere söylemesek?"
Defne, yüzünü ele geçiren hayal kırıklığını saklayamadı. "Bu da ne demek oluyor? Ben az önce anlaştığımızı sanıyordum!"
İkili ilişkilerde üzerine düşülen, ısrarlara maruz kalan taraf genelde Cem olurdu. Kadınların üzerindeki etkisini kaybediyor olmalıydı, belki de gerçekten yaşlanıyordu. Sabırsız bir nefes verip, Defne'nin devam etmesine engel olmak adına elini kaldırdı. "Durun bir saniye, beni yanlış anladınız. Öyle demek istemedim. Bakın, şimdi. Ne sizin aileniz ne de benimki, biz en nihayetinde hayallerindeki damat ve gelin adaylarıyla dünya evine girene kadar bu emrivakileri kesmeyecekler. Doğru mu? Bugün benimle buluşacaksınız, yarın bir başkasıyla?"
Defne, kollarını göğsünün üzerinde bağladı. Gerçekler acıydı. "Öyle."
"Şimdi onlara, kafamız uyuştu, birbirimizi tanımaya karar verdik, dersek yakamızdan düşecekler. En azından bir süreliğine. Bu da 'kafa dinlemek' demek. Ayda birkaç kez buluşur, yemek yeriz. Bence, huzurumuz karşılığında ufak bir fedakârlık." O arada belki şirketin başına da geçiverirdi Cem. Kesinlikle çok mantıklı bir plandı bu. Çok. "Ben, size katlanmaya hazırım."
Adam, Defne'nin hislerinin gönülsüz tercümanıydı resmen.
Defne, onun son cümlesini komik bulmuşçasına gülümserken düşündü. Yazık ki annesini iyi tanıyordu. "Ya 'evlenin' diye tuttururlarsa ne olacak?"
Cem üzerine tereyağı sürdüğü ekmek parçasını keyifle ağzına attı. "O zaman da yürümedi, ayrıldık, deriz. Kalbimiz çok kırıldığı için en azından bir süre de öyle dokunmazlar."
" 'Neden ayrıldınız' diye sorarlarsa?"
Cem'in her soruya verecek bir cevabı vardı. Lokması hâlâ ağzındayken, basına demeç verir gibi, "Özel nedenlerle. Üçüncü şahıslarla alakası yok," dedi.
"Annem bütün detayları öğrenmeden rahat bırakmaz."
"Kalbimiz çok kırılırsa -ki kırılacağını söylüyorum- detay falan soramazlar."
Annesinin vaazları, Defne'nin ikinci kez yemeğe çıkmayı reddettiği her bir erkek için bazen günlerce sürebiliyordu. Ne zor bulunuyordu o adamlar, Defne'nin haberi var mıydı acaba? Hiç zannetmiyordu Ayşen Hanım. Haberi olsaydı, adamları böyle kovalamazdı. Dorsaylara layık damat adayları ağaçta yetişmiyordu ki. Defne'nin dudakları yaramaz bir tebessümle kıvrıldı. Bifteğinden bir parça daha alıp çiğnerken, Cem'in kadınları kıskandıracak kadar zarif yüzüne baktı. Annesini kendi silahıyla vurmak. Fikir, fazlasıyla cezbediciydi. "Ayda iki kez yemek, diyorsunuz..."
"Aynen öyle diyorum."
"Kırk beş dakikalık?"
"İsterseniz yarım saatlik." Cem, çarpık gülümsemesini bahşetti Defne'ye. "Aslında, ne kadar hızlı yemek yiyebildiğinize bağlı."
Defne, çok hızlı yemek yiyebilirdi. "Dört beş ay sürse?"
"Taş çatlasa on yemek eder."
Defne, dudaklarını büktü. "Sonrası, ayrılık ve kalp kırıklığı."
"En ağırından. Bir yılda ancak kendimize geliriz." Gözleri mutluluktan ışıl ışıl olan Cem, olabilecekleri hayal ediyordu. "Kim bilir. Belki de iki yıl!"
Kulağa bayağı mantıklı ve zararsız geliyordu. Sürdürülebilir bir fikir değildi ama biraz kafa dinlemek hiç de fena olmazdı. Defne, aradığı huzuru bu kendini beğenmiş, gıcık adam sayesinde bulacaktı belki de. "Pekâlâ." Defne, ilk kez kadehini Cem'e kaldırıyordu. "Ortaklığımız hayırlı olsun, Cem Bey. Umarım korkunç bir ayrılık olur!"
Cem de kadehini Defne'ninkiyle tokuşturdu. "Korkunç bir ayrılığa!"
*
Eve varmasına yakın Defne'nin telefonu çalmaya başladı. Annesinin takip çipi taktırdığından şüpheleniyordu; büyük olasılıkla kulağının arkasına, deriye gömülü.
"Hıh, ne yaptınız, Defne?"
Son derece heyecansız, "Ne yapacağız?" dedi Defne. "Yemek yedik."
"Onu mu soruyorum ben?"
"İyiydi, konuştuk işte."
"Bir daha görüşeceksiniz yani?" diye hevesle sordu Ayşen Hanım.
Defne de temkini elden bırakmadan, "Görüşürüz herhalde," dedi yavaşça.
Annesi, yanındaki her kimse ona, "Ben demedim mi? Olacak bu iş!" diye neşe içinde bağırıp Defne'ye de alelacele, "Benim aramam gereken yerler var," dedikten sonra telefonu yüzüne kapattı. Annesinin kimleri arayabileceğini düşünmek, Defne'nin midesine kramplar soktu.
Defne, ayaklarını sürüye sürüye Levent'teki evine adım attığında, saat gece on biri bulmuştu. İşle ilgili bir gereklilik olmazsa hafta içi dışarı çıkmamayı tercih ederdi. Onun kadar yüksek tempoda çalışan biri, sosyal hayat ve sağlıklı yaşam arasında bir tercih yapmak zorundaydı. Defne, kırkına gelmeden kalp krizi geçirmek istemediği için, sosyal hayatından büyük ölçüde vazgeçmişti. Hafta içi gece on bir olmadan uyur, her sabah altıda uyanıp evinde sporunu yaptıktan sonra sekizde evden çıkardı ve holding binası da Levent'te olduğu için on beş dakika sonra ofisteki masasına oturmuş olurdu.
Defne, yattığı yerde akşamın muhasebesini yaparken bir türlü uykuya dalamıyordu. Annesi, o heyecanla İstanbul'un yarısını durumdan haberdar etmiş olabilirdi. Annesinin anlattıkları dışında, hakkında hiçbir şey bilmediği bir adamla böyle bir anlaşma yaparak iyi mi etmişti acaba?
Yatakta dönüp durmak yerine sonunda teslim bayrağını çekip komodinin üzerindeki telefonuna uzandı. Translojistik'in internet sayfasındaki "Hakkımızda" sekmesinin altında sıralanmış birkaç yöneticiyle birlikte, "Operasyon Direktörü Cem Mermercioğlu" da tüm karizmasıyla gülümsüyordu. Sayfada kısa bir öz geçmişi de vardı. Defne gibi o da Boğaziçi mezunuydu. İşletme bölümü. Mezuniyetten sonra bir süre kendi şirketlerinde çalışıp ardından Ayşen Hanım'ın da anlattığı gibi Amerika'ya gitmişti. Buraya kadar anormal bir durum yoktu.
Ne zaman ki Defne, Google'a Cem Mermercioğlu yazdı, o zaman cehennemin kapıları aralandı. Magazin haberlerini takip etmemesinin eksikliğini hayatında ilk kez o an hissetti. Adamın sayısız kadınla boy boy fotoğrafları, türlü türlü vukuatları vardı! Sadece, karıştığı bar kavgaları bile sayfalarca yer tutuyordu. En taze olay, henüz birkaç gün önce İstanbul'da yaşanmıştı ve iki kadın, Kuruçeşme'deki bir kulüpte Cem için birbirine girmişti. Ünlü Playboy olay yerini kaçarcasına terk etti, diyordu bir başlık.
Ünlü Playboy.
İnsana annesi böyle yaparsa hayat ne yapmazdı?
Hayat, tuzaklarla ve bilinmezliklerle doluydu. Girdiğimiz her tür etkileşim, bilgi asimetrisinden mustaripti; sıklıkla, bir taraf çok şey bilirken diğer taraf konuya o kadar hâkim olmazdı. Ve burada "konuya o kadar hâkim olmayan diğer taraf" Defne oluyordu.
Akerlof, ekonomide bilgi asimetrisinden doğan sıkıntıları "limon problemi" olarak adlandırmıştı. "Limon" bilgi eksikliğinden doğan kötü yatırımları simgeliyordu. İkinci el araba piyasası, durumu açıklamak için ders kitaplarında tipik örnek olarak gösterilirdi: İkinci el araba satan bir satıcı, sattığı araba hakkında, arabayı satın alacak kişiden daha fazla bilgiye sahipti. Alıcı, arabanın gerçek değerini bilemediğinden, arabaya ortalamanın üzerinde bir fiyat vermek istemeyecekti. Bunu öngören satıcıysa sadece bu fiyat üzerinden kâr yapabileceği bir arabayı satmak isterdi. Piyasada, ters seçim problemi söz konusuydu. Yani ortalamanın altındaki "limon" arabalar, daha ziyade ikinci el piyasaya düşüyordu.
Defne'nin analojisinde Ayşen Hanım limon satıcısı, Defne limonu limon olduğunu bilmeden almış gibi yapan ve bunun sonuçlarına katlanacak sahte limon alıcısı, Cem de ekşi ve sarı tabiatına uygun bir şekilde limonun ta kendisi oluyordu! Huzur ise bir hayal.
Defne uzun zamandır böyle faka basmamıştı.
Geçmiş olsun Defdefciğim, başına neler gelecek bir bilsen sfjljgh
Tüm bu okuduğunuz bölümlerden sonra, bu cumartesi (3 Aralık) saat 22'de canlı yayınımızı yapalım (instagram: sezen.aksin). Uzun zamandan sonra kavuşmak üzere hepinizi kocaman öpüyorum! :*
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro