Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 7: ELDORADO'NUN KEŞFİ

ELDORADO'NUN KEŞFİ

J.A. Suter

Kaliforniya Ocak 1848


Avrupa'dan Bezginlik

Tarih 1834. Bir Amerika vapuru, Havre Limanı'ndan kalkıp New York'a doğru yol alıyor. Yaşamdan umutlarını kesmiş yüzlerce yolcunun arasında Johann August Suter adında biri var, Basel yakınlarında, Rynenberg Kasabası'nda oturan ve 31 yaşındaki bu adamın, Avrupalı yargıçların pençesinden kendisini kurtarması için bir an önce okyanusa açılması gerekiyor. Hırsız, poliçe sahtekârı ve gırtlağına kadar borca batmış bir adam olan Suter, karısı ve üç çocuğunu yüzüstü bırakarak evinden ayrılıyor, Paris'te sahte bir belge ile bir miktar para edindikten sonra kendisine yeni bir yaşam biçimi aramak üzere New York gemisine biniyor. 7 Temmuz'da New York'a varıyor ve iki yıl burada, olur olmaz her türlü işi yapıyor, ambalajcı oluyor, eczacılık ve dişçilik yapıyor, ilaç satıyor ve taverna işletiyor. Sonunda biraz para sahibi olduktan sonra, bir gazino açıyor. Fakat burasını da satıyor ve zamanın büyülü seline uyarak Missouri'ye gidiyor. Burada çiftçi oluyor, kısa sürede küçük bir mülk ediniyor ve kendi haline yaşayıp gidiyor. Ama evinin önünden her gün akın akın insanlar, kürk tüccarları, avcılar, serüven adamları ve askerler geçmekte. Hepsi de Batı'dan geliyor ve Batı'ya gidiyor. Batı sözcüğü yavaş yavaş bir gizemli melodi oluyor. Anlatıldığına göre, oralarda insanın karşısına önce bozkırlar, içinde manda sürülerinin dolaştığı ve Kızılderililerden başka hiçbir insan izine rastlanılmayan uçsuz bucaksız bozkırlar çıkıyormuş.

Johann August Suter'in damarlarında da serüvenci kanı dolaşmaktadır, sessizce oturup toprak işlemek ona göre değil. 1837 yılının bir gününde, mal mülk nesi varsa satıyor; arabalar, atlar ve manda sürülerinin de yer aldığı bir keşif kafilesi hazırlıyor ve Fort Independence'den ayrılarak bu bilinmez ülkeye, Kaliforniya'ya doğru hareket ediyor.

Kaliforniya'ya Yürüyüş

1838. İki subay, beş misyoner ve üç kadın, manda arabasına binmiş, sonsuz boşlukta ilerliyor. Uçsuz bucaksız bozkırları geçip dağlar aşarak Büyük Okyanus'a doğru ilerliyorlar. Üç aylık bir zorlu yolculuktan sonra, ekim sonunda Fort Vancouver'a varıyorlar. İlk önce subaylar, daha sonra da misyonerler kafileden ayrılıyorlar, yolculuğa dayanamayan üç kadın da yolda ölüyor.

Suter yalnız kalıyor. Vancouver'da onu alıkoymaya çalışmanın ve bir iş önermenin hiçbir yararı olmuyor. O gizemli adın çekiciliği kanına öyle işlemiş ki Suter, her şeyi yadsıyor. Her bir tarafı dökülen bir yelkenli ile Büyük Okyanus'a açılıyor, önce Sandwich Adaları'na uğruyor ve binbir türlü güçlükle bütün Alaska kıyılarını dolaşıp sonunda San Francisco adında ıssız bir yerde karaya çıkıyor. San Francisco, depremden sonra nüfusu iki kat artarak milyonlara ulaşan bugünkü modern kent değil henüz; hayır, adını Fransisken misyonundan alan bakımsız bir balıkçı kasabası, hatta yeni kıtanın tarıma açılmamış bereketli toprakları ortasında uzayıp giden Kaliforniya'nın, şu bilinmez Meksika ilinin başkenti bile değil.

Otorite boşluğunun bir türlü doldurulamayışı, sık sık tekrarlanan ayaklanmalar, iş görecek hayvan ve insan yokluğu, durumu denetim altına alıp da her şeyi düzeltecek bir yüreklinin çıkmayışı yüzünden, İspanyolların zaten yetersiz olan sömürge düzeni daha da bozulmuş, yaşam çekilmez olmuştu. Suter kendisine bir at kiralıyor ve aşağıdaki verimli topraklara, Sacramento Vadisi'ne iniyor: Burada değil bir çiftlik kurmaya, bütün bir krallığa yetecek toprak bulunduğunu görmesi için bir gün yetiyor. Ertesi gün doğruca Monterey'e, halkı yoksulluktan kıvranan başkente gidiyor ve Vali Alverado'ya kendisini tanıtıyor, buradaki bakımsız ve harap toprakları işletmek istediğini bildiriyor ve "Adalardan Kanaklar getirdim. Bu çalışkan ve işbilir Kızılderilerden daha da getirtmek ve bu toprakları imar edip küçük bir sömürge devleti, Yeni Helvetia'yı kurmak istiyorum," diyor.

Vali, "Neden Yeni Helvetia?" diye soruyor. Suter, "Ben İsviçreliyim ve Cumhuriyetçiyim," yanıtını veriyor.

"Pekâlâ, istediğiniz gibi olsun! Size on yıllık bir imtiyaz veriyorum."

Görüldüğü gibi burada işler çok çabuk sonuca bağlanıyor. Uygar dünyadan tam bin mil uzakta bulunan bir insanın enerjisi, ülkesindekinden çok daha değerli oluyor.

Yeni Helvetia

1839. Bir kervan, Sacramento kıyısından yukarıya doğru yavaş yavaş yol alıyor. Suter, atına binmiş ve tüfeği omzunda, en önde gidiyor; arkasında ikiüç Avrupalı, daha sonra kısa kollu gömlekler giyinmiş yüz elli Kanak, onların arkasından da yiyecek, tohum ve cephane yüklü otuz manda arabası, elli at, yetmiş beş katır, inekler ve koyunlar; en arkada da küçük bir artçı grubu var işte Yeni Helvetia'yı ele geçirmek isteyen bütün ordu bu kadar.

Önlerinde dev bir alev dalgası yuvarlanıyor. Ormanları ateşe veriyorlar, araziyi temizlemek için uğraşmaktansa bu yöntem, yani ormanları yakma daha kolaylarına geliyor. Alev yumaklarının geçtiği yerlerdeki ağaç kütüklerinden henüz dumanlar tüterken, Suter'in adamları hemen işe koyuluyorlar. Ambarlar yapılıyor, kuyular açılıyor, sürülmesine gerek bile duyulmadan toprağa tohum ekiliyor, sürüler için ağıllar hazırlanıyor ve yavaş yavaş, çevredeki yüzüstü bırakılmış misyonerler kolonisi buraya akın etmeye başlıyor.

Kazanılan başarı gerçekten büyük oluyor. Daha ilk yıl, bire beş ürün alınıyor. Ambarlar, ağzına kadar doluyor ve çok geçmeden sürülerdeki hayvan sayısı binlere ulaşıyor. Karşılaşılan çeşitli güçlüklere, topraklarına sıkça yapılan yerli saldırılarına karşın, Yeni Helvetia gittikçe gelişerek büyük bir yerleşim merkezi oluyor. Kanallar açılıyor, değirmenler ve iş merkezleri kuruluyor. Nehirlerde gemiler bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlar. Suter, yalnızca Vancouver ve Sandwich Adaları'nı doyurmakla kalmıyor, Kaliforniya kıyılarında demirleyen bütün yelkenlilerin gereksinimlerini de karşılıyor.

Bugün herkesin iştahla yediği o nefis Kaliforniya meyvelerini ilk olarak Suter yetiştiriyor. Fransa'dan ve Ren bölgesinden üzüm fideleri getirtiyor ve birkaç yıl sonra her taraf üzüm bağlarıyla kaplanıyor. Kendisine evler yapıyor, modern çiftlikler kuruyor; yüz seksen günlük uzaklıktaki Paris'ten bir Playel piyanosu ve altmış mandanın New York'tan başlayıp bütün kıtayı bir baştan bir başa geçerek çektiği bir buhar makinesi getirtiyor. İngiltere ve Fransa'nın en büyük bankalarında hesabı ve saygınlığı olan bu kırk beş yaşındaki adam, yaşamının en yüksek noktasına eriştiği şu an, bir karısı ve üç çocuğu olduğunu, onları on dört yıl önce dünyanın bir köşesinde yüzüstü bırakıp buralara geldiğini anımsıyor. Suter, onlara mektup yazıyor ve yanına, prensliğine davet ediyor; çünkü avuçlarındaki bolluğun ancak şimdi farkına varabilmiştir. O, Yeni Helvetia'nın sahibi olarak şuanda dünyanın en zengin adamlarından biridir ve öyle de kalacaktır. Sonunda Amerika Birleşik Devletleri bu bağımsız sömürgeyi Meksika'nın elinden alıyor. Böylece artık her şey güven altına alınmış bulunuyor. Birkaç yıl sonra Suter, dünyanın en zengin adamı olacaktır.

Uğursuz Kazma Vuruşu

1848 yılının Ocak ayına giriliyor. Suter'in doğramacısı James W. Marshall, heyecan içinde Johann August Suter'in evine koşuyor ve kendisi ile mutlaka konuşması gerektiğini söylüyor. Suter buna çok şaşırıyor, çünkü Marshall'ı daha dün Coloma'daki çiftliğine göndermişti, orada yeni bir bıçkıhane kuracaktı. Fakat izinsiz gelen bu adam, heyecandan tir tir titreyerek şu anda karşısında duruyor ve Suter'i kolundan tutarak odaya çekiyor, kapıyı kilitliyor ve cebinden, içinde birkaç sarı tanecik bulunan bir avuç dolusu kum çıkarıyor ve gösteriyor. Dün, toprak kazılırken bu tuhaf metal tanecikleri gözüne çarpmış, kendisi bunun altın olduğunu söylemiş, fakat ötekiler gülüp kendisiyle alay etmişler. Suter birden ciddileşiyor, sarı tanecikleri eline alıp tek tek inceliyor: Evet, bunlar altın. Hemen ertesi gün Marshall'la birlikte çiftliğe gitmeye karar veriyor, fakat kısa bir süre sonra dünyayı yerinden sarsacak olan altın arama hastalığına kendisini kaptırmış bulunan doğramacı, sabırsızlığını yenemeyerek fırtınaya karşın hemen o gece gizlice oraya dönüyor.

Ertesi sabah Suter de, Coloma'ya geliyor. Açılmış bulunan kanalları doldurtuyor ve kumu yeniden gözden geçiriyor. Bir kalbur alıp da biraz sallamak, kara örgü üzerinde biriken altın zerreciklerini görmeye yetiyor. Suter birkaç beyazı yanına çağırıyor ve onlardan, bıçkıhane tamamlanıncaya kadar ağızlarını sıkı tutup kimseye bir şey söylememeleri konusunda şeref sözü aldıktan sonra, atına binip çiftliğine geri dönüyor. Aklına müthiş şeyler geliyor: Anımsayabildiği kadarıyla altın, başka hiçbir yerde bu kadar bol değildi ve yerden avuç avuç kolayca toplanıyordu. Bu topraklar onun topraklarıdır, onun öz malıdır. Bir tek geceye on yıl sığıvermiş ve Suter bir anda dünyanın en zengin adamı olmuştur.

Altına Hücum

En zengin adam mı? Hayır, hayır, Suter dünyanın en yoksul, en zavallı, en acınacak insanıdır. Sekiz gün sonra gizini herkes öğreniyor. Bir kadın her zaman olduğu gibi yine bir kadın! çiftliğin önünden geçen birine bundan söz ediyor ve birkaç altın tanesi veriyor Bu olayın neden olduğu şeyin bir örneği şimdiye kadar hiç görülmemiştir. Suter'in adamları hemen işlerini bırakıyorlar; demirciler demir dövmeyi, çobanlar sürülerini, bağcılar üzüm kütüklerini, askerler de silahlarını bırakıyorlar. Eline bir kalbur ve kaçarula geçiren herkes, kumdan altın elemek için soluğu doğruca bıçkıhanede alıyor. Bütün çiftlikler bir gece içerisinde yüzüstü bırakılıyor. Sağılmayan inekler böğüre böğüre ölüyorlar, manda sürüleri ağılları yıkıyor ve ekili alanlara saldırarak hasat zamanı çoktan gelmiş ürünleri ayaklarıyla eziyorlar: mandıralar çalışmıyor, gıda ambarları birer birer yıkılıyor, kısacası bir dev ülkenin dev çarkları bir anda duruveriyor. Telgraflar bütün ülkelere ve denizaşırı yerlere burada bulunan altını müjdeliyor ve çok geçmeden kentlerden ve limanlardan insan selleri buraya doğru akmaya başlıyor. Gemiciler gemilerini, devlet memurları da işlerini bırakıyorlar; sonu gelmez çekirge sürüleri gibi kafileler, doğudan ve batıdan, yaya olarak, atla ya da araba ile birbiri ardına oraya, hep bu altın ocaklarına koşuyorlar. Bileğinin gücünden ve tabancasından başka kanun tanımayan bu söz dinlemez yabanıl sürü, o güzelim sömürgenin altını üstüne getiriyor. Onlar için buraların sahibi yoktur ve bu umutsuz serüven düşkünü adamlara karşı koyma yürekliliğini kimse gösteremiyor. Suter'in ineklerini kesip yiyorlar, kendilerine ev yapmak için depolarını yıkıyorlar, ekili tarlalarını çiğniyorlar, makinelerini çalıyorlar. Johann August Suter, bir gece içinde beş parasız bir dilenci durumuna düşüyor, tıpkı Kral Midas gibi kendi altınları içinde boğuluyor.

Altına hücum gittikçe daha da korkunç bir durum alıyor. Haber, bütün dünyaya yayılmış, yalnızca New York'tan yüz gemi yola çıkmıştır. 1848, 1849, 1850, 1851 yıllarında Almanya'dan, İngiltere'den, Fransa'dan ve İspanya'dan inanılmaz bir serüven düşkünü seli, buraya akın ediyor. Bir bölümü, Horn Burnu'nu dolaşarak geliyor, ancak bu sabırsız insanlar için bu yol çok uzundur ve bu yüzden çok daha tehlikeli bir yolu, Panama Kıstağı'nı geçmeyi yeğliyorlar. Hemen harekete geçen bir şirket, kıstak üzerine bir demiryolu yapıyor ve sabırsızların üç ya da dört hafta daha önce altın ocaklarına varması için, binlerce işçisi ölüyor. Her ırktan ve her dilden insanların bir araya gelerek oluşturdukları büyük büyük kervanlar, kıtayı bir baştan bir başa geçiyorlar ve hepsi de, Johann August Suter'in topraklarını kendi topraklarıymış gibi eşeliyorlar. Resmî mühürlü bir belge ile kendisine verilmiş oları San Francisco toprakları üstünde, aklın alamayacağı bir hızla bir kent yükseliyor. Suter'in hiç tanımadığı insanlar, birbirlerine onun topraklarını satıyorlar ve Yeni Helvetia adıyla kurduğu devlet, şu büyülü sözcüğün arkasında kaybolup gidiyor: Eldorado, Kaliforniya.

Bir kez daha iflas etmiş olan Johann August Suter, bedenine felç inmiş gibi donuk bakışlarını, bu altın arayan canavarlar sürüsüne yöneltmiş, çaresizlik içinde onları seyrediyor. Önce o da kazmak, uşakları ve arkadaşlarıyla birlikte bu servetten yararlanmak istiyor, fakat herkes onu yalnız bırakıyor, ondan kaçıyor. Bunun üzerine Suter, o lanet olası altın arayıcılarından ve o uğursuz kumdan kurtulmak için altın bölgesinden iyice uzaklaşıp ıssız çiftliğine çekiliyor. Bu sırada İsviçre'den yanına çağırdığı karısı ve üç yetişkin oğlu geliyor; uzun yol yorgunluğu sonucu bitkin düşen karısı, daha geldiği gün ölüyor; fakat üç oğlu dimdik ayaktadır ve yanındadır. Suter, onlarla birlikte yeni bir çiftlik kuruyor ve canla başla çalışarak bu verimli topraklardan bir kez daha yararlanmasını biliyor. Yeni planını bir kez daha herkesten gizliyor.

Dava

Tarih 1850. Kaliforniya, Amerika Birleşik Devletleri'ne katılmış bulunuyor. Yeni yönetimin sert uygulamaları sayesinde, insanları altın arama sarhoşluğuna kapılmış bu ülke, sonunda düzene kavuşuyor. Kargaşanın üstesinden gelinmiş, kanun egemenliği ve hukukun üstünlüğü yeniden yaşama geçirilmiştir.

İşte tam bu sırada Johann August Suter ortaya çıkıyor ve yönetimden isteklerini bir bir sıralıyor: Üzerine San Francisco kentinin kurulduğu bütün topraklar kanun gereği kendi öz malıdır; devlet, mal ve mülkünün çalınmasıyla uğradığı bütün zararları karşılamalı ve topraklarından çıkarılan altından kendisine de pay vermelidir. İnsanlık tarihinde o âna kadar eşine rastlanmamış bir büyük dava başlıyor. Johann August Suter, uğraş verip kurduğu sömürgesine yerleşmiş olan tam on yedi bin iki yüz çiftçiye karşı dava açıyor ve kendisinden çaldıkları toprakları boşaltmalarını istiyor. Kendisi tarafından yaptırılmış olan yol, kanal, köprü, su bentleri ve değirmenleri sahiplenmiş bulunan Kaliforniya hükümetinden de yirmi beş milyon dolar tutarında tazminat ve çıkarılan altından da ayrıca pay istiyor. Davayı yürütmesi için büyük oğlu Emil'i Washington'a gönderip hukuk eğitimi yaptıran Suter çiftliklerinden elde ettiği bütün paraları bu son derece büyük ve pahalı davayı kazanmak için harcıyor. Dava, mahkeme mahkeme tam dört yıl sürüyor.

Sonunda, 15 Mart 1855'te, karar açıklanıyor. Kaliforniya' nın en yüksek devlet memuru, dürüst Yargıç Thomson, Johann August Suter'in topraklarıyla ilgili iddialarında tamamıyla haklı olduğunu onaylıyor.

1855 senesinin bu Mart günü, Johann August Suter amacına ulaşıyor. O, şu anda dünyanın en zengin adamıdır.

Son

Dünyanın en zengin adamı mı? Hayır, hayır, bir kez daha hayır. Suter dünyanın en yoksul dilencisi, en bahtsız ve en zavallı adamıdır. Yazgısı, öldürücü oyunlarından birini yine bu adama karşı oynuyor, hem de bir daha ayağa kalkamayacak biçimde. Mahkeme kararı açıklanır açıklanmaz, San Francisco ve bütün ülkede bir kasırga kopuyor. Mülkleri ellerinden alınma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir sürü insan, yağmacılığı kendilerine meslek edinmiş on binlerce sokak serserisi, adliye sarayına saldırarak binayı ateşe veriyorlar; linç etmek için Yargıç Thomson'u arıyorlar ve Johann August Suter'in malını ve mülkünü yağmalamak için hep birlikte yola çıkıyorlar. Çapulcular tarafından sıkıştırılan büyük oğlu, kendini vuruyor; ikinci oğlu da öldürülüyor, üçüncüsü kaçmayı başarıyor, ancak anavatanı İsviçre'ye dönerken denizde boğuluyor. Yeni Helvetia'nın üzerinden bir alev dalgası geçiyor; Suter'in çiftlikleri birer birer yakılıp yıkılıyor, bağları çiğneniyor, ev eşyaları, bütün koleksiyonları ve paraları yağma ediliyor. Korkunç bir kin ve şiddet örneği sergilenerek, bu uçsuz bucaksız topraklar harabeye çevriliyor. Suter, canını zor kurtarıyor.

Yediği bu korkunç darbeden sonra Johann August Suter, bir daha kendine gelemedi. Yarattığı eser yıkılmış, karısı ve çocukları ölmüşlerdi. Yapayalnız kalmıştı ve kafası karmakarışıktı, ama uyuşmuş beyninde hâlâ bir düşünce var: hak, dava.

Bu yıkılmış, bu zavallı ihtiyar, tam yirmi beş yıl boyunca Washington'daki adliye sarayı çevresinde dolaşıp duracaktır. Devletten milyarlarca dolar tazminat isteyen bu yırtık pabuçlu ve kirli ceketli General'i, buradaki bütün bürolarda çok iyi tanıyorlar. Yeniden dava açtırıp elindeki son kuruşu da almak isteyen bir sürü avukat, serüvenci ya da dolandırıcı çıkıyor karşısına. Suter'in kendisi için para pul istediği yok, kendisini yoksulluğa düşüren, üç çocuğunun ölümüne neden olan ve yaşamını zindan eden paradan nefret ediyor. O yalnızca hakkını istiyor ve bunu da, bir yarı deli inadıyla sonuna kadar savunuyor. Senato'ya ve Kongre'ye başvuruyor; sırtına görkemli bir general üniforması giydirilip şişirilen bu bahtsız adam, kendisine yardım edeceğini söyleyen herkese inanıyor ve tam yirmi yıl, 1860'tan 1880'e kadar geçen sefalet dolu bir yirmi yıl boyunca, bir makamdan ötekine, bir milletvekilinden bir başka milletvekiline, bir kukla gibi sürüklenip duruyor. Yeryüzünün en zengin topraklarına sahip olan ve bu büyük ülkenin bir ikinci başkentinin, kendi toprakları üzerinde, her geçen gün daha da gelişip güzelleşerek yükseldiği bu adam, memurların alay konusu, sokaktaki çocukların da oyuncağı olarak her gün Kongre Sarayı çevresinde sürünüp duruyor. Kapılar gittiği her yerde, bu zavallı adamın yüzüne kapatılıyor. 17 Temmuz 1880 günü öğleden sonra, bir kalp krizi onu, Kongre Sarayı'nın merdivenlerinde aniden yakalıyor ve bir anda bütün acılarından kurtarıyor. Yerden bir dilenci ölüsü kaldırıyorlar. Evet bir dilenci ölüsü, fakat cebinde, kendisine ve bütün vârislerine dünya tarihinde bir eşine daha rastlanmayan bir büyüklükteki serveti her türlü hak ve hukuka karşı güvence altına alan bir belge bulunan bir dilenci ölüsü.

Bugüne kadar Suter'in serveti üzerinde hak iddia eden hiç kimse, hiçbir mirasçı çıkmadı. San Francisco, bu kocaman memleket parçası, hâlâ başkasının toprakları üzerinde yükselmektedir. Haklının hakkı hâlâ verilmiş değil. Yalnızca Blaise Cendrars adında bir sanatçı çıkıyor ve bu çoktan unutulmuş adama, Johann August Suter'e, hiç değilse yazgısının sağladığı haklardan tek birisini, yeni kuşakların anılarında yaşama hakkını veriyor.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro