İnsan Neyle Yaşar?
Biz kardeşleri sevdiğimiz için ölümden yaşama geçtiğimizi biliyoruz. Sevmeyen ölümde kalır.
(1. Yuhanna 3:14. bap)
Dünya malına sahip olup da kardeşini ihtiyaç içinde gördüğü hâlde ondan şefkatini esirgeyen kişide Tanrı'nın sevgisi olabilir mi?
(1. Yuhanna 3:17. bap)
Yavrularım, sözle ve dille değil, eylemle ve içtenlikle sevelim.
(1. Yuhanna 3:18. bap)
Çünkü sevgi Tanrı'dandır. Seven herkes Tanrı'dan doğmuştur ve Tanrı'yı tanır.
(1. Yuhanna 4:7. bap)
Sevmeyen kişi Tanrı'yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir.
(1. Yuhanna 4:8. bap)
Hiç kimse hiçbir zaman Tanrı'yı görmüş değildir. Ama birbirimizi seversek, Tanrı içimizde yaşar ve sevgisi içimizde yetkinleşmiş olur.
(1. Yuhanna 4:12. bap)
Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı'da yaşar, Tanrı da onda yaşar.
(1. Yuhanna 4:16. bap)
"Tanrı'yı seviyorum" deyip de kardeşinden nefret eden yalancıdır. Çünkü gördüğü kardeşini sevmeyen, görmediği Tanrı'yı sevemez.
(1. Yuhanna 4:16. bap)
I
Vaktiyle karısı ve çocuklarıyla bir mujik kulübesinde yaşayan bir ayakkabıcı vardı. Ne ev kendinindi, ne toprağı vardı; ailesini de sadece ayakkabıcılıkla geçindirirdi. Ekmek pahalı, emek ucuzdu; kazandığını yiyeceğe yatırırdı. Ayakkabıcının karısıyla paylaştığı bir gocuğu vardı ama giye giye üstlerinde paralanmıştı; iki yıldır bir koyun postu alıp yeni bir gocuk dikmek için para biriktiriyordu ayakkabıcı.
Sonbahara doğru biriktirdi parayı: Karısının sandığında üç ruble vardı, köydeki mujiklerden de beş ruble yirmi kapik alacağı.
Sabah olur olmaz post için köye gitmeye hazırlandı ayakkabıcı. Karısının pamuklu Çin bezinden ceketini geçirdi gömleğinin üzerine, onun üstüne de bir kaftan; üç rubleyi cebine koydu, baston niyetine bir dal kırdı ve kahvaltının ardından çıktı. "Mujiklerden beş rubleyi alır, üç rubleme eklerim; sonra da gider postu alırım," diyordu kendi kendine.
Ayakkabıcı köye indi, mujiklerden birine uğradı ama adam evde yoktu; karısı da gelecek hafta göndereceğini söyleyip para falan vermedi. Sonra bir diğerine uğradı ama adam parası olmadığına yeminler etti ve sadece yirmi kapik verebileceğini söyledi, fakat çizmelerini onarması şartıyla. Ayakkabıcı da postu veresiye alabileceğini düşündü; ancak satıcı buna razı olmadı.
— Paran varsa, –dedi,– dilediğini alırsın, veresiye satışı iyi biliriz.
Böylece hiçbir işini halledemeyen ayakkabıcının eline sadece yirmi kapik ve bir çift keçe çizme geçmişti.
Bu işe canı sıkılan ayakkabıcı yirmi kapiği de votkaya yatırıp, postu alamadan evine yollandı. Sabah soğuktan donuyordu, içtikten sonra gocuğu olmasa da birden ısınmış gibi geldi ona. Ayakkabıcı değneğiyle donmuş toprağa vurup, diğer elindeki keçe çizmeleri sallayarak yürürken şöyle diyordu kendi kendine:
— İşte gocuksuz da ısındım. Bir kadehçik içtim, tüm damarlarım açıldı. Gocuğa gerek yok. Derdi tasayı da unuttum, yoluma gidiyorum. İşte böyle bir adamım ben! Ne diye takayım kafama? Gocuksuz da yaşarım. Hiç lazım değil bana. Yalnız bizim kocakarının canı sıkılacak. Ama ayıp şey doğrusu: Sen çalış dur, elin herifi beş para vermesin. Fakat dur bakalım hele: Parayı bir getirme de gör bakalım nasıl alıyorum paçanı aşağı, yemin ederim alacağım paçasını aşağı! Bu ne böyle yahu? Yirmi kapik veriyor bir de! Ne yapayım ki yirmi kapikle? Bir tek atarsın o kadar. Bir de fakirlik diyor. Sen fakirsin de ben değil miyim? Evin var, sığırın var, her şeyin var, bense nah böyle dımdızlak; sen ekmek yaparsın, ben satın alırım... Haftada üç ruble sadece ekmeğe gider. Şimdi eve döneceğim ekmek yok; yine gidecek bir buçuk ruble. Madem öyle öde borcunu arkadaş.
Böyle konuşarak köşedeki küçük kiliseye yaklaşan ayakkabıcı, kilisenin arkasında beyaz bir şey gördü. Hava kararmaya başlamıştı. Dikkatle baktıysa da ne olduğunu çıkaramadı. "Taş desem, burada öyle bir taş yoktu. Hayvan mı acaba? Yok, hayvana da benzemiyor. Başı insan başına benziyor ama bembeyaz. Hem burada insan ne gezer?"
Biraz daha yaklaşınca açıkça gördü beyazlığı. Tuhaf bir şeydi: Ölü mü diri mi belli olmayan, kilisenin duvarına yaslanmış, kıpırdamadan oturan çırılçıplak bir adam vardı karşısında. Korkmuştu ayakkabıcı, "Adamcağızın birini öldürüp soymuşlar, bir de buraya atmışlar," diye geçirdi içinden, "yanına gitsem iş alırım başıma."
Sonra yürüyüp geçti adamın yanından. Adamı görmezden gelip kiliseden uzaklaşmıştı. Biraz yürüdükten sonra dönüp kiliseye baktı: Adam artık duvara yaslanmıyordu, hatta kımıldanıp ona bakmıştı sanki. Ayakkabıcı iyice korktu ve şöyle düşündü: "Yanına dönsem mi, yoksa çekip gitsem mi? Dönsem daha kötüsü gelmesin başıma? Nasıl biri olduğunu nereden bileyim? Herhâlde hayırlı bir iş için düşmedi buraya. Ya üstüne atlayıp seni boğarsa, kaçacak yer de yok ki. Boğmasa bile başa bela olur. Elin çıplağıyla ne yapacaksın? Üstümdeki son giysiyi de çıkarıp veremem ya! Aman Tanrı esirgesin!"
Sonra birden dönüp yoluna devam etti. Kiliseyi iyice geride bırakmak üzereydi ki vicdanı sızladı.
Yolun ortasında duruverdi ayakkabıcı.
— Ne yapıyorsun be Semyon? –dedi kendi kendine.– Adam orada yokluktan geberip gidiyor, sense korkup tabanları yağlıyorsun. Çok mu zenginsin de paranı çaldırmaktan korkuyorsun? Yuh sana Semyon, utan!
Sonra dönüp adamın yanına gitti Semyon.
II
Semyon adama yaklaşıp inceledi: Gücü kuvveti yerinde bir delikanlıydı, vücudunda yara izi falan da görünmüyordu, yalnız üşümüş, korkmuş gibiydi; duvara yaslanmış oturuyor, başını kaldıracak hâli kalmamış gibi Semyon'a dönüp bakmıyordu. İyice yaklaştı Semyon, adam birden ayılmış gibi başını kaldırıp ona baktı. Bakışı hoşuna gitmişti Semyon'un. Elindeki çizmeleri yere attı, kuşağını çıkarıp çizmelerin üzerine koydu ve kaftanını çıkardı.
— Hiç konuşma! –dedi.– Giy haydi şunu! Haydi giy!
Semyon kolundan tutup kaldırmaya çalıştı. Adam ayağa kalktı. Semyon ince yapılı, tertemiz görünen adamın tatlı bir yüzü olduğunu fark etti, eli ayağı da sapasağlamdı. Semyon kaftanını onun omuzlarına attı, beriki bir an kollarını geçiremedi. Semyon adamın ellerini tutup kaftanın kollarına geçirdi, güzelce sarıp önünü kapattı ve kuşağını da beline doladı.
Lime lime kasketini de çıkarıp çıplak adamın kafasına geçirmek istediyse de kendi kafası üşüdü, "Benim kafam kel," diye düşündü, "bununsa kıvır kıvır saçları var." Tekrar giydi kasketini. "İyisi mi çizmeleri giydireyim."
Adamı oturtup çizmeleri de giydirdi. Adamı güzelce giydirdikten sonra şöyle dedi ayakkabıcı:
— İşte oldu kardeş. Haydi biraz kıpırda da ısın. Geri kalan her şey sonra da hallolur. Yürüyebilecek misin?
Adam kalkıp içtenlikle Semyon'a baktı ama bir şey söyleyemedi.
— Neden susuyorsun? Burada kışlayacak değiliz ya. Eve gitmeliyiz. Haydi al şu sopamı, hâlin yoksa dayanırsın. Haydi aç pergelleri!
Adam yürümeye başladı. Rahat yürüyor, geride kalmıyordu.
Yürürlerken konuşmaya başladı Semyon:
— Ey, de bakalım nerelisin?
— Buralı değilim.
— Buralı olsan tanırım zaten. Buraya, kilisenin dibine nasıl düştüğünü soruyorum.
— Söyleyemem.
— Herhâlde birileri sana kötülük etti.
— Kimse kötülük etmedi. Beni Tanrı cezalandırdı.
— Elbette her şey Tanrı'dan gelir, ama ne olsa kendine bir yer bulmalısın. Nereye gitmek istiyorsun?
— Hiç fark etmez.
Semyon şaşırmıştı. Adam serseriye falan benzemiyordu, konuşması da nazikti ama kendisi hakkında hiçbir şey söylemiyordu. Semyon, "Dünyanın bin türlü hâli var," diye geçirdi içinden ve adama şöyle dedi:
— Eh benim eve gel öyleyse, birazcık dinlenirsin bari.
Semyon yürüyor, adam da ondan geri kalmıyordu. Hızlanan rüzgâr Semyon'un gömleğinin içine kadar giriyor, onu ayıltıyordu; üşümeye de başlamıştı. Karısının ceketine sıkıca sarınmış, burnunu çekerek yürürken, "Nah sana post; post almaya gittim, kaftansız dönüyorum, hem de yanımda çıplağın biriyle," diye düşünüyordu, "Matryona pek sevinmeyecek!" Matryona'yı düşündükçe canı sıkılıyordu Semyon'un. Fakat yanındaki adama bakıp, kilisenin yanındaki bakışını hatırlayınca içi rahatlıyordu biraz.
III
Semyon'un karısı erkenden toplamıştı ortalığı. Odun kırmış, su taşımış, çocukları doyurmuş, kendi de bir şeyler yiyip düşünceye dalmıştı: "Ne zaman ekmek yapsam, bugün mü yoksa yarın mı?" Koca bir parça daha ekmek vardı.
"Semyon yemek yemişse akşam pek yemez, sabaha da ekmek kalır." diye düşünüyordu.
Matryona ekmek parçasını evirip çevirerek kararını verdi: "Şimdiden ekmek yapmayayım. Bir ekmeklik un kaldı. Cumaya dek idare etmeliyiz."
Ekmeği kaldırıp masaya oturdu, kocasının gömleğini yamamaya başladı. Yama yaparken bir yandan da kocasının gocuk için nasıl bir post alacağını düşünüyordu.
"Satıcı kazık atmasa bari. Benimki safın teki zaten. Kimseyi kandırmak aklına gelmez ama bir çocuk bile onu dolandırır. Sekiz ruble de az para değil hani. İyi bir gocuk bile alınır o parayla. Tabaklanmış deriden olmasa da gocuk gocuktur. Geçen kış titredik gocuksuz! Ne suya gidebildim ne bir yere. Benimki dışarı çıktığında ne bulursa giyer, bana bir şey bırakmaz. Gideli de çok oldu. Yakında gelir herhâlde. Eyvah, içmeye gitmiş olmasın sakın benim adam?"
Matryona bunları aklından geçirirken sundurmanın basamakları gıcırdadı, içeriye birisi girdi. Matryona iğnesini gömleğe saplayıp sofaya çıktı. İki kişinin geldiğini gördü: Semyon ve yanında da şapkasız, keçe çizmeli bir adam.
Matryona kocasından yayılan içki kokusunu hemen almıştı. "Hah işte, içmiş belli ki," diye geçirdi içinden. Fakat elleri bomboş kocasını kaftansız, sırtında sadece bir ceketle, karşısında sessizce ezilip büzülürken görünce Matryona'nın yüreği burkuldu. "Çulsuzun tekiyle bütün paraları içkiye verdi anlaşılan; yetmemiş bir de eve getirmiş herifi," diye düşündü.
Matryona onları içeri aldı, arkalarından kendisi girdi. Adama şöyle bir göz attı: Genç, zayıf bir yabancıydı, üstelik onların kaftanını giyiyordu; gömleği, şapkası da yoktu. Olduğu yerde kalakalmış, bakışlarını yere dikmiş, ses çıkarmadan duruyordu. Matryona, "Korkuyor, demek ki kötü biri," diye geçirdi içinden.
Somurtup sobanın yanına geçti ve onları izlemeye başladı.
Semyon kasketini çıkarıp, hiçbir şey yokmuş gibi sedire oturdu.
— Ey Matryona, –dedi,– yemek hazırla da yiyelim, ne duruyorsun?
Matryona bir şeyler homurdandı. Sobanın yanından kımıldamadı bile: Bir kocasına bir adama baktı ve sadece başını salladı. Semyon karısının bozulduğunu anladı ama elinden bir şey gelmezdi: Görmezden gelip, yabancıyı kolundan tuttu.
— Otur kardeş, –dedi,– yemek yiyelim.
Yabancı da sedire oturdu.
— Ey bir şey pişirmedin mi?
— Pişirdim ama sana değil. Anlaşılan kafan da bulanmış içkiden. Post almaya gidip kaftansız dönüyorsun, hem de yanında çıplak serserinin tekiyle. Sizin gibi ayyaşlara verecek bir şeyim yok.
— Yeter Matryona, bilip bilmeden cırıldayıp duruyorsun! Önce bir sor bakalım, kimmiş bu adam...
— Sen parayı ne yaptığını söyle hele.
Semyon ceketin cebinden paraları çıkarıp eliyle düzeltti.
— İşte para, Trifonov'dan alamadım ama yarın için söz verdi.
Matryona'nın iyice tepesi atmıştı: Kocası post falan almamış, tek kaftanlarını çıplağın tekine giydirmiş, üstelik herifi peşine takıp getirmişti.
Paraları masadan alıp saklamaya giderken kendi kendine söylenir gibi konuşuyordu:
— Yemek falan yok. Tüm çıplak ayyaşları doyuramazsın.
— Eh be Matryona, tut şu dilini azıcık. Önce beni bir dinlesen...
— Yeterince akıl aldım sarhoş bir aptaldan. Senin gibi bir ayyaşla evlenmez olaydım. Anacığımın verdiği keten bezi bile içkiye yatırdın; post almaya diye gidip sarhoş döndün.
Semyon karısına sadece yirmi kapiklik içtiğini, adamı nerede bulduğunu anlatmak istiyordu, ama Matryona ağzını açmasına fırsat vermiyor, durmadan konuşuyordu. On yıl önce olup bitenleri bile hatırlatıyordu.
Matryona iyice sayıp döktükten sonra birden Semyon'un üstüne atılıp yeninden yakaladı.
— Ver şu ceketimi. Bir bu kaldıydı, onu da alıp giydin. Ver şunu seni kör olası, çopur köpek!
Semyon ceketi çıkarmaya başladı; tam bir kolunu kurtarıyordu ki kadın asılıverdi cekete, dikişler söküldü. Matryona ceketi kaptığı gibi başına attı ve kapıya doğru koştu. Çıkmak istedi, ama birden durdu: Heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı; hem bir fenalık yapmak istiyor, hem de adamın nasıl biri olduğunu merak ediyordu.
IV
Matryona durduğu yerden söylenmeye devam etti:
— İyi bir adam olsaydı çıplak gezmezdi; gömleği bile yok. İyi bir şeyler yapmış olsaydı, bu işe yaramazı nereden bulup getirdiğini söylerdin.
— E söylemeye çalışıyorum ya: Yolda yürürken kilisenin yanında bu fakiri gördüm, çırılçıplaktı. Yaz mı ki çırılçıplak dolaşsın? Beni ona Tanrı gönderdi, yoksa mahvolurdu. Hem ne yapacaktım ki başka? İnsanın başına her türlü iş gelir! Ben de giydirdim, alıp buraya getirdim. Biraz sakin ol artık. Günah Matryona. Ölümlü dünya işte.
Matryona yine sövüp sayacaktı ki yabancıya bir göz atınca sustu. Adam sedirin kıyısına ilişmiş, sessizce oturuyordu. Ellerini dizlerine koymuş, başını göğsüne eğmişti; gözlerini kapamış, güçlükle nefes alıyormuş gibi yüzünü buruşturup duruyordu. Matryona artık susmuştu. Semyon devam etti:
— Matryona, Tanrı'ya inanmıyor musun sen?
Matryona bu sözleri duyunca bir daha adama baktı ve birdenbire sakinleşti. Kapının yanından ayrılıp sobaya gitti, yemek çıkardı. Masaya bir bardak koyup kvas doldurdu, son ekmek parçasını da getirdi. Onlara bıçak, kaşık verdi.
— Yesenize, ne duruyorsunuz? –dedi.
Semyon adamı dürttü.
— Sokul bakalım delikanlı, –dedi.
Semyon ekmeği kesip doğradı, yemeğe başladılar. Matryona'ysa masanın köşesine oturdu, elini çenesine dayayıp adamı incelemeye başladı.
Matryona bir anda adama acımış, ona kanı ısınmıştı. Adam da birden neşelenmişti, yüzünü buruşturmayı kesmiş, Matryona'ya bakıp gülümsemişti.
Yemek bitti; Matryona masayı topladıktan sonra adamı sorguya çekmeye başladı:
— Ee kimin nesisin bakalım?
— Buralı değilim.
— Peki nasıl oldu da buralara düştün?
— Bunu söyleyemem.
— Kim soydu seni?
— Beni Tanrı cezalandırdı.
— Demek sokakta çırılçıplak yatıyordun?
— Çırılçıplak yatmıştım, üşüyordum. Semyon beni görünce acıdı, kaftanını çıkarıp bana giydirdi, sonra buraya getirdi. Sen de yedirip içirdin, bana acıdın. Tanrı sizi korusun!
Matryona kalkıp az önce yamadığı Semyon'un gömleğini pencerenin yanından aldı, yabancıya uzattı, sonra da bir pantolon bulup verdi.
— Al şunu, sırtında gömlek bile yok. Haydi giy de beğendiğin yere yat; ister tavan arasına uzan, istersen de sobanın üzerine çık.
Adam kaftanı çıkardı, gömlekle pantolonu giyip tavan arasına yattı. Matryona mumu söndürdü, kaftanı aldı ve gidip kocasının yanına yattı.
Matryona kaftanı üzerine atıp yatmıştı ama bir türlü uyuyamıyor, adam aklından çıkmıyordu. Son ekmek parçasının bittiğini, yarına ekmek kalmadığını, gömleği, pantolonu adama verdiğini hatırladıkça canı sıkılıyor, ama gülümsemesini hatırladıkça yüreği ferahlıyordu.
Uzun süre uyuyamayan Matryona, Semyon'u da uyku tutmadığını, kaftanı üzerine çekmeye çalıştığını fark etti.
— Semyon!
— Ha?
— Ekmeğimizin son parçasını yediniz, başka da ayırmamıştım. Yarın ne yapacağız hiç bilmiyorum. Malanya teyzeden mi istesek?
— Sağız ya, elbet doyururuz karnımızı da.
Matryona bir süre sesini çıkarmadı.
— İyi birine benziyor ama neden kendinden bahsetmek istemiyor acaba?
— Bir bildiği vardır belki.
— Semyon!
— Ha?
— Biz her şeyimizi veriyoruz da, neden hiç kimse bize bir şey vermiyor?
Semyon ne cevap vereceğini bilemedi. Sadece, "Bu kadar çene çalmak yeter!" dedi ve arkasını dönüp uyudu.
V
Sabah Semyon uyandığında çocuklar uyuyordu; karısı komşulara ekmek sormaya çıkmıştı. Eski pantolonla gömleği giymiş olan yabancı sedirin üzerine oturmuş, yukarıya bakıyordu. Yüzü dünkünden daha parlaktı.
Şöyle dedi Semyon:
— İşte böyle sevgili dostum: Karnın ekmek, sırtın elbise ister. Doyurmak gerek bunları. Ne iş yaparsın sen?
— Hiçbir iş yapamam ki ben.
Semyon şaşırdı.
— Eh, hevesin olsun yeter. İnsan her şeyi öğrenebilir.
— İnsanlar çalışıyor, ben de çalışırım.
— Adın ne?
— Mihail.
— Peki Mihail, kendinden bahsetmek istemiyorsan senin bileceğin iş, ama karnını doyurman gerek. Göstereceğim gibi çalışırsan sana yemek veririm.
— Tanrı seni korusun, gerekeni öğrenirim. Ne yapmam lazım, göster.
Semyon bir iplik alıp parmağına doladı ve bükmeye başladı.
— İşte, öyle zor bir iş değil...
Onu izleyen Mihail de ipliği parmağına doladı ve Semyon'u taklit ederek bükmeye başladı.
Semyon ona çirişlemeyi gösterdi. Mihail hemen kaptı bu işi. Sonra sırımların nasıl büküleceğini ve nasıl dikileceğini gösterdi, Mihail bunları da hemen kavradı.
Semyon'un gösterdiği her işi hemen öğreniyordu, üç gün sonra ezelden beri ayakkabıcıymış gibi dikiş yapıyordu. Hiç durmadan çalışıyor, az yiyor, işini bitirince de hiç konuşmadan yukarıya bakıp duruyordu. Sokağa çıkmıyor, gerekmedikçe konuşmuyor, hiç şaka yapmıyor, gülmüyordu.
Sadece bir kere, Matryona'nın ona yemek hazırladığı ilk akşam gülümsediğini görmüşlerdi.
VI
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı, koca bir yıl geçip gitti. Mihail, Semyon'un yanında kalıyor, yanında çalışıyordu. Semyon'un işçisinin ünü iyice yayılmıştı, herkes Semyon'un işçisi Mihail'den daha güzel, daha sağlam ayakkabı yapacak biri olmadığını söylüyordu; çizme almak için insanlar çevre köylerden bile Semyon'a gelmeye başlamışlar, ayakkabıcının işleri de düzelmişti.
Bir kış günü Semyon'la Mihail çalışırken, kulübeye çıngıraklı bir troyka yaklaştı. Pencereden baktılar: Troyka tam kulübenin karşısında durmuş, arabacının yanından yere atlayan bir delikanlı kapıyı açmıştı. Troykadan kürklü bir bey indi, Semyon'un kulübesine yaklaşıp merdiveni çıkmaya başladı. Matryona hemen koşup kapıyı ardına kadar açtı. Bey eğilerek içeri girdi, doğrulduğunda az kalsın başını tavana çarpacaktı; kocaman vücuduyla bütün köşeyi kaplamıştı adam.
Semyon kalkıp selam verdi ve şaşkınlıkla adama bakmaya başladı. Hayatında böyle bir adam görmemişti. Kendisi ufak tefekti, Mihail cılızdı, Matryona da hepten çırpı gibiydi; bu adamsa başka bir dünyadan gelmişe benziyordu: Tombul, kırmızı bir yüzü vardı, boynu bir öküzünki kadar kalındı ve tüm vücudu demirden dövülmüş gibiydi.
Bey derin bir soluk aldı, kürkünü çıkardı ve sedire oturup:
— Ayakkabı ustası kim? –diye sordu.
Semyon:
— Benim ekselans, –dedi.
Bey uşağına seslendi:
— Hey Fedka, malı getir.
Delikanlı elinde bir bohçayla koşa koşa geldi. Bey bohçayı alıp masanın üzerine bıraktı.
— Aç bakalım şunu.
Delikanlı bohçayı açtı. Bey bohçadaki ayakkabılık deriyi Semyon'a gösterdi:
— Bana bak ayakkabıcı, şu malı görüyor musun?
— Görüyorum ekselans.
— Bunun nasıl bir mal olduğunu biliyor musun?
Semyon deriyi eliyle yokladı:
— İyi bir mal ekselans.
— İyi olacak elbet! Seni aptal, böyle bir malı hayatında görmemişsindir. Alman malı bu, tam yirmi ruble verdim.
Semyon ürkmüştü:
— Böylesini nereden görelim biz?
— Öyle elbet. Bu deriden ayağıma göre bir çizme dikebilir misin?
— Dikebilirim ekselans.
Bey bağırdı:
— Demek "yapabilirsin" ha? Nasıl bir maldan kime çizme diktiğini anlıyor musun sen? Bana öyle çizme yapacaksın ki bir yıl hiç çatlamadan, yırtılmadan giyeceğim. Yapabileceksen al deriyi, kes; yapamazsan hiç dokunma malıma. Sana peşinen söylüyorum: Bir yıldan önce çatlayıp yırtılmayacak, yoksa seni hapse attırırım; bir yıl boyunca çatlayıp yırtılmazsa on ruble veririm.
Semyon korktu, ne diyeceğini bilemedi. Mihail'e bir göz attı. Onu dirseği ile dürtüp fısıldadı:
— Alsak mı acaba?
Mihail, "Al işi," der gibi başını salladı.
Semyon, Mihail'e uydu ve bir yıl çatlayıp yırtılmayacak bir çizme yapmayı kabul etti.
Bey uşağını çağırdı, çizmesini çekmesini emrederek sol ayağını uzattı.
— Al bakalım ölçünü!
Semyon bir kâğıttan on verşok[1] kadar bir parça kesti, kâğıdı düzeltti, diz çöktü; beyin çorabını kirletmemek için ellerini güzelce önlüğüne sildi ve ölçü almaya başladı. Ayağın tabanını, üstünü ölçtü, baldırlara sıra geldiğinde kâğıt kısa geldi. Beyin baldırı bir tomruk kadar kalındı.
— Dikkat et, koncu dar olmasın.
Semyon bir kâğıt daha ekledi. Bey oturduğu yerden çoraplarının içindeki parmaklarını oynatıyor, kulübedekileri inceliyordu. Birden Mihail'i fark etti.
— Kim bu? –diye sordu.
— Bu benim usta, çizmeleri o dikecek.
— Sakın unutma ha, –dedi bey Mihail'e,– çizmeleri bir yıl giyilecek gibi dikeceksin.
Semyon da Mihail'e baktı. Ama Mihail beye bakmıyordu bile; sadece onun arkasındaki köşeye gözlerini dikmiş, orada bir şey görüyormuş gibi bakıyordu... Bir süre baktıktan sonra ansızın gülümsedi, tüm yüzü aydınlandı.
— Ne sırıtıyorsun be aptal? Çizmeleri vaktinde yetiştirsen iyi edersin.
Mihail:
— Tam vaktinde hazır olacak, –dedi.
— Ha şöyle!
Bey çizmesini, kürkünü giydi, önünü kapadı, kapıya doğru yürüdü. Fakat eğilmeyi unuttu, başını kapı sövesine çarptı. Kızıp sövdü, başını ovuşturarak arabasına atlayıp gitti.
O gider gitmez Semyon:
— Taş gibi adam, –dedi.– Sopayla bile deviremezsin. Kafasıyla söveyi yıktı, canı bile yanmadı.
Matryona araya girdi:
— Böyle yaşayan adam sağlam olmaz mı hiç? Ölüm bile vız gelir böyle perçin gibi adama.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro