Bonus 9
●BERRAK ÖZDER●
Taksiden indiğimden beri olduğum yerde öylece duruyordum. Telefondan bulunduğum yere baktım tekrar kontrol etmek için. Aysun'un attığı adres ile durduğum yer aynıydı, yani gelmiştim.
Bahçe kapısına doğru ilerlerken kendime dün geceden beri sınırsız kere söylediğim cümleyi tekrarladım.
Ondan başka yardım isteyecek kimsem yok.
Ege'yi kendi sorunlarımla meşgul edemezdim. Ona söylesem kabul ederdi ama başında yeterince bela vardı, üstelik Ege'den elimden geldiğince uzaklaşmam gerekiyordu. Belki Tunç'tan yardım isteyebilirdim ama... O da bunu kesinlikle Ege'ye söylerdi ve kaçındığım durum yine yaşanırdı.
Bahçe kapısını geriye itip itmemek üzerine düşünmeyi bırakıp yüksek demir kapıyı yavaşça açtım. Bahçe oldukça büyüktü, etraf fazla sakindi ama yine de yakınlarda birkaç müstakil ev daha vardı. Kapıya ilerleyen yol boyunca tereddüt içeren adımlarla ilerlerken çevredeki evlere baktım.
Kendimi bulmayı hiçbir koşulda ummayacağım kapının önünde dururken hala zile basıp basmamayı düşünüyordum. Bahçe kapısını açmadan önce de yaptığım gibi çelik kapıyı inceledim. Koyu kahverenginin içinde yer yer açık kahverengiler vardı. Sıradan bir çelik kapıydı işte. Sol ayağımı sallayıp duruyordum. Buraya gelmek zorunda mıydım? Aşağı yukarı, evet. Zile basmak zorunda mıydım? Evet.
Ciğerime dolan bütün havayı dışarı doğru üfledim. Olacaksa, olacaktı...
Uzanıp zile bastım. Başımı çevirip birkaç metre gerimde duran bahçe kapısına baktım. Buraya gelmek için fazlasıyla uğraş vermiştim ve henüz öğlen bile olmamıştı. Yani dönüp gidemezdim, gelmiştim işte.
Adım seslerini duyduğumda duruşumu dikleştirdim. Neyi nasıl açıklayacağımı düşünmemin yanına kendimi aptal bir konuma sokup sokmadığımı da ekledim. Birilerinden yardım istemekten nefret ediyordum.
Kapı açıldığında koridorun loşluğuna sızan gün ışığı ile karşımda beliren beden görmeyi ummadığım bir haldeydi. Henüz öğlen bile olmadığından onu uykulu bulacağımı düşünmüştüm ya da sinirli. Belki de hem sinirli hem uykulu ama bu halde...
Üzerinde gri bir spor atlet vardı, kolları ve boynu terden ıslanmıştı. Saçlarının üstünü geriye itmişti ve onlar da ıslaklıktan paylarını almışlardı. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Şaşkın olması gerekiyordu ama değildi daha çok sakince duruyordu. Bekliyordu. Muhtemelen herhangi bir şey söylememi... Bakışlarımı üzerinde biraz daha gezdirdim, siyah dizlerinin üstünde biten bir şort giymişti. Kol damarları belirginleşmişti, kasları yeni spor yapmış olduğunu kanıtlarcasına şişti. Hala bir şey söylemeden bekliyordu, ben de öylece durmuş onu süzüyordum. İlk kez bu kadar spor görünüyordu, tabii gereklilik dahilindeydi ama şaşıran ben olmuştum.
Bakışlarımı sabırla bakan mavi gözlerine çevirdim. "Merhaba."
"Merhaba," dedi. Gülümsemiyordu ama yüzünde gülümseye yakın bir ifade vardı. "Seni kapıma hangi fırtına attı?"
Pekala. Buraya gelmem bir hataydı. Bunu zaten biliyordum, yine de gelmiştim. Zaten insan da hata yaparak büyürdü değil mi? Büyümem, en azından, güçlenmem lazımdı.
"Seninle konuşmak istiyorum," dedim şakasını görmezden gelerek. "Uygun musun?"
Bu kez kendini tutmayarak büyük bir gülümseme ile baktı yüzüme. "Stephen Curry gelecek olsa iptal ederdim."
Kapının önünden çekildiğinde içeri girdim, uzun bir koridor vardı ve ilerlediğinde iki yana iki ayrı kısım açılıyordu. Birisi oldukça büyük ve bahçeye bakan salondu diğer taraf ise mutfak gibi görünüyordu. Aybars oraya yöneldiğinde ben de peşinden ilerledim. Mutfak kare şeklinde ve oldukça büyüktü. Boydan boya uzanan tezgahın paralelinde uzun tahta bir masa duruyordu. Tahta masanın arkasındaki yüksek sandalyelerin birine oturduğumda Aybars büyük bir bardak yeşil içeceği önümdeki masaya bıraktı. Ardından tekrar tezgaha döndü ve meyve sıkacağına bir şeyler eklemeye başladı. Sırtı bana dönük olduğundan detaylı göremiyordum ama işini ciddiyetle yapıyordu.
Bana doğru döndüğünde bu kez elinde pembe tonlarda bir içecek vardı. Büyük bardağı benim önüme bıraktığında tam karşıma oturup kendi içeceğinden bir yudum aldı.
Önüme bıraktığı içeceğe garip bakışlar attığımı sırıtan yüzünü gördüğümde fark ettim. Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım.
"Kahvaltı yaptın mı?" diye sordu.
Normal bir andaymışız gibi rahat davranıyordu. Sanki her gün onun evine geliyordum.
"Hayır." dedim.
Konuşmak istediğim konuya geçmek istiyordum artık.
"İç onu, solgun görünüyorsun."
"Ne var içinde?" diye sordum, bardağa doğru kaşlarımı çatarken.
"Seni daha sağlıklı yapacak şeyler, iç artık. Tadı güzel olsun diye çilek ve ahududu koydum."
Bardağa uzanıp iki elimle birden kavradım. Daha önce smoothie içmiştim ama Aybars'ın içine ne eklediğini görmediğim için tadından emin olamıyordum.
Minik bir yudum aldım ve haklıydı. Tadı oldukça güzeldi.
"Merak etmiyor musun?" dedim, karşımda oturmuş içeceğini içen halini hala yadırgadığımdan.
"Anlatacaksın zaten Berrak."
"Ben," dedim bardağı biraz ileriye iterek. Tahta masanın hala koruduğu ağaç görüntüsünün ironikliği sinirimi bozmuştu. Doğal izlenimi verilmiş yapay şeylerden hoşlanmıyordum. "Biliyorsun, hoş bir şey yaşamadım."
"Evet," dedi. Geldiğimden beri sesi ilk kez kızgın çıkmıştı. "Kaçırıldın."
"Buraya bunun için geldim, mantıksız göründüğünü biliyorum." Masanın üstünde duran ellerimden gözlerimi ayırmıyordum.
"Seni korumamı mı istiyorsun?" diye sordu usul bir sesle. Kızgınlığını geri itmiş olmalıydı, bu kadar değişken olması garipti. Hep mi böyleydi acaba?
Laf sokmamıştı, kinayeli tek laf etmemişti. Ondan böyle bir şey isteyebilirim ve o da yaparmış gibi davranıyordu. Garipti.
"İğneleyecek bir şey söylemeyecek misin? Ege için falan... İyi misin sen?"
Dudağı ufacık bir gülümseme ile kıvrıldı. "Seni korumamı istiyorsan, bunu yaparım Berrak."
İçimde bir yer bunu duymayı bekliyor gibiydi. Birisi tarafından korunmak istemiyordum, kendime yetebilmek istiyordum, yine de bunu duymak göğsümü tekmeleyen ayağa durmasını söylemişti sanki. Bakışlarımı doğrudan bana bakan mavilere çevirdim. Onu fark etmemek mümkün değildi aslında. Hani şu gençlik filmlerinde herkesin gözdesi olan sporcu çocuklar gibiydi ama karanlık bir tarafı olanlardan. İşin kötü yanı buydu sanırım hiçbir zaman o filmleri sevmemiştim. Hiçbir zaman popüler olan ile ilgilenmemiştim. Ya da gizemli bir karanlık bende çekici etki yaratmıyordu, bilmiyordum. Ben hep daha açık ve parlak olanlarla ilgilenmiştim bugüne kadar.
"Hayır." dedim, dakikalar öncesinde sorduğu soruya cevap vererek. "Bana kendimi korumayı öğretmeni istiyorum."
Gözlerini gözlerimden çekmeden öylece bakıyordu. Dudağı usulca kıvrıldı, gözlerindeki ifadenin anlamını çözemiyordum ama bunu duyduğuna memnun olmuş gibiydi.
"Gel benimle."
Yerinden birden kalktığında ben de kalktım. Uzun bacakları, büyük adımlarla bir metre ötemde hızla ilerlediğinden onu takip etmek için adımlarımı sıklaştırdım. Aşağı inen bir merdivenden ilerlemeye devam ettiğinde etrafa bakınarak basamakları indim. Karanlık oda birden aydınlandığında ortaya bir spor salonu çıkmıştı. Bodrum katı boydan boya spor aletleri ile döşemişti.
Üç tarafı duvar olan odanın sadece bir tarafı cam ile kaplıydı. Aklıma gelebilecek bütün aletler karşımdaydı. Yere kadar uzanan cam kısmın önünde siyah bir kum torbası vardı. Odanın diğer tarafında ise yürüme bandı, bisiklet gibi aletler vardı. Orta kısımın duvar kenarı ise ağırlıklarla kaplıydı ve oranın tam karşısındaki duvarda boydan boya ayna vardı. Buraya oldukça önem vermiş gibi görünüyordu.
Tam karşımda durduğunda başını yana eğip beni incelemeye başladı. "Kondisyonunu güçlendirmeliyiz." dedi, bana söylemişti ama daha çok kendi kendine konuşur bir hali vardı. "Kollarını kaldır."
Dediğini yaptım. İlk kez ona bu kadar uyum sağlıyordum, bu da garipti.
Bileklerimi tutup avuçlarının arasına aldı. "Yumruklarını güçlendireceğiz öncelikle."
"Birine yumruk atabileceğimi sanmıyorum." dedim, tamam bana bunu öğretmesini istiyordum ama birine yumruk atma fikri beni geriyordu.
"Atabileceksin," Gülümsedi. "Seninle işim bittiğinde, birini omuriliğini kırarak felç bile edebileceksin."
Bu söylediğine gülmek istedim ama yine de ciddiyeti karşısında sustum.
Boynunu iki yana sırayla kıvırarak esnettiğinde bunu yapıp yapmamam gerektiğini düşünüyordum.
"Esnemen lazım." dedi, düşüncelerimi okumuş gibi.
"Tamam," dedim ve birkaç kez yerimde zıpladım.
Sağ ayağımı tutup belime doğru kaldırdım, ardından aynı hareketi sol ayağıma yaptım. Bu esnemek oluyordu sonuçta değil mi? Aybars kollarını esnetirken ben de yaptığını yaptım ve sol elimi sağ omzuma bastırarak kolumu kendime doğru çektim, diğer elimi kullanarak aynı işlemi sol koluma da yaptım. Esnemiş sayılabilir miydim artık?
Bir adım yaklaşıp bacaklarını omuz boyunda açarak karşımda durdu.
Sağ elimi tutup kendine doğru çekti. "Elini yumruk yap."
Söylediğini yaptığımda baş parmağını usulca el boğumlarımda gezdirdi.
"Bak," dedi işaret ve orta parmağımın çıkıntısında durduğunda. "Burası ile vuracaksın. Burası karşı tarafın canını yakar." Serçe ve yüzük parmağımın çıkıntısına kaydırdı parmağını. "Eğer burası ile vurursan senin canın yanar."
Başımı hızla aşağı yukarı salladım. Teorikte anlamıştım ama pratikte... Birine vurabileceğimi gerçekten sanmıyordum. Elimi bırakıp bileğimi tuttu. "Yumruğunu sağlam tutmalısın ve eğik değil, düz vuracaksın."
Bileğimi de bıraktığında elini havaya kaldırdı. "Vur."
İlk iki çıkıntının avucunun içine değeceği şekilde elimden geldiğinde düz vurdum.
Yumruk yaptığım elimin kolunu iki eliyle kavradı. "Gücü buradan al." dedi, kolumun üstünü gösterirken.
"Tekrar." Elini aynı şekilde açıp kaldırmıştı.
Bu kez dediği gibi yapmaya özen gösterdim ve olabildiğinde sertçe vurdum. "Bir daha."
Bir öncekinden daha hızlı ve sert vurduğumda kolunu indirdi. Odanın bir köşesinde duran kırmızı kapaklı demir dolabın önüne ilerledi. Kapağı açıp içinden beyaz bir çift eldiven ve sarı sargı bezi çıkarttı. Anlaşılan spor ve dövüş sanatına dair her materyale sahipti.
"Ellerini uzat."
Söylediğini direkt yaptım. Karşımda Aybars değil de bir eğitmen varmış gibi hissediyordum. Yaptığı her şeyi bu kadar profesyonel mi yapıyordu acaba?
Bileğimi sakince kavradığında sargı bezini gözlerini ellerimden ayırmadan yavaşça sardı. Tanıdığım en sert kişiydi, şu an tenime değen dokunuşları ise bunun tam tersini kanıtlayacak yumuşaklıktaydı.
Sol elime eldiveni takıp bileğime ayarlayarak yapıştırdı. Diğer elimi uzattığımda tüm dikkatini vererek aynı işlemi tekrarladı.
"Kum torbası ile çalışacağız." diye belirtti, ellerini çektiğinde.
Önümden ilerlemesi için bekledi. Cam kısma doğru ilerleyip kum torbasının arkasına geçerek tuttu.
"Gösterdiğim şekilde vuracaksın yine."
Başımı salladım.
"Bacaklarını aç."
Dediğini yaptım.
"Sol bacağını biraz öne atıp kır."
Söylediği konuma geldiğimde kollarımı dirseklerinden kırıp göğsümün paralelinde tuttum.
Doğrudan kum torbasına vurduğumda iki yandan tuttuğu için kıpırdamamıştı. Aynı şekilde tekrar vurdum ve evet, yine kıpırdamamıştı.
"Kendi canının acımaması lazım." diye uyardı.
Onu başımla onaylayıp tekrar vurdum. "Sert olmaya çalış, gücü kolundan al, elinden değil."
Ardı ardına 3 vuruş daha yaptığımda kum torbasını bıraktı ve arkasından çıkarak yanıma geldi. Arkama geçti, kollarını iki yanıma uzattığında tutmadan önce bana baktı. Ne yapıyordu, izin mi istiyordu? Kirpiklerimi kırpıştırıp minik bir baş hareketi ile beklediği onayı verdiğimde kollarını etrafıma sararak bileklerimi kavradı. "Bak," dedi kollarımın duruşunu ayarlarken. "Böyle duracaksın."
Benden ayrılmamıştı ama vuruşu yapabileceğim kadar alan sağlamıştı. "Vur." dedi, kulağımın arkasından.
Onunla bir buçuk ay kadar sevgili kalmıştık ama daha önce hiç bana bu kadar yakın durmamıştı. İlişkimizin çoğu bir yerlere gidip oturmamız ve susmamızdan ibaretti. Ve içmemiz... Ha tabii bir de Aysun vardı. İkimizin de ortak değer verdiği tek kişi. Aysun, annemin kuzeninin kızıydı ve o da Aybars gibi İşletme okuyordu. Aynı sınıfta olmamalarına rağmen tanışıyorlardı çünkü Aysun okulun yüzme takımındaydı ve Aybars bazen takımı çalıştırıyordu. En azından Aysun öyle söylemişti. Aybars'a hiç sormamıştım, sanırım merak etmemiştim.
Söylediğini yaptım, önümde asılı duran siyah kum torbasına tüm gücümle vurdu. Kum torbası geriye doğru fırlayıp bana geri döndüğünde Aybars tek eliyle tutup tekrar sabit konuma getirdi. "Tekrar."
Yine vurdum ve biraz önce yaşanan her şey tekrarlandı.
**
Son bir saattir sayısız kez kum torbasına vurmuştum. Kollarım ağrımaya başladığında Aybars eldivenleri çıkartmıştı ama sargıları çözmemişti. Yere serdiği matın üzerine uzanmamı istedi ve kondisyonumu güçlendirecek hareketleri sırasıyla yaptırdı. Vücudumun büyük bir kısmı henüz ağrıyı hissetmiyordu ama kollarım çoktan kopacak kıvama gelmişti.
Şimdi ise şınav duruşunda kollarımı yere dayamış bir şekilde duruyordum. Durmasını söylememiştim, o da durmanın yanına dahi yaklaşmamıştı. Yaklaşık bir saat olmuştu ve her an ağlayabilirdim. Yine de sesimi çıkartmadan söylediği her şeyi yapmaya çalıştım. Ona ben gelmiştim ve yardım etmeyi kabul etmişti, mızmızlık yapamazdım.
"Tamam, bırak." dediğinde kollarımı serbest bırakıp yüz üstü yattım. "Kalk."
Kalkayım kalkmasına da nasıl?
İki elimi birden matın üzerine yaslayıp kollarımdan aldığım son kuvvetle kendimi kaldırdım. Spor yapmaktan zevk alan insanlar biliyordum, tanıyordum ama bunu asla anlamlandıramıyordum.
"Dışarıdan güçlenmen yetmez." dedi, yine karşımda durmuştu. Kolları göğsünde bağlı olduğundan kol kasları fazlasıyla meydandaydı. Acaba onları ne kadar sürede yapmıştı? Bir saatlik spor ile pertim çıkmıştı, onun bu vücuda ulaşmasını sağlayacak spor kaç saat sürmüştü?
"İçeriden de kendini sağlamlaştırmalısın."
Kaşlarımı çattım. "Nasıl?"
"Başını kaldır."
Sesindeki ton beni harekete geçiriyordu. Ortamın üzerinde hakimiyeti vardı. Söylediklerini, yaptıklarını iyi biliyordu.
Çenemi doğrultup ona baktım.
"Omuzlarını dikleştir."
Uzandı ve avuç içlerini omuzlarıma dayayıp duruşumu düzeltti. "Duruşunu ne kadar eğik tutarsan tut, bu görünmez olmanı sağlamayacak."
Görünmez olmak istediğim için mi eğik durduğumu düşünüyordu?
Üzerime doğru hafifçe eğildi. Mavi gözleri doğrudan bana bakarken fazlasıyla kırmızı olan dudakları aralandı.
"Güçsüz hissetmen, güçsüz görünmeni gerektirmez."
"Güçsüz hissetmiyorum." dedim.
Nasıl hissettiğimden emin değildim. Biraz bıkkın ve endişeliydim ama güçsüz hissediyor muydum, bilmiyordum.
"Berrak." dedi, üzerime doğru eğilmeye devam ettiğinden başımı kaldırıp doğrudan bana odaklı gözlerine baktım.
"Dışarıdan okunuyorsun, sanırım önce bunu çözmemiz gerekecek."
Yüzüne yayılan arsız sırıtış kim olduğunu yeniden hatırlatmıştı. Tüm gün bu gülüşü görmemek Aybars'ın Aybars olduğunu unutturmuştu bana ama şu an yüzünü kaplayan gülüşü biliyordum. Belki onu tanımıyordum ama bu gülüşü kesinlikle biliyordum.
"Bitirdik mi?" diye sordum, son söylediğini önemsemeden.
"Bugünlük..." Duruşunu dikleştirdikten sonra bir şeyi merak ediyormuş gibi başını yana eğdi. "Sen buraya nasıl geldin?"
"Aysun'dan aldım adresi." dedim, sol omzumu hafifçe kaldırıp indirdiğimde.
Ellerini siyah şortunun cebine sıkıştırıp belinin duruşunu düzeltti. "Onu tahmin ettim. Nasıl geldin?"
Ne sorduğunu anladığımda kaşlarım yukarı kalkıp tekrar aşağı indi. "Ha, otobüse bindim bir yere kadar sonra taksi."
"Başını salladı. Salı günleri dersim yok, senin de uygun günün dersleri o gün yapalım."
Dersleri? Bunu bu kadar ciddiye alacağını düşünmemiştim ama bugün gördüğüm kadarıyla yaptığı her şeyi özenli yapıyordu.
"Ders mi yapacağız?" diye sordum yine de şaşkınlığımı gizlemeden.
Sanırım yine haklıydı, doğrudan okunuyordum.
"Evet, iki gün daha iyi olur aslında ama erken çıktığın bir gün seni okuldan alabilirim. Salı günleri de sabahtan gelirsin, sana araba yollarım."
"Aybars," dedim planlarını kendi kendine bildiriyormuş gibi sıraladığından onu durdurmak için. "Araba falan göndermiyorsun bana, hele okuldan hiç almıyorsun."
"Tamam," dedi. "Okuldan alması için de araba yollarım, ben gelmem."
"Aybars," dedim tekrar. "Lütfen beni sana geldiğim için pişman etme."
Gözlerini üzerime dikti. Söylediğim cümleyi düşünüyordu. Sonuçlarını hesaplıyordu. Bir şeyleri düşünmeden yapıyor olamazdı, onun gibi birisi bütün sonuçları hesaplardı.
"Bunu yemek yerken konuşuruz, şimdi duşa girmen lazım."
Kontrol manyağı olduğunu düşünmeye başlayacaktım. Günü çoğunlukla böyle mi geçiyordu acaba, sürekli kimin ne yapacağını söyleyerek?
"Eve gidince alırım, zaten artık gitmem lazım." dedim, merdivenlere yönelirken.
"Terlisin, biraz daha duş almazsan kasların seni buna pişman edecek kadar şiddetli hamlayacak."
"Gerçekten gerek yok," dedim arkamı dönmeden. Merdivenleri çıkıp koridora ulaştığımda arkamdan gelmişti.
"Berrak, bu evde benim odamdakinin dışında üç banyo daha var. Ve inan bana kilitlendiklerine dair teminat verebilirim."
Ona doğru döndüğümde elleri ceplerinde durmuş bana bakıyordu.
"Ondan değil..." dedim, böyle düşünmesini sağlamak istememiştim. "Seni yeterince meşgul ettim."
Gülümsemesi dudaklarına yayılırken omuzlarını kaldırıp indirdi. "Bütün günümü burada durup sana bakarak geçirebilirim, benim için sorun değil."
"Gerçekten böyle hissetmiyorsun," dedim. Söylemek istediğim bu değildi ama düşündüğüm kesinlikle buydu. Rol yapıyordu, genelde yaptığı gibi. Yani, sanırım, yaptığı gibi.
Gözleri belli belirsiz kısıldı. "Haklısın," dedi gülüşü yüzünden silinmişti. "Hem tüm gün ayakta duramazdım."
Salona doğru ilerlerken tekrar bana dönüp tek elini cebinden çıkartarak yukarı kaldırdı. "Üst katta banyo, çekmecede temiz havlu bulabilirsin."
Başımla onu onayladığımda merdivenleri çıkmak için yönelecekken "Kıyafetlerini makineye at, sonra da kurutucuya atarsın. Ben kapıya giymen için bir şeyler bırakırım." dedi.
Gerek olmadığını söyleyebilirdim ama onun evinde ona kaba davranmayı bırakmam gerekiyordu. Bir şey demeden merdivenleri çıktım. Hangi kapının ardında banyo olduğunu bilmediğimden karşıma çıkan ilk kapıyı açtım. Burası misafir odası gibi bir şeye benziyordu. Kapıyı kapattım ve ilerledim. Bütün kapılar beyazdı, yüksek tavanlı koridorun duvarları gibi. Biraz önce açtığım misafir odası da görebildiğim kadarıyla beyazdı. Koridorun sonundaki kapıyı açtığımda aradığımı bulmuştum. Çekmeceden iki tane havlu çıkartıp duşa kabinin hemen yanında duran lavabonun üzerine bıraktım. Üzerimdeki her şeyi tek tek çıkartıp Aybars'ın dediği gibi makineye attım. İçinde bulunduğum durum hakkında düşünecek fırsatı kendime vermemiştim, yine de garipliğin farkındaydım. Aybars ne derse yapıyordum, bir sabah uyanmıştım ve onu yaşam koçu seçmiştim.
Bana Aybars Atahan'ı yaşam koçu seçtiren hayat, kim bilir daha neler yapardı.
Sıcak suyun altına girdiğimde hissettiğim tek şey rahatlama olmuştu. Yavaşça tüm gerginliğim yok oldu. Şampuana uzanıp avucuma yeterli miktarda döktüm ve saçlarımı hızla yıkadım, önemli olan üzerimden teri atmam ve kaslarımı sıcak su ile buluşturmamdı. Çok oyalanmamaya çalışarak saçlarımı durulayıp biraz daha sıcak suyun altında kaldıktan sonra çıktım. Büyük havluyu etrafıma dolayıp lavaboya yaslanarak saçlarımı küçük havluyla kurulamaya başladım. Sıcak su kaslarıma olduğu kadar ruh halime de iyi gelmişti. Yumuşamış hissediyordum. Makinenin bitmesine henüz 29 dakika vardı. Aybars'ın sesini duymamıştım, kıyafet bırakıp bırakmadığını görmek için kapıyı açtım. Banyo kapısının önüne eşofman altı ve tişört bırakmıştı. Yüzüme alaycı bir gülümseme yayıldı. Aybars Atahan'ın evindeydim, banyosunu kullanmıştım ve şimdi kıyafetlerini giyecektim. Hayat garipti.
Havluyu üzerimden çekip kirli sepetine bıraktım. İç çamaşırlarımı tekrar giyip eşofman altını üzerime geçirdim. Tişörtü giymeden önce saçlarımı kurutmam gerekiyordu yoksa fena halde sıcaklardım. Kurutma makinesini bulmak için dolabı ve çekmeceleri tek tek açtım. En alt çekmeceyi açtığımda aradığımı bulmuştum. Saçlarımı ıslaklığını yok edecek kadar kurttum. Nemli kalmışlardı ama bu kadarı yeterdi. Tişörtü de üzerime geçirdiğimde makineye son bir kez baktım, 18 dakikası kalmıştı. Bir süre sonra tekrar dönüp kıyafetleri kurutmaya atmam gerekiyordu.
Banyodan çıkıp koridor boyu ilerlerken aşağıdan gelen müzik sesini duydum. Yüksek sesle çalan şarkıyı ayırt etmek için bekledim.
"This is my kingdom come."
(İşte benim krallığım geliyor)
"This is my kingdom come."
(İşte benim krallığım geliyor)
Merdivenlere yöneldiğimde şarkı daha net anlaşılıyordu. Basamakları hızla inmeye başladım.
"When you feel my heat."
(Sıcaklığımı hissettiğin zaman)
"Look into my eyes."
(Gözlerimin içine bak)
"It's where my demons hide."
(Orası benim şeytanlarımın saklandığı yer)
"It's where my demons hide."
(Orası benim şeytanlarımın saklandığı yer)
Mutfak kapısına ulaştığımda Aybars'ın arkası bana dönüktü. Ocağın üzerinde duran büyük siyah teflon tavanın içinde her ne varsa elindeki tahta spatula ile karıştırıyordu. Bir yandan yaptığı işe konsantreydi bir yandan da şarkıya eşlik ediyordu.
"Don't get too close."
(Fazla yaklaşma)
"It's dark inside."
(İçerisi karanlık)
"It's where my demons hide."
(Orası benim şeytanlarımın saklandığı yer)
"It's where my demons hide."
(Orası benim şeytanlarımın saklandığı yer)
Üzerini değiştirmişti, muhtemelen o da duş almıştı. Siyah tişörtünün altını koyu lacivert kot pantolonunun beline sokmuştu ve kemer takıyordu. Bu ciddi görüntü onda normal duruyordu. Sanki böyle görünmesi gerekiyormuş gibi.
"I need to let you go."
(Seni bırakmam gerek)
"Your eyes, they shine so bright."
(Gözlerin, onlar ışıl ışıl parlıyorlar)
"I want to save their light."
(Onların ışığını korumak istiyorum )
"I can't escape this now."
(Bundan kaçamam şimdi)
"Unless you show me how."
(Sen bana nasıl olacağını göstermediğin sürece)
Dolaptan çıkarttığı tabağı tezgaha bıraktı. Tavayı ocaktan alıp içindekini tabağa boşalttı.
"İnsanları gizlice izlemek nezaketsizliktir."
Duruşumu dikleştirip omzumu kapıdan ayırdım. Burada olduğumu ne zaman fark etmişti?
"Sen yaşam koçluğuna erken kaptırdın." dedim, gülümsediğim için içten çıkan sesimle.
"Masaya geç," dedi elindeki tabak ile bana döndüğünde. Söylediğini yaptım ve ilk geldiğimde oturduğum sandalyeye tekrar oturdum. Önüme tabağı bıraktıktan sonra peçete, çatal ve bıçağı da yanına bıraktı.
"Tavuk ve mantar..." dedim hayretle. "En sevdiğim yemeği nereden biliyorsun?"
"Sen pek hatırlamıyorsun ama birlikte yemek yediğimiz zamanlar olmuştu."
Yüzüne yayılan haylaz gülümsemeden bakışlarımı çekip tabağa döndüm. Çok güzel görünüyordu, krema da eklemişti sanırım. Çatalı alıp tavuk parçalarından birine batırdım. Ağzıma attıktan sonra ona döndüm, hala oturmamış karşımda duruyordu.
"Sen yemeyecek misin?"
Yüzünü buruşturdu. "Mantar sevmem."
Mantar sevmiyorsa, neden mantar içeren bir yemek yapmıştı ki?
"O zaman neden evinde mantar var?"
Omuz silktikten sonra tezgahta durduğunu fark etmediğim tabağı alıp karşıma oturdu. Izgara tavuk, haşlanmış brokoli ve havuç vardı tabağında.
"Sağlıklı beslenme konusunda takıntın falan mı var?" diye sordum.
Bugün, hakkında hiç sormadığım kadar soru soruyordum. Belki de bu ilk kez ona kendi ayaklarımla gelmiş olmamdan kaynaklıydı.
"Sporcu olmanın getirisi. Çocukluğumdan beri hep dikkat ederim."
Mantarlardan birkaç tanesini ağzıma attıktan sonra başımı kaldırdım. Brokolilerinden birini ağzına attı.
"Sigara içiyorsun ama?" dedim.
Başını kaldırmadı ama dudağının kenarı hafif bir kıvrılma kazandı.
"Sebzelerimi yedikten sonra içiyorum." dedi, alayla.
"Benden iyi durumdaymışsın." dedim, aynı şekilde alayla.
"Dik dur Berrak." dedi, hala bana bakmıyordu.
Omuzlarımı eğmiştim ve kambur duruyordum evet ama bana bakmıyordu ki. Yine de dediğini yaptım, duruşumu düzelttim.
"İnsanlarla konuşurken onlara doğrudan bak." Başını kaldırdığında zaten ona bakıyordum. Gözleri direkt gözlerime kenetliydi. "Bir konuda net olduğunu göstermek istiyorsan, gözlerini kaçırma."
"Hayat dersleri 101."
"Saklanmak istiyorsan, derinin üstüne bir zırh ör."
Kaşlarım çatıldı. Onun yaptığı gibi alayla kaplı bir sahtelik kurmak istemiyordum. Görünmez olmak istediğim falan da yoktu. Sadece kendi köşemde oturuyordum.
"Sırlarını, zaaflarını, hatalarını ve geçmişini sakla. Bedenini, bakışlarını, sözlerini ve isteklerini değil."
"Benden bir Aybars Atahan mı yaratmaya çalışıyorsun?"
Gözlerinden belli belirsiz bir buğu geçtiğinde şaşırdım. Onu kızdırmış mıydım? Sanmıyordum. Bakışlarını kaçırmadı ama demin baktığı kadar yumuşak bakmıyordu.
"Berrak ol." dedi, bir bilineni ortaya serercesine net. "Bakışlarındaki ışığı gizleme, sözlerine de ket vurma."
"Kendin ol gibi gibi..." dedim ortamı yumuşatmaya çalışarak.
Bugüne kadar herkesten duyduğum, çok bilinen bir gerçeği Aybars söylediğinde bütünüyle algılamıştım.
O rol yapmıyordu, insanları geride tutuyordu. Kendisi olmayı bırakmıyordu ama içeriye kimseyi de almıyordu. Bakışlarımı mavi gözlerinde tutarken, daha önce üzerine düşünmediğim bir gerçeğin parlaklığını gördüm. Herkesten uzakta, duvarlarla çevrili ıssız bir krallık kurmuştu. Kapısı kapalıydı, dudakları ise söylemek istediği her şey için daima aralıktı. Sözleri gerçekti, alaylı bakışları ise 'yaklaşmayın' uyarısı içeriyordu.
Sanki ona ilk kez bakıyordum. Bakmak değildi bu, onu ilk kez görüyordum.
Karanlığından sızan cılız bir gün ışığı vardı. Parlak olan tek yanı ise mavi gözleriydi. Uçsuz bucaksız bana bakan mavi gözleri...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro