Bonus 7
"We only said goodbye with words...
I died a hundred times.
You go back to her...
And I go back to black. "
Yalnızca kelimelerle hoşça kal dedik...
Yüz kere öldüm.Sen ona geri gidiyorsun...
Ve ben siyaha geri dönüyorum.
(Bölüm şarkısı: Amy Winehouse - Back To Black)
● Berrak Özder ●
Eve geldiğim andan beri içimdeki huzursuzluk ve pişmanlık, durup oturmama engel oluyordu. Salonun ortasında elimde telefon ile bir yukarı bir aşağı ilerlerken aklımda tek bir şey vardı. Bu sabah ne olursa olsun çekip gitmeliydim, bu sabah Aybars'ın oyununa gelmemeliydim.
Kıskançlık... Herkes bunun karşı tarafla ilgili bir durum olduğunu sanırdı ama değildi. Kıskandığım -ya da adını her ne deniyorsa- bir beden, bir kişi değildi... İçimi kemiren yine kendimdim. Hatalar bizi, biz yapan değil miydi? Hata yapmıştım, ders almam gereken noktada ise an itibarıyla duruyordum. İçimi kavuran bu his, bu duygu ve kafamın içindeki ses dur durak bilmiyordu. Dört nala koşan atlar gibiydi içimde pişmanlık... Kalbimden, vicdanımdan ve kafamın içinden yükselen ses beni kavuruyordu ama yine de bir şekilde biliyordum... Bazen takılıp düştüğümüz taşlar bize en net dersi verirdi.
Seçilmemişlikten değil de seçilmeyi umduğumdan üzgündüm. Bir umut, hani olur ya, hani belki beni seçer diye umduğumdan da yıkılmışlığım. Ege bana gelmişti ama öğrenmiştim ki bu mavi gözlü huzur kaçırıcının oyunuydu. Ege aslında bana gelmemişti, onun yolu tek bir kapıya açılıyordu ve o kapının ardında ne yazık ki ben yoktum.
Odaya dolan zil sesiyle adımlarımı durdurdum önce, başımı oturma odasının kapısına çevirdim. Zil tekrar çaldığında beklediğim komut buymuş gibi dış kapıya doğru yürüdüm. Gelenin kim olduğunu biliyordum, niye geldiğini de... Kaçacak yerim yoktu daha önemlisi kaçma isteğim de... Yüzleşilecekse, yüzleşilecekti.
Kapıyı açtığımda karşımda tepeden tırnağa dağılmış bir Ege vardı. Onu bu halde görmeye o kadar alışkındım ki... Bu kapıyı her çaldığında yüzünde benzer bir ifade olurdu. Ya da ayakta duramayacak kadar sarhoş... Kaç gece, sabaha kadar oturma odasındaki camın önündeki tekli koltukta sabaha kadar sessizliğini giyip oturmuştu kim bilir... Dağılmış bir Ege görmeye alışkındım alışkın olmasına ama bu aralar yüzündeki acıya bir ifade daha eklenmişti, arada kalmışlık. Bilmiyordu artık, neresi onu kucaklar neresi kaldırıp kenara atar bilmiyordu. Bana geldiğinde ise geldiği ben miydim, işte ben de bunu bilmiyordum.
Aylak adımları koridor boyu ilerleyip oturma odasında sabitlendiğinde üzgün bakışlarını üzerimde gezdirdi. Hep korktuğum, kaçtığım, gelmesin diye umduğum o gün gelmişti. Ege gözlerime gitmek fiilinde bakıyordu. Ege gözlerime doğrudan öfkeyle bakıyordu, bunu ilk kez görüyordum gözlerinde. Bana karşı öfke kırıntısı ile bulanmış bakışları ilkti.
"Lütfen bana açıkla," dedi sıradan bir tonlama ile. "Nora değilse, kim?"
Bakışlarım halının desenleri ile buluştuğunda sormamasını umdum ama soracaktı, sormak zorundaydı.
"Kim Aybars ile iş birliği yaptı? Çünkü sen olamazsın..."
Dudaklarımı birbirine bastırırken bakışlarım hala halının üzerindeydi. Ege olduğu yerde dururken aramızda birkaç metre gibi görünen bir erozyon beliriyordu. Ağzımızdan çıkacak her cümle bizi sona taşıyacaktı ama susmanın önleyebileceği noktayı geçmiştik.
"Özür dilerim." diyebildim sadece.
"Sen?" dedi, şaşkınlıkla. "Gerçekten sen mi?"
Başımı yavaşça kaldırıp yüzüne baktım, öfkenin yanında hayal kırıklığı belirmişti gözlerinde. Gözleri koyu bir karartı ile kaplıydı artık.
"Özür dilerim Ege, ben nasıl böyle bir şey yaptım bilmiyorum. Gerçekten... Bir an aklımı kaybettim, Aybars çok üzerime geldi."
"Sus," dedi öfkeyle. "Anma şu herifin adını, sus."
"Özür dilerim..." dedim, tekrar.
"Sen o adamla nasıl Berrak, nasıl? Ben seni ondan kurtardım... Sen şimdi onunla nasıl?"
"Özür dilerim," Yanına ilerledim. "Ege çok çok özür dilerim. Bak ben gerçekten ona uymadım sadece seni çağıracağını söyledi. Nora'nın zor durumda olduğunu bilmiyordum Ege gerçekten haberim yoktu."
"Zarar görebilirdi..." dedi titreyen sesiyle.
"Biliyorum... Özür dilerim." dedim bakışlarım yeniden yere inerken.
"Sen de zarar görebilirdin? Onunla bir daha asla konuşmayacaksın Berrak."
"Bana," dedim kısık sesimle. "Zarar vermez."
"Psikopat adamın tekini savunma bana. Kaç kere barı bastırdı, kaç kere yolunu kesti, kaç kere tehdit etti? Bir daha asla onunla yalnız kalmayacaksın."
"Kendinle yalnız kal, diyorsun. Anladım."
Sol bacağımı ağlamamak için sıkarken nefesimi tuttum.
"Ne?" dedi şaşkınlıkla.
"Ne, ne Ege? Geldi işte kalbinin sahibi, tüm benliğin ile onun yanında olmak istemiyormuşsun gibi. Ben engel değilim ama biliyorum... Yolunu beklerken sızdığın geceler, gözüne dolan ama bir türlü akmayan yaşlar, yokluğunda aldığın yaralar... Bunlar engel. Sakın benmişim gibi davranma."
"Berrak..." dedi bana doğru yaklaşırken. "Seni yalnız bıraktığım falan yok."
Bacağımı daha güçlü sıktım. Güçsüz değildim, aciz değildim, yalnızdım sadece o kadar. Olsun, yıkılmayacaktım.
"Haklısın... Bu yeni bir durum değil, zaten var olan bir şey."
"Ne demek bu?" dedi, çatılan kaşlarının altından bana bakarken.
Sabah gördüğüm videoyu unutamıyordum. Olan her şeye rağmen, yerle bir olan algım ve ruh halime rağmen Ege'nin yüzünde bana bakarken veya onun dışında birine bakarken görmediğim o ifadeyi unutamıyordum. Huzurluydu, sakindi, dingindi... Buna benzer daha kaç anlam varsa hepsiydi. Son bir yıldır olmadığı her şeydi. Ve o şefkat, o dokunurken bile kıyamama hali, o kendinden vazgeçme durumu... Üç kelimelik bir tokattı yüzüme çarpan. Ben Ege'ye nasıl bakıyorsam, Ege de ona öyle bakıyordu. Ben nasıl Ege'ye kıyamıyorsam o da ona kıyamıyordu... Hep önümde duran ama üzeri örtülü gerçek ile sonunda yüzleşmiştim. Uykularımı kaçıran, sabahlara kadar pencere önünde oturmama neden olan buydu işte. Asıl acıtan ise hayal kırıklığımın kendime oluşuydu.
"Kandırma kendini Ege, beni de kandırma... Sen bana hiç gelmedin ki, sen benimle değildin bile. Sen hep onu bekledin, kendine itiraf etmediğin gecelerde bile gözün hep pencerede oldu, kapıda oldu. Belki gelir diye, belki döner diye... Çünkü biliyordun, bir gün sana döneceğini biliyordun."
"Berrak," dedi bana doğru bir adım daha attığında elimi kaldırıp durmasını sağladım. "Kendine bunu yapma, böyle düşünme..."
"Düşünmezsem geçecek mi Ege? Düşünmezsem, ceketini çıkartıp oturacak mısın şu koltuğa," Elimle camın önündeki yeşil koltuğu gösterdim. "Yoksa yine de ona gitmek için hazır mı bekleyeceksin oturma odamın ortasında?"
"Berrak seni yarı yolda bırakıyormuşum gibi konuşuyorsun ama şu an konumuz Nora değil, Aybars."
"Konumuz hiçbiri değil Ege, konumuz senin üzerine çöken veda havası... Onu ilk gördüğün günü hatırlıyor musun, yüzündeki gülüşü? Bana bakan gözlerindeki, bana ait olmayan gülüşü... Ben seni en son ne zaman öyle gülerken gördüm biliyor musun? O daha hiçbir yere gitmemişken, sen benden tarafa bırak beni dünya üzerindeki tek bir canlıdan tarafa bile bakmazken."
"Sen biliyordun," dedi kıstığı gözleri ile dolmaya meyleden gözlerime bakarken. "Biz tanıştığımızda, en iyi sen biliyordun... Sen beni gördün Berrak."
Görmüştüm. Doğru söylüyordu. Her halini, bir enkazdan farksız oluşunu, ayakta duracak gücü yokken her şeyle mücadele edişini... Hepsinden önce ise onu görmüştüm, onunla. Belki de onlarca kez, onları bir arada görmüştüm ama hiçbiri canımı o video kadar yakmamıştı. Bilmek gibi değildi, hissetmek... Minicik bir anlarından başı ve sonu eksik bir kesit ama yetmişti işte kurduğum her şeyi yerle bir etmeye. Neredeyse bir yıl olmuştu ben Ege'nin hayatında var olan biri olalı, belki ilişkimiz çok eski değildi ama vardı işte oradaydı. Somuttu. Değilmiş işte... Somut falan değilmiş, bir esintiyle yerle bir oldu.
"Biliyordum," dedim onaylayarak. "O yüzden diyorum ya sana bana hiç gelmedin diye."
"Beni bununla suçlama Berrak, ben sana söyledim benim avuçlarımda mutluluk kalmadı, dedim. Sana sunacak bir şeyim yok dedim."
"Dedin... Ben seni o kadar çok seviyorum ki Ege, senin avuçlarının avuçlarımın içinde durmasından fazlasına ihtiyaç duymadım. Ama bugün, bugün bir kez daha anladım. Beni seçmediğin için değil yanlış alama. Beni seçmezdin zaten hele de seçeneklerden birisi o ise. Ben kendimle yüzleştim Ege, söz konusu sen olduğunda seni kaybetmek olduğunda... Ben böyle biri olmak istemiyorum, Aybars gibi olmak istemiyorum."
"Aybars gibi mi? Berrak saçmalama sen öyle biri olamazsın, o... O normal değil."
Ellerimi belime yaslarken başımı yukarı kaldırarak alayla güldüm. Daha çok acımı bastırmak için sığındığım bir gülüştü.
"Normal değil evet... Çok sevdiğinde eğer sevilmezsen bu seni bir canavar yapabilir."
"Saçmalık," dedi sinirle. "Hem de en alasından saçmalık. Bu bir bahane olamaz, birisi seni sevmedi diye kötü birine evrilemezsin. Zaten kötü olduğun için kötüsündür."
"Ege," dedim alayla gülüşümü tekrarlarken. "Sevilmemek hakkında bir şey bildiğin yok, sanıyorsun ama bilmiyorsun."
"Ben mi?" diye sordu kaşlarını çatarken. "Ben mi bilmiyorum, sevilmemek ne demek?"
Birkaç adım geriledikten sonra başını iki yana salladı. "Sevilmemeyi de terk edilmeyi de çok iyi biliyorum."
Kollarımı göğsümde bağladığımda başımı sallayarak onu onayladım. "Sen buna sevilmemek mi diyorsun Ege? Ben boşluktan bahsediyorum, yokmuşsun gibi olmasından." İki adım attığımda karşısında durdum. "Birinin sana bakmasından, bakarken görmemesinden bahsediyorum."
"Bu mu?" dedi üzgün bakışları, gözyaşlarına direnen gözlerimde dururken. "Bu mu bahanen, o adama nasıl inandın?"
"İnanmadım... Ona güvenmiyorum ki ben sana güveniyorum ama en kötüsü de bu. Beni kurtarmaya sen değil, o gelirdi."
"Berrak..."
İki elimi birden kaldırdım. "Deme bir şey, önemi yok artık... Ege sen o geldiğinden beri kapıyı kolluyorsun ne zaman çıkabilirim diye, ne zaman onun yanına gidebilirim diye..."
Başımı yere indirdim, gözlerine bakmak istemiyordum daha fazla. "Gidebilirsin artık, ben engel değildim zaten artık hiç değilim. Git dur yanında, tut ellerini, bak gözlerinin içine."
Sustu, ikimizin ortasında çoğalan sessizlik ile öylece durduk.
"Bilmen gereken bir şey var." dedi, sıkıntıyla. "Ben bunun yükünü taşıyamıyorum. Ben seni bu konuma sokmak istemezdim ama söyleyeceğim hiçbir şey, bunun için özür olamaz."
Neyden bahsettiğini anlayabilme umudu ile bakışlarımı kaldırıp gözlerine baktım.
"Tüm söylediklerin üzerine bunu itiraf etmem belki de bizi sahiden de bir bitişe sürükleyecek ama bilmen gerekiyor..."
Ben yüzüne öylece bakmaya devam ederken ensesini kavrayarak sıktı.
"Biz..." dedi zorlukla. "Biz Nora ile öpüştük, o döndükten sonra."
Kahkaha atmak istedim, bağıra bağıra gülmek istedim. Yüzüne öylece bakmak dışında herhangi bir şey yapmak istedim. Bir şey söylemek istedim. Kovduğum gözyaşları dönsün bari onlar dönsün istedim. Bir tepki vermek istedim ama bomboştu, sanki hislerim çekilmişti.
"Git," dedim sakince. "Bırak o zaman beni, bırak ve git."
"Özür dilerim." dedi, ne çok özür dilenmişti bugün. "Affet demiyorum ama özür dilerim."
"Dileme Ege, dileme... Şaşırmadım bile, dileme. Git, sadece git artık."
Oturma odasının kapısına doğru ilerlediğinde "Temelli git." diye mırıldandım.
Kapıdan çıkıp koridora girdikten sonra dış kapının sesini duydum.
Ağlamayacaktım... Şaşırmamıştım ki neye ağlayacaktım? Beni o videodaki bakışları kadar bile yaralayamamıştı. Önemli bile değildi. Dudakları benim bile değildi, neyin acısını yaşayacaktım? Bende değildi ki benden gidecekti...
Gitsin, artık gerçekten de gitsin...
"Lütfen," diye mırıldandım kendi kendime tırnaklarımı avuçlarıma batırırken. "Lütfen, gitsin."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro