Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 10



Ege Fırtına yanılıyordu, bu bir oyun değildi... İntikam, hiç değildi.

Müzik en gürültülü halini aldığında partinin doruk noktasına ulaştığı düşünülürdü... Şu an benim durumumda bu olsa olsa partinin kaçmak istediğim noktasına ulaşması demekti. Ekin nihayet kucağındaki kızıl saçlı kızdan ayrı soluk almaya başladığında kendini basket takımı ve bölümden birkaç arkadaşının olduğu kalabalığının içine atmıştı. Sıla, Aybars ile ne olduğunu bilmediğim bir konuda oldukça ciddi bir tartışma içinde görünüyordu. Bu da Aybars'ın bir şekilde sanatın herhangi bir dalını içeren birikime sahip olduğunun kanıtıydı ve... Hadi ama Aybars Atahan gibi görünen adamlar sanat ile ilgilenmezdi. Sahiden, Brecht'ten falan konuşuyor olabilirler miydi? Yok artık!

Mert ise bir şekilde mutluydu çünkü yaklaşık yarım saat önce Çisil gelmişti ve her nasılsa aralarında oldukça sevimli bir iletişim şekli vardı. Neyse, en azından huzur onlara uğramış gibiydi.

Ege ise Berrak ile birkaç metre ötemde tanımadığım iki kişi ile konuşuyordu.

Ben mi? Ben havuzun kenarında, herkesi görebileceğim ama herkesin beni bir çırpıda göremeyeceği bir yerde elime aldığımdan beri tek yudum içmediğim şarap bardağı ile öylece duruyordum.

Kaçıp gitmek ile kalıp savaşmak arasındaki ince ipin üzerinde çıplak ayaklarımda yürüyordum daha çok.

Tam şu anda DJ kısmına ulaşıp sesimi tüm bahçeye vererek bir şeyler söyleyebilseydim keşke.

Ben, Nora Güz İlgen, her şeyin ağzına sıçtım.

Ya da...

Ben, Nora Güz İlgen, her şey ağzıma sıçtı.

"Döndüğünü duymuştum ama..." dedi bir ses, tam arkamdan. "İnanmamıştım."

Başımı yavaşça çevirdim ve sesin sahibine baktım. Betül... Yüzümü buruşturup arkamı dönerek yanından ayrılsam çok mu kabalık olurdu?

"Neden?" diye sordum, cevabını merak etmediğimi haykıran bir tonlamayla.

"Dönmezsin sanıyorduk. Hem evlendiğini söyleyenler bile oldu?"

"Ne, ne, ne?" dedim, ona doğru tam dönerek.

"İlk ay, Ege ile kavga ettiğini söyledi herkes. Sonra hamile olduğunu ve yurt dışına çıktığını... İşte en son evlendi, dediler."

Acaba soyadım İlgen değil Kardashian'dı, ben mi bilmiyordum?

Bunu öylesine normal bir ifade ile anlatıyordu ki kesin soyadım Kardashian'dı, başka açıklaması olamazdı.

"Fazla yaratıcılarmış..." Ondan uzaklaşmak için bir adım atacağım sırada başıyla Ege ve Berrak'ın olduğunu bildiğim yeri gösterdi.

"Sonra şu olay yaşandı. Gerçi önce arkadaşız etiketi kullandılar. Sonra Berrak derslere Ege ile gidip gelmeye başladı ve birden Ege tiyatro provalarında vakit geçirir oldu. Bu arada benden duymuş olma ama." Üzerime doğru eğilip gözlerini abartıyla açtı. "Oyunculuk bölümündeki kızların da gözdesi oldu Ege. Yani bugüne kadar pastanın kremasını hep Ekin Göksoy yedi, şimdi sıra Ege'de diyordum ki şu karaçalı kapıverdi çocuğu." Yüzünü buruşturup tekrar omzumun üstünden malum noktaya baktı. "Gerçi pek yiyormuş gibi görünmüyor. Fazla yakın değil mi bunlar, elleri kolları hiç birbirlerine dolanmıyor?"

Derin bir nefes alıp yüksek sesle verdim. Biri beni acilen kurtarabilir miydi? Ya da ben Betül'ü çekip kolundan havuza atsaydım çok mu dikkat çekerdi? Bahsi geçen Ekin Göksoy'u acilen buraya alabilir miydik? Alamazsak çığlık atacaktım.

"Kızım," dedi Betül, kusmak üzere olduğumu haykıran yüz ifademi umursamadam tam gaz konuşmaya devam ederek. "Madem döndün, çekip alıversene şu çocuğu." Tekrar gözlerini kıstı ve sorgulayan bir ifadeyle geri çekildi. "Yoksa cidden hamile miydin?"

"Ay," dedim, bıkkınlıkla. "Betül ne saçmalıyorsun?"

"Okulu da dondurdun... Hem kimsenin de haberi yokmuş gittiğinden. Neden gittin o zaman?" Beni baştan sona süzdükten sonra kaşlarını kaldırdı. "Kilo da almışsın."

Kilo mu almışım?

Yok ben kesin katil olacaktım, havuza atmakla kalmayacaktım bir güzel boğacaktım. Allahını seven defansa gelsin, diye bağırsam kaç kişi yardıma gelirdi acaba?

"Bakmaz Ege sana daha, bakmaz da... Ah ah şu karaçalıdan daha iyisini bulacaktı."

"Betül," dedim, nereden yüklendiğini bilmediğim bir sabırla. "Sana ne Ege'nin sevgilisinden?"

"Güzelim çocuk," dedi, sahiden umurunda değildim. Geçen sene olsa iki dudağımın arasına bakardı ağzımdan çıkacak kelime için. Saygınlığımı mı kaybetmiştim? "Kız da çirkin değil de suratsız, böyle içi almaz insanın onu. Ege Fırtına'ya daha güzeli yakışırdı."

Daha güzeli derken? Kendinden mi bahsediyordu?

Sıkıntıyla etrafa bakarken Ekin'in bize doğru geldiğini gördüm.

"Ekin."

Bakışları bana döndüğünde, cebindeki ellerini çıkartmadan yavaş adımlarla bize doğru yürüdü. Biraz daha sallanırsa gerçekten düşüp bayılacaktım.

Kolundan tutup hızla yanımıza çektim. Gözleri beni bulduğunda yüzümdeki ifadeden mevzuyu anlamıştı.

"Naber Betül?" dedi, gülümseyerek.

Betül kısa bir an için nefesini tutsa da hemen ardından gözlerini kırpıştırıp gülümsedi. "Yine şahane parti, Ekin Göksoy namını haybeye kazanmamış."

"Eh, layık olmaya çalışıyoruz."

"Her şey muazzam da ben şeyi anlamadım," dedi, biraz önce bana yaptığı gibi hafifçe Ekin'e doğru eğilerek. "Sıla'nın yanından ayrılmadığı şu çocuk, sahada sana yumruk atmamış mıydı?"

Ekin yavaşça başını çevirip Aybars'ı büyük bir dikkatle dinleyen Sıla'ya baktığında korunaklı ifadesi ile tekrar Betül'e döndü. Ekin Göksoy oyun kurucuydu; gaza gelmez, kontrolünü kaybetmezdi.

"Doğru..." dedi, sakin ifadesiyle. "Hatta bir oyuna çıkamıyordum neredeyse onun yüzünden ama gel gör ki şampiyon biz olduk."

"Bu sene de sizden şampiyonluk bekliyoruz... İnstagrama bir iki fotoğraf atalım da popimiz yürüsün."

Ekin güldüğünde koluna girip ona yaklaştım. "Keyfine bak Betül..." dedi. "Nora'yı biraz çalıyorum. Sen bulursun kendine yeni bir kurban." Bir adım attıktan sonra omzunun üstünden tekrar Betül'e döndü. "Fırtına'ya bulaşma ama boğmasın seni havuzda."

Minik bir kahkaha attığında Betül'ün bir şey demesini beklemeden minderlerin olduğu yere doğru ilerledi.

"Yılışık..." dedi, ağzının içinde. Sıla'nın Aybars ile durduğu yere bakmadan beni minderlerin olduğu kısma kadar götürdü. Kolumdan çıkıp minderlerin üstüne yığıldığında dirseklerine yaslanarak uzandı. Gözleri yine kelimeler ile dolmuştu. Yoğundu ve öfkeli. Ekin'in öfkesi birikirdi. Asla tek kibritle alevlenmezdi, destelerce odun gerektirirdi. Harlandığında ise Ekin'in öfkesi yakardı. Kül ederdi.

"Sen iyi misin?" diye sordum, yanında kalan minderlerden birine dizlerimin üstünde oturduğumda.

"Midem kötü oldu, bir şey yemeden içtim."

Oturuşumu düzeltip bacaklarımı öne doğru uzattım. "Kızılın rujunun markası dandiktir belki de..." dedim, imayla.

Sinirle güldü. Dirseklerini serbest bırakıp sırtını sertçe minderlere bıraktığında iki eliyle yüzünü kapattı.

Minik bir bağırtı ya da homurtu ona benzer bir şey döküldü dudaklarından. "Şu kafamı kopartmak istiyorum." dedi, ardından.

"Niye ya," dedim, çıkış noktasını anlamamışım gibi yaparak. "Zeki çocuksun, o kafaya sahip olmak isteyen kaç kişi var sen biliyor musun? Yakışıklısın da..."

"Doğru diyorsun," dedi, onayla. "Kalbimi sökeyim o zaman, acıdan başka bir şey vermiyor zaten."

"Uuv, arabesk!" dedim, yüzümü yana çevirirken.

"DJ tutmasaydım keşke, açsaydık bir Müslüm Gürses, ne güzel olurdu değil mi?"

Tekrar ona dönerken kaşlarımı çattım. Ciddi değildi değil mi?

"Zaaflarına bir gece, hatalarına bir nilüfer... Sevgisizliğine bir kalp verdim." diye mırıldandı, başını mindere yaslayıp gözlerini gökyüzüne diktiğinde.

Ben de yaptığını yaptım, başımı mindere koydum ve bunca ışığa rağmen hala direnen birkaç yıldıza baktım.

"Artık geri ver... Geri veremezsin aldıklarını. Artık geri ver... Geri verilmez hiçbir yanılgı."

Ellerini başının arkasında birleştirip boynunu ellerine yasladı.

"Yokluğuma emanet et sen de, benden kalanları." Sesi hafifçe yükseldi ama kalabalıkla aramızda birkaç metre vardı ve kimsenin umurunda değildik.

Gecenin ortasında saklanan, yorgun iki ruh... Kimsenin umurunda değildik.

"Her şeyi al, bana beni geri ver, bir şansım olsun."

Gözlerini kapattı. "Başka yer, başka zaman... Sensiz ömrüm-"

Sustu. Gözlerini açmadı. Yüzündeki belli belirsiz sızıyı görebiliyordum. Diyemezdi, dileyemezdi.

Sensiz ömrüm olsun...

Yine en çok ona cezaydı.

"Niye söylemiyorsun?" dedim, başımı çevirip hafifçe ona doğru dönerken.

Gözlerini açmadı, yüzündeki huzursuz ifade düzeldi ama yine de rahatlamadı. "Neyi?"

"Ekin..." dedim, dayanamıyordum onu böyle görmeye.

Ege, Sıla, Mert... Onlara da kıyamazdım ama Ekin. Ekin sevilmeye muhtaç küçük çocuklar gibiydi, sevgisiz falan da büyümemişti. Annesi de babası da üzerine titrerdi. Haylazdı, serseriydi, ipe sapa gelmezdi ama Ekin'di işte. Ne yaparsam yapayım, ne kadar saçma olursa olsun önce o tutardı elimden. Ha, en ağır lafı da o ederdi, en çok o kızardı ama vaktini beklerdi. Ve başkalarına karşı hep arkamı kollardı, yani Ege Fırtına haklıydı. Ama içten içe bu durumun onun da rahatlattığını biliyordum. En azından eskiden öyleydi, Ekin şu hayatta en çok güvendiğiydi. Abisine güvenmezdi, babası ile arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Annesi ile iyilerdi ama onunla uyuşmadıkları yerler oluyordu.

Tek gözünü açıp başını hafifçe bana çevirirken muzip bir gülüşle kaplandı yüzü. "Kime, neyi söyleyeyim?"

"Canımın içi," dedim tüm sevecenliğimle. "Niye yapıyorsun bunu kendine?"

"Dudaklarıma mühürledim ben onun adını. Duymayacak kimse, o bile..."

"Neden?" dedim, doğrulup bacaklarımı kendime doğru çekip oturdum. "Hem belki..."

"Yok belkisi... Yok oluru, imkanı... Yok."

"Ekin... Eskiden böyle değildin, bu kadar değildin. Bana anlat bari, bana konuş. Atma içine artık."

Doğruldu, sırtını üst üstte duran minderlere yasladı. Sarı saçlarının üst kısmını parmaklarının arasına geçirip sıktı... Gözlerini kapatıp sakince tekrar açtı.

"Benden daha iyisini hak ediyor, çok daha iyisini."

İtiraz etmek istedim ama konuşmaya başlamıştı, şimdi bölersem devam etmezdi. İçini dökmesi gerekiyordu, birikmişti, taşmazsa çok daha kötü şekilde patlayacaktı.

Gülümserken tek omzunu kaldırdı yavaşça. "O mükemmel. Bir kadının olabileceği her şeyin en güzel hali o. Eşsiz... Ruhu parlıyor sanki... Teni acı çikolata gibi, tabii dili de..." Yüzü daha büyük bir gülümsemeyle aydınlandı. Bana bakmıyordu, gözleri çimlerin üzerinde bir noktada sabitlenmişti.

"Ama ruhu... Işıldıyor, ay ışığı gibi."

Başını usulca kaldırıp açık kahverengi gözlerini bana dikti. "İnsanı ele geçiren bir güzelliği var. Gür kirpiklerinin ortasında dolunay gibi duran ve kahverengi olduğuna asla inanmadığım koyu gözleri varlığıma meydan okuyor." Başını eğip iki yana salladı. "Ben hiçbir meydan okumayı bu kadar sevmedim."

Gözleri yeniden benim uzağımda bir noktayı buldu. "Benim ellerim ona uzanmaz Nora, uzanamaz. Sıla kendisi gibi birini hak ediyor... Sanattan, tiyatrodan, hayattan ve tüm güzelliklerden anlayan birini hak ediyor. Bir gün öyle biri gelecek... Bir gün biri onu çok sevecek, hak ettiği gibi."

Sıla onu çok sevecek birine sahipti zaten, sadece o biri sessizlik yemini etmişti belli ki. Tam şu anda Ekin'i omuzlarından tutup sarsarken, kendine gel onu sen hak ediyorsun demeliydim ama onu harekete geçirmem böyle mümkün değildi.

"Aybars Atahan gibi biri mi?" diye sordum, belki rekabet fikri aklını başına getirirdi.

Güldü. Bazen ben de karşımdakinin Ekin Göksoy olduğunu unutuyordum işte. Hani benim tüm köşelerimi bilen en yakın arkadaşım olan Ekin Göksoy...

"Değil... Sıla bilir onu nerede tutacağını. Aybars'ın benden farkı yok, en az benim kadar boş bir herif o da. Basketboldan, hızlı arabalardan bir de iyi içkiden anlar, benim gibi..."

"Dedi, lisede defterlerinin kenarına filmlerden replikler yazan adam."

Hafifçe güldü. "Trainspotting repliklerinin durumu iyileştireceğini sanmıyorum Nora."

"Olsun," dedim, ben de güldüğümde. "Prestij replikleri de yazıyordun hem fena mı, gitarla Perfect Day çalmayı da öğrenmiştin Trainspotting sayesinde."

Bakışları omzumun arkasında bir noktaya değdi, yüzündeki gülüş yavaşça yok olduğunda arkaya doğru dönüp baktım. Sıla, Mert ve Çisil'in yanına gelmişti ve birkaç adım arkasında Aybars duruyordu.

Aybars ilk bakışta herkesin beğeneceği kişilerdendi. Uzun boyu, koyu saçları, açık teni ve mavi gözleri ile. Herkes etkilenirdi ama Sıla Aslan asla kolay etkilenen birisi değildi. Hele de arkadaşlarına zararı dokunmuş birisiyse bu kişi...

"Anlamıyorum," dedim tekrar önüme dönerken. "Sıla'nın çoktan ağzının payını vermesi gerekiyordu."

Ekin hızla oturduğu yerden kalktı. "Benim de çoktan sarhoş olmam gerekiyordu, geliyor musun?"

Elini bana doğru uzattığından tutup kalktım. Kolunu omzuma attığında yine Sıla ve Aybars'ın olduğu kısma bakmadan masaların ve içkilerin olduğu kısma yöneldi.

"Önce bir şeyler ye," dedim, kendine viski doldururken. Ayrıca Ekin viskiden hoşlanmazdı. "Hem niye viski içiyorsun?"

"En sert bu gibi görünüyor," dedi yüzünü buruştururken. "Biraz çabuk etki edecek bir şeye ihtiyacım var."

Yanından ayrılıp yiyeceklerin olduğu yere ulaştım, bir tabağa patates topları ve sosis dilimleri doldurdum birkaç tane de minik poğaça. Ekin'in yanına ulaştığımda DJ kabinin hemen sağındaki şezlonglardan birine oturmuştu ve tam o sırada müzik yeniden başlamıştı. Umursamadan yanına yürüdüm.

"Önce şunlardan atıştır."

Patates toplarından birini ağzına attı. "Tiramisu?" diye sordu, kaşlarını kaldırarak.

Tabağı yere bırakıp yerimden kalktım. Tekrar yemek masasının oraya gidip hala saklama kaplarında duran Tiramusu'dan büyük bir dilim kesip tabağa koydum. Küçük bir de çatal alıp Ekin'in yanına döndüm.

"Al bakalım..."

Tabağı dizlerinin üzerine koydu. "Yiyecek misin?"

"Yok, ye sen."

Ekin'den başımı çevirip Mert, Çisil ve Sıla'nın olduğu yere baktım. Aybars yoktu. Gözlerim etrafı taradı, hemen ardından başımı kaldırıp Ekin'in sağına baktım. Aybars tekrar DJ kısmındaydı, Ekin haklıydı boşa DJ çağırmıştı.

"Herkes hoş geldi." dedi, Aybars fazlasıyla sinir bozucu bir rahatlıkla. "Mert Orhon da iyi ki doğmuş elbette."

Kalabalıktan alkış, gülüşmeler ve tebrik sesleri yükseldi. Kimse Aybars'ın orada oluşunu yadırgamıyor muydu?

"N'oluyor?"

Mert yanımıza ulaştığında Ekin'e bakıyordu. "Ne saçmalıyor bu herif?"

"Senin sinirini bozuyorsa paketleyeyim? Yoksa, takılsın öyle..." Ekin Tiramusu'dan bir çatal daha alıp umursamazca ağzına attı.

Mert ikimizin arasına oturunca tek kolumu sırtına yaslayıp başımı koydum. Başını eğip bana baktı. "Naber?"

Gülümsedim. "İyidir, senden?" dedim, burnumun ucuyla biraz önce durdukları yeri gösterirken.

"İyi... Çisil geldi."

Minik bir kahkaha atarken saçlarını karıştırdım. "Gördüm."

"Bana hediye almış," Biraz geriye eğilip cebinden altın rengi bir küre ve kant şeklinde iki aparat çıkarttı. Kaşlarımı çattım. "Bu ne?"

"Golden Snitch." dedi, abartı bir mutlulukla.

"Ha," dedim, başımı sallayarak "Harry Potter."

"Önemsiz bir şey gibi konuşma." dedi, uyarıcı bir sesle. "Bu çok değerli bir hediye."

Gülümserken, uzanıp yanağını öptüm. "Oy laf da söyletmezmiş, tamam tamam güle güle kullan."

"Hem sen ne aldın bana?" Gözlerini kısıp oyuncu bir ifadeyle yüzünü buruşturdu. "Ne getirdin İngiltere'lerden?"

Minik bir kahkaha attım. "Yağmur?"

"Cık, cık, cık..." Ekin'i dürttü yavaşça. "Gör bunları gör, ta nerelere gitmiş de gelirken bir küçük macaron bile getirmemiş. Hayırsız çıktı bu."

Ekin de benimle birlikte kahkaha atarken "İngiltere'nin macaronu mu meşhurmuş?" diye sordu. 

Mert bir an durup düşündü. "Yoo, meşhur muymuş?"

Dudaklarımı büküp omuzlarımı kaldırdım. "Dur bekle Henry'i arıyorum. Hem bir sorayım ne zaman evleniyormuş?"

"Bu Henry," dedi Ekin. "Prens olan mı?"

Omuzlarını kaldırıp başıyla tek hamlede onayladı. "Bizim ailenin soyu İrlanda'ya dayanıyor, asil bir büyük büyük büyük babam varmış 6. George ile de çok yakın arkadaşlarmış..."

"Diksiyon derslerinden mi?" diye araya girdim. "Cık cık cık," dedi tekrar. "İnsanların kusurları ile alay edilmez."

"Mert," dedim gülüşümün arasından. "The King's Speech seni fazla mı etkiledi acaba?"

Ekin kahkaha attı. "Onu izlediği her film fazla etkiliyor."

"İyi bir sinema televizyon öğrencisiyim." dedi Mert gururla.

Yanağına büyük bir öpücük daha koydum. "Hediye aldım sana ama sürpriz, pasta kesilirken vereceğim."

Gözleri parladı. Sonra Ekin'e döndü. "Sen ne aldın?" diye sordu, yine omzuna vururken.

"Parti yaptım oğlum işte, ne hediyesi?" Elindeki tabağı dibine kadar sıyırdığından artık yere bırakmıştı.

Mert oyuncu bir edayla surat astığında Ekin kahkaha attım. "Aldım aldım, yukarıda evde."

"Ekin umarım, 12 yıllık evli çiftler gibi bana tenis raketi falan almadın?"

Ekin'in yüzü dondu, sonra kaşlarını çattı. "Aldın değil mi, of kesin raket aldın."

Daha çok gülerken Ekin'e doğru eğildim. "Raket mi aldın cidden?"

"Ya nesi var tenis raketinin, mis gibi işte."

Mert elini yüzüne vurduğunda daha çok kahkaha attım. "Neye gülünüyor bakayım?" diye sordu Sıla. Başımı kaldırdığımda tam yanımızdaydı.

"Ekin, Mert'e raket almış?"

Sıla bir an için Ekin'e bakıp tekrar bana döndü. "Raket mi? Ne raketi ya o şey-"

Ekin hızla yerinden kalkıp Sıla'nın koluna girerek susturdu. Görünen o ki Ekin Göksoy büyük bir sürprizin peşindeydi.

"Pasta geliyormuş," dedi Sıla geçiştirmeye çalışarak. "Hadi."

Tam o anda yemek şirketinin görevlileri iki katlı, Darth Vader'lı pastayı ortaya getirdiğinde biz de oraya ilerledik.

Herkes hep bir ağızdan doğum günü şarkısını söylemeye başladı.

Sahiden... İyi ki doğdun, Mert Orhon!

Alkışlar, doğum günü şarkısı ve gülüşmeler eşliğinde Mert pastaya yaklaştı. Çisil'in yanına ilerleyip gülümsedim.

"Nora," dedi gözlerini kocaman açarak. "Çok güzel olmuşsun."

Teşekkür ederim dedim, kıvırcık saçlarını özenle topuz yapmıştı. "Sen de öyle."

Mert gözlerini kapattı, birkaç saniye sonra açtığında doğrudan Çisil'e baktı ve mumları üfledi. Tek seferde, hepsini...

Pasta yeniden götürülürken herkes tek tek Mert'e sarıldı, Çisil diğerlerinden biraz daha çekingen sarıldı. Ben de yanağını öpüp geldiğimde kenara bıraktığım kumaş poşeti ona uzattım.

İçindeki kutuyu çıkarttı ve yavaşça açtı. "Yok artık," dedi heyecanla. "Star Wars kitapları..."

Gülümsedim. "Bulabildiğim kadarı."

"Nora sen harikasın, bunlar 1. Baskı."

"O yüzden bulabildiğin kadarı." dedim.

Tekrar sarıldı. Tam o anda Ege geldi, Mert'den ayrıldığımda o sarıldı.

Bu gece Ege'yi görmek bile canımı yakıyordu. Keşke onu gördüğümde canımın acımayacağı bir anın olabileceğini bilseydim ama yoktu. Olmayacaktı.

Mert tek tek tebrikleri ve sarılmaları kabul ederken Ekin'in yanına gittim.

"Ne aldın?" diye sordum göz kırparken.

"Raket." Omuz silkti.

"Ekin, söylesene, ne aldın?"

Kulağıma eğildi. "Tamam tamam, Drone aldım."

Ağzım açıldı, heyecanla bağıracaktım ki Ekin elini dudaklarıma bastırdı. "Shhh, sürpriz olacak."

"Bayılacak."

Ekin başını sallarken. "Umarım gerçekten bayılmaz." dedi.

"Çisil'in hediyesinden sonra bayılmadı, bence umut vadediyor."

Ekin gülerken kolunu omzuma attı. "Gel içelim, bunlar daha sabaha kadar birbirine sarılır."

"Sen beni sarhoş mu etmeye çalışıyorsun?"

"Evet," dedi abartıyla. "Sonra da havuza atacağım," Başını geriye attı. "Of bu ne biçim parti, kimse havuza atlamıyor." diye bağırdı ve bağırdığı an birkaç kişi koşarak havuza atladı. Ağzım açık bir şekilde havuza bakarken yüzümü ona döndürdüm.

"Bu nasıl yaptırım gücü?"

"Parti mi kursam?" dedi, fısıltıyla.

"Cık," dedim. "Siyaset ten rengine uymaz, fazla sarışınsın sen."

Düşüncesi bile kötüymüş gibi yüzünü buruşturdu. "Büyükelçi bir baba yeterince siyaset demekti zaten, neyse ki emekli oldu." dedi.

"Eski basketbolcu bir emekli Büyükeçli..."

"Babam diye demiyorum, can yakar." dedi.

"Bir de annene sormak lazım tabii."

Kendine bir kadeh daha viski doldurduğunda şarap kadehine de benim için Rose doldurdu. Neyse ki ne sevdiğimi biliyordu.

Tam o anda gözlerim Ege'nin omuzlarına takıldı, bana dönük duran birkaç metre ötemdeki omuzlarına. Ve Berrak'a ait olduğunu bildiğim bir kısmı görüş alanımda olan uzun kahverengi saçlara. Ege'nin ellerinin tuttuğu yanaklara... Ege'nin eğilen boynuna... Ege'nin Berrak'ın dudaklarına kapanan dudaklarına...

Bir an için, bir andan bile kısa bir süre için nefesim kesildi. Dudaklarım aralandı, üzerine bir sızı bırakacak şekilde sadece havanın değdiği dudaklarım. Ekin'in dirseğini tuttum ve sıktım.

Ege, birkaç metre ötemde Berrak'ı öpüyordu.

Biri, beni tam şu an çekip vurabilir miydi? Tercihen kalbimden.

Gözlerimi kapattım. Elimdeki kadehi dudaklarıma götürdüm ve sakince tüm bardağı bitirecek şekilde içtim. İçkilerin olduğu kısma ilerledim, Rose şişesini aldım, biraz önce bulunduğum noktaya döndüm.

"Çıkartayım mı seni buradan?" diye soru Ekin.

Başımı iki yana sallarken elimdeki şişeyi kafama diktim. Muhtemelen içmemem gereken şişeyi... İlaçlarımla aynı anda içki tüketmemem gerekiyordu ama şu an hızla atan kalbime, terleyen avuçlarıma ve titremeye başlayan dizlerime ilaçların da bir faydası olacağını sanmıyordum.

Ege Fırtına yanılmıyordu, evet bu bir oyun değildi ama kesinlikle intikamdı. Ve tam şu anda sevgilisi olan kadını öpüyordu. Benim aksime, onun Ege tarafından öpülmeye hakkı vardı. Ve tam şu anda yenildiğimi kabul etmem gerekiyordu. Onların hikayesinde benim yerim yoktu. Benim hikayem ise devam etmemek üzere yarım kalmıştı. Çünkü ben vazgeçmiştim yazmaktan. Ben vazgeçmiştim güzel günlerden.

Ege, Berrak'ın belinden tuttuğunda, Berrak başını Ege'nin omzuna yasladı. Belki de Ege haklıydı, belki de mutlulardı.

Elimdeki şişeden büyük bir yudum daha aldığımda arkamı dönüp DJ kısmına ilerledim. Yaklaşık bir metrelik bir yükselti yapılmış ve mini bir sahne kurulmuştu.

Takılmamış halde duran mikrofonu takıp, mini sahnenin üstünde bir boşluk bulup oturdum. Şişeyi yanıma bırakıp mikrofonu kontrol ettim, çalışıyordu.

Bakışlar birden bana döndüğünde Ekin ile göz göze geldim. Omuz silktim, dudaklarını birbirine bastırdı.

"Eğer seni kırdıysam, darıl bana... 
Ama bir gün beni ararsan, bak ruhuna.
Birden gecem tutarsa, güneşi çevir bana.
Sevgilim bağışla, biraz zor olsa da."

İlk kez sesimden bütün sızım sızıyordu. İlk kez canımın acısı sesimi titretiyordu.

"Affet beni akşamüstü, gölgem uzarken.
Öğleden sonra affet, ne zaman istersen..."

Gözlerimi kapattım, burada herkes bana bakarken ağlayamazdım.

"Affet beni gece vakti, ay doğmuş süzülürken.
Sabaha kalmadan affet, tam ayrıldık derken..."

Burnumu yavaşça çekerken, alt dudağımı dişlerimle ezdim.

"Çünkü sen, çölüme yağmur oldun.
Sen, geceme gündüz oldun.
Sen, canıma yoldaş oldun.
Sen, kışıma yorgan oldun."

Gözlerimi açtım. Ege yoktu. Biraz önce olduğu yer boştu, benim bir yıl önce kalbinde kapladığım yer gibi...

Kabul etmem gerekiyordu. Ege Fırtına, hayatından izlerimi silmişti.

Beni değil akşamüstü, günün hiçbir saatinde affetmeyecekti.

Daha da acısı... Onun için hiç kimseydim. Belki de onsuz devam etmemin sırası gelmişti.

Yine de...

Sevgilim, affet beni akşamüstü...

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro