6
Düğüne üç gün kalmıştı. Yine her akşamüstü mahut arka bahçenin kapısında çocuklarla ip atlarken, yeni bir hücuma uğradım. Fakat bu seferki hücumu yapan, ilkinde beni aşçıdan kurtarmaya çalışan terzi matmazel, altmış yaşında olmasına rağmen, bu akşam o da bana karşı ateş püskürüyordu.
-Rica ederim, matmazel, birkaç güne kadar size madam diyeceğim. Doğrudur böyle yaptığın? Son provanızı yapmak için yarım saattir sizi arıyorum.
Daha fenası, Besime Teyzem de matmazelle beraberdi ve çatkın çehresi, münakaşa uzarsa ondan yana çıkacağını gösteriyordu.
-Pardon matmazel, buracıktaydım. Temin ederim ki işitmedim, dedim.
Teyzem, artık dayanamadı, bana çıkışacağı her zaman yaptığı gibi eliyle çenemi tutup okşayarak:
-Yavrucuğum, sen, kendi sesinden, kahkahandan kimseyi işitecek halde değilsin ki, dedi. Üç gün sonra da davetlilerimiz arasında yine böyle bir şey yapmandan adeta korkmaya başladım.
Her zaman, daha haşarı ve hoyrat görünmeme rağmen, o gün benim, en karışık heyecanlarla sarsıldığım, okşanmak ve anlaşılmak ihtiyacıyla için için eridiğim bir tarihti.
Çenemi teyzemin elinden çekmeden eteklerimi parmaklarımla iki yanından tuttum ve hafif bir reveransla dizimi büktüm:
-Üzülmeyin teyze, dedim. Çok değil, daha üç güncük dişinizi sıkmanız lâzım. O zaman benim için, teyzeden başka bir adınız ve sıfatınız olacak. Çalıkuşu'nun teyzesine yaptığı naz ve şımarıklığı Feride'nin, o hanımefendiye yapmaya cesaret edemeyeceğini size temin ederim.
Teyzemin gözleri yaşardı, beni yanaklarımdan öperek:
-Senin her zaman annen oldum ve öyle kalacağım, Feridem, dedi.
Taşkınlığım o haldeydi ki, ben de onu birdenbire kalçalarından yakalayıp havaya kaldırdım ve tıpkı bana yaptığı gibi yanaklarından öptüm.
Matmazel, ufak bazı rötuşlardan başka eksiği kalmayan beyaz elbisemi ellerinde kaldırdığı zaman, kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. Odadakileri birer birer okşayıp öperek yalvarmaya başladım.
-Ne olursunuz, siz dışarı çıkın. Gözünüzün önünde giyinmeyeceğim. Arasında etekli elbisesiyle Çalıkuşu'nun bir tavus kuşu şekline girdiğini bir tasavvur edin. Aman, ne gülünç! Kendim bile güleceğim. "Ne olur, bu iş adi tuvaletle olsun!" diye o kadar yalvardım, kimselere derdimi dinletemedim.
Matmazel, elindeki elbise ile üzerime geldikçe -birisi beni yakalamaya geliyormuş gibi- köşelere kaçıyor, tir tir titriyordum.
Dışarıdakiler, gürültüyü artırıyorlar, mutlaka içeri girmek istiyorlardı.
-Bir parça daha, rica ederim, bir dakikacık, hepinizi çağıracağım, diye yalvardım. Fakat onlar inanmadılar:
-Aldatıyor, soyunduktan sonra çağıracak, diye bağrışarak kapıya dayandılar.
İşte o zaman, iki taraf arasında heyecanlı bir uğraşmadır başladı.
Dışarıdakiler, çocuk, büyük karmakarışık itişerek, gülüşerek kapıyı zorluyorlardı. Ben kollarımın bütün kuvvetiyle içeriden müdafaa ediyordum.
Sofada demirli potinleriyle tepinerek: "Hücum... Hücum... Muharebe var" diye bağrışan çocukların sesine bütün köşk halkı koşuyordu.
Matmazel, omuz başımdan:
-Yapmayınız, Allah aşkına, çekilin, elbise parçalanıyor, diye bağırıyor, fakat sesini işittirmeye muvaffak olamıyordu.
Bir aralık, nedense gürültü kesilir gibi oldu. Kapıya bir ayak sesi yaklaşıyordu. Kâmran'ın sesi:
-Aç, Feride, benim. Bana yasak yok tabii. Bırak, sana yardıma geleyim, dediğini işittim ve büsbütün çıldırdım. Bu sefer:
-Hepsi gelsinler, ziyanı yok, sen olmaz. Sen Allah aşkına git. Vallahi ağlayacağım, iyice yalvarmaya başladım.
Fakat Kâmran, bu yalvarışıma aldırmadı, kapıya hızla dayanarak iki kanadını ardına kadar açtı.
Ben çığlık çığlığa odanın bir köşesine kaçtım ve elime geçirdiğim bir mantoya sarılarak büzüldüm. Matmazel, bayılacak haldeydi:
-Güzelim elbise gitti, diye adeta saçını, başını yoluyordu. Kâmran mantoyu bir ucundan tuttu ve gülerek:
-Mağlubiyetini artık teslim etmen lâzım Feride, dedi. Aç, elbiseni göreyim.
Bende, artık ne ses vadi, ne hareket. O, biraz bekledikten sonra devam etti:
-Feride, şimdi sokaktan geldim. Çok yorgunum. Uğraştırma beni, elbiseni o kadar merak ediyorum ki, inat edersen zora müracaat etmek mecburiyetinde kalacağım. Bak, beşe kadar sayıyorum: Bir iki, üç, dört, beş...
Kâmran mümkün olduğu kadar geciktirdiği bu beşten sonra, mantomun ucunu çekince yüzümü gözyaşlarına bulanmış gördü, fena halde şaşırdı ve yarı zorla odayı boşaltarak kapıyı kapadı.
Matmazelin hayretten dili tutulmuştu. Kâmran da aşağı yukarı o haldeydi, biraz sonra mahcup ve müteessir bir sesle:
-Affet beni, Feride, dedi. Ben, sana küçük bir şaka yapmak istemiştim. Buna hakkım var sanıyordum. Fakat, hâlâ o kadar çocuksun ki... Beni affediyorsun değil mi?
Başımı hâlâ mantomun içinde saklayarak cevap verdim:
-Peki ama sen, hemen odadan çıkmalısın.
-Bir şartla. Seni bahçenin nihayetindeki kayanın yanında bekleyeceğim. Hatırlıyor musun, dört sene evvel bir akşam, seninle orada barışmıştık. Şimdi de öyle yapacağız. Söz mü?
Kısa bir tereddütten sonra:
-Peki, gelirim, dedim. Ama sen, şimdi git.
Zavallı matmazelin bu acayip tabiatlı gelinle konuşmaya bile artık cesareti kalmamıştı. O, ağzını açmadan beni soyduktan sonra, tekrar kısa etekli pembe elbisemi giydim, üstüne siyah mektep önlüğümü geçirdim, sonra Müjgân'ın bile yüzüne bakmadan odadan kaçtım ve gözlerimdeki kırmızılık geçinceye kadar soğuk su ile yüzümü yıkadım. Bahçeye indiğim zaman ortalık kararıyordu. Şimdi asıl mesele, kendimi kimseye göstermeden onun yanına kapağı atmaktı.
Kendi kendime dolaşıyor gibi yaparak, mutfağın arkasından dolaştım, aşçı ile bir iki kelime konuştum. Sonra ağır ağır dış kapıya yürümeye başladım. Maksadım, izimi büsbütün kaybettirdikten sonra bahçe duvarının dibinden onun yanına inmekti. Fakat...
***
Daima açık duran sokak kapısının dışında siyah çarşaflı, uzun boylu bir kadın gözüme ilişti. Peçesi kapalıydı. Köşkten bir şey sormak istediği halde, içeri girmeye cesaret edemiyor gibi bir hali vardı.
Kâmran, epeyce zamandan beri beni bekliyordu. Bu peçenin altından bir bildik çehresi çıkmasından ve beni söze tutmasından korkarak yolumu değiştirdim ve ağaçların arkasına saklanmaya çalıştım. Fakat o, birdenbire beni çağırdı.
-Küçükhanım, biraz zahmet eder misiniz, efendim? Çaresiz, döndüm, kapıya doğru yürümeye başladım:
-Buyurunuz hanımefendi, bir emriniz mi var?
-Merhum Seyfettin Paşa'nın köşkü değil mi?
-Evet, efendim.
-Siz köşkten misiniz, efendim?
-Evet.
-O halde sizden bir ricada bulunacağım.
-Emrediniz, efendim.
-Ben, Feride Hanımefendi ile görüşmek istiyorum. Hafifçe irkildim, gülmemek için başımı eğdim, ilk defa işittiğim bu "hanımefendi" sözü bana öyle tuhaf geliyordu ki... Feride Hanımefendi'nin ben olduğumu mümkün değil, söylemeye cesaret edemeyecektim. Dudaklarımı ısırarak:
-Çok âlâ hanımefendi, dedim. Buyurun, lütfen içeri; köşkten sorarsanız size Feride Hanım'ı çağırırlar.
Siyah çarşaflı kadın, kapıdan girmiş yanıma yaklaşmıştı:
-Size tesadüfüm çok iyi oldu, çocuğum, dedi. Sizden bir yardım rica edeceğim. Benim Feride Hanım'la yalnız olarak konuşmama delalet edeceksiniz. Mümkünse kimsenin bundan haberi olmamalı.
Hayretle yüzüne baktım. Ortalık kararmış olduğu ve peçesini hâlâ açmadığı için yüzünü fark edemiyordum. Hafif bir tereddütten sonra:
-Hanımefendi, dedim. Acayip bir kıyafette olduğum için birdenbire cesaret edemedim. Fakat Feride benim. Kadın, hafif heyecanlandı:
-Kâmran Bey'le evlenecek Feride Hanım mı?
-Köşkte bir tane Feride var hanımefendi, diye gülümsedim.
Siyah çarşaflı kadın, birdenbire durmuştu. Biraz evvel kendisini Feride ile görüştürmemi sabırsızlıkla istediği halde şimdi karşımda put kesilmesine ne mana vermeliydi? Acaba Feride'nin ben olduğuma hâlâ inanamıyor muydu? Yoksa başka bir şey mi vardı? Merakımı gizlemeye çalışarak tekrar konuşmaya mecbur oldum:
-Emrinizi bekliyorum, hanımefendi. Garip şey, kadın hâlâ ağzını açmıyordu. Biraz ileride ağaçların arasında bir bahçe kanepesi gözüme ilişti:
-İsterseniz şuraya gidelim, hanımefendi, dedim. Kimse bizi rahatsız etmeden konuşabiliriz.
Kadının sükûtu, biz kanepeye oturduktan sonra da devam etti. Fakat, nihayet karar vermiş olacak ki, elinin sert bir hareketiyle peçesini kaldırdı ve otuz yaşlarında, zeki ve sinirli bir kadın çehresi meydana çıktı. Havanın karanlığına rağmen benzinin korkunç surette sararmış olduğu görülüyordu.
-Feride Hanım, dedi. Ben, bir eski arkadaşımın zoruyla bir elçi vaziyetinde buraya geliyorum. Fakat, üzerime aldığım vazifenin bu kadar güç olduğunu kestirememiştim. Biraz evvel sizi görmek için ısrar ettiğim halde şimdi adeta kaçmak istiyorum.
Vücuduma bir titreme yapıştı; kalbim şiddetle çarpıyordu. Fakat biraz cesur olmazsam onun dediğini yapacağını, kaçacağını hissettim. Mümkün olduğu kadar sakin bir tavır takınmaya çalışarak:
-Vazife vazifedir, hanımefendi, dedim. Cesur olmak lazım. Bahsettiğiniz, beni tanıyor mu?
-Hayır. Daha doğrusu şahsınızı görmemiş. Yalnız Kâmran Bey'in nişanlısı olduğunuzu biliyor.
-Kâmran Beyi tanıyor mu?
Artık, bende de daha fazla sormaya kuvvet kalmamıştı. Bu dakikada meraktan çıldıracak gibi olduğum halde, o, sahiden gitmeye kalksa, zannederim yolundan çeviremeyecektim.
-Dinleyin beni Feride Hanım. Niçin birdenbire durakladığımı anlamıyorsunuz. Burada ermiş, yetişmiş bir hanımla karşılaşacağımı umuyordum. Halbuki önüme adeta bir mektep çocuğu çıktı. Sizi fazla müteessir etmekten korkuyorum. Tereddütlümün sebebi bu.
Yabancı kadının bana acır gibi bir hali vardı. Bu, izzetinefsime dokundu ve bana bütün kuvvetimi iade etti.
Ayağa kalktım, kanepenin önündeki ağaca arkamı dayadım, kollarımı kavuşturarak sakin ve hatta vakur bir sesle:
-Bu vaziyette tereddüt doğru değil, dedim. Görüyorum ki, konuşacağımız şey mühim. Onun için teessürü falan bir tarafa bırakarak açık konuşursak daha iyi olur.
Kadın benim bu cesur tavrım karşısında biraz kendini topladı ve bir sual sordu:
-Kâmran Bey'i çok seviyor musunuz?
-Bunun sizinle alakasını göremiyorum, hanımefendi.
-Belki vardır, Feride Hanım.
-Açık konuşmazsak işin içinden çıkamayacağımızı evvelce söyledim, hanımefendi.
-Peki, öyle olsun. Size Kâmran Beyi, bir başkasının da sevdiğini haber vermeye mecburum.
-Olabilir, hanımefendi, Kâmran, birçok meziyetleri olan bir gençtir. Bir başkasının onu gözüne kestirmiş olmasında hiç fevkalâdelik görmem.
Bu, bir yaprak bile kımıldamayacak kadar sakin ve güzel yaz akşamında beklenilmez bir fırtınanın gelip çattığını gayet iyi anlıyor, fakat nereden geldiğini anlayamadığım bir kuvvetle buna karşı durmaya kendimi hazır buluyordum.
Kadına söylediğim son cümlede bir parça alay bile vardı. Ayağa kalkmamakla beraber yerinde doğruluşundan, sinirli bir hareketle çarşafının eteklerini düzelterek kanepenin tahtalarını tutuşundan, onun da artık bu işi kısa kesmeye karar vermiş olduğunu anladım. Makine gibi çabuk ve adeta renksiz bir sesle söyledi:
-İlk bakışta sizi bir çocuk gibi görmüş olmakla beraber, mükemmel yetişmiş yüksek bir genç kız karşısında bulunduğumu anlıyorum. Kâmran Bey maalesef sizi lâzım geldiği kadar takdir edememiş. Yahut, ne bileyim, belki takdir ettiği halde geçici bir zaafa kapılmış. Hasılı, iki sene evvel bahsettiğim arkadaşla Avrupa'da tanışmışlar. Bilmem, size daha fazla tafsilat vermek doğru olur mu?
Başımı salladım:
-Sözlerinizin doğru olduğunu ispat için evet.
-Arkadaşımın adı Münevver'dir. Eski mabeyincilerden birinin kızıdır, ilk defa sevdiği bir adamla evlenmiş, bahtiyar olamamıştı. Sonra hastalandı. Doktorlar Avrupa'ya gönderilmesini tavsiye ettiler. Tam iyi olup memleketine döneceği bir sırada başına bu geldi. Kâmran Bey, bir aralık İsviçre'ye gitmiş.
İzinle mi, vazifeyle mi, pek bilemiyorum. Tesadüfleri orada olmuş. Kararan Bey, bir hafta için İsviçre'ye geldiği halde iki aya yakın bir zaman orada kalmış, Hatta bu yüzden galiba bir cezaya da uğramış.
-Müsaadenizle bir sual, dedim. Arkadaşınızın bunları benim haber almamı istemekten maksadı ne?
Yabancı kadın, bu defa ayağa kalkmaya mecbur oldu. Eldivenli ellerini ovuşturarak:
-İşte bunu söylemek güç, dedi. Münevver, bugün sizin düşmanınız vaziyetindedir.
-Estağfurullah.
-Öyledir, Feride Hanım. Fakat hiç fena bir insan değildir. Gayet içlidir. Kâmran Bey, onun için rastgele bir macera değildir. Onunla evlenmeyi umuyordu. Bir kabahat varsa tamamıyla Kâmran Bey'de. Çünkü bir başkasıyla sözlü olduğunu bile saklamış. Beni bu çirkin vazifeyi üstüme almaya sevk eden şu ki, zaten hasta olan bu içli kadının ölmesinden korkuyorum.
-Doğru söylediğinizden nasıl emin olayım?
-Niçin yalan söyleyeyim, öyle? Münevver, bu haberden sonra katiyen yaşamaz.
-Yazık zavallıya.
-Daha doğrusu ikinize yazık.
Fazla ileri gittiğini anlatmak ister gibi elimle bir işaret yaptım ve güldüm:
-Beni karıştırmayınız, siz şimdilik yalnız onu düşünebilirsiniz.
-Niçin, Feride Hanım? Gerçi Münevver, bunca senelik arkadaşım. Fakat, siz de çok iyi ve bu işte tamamıyla suçsuz, günahsız bir genç kızsınız. Onun için size de acırsam...
Bu defa, daha sertleştim, mağrur bir tavırla:
-Ona müsaade edemem, dedim. Hem zannederim ki artık konuşacak şeyimiz de kalmadı.
Yabancı kadının, bir şey aramak ister gibi, ara sıra el çantasını açıp kapadığını görüyordum. Benim artık konuşmaya nihayet vermek istediğimi görünce bir buruşuk kâğıt çıkardı.
-Feride Hanım, sözlerimden belki şüphe edersiniz diye size Kâmran Bey'in bir mektubunu getirdim. Bilmem, onu görmek sizi müteessir edecek mi?
Mektubu evvela elimle itmek istedim. Fakat sonra yanlış bir şey yapmış olmaktan korkarak aldım.
-İsterseniz onu size bırakayım. Sonra okursunuz. Arkadaşıma artık lüzumu kalmadı. Omuzlarımı silkerek:
-Bana bir faydası olmayacak dedim. Bir hatıradır; kendisinde kalması daha iyi olur. Yalnız bir dakika müsaade ederseniz bir göz gezdireyim.
Karanlık artmıştı. Ağaçların arasından yola çıkarak mektubu gözlerime yaklaştırdım, zaten bu yazıya alışık olduğum için okumaya başladım:
"Benim Sarı Çiçeğim" diye başlıyordu. Arkasından bir sürü edebiyat. Güneş doğmadan evvel nasıl dünyaya belli belirsiz bir aydınlık yayılırsa, "Sarı Çiçeği" görmeden evvel de onun kalbine böyle bir aydınlık yayılmış, "içimde anlaşılmaz bir sevinç var. Ben, mutlaka fevkalâde bir şeyle karşılaşacağım!" diyormuş. Nihayet o fevkalâdelik olmuş, bir akşamüstü otelin bahçesinde ışıklar yanarken "Sarı Çiçeği" karşısında görmüş...
Ondan ötesini o kadar çabuk okuyordum ki, gözlerim gittikçe artan karanlık içinden yazıları o kadar fena seçiyordu ki, hemen hiçbir şey aklımda kalmadı, diyebilirim. Yalnız bilmem neden mektubun birkaç defa tekrar ettiğim şu son satırlarını hâlâ şimdi bile gözümün önünde buluyorum:
"Gönlüm boştu. Sevmeye ihtiyacım vardı. Sizi uzun ince vücudunuzla, menekşe gözlerinizle karşımda görünce her şeyin rengi değişti."
Yabancı kadın, ağır ağır yanıma gelmişti, sesi titreyerek:
"Feride Hanım, sizi üzdüm. Fakat inanınız ki" diye bir cümleye başlamak istedi.
Ben, birdenbire silkinerek sözünü kestim, mektubu uzatarak:
-Ne münasebet, dedim. Üzülecek bir şey yok ortada. Bunlar olağan işler. Hatta, size teşekkür bile edeceğim. Bana bir hakikati öğrettiniz. Şimdi artık sizden müsaade isteyeceğim.
Hafif bir baş selamıyla yürüdüm. Fakat o, beni tekrar arkamdan çağırdı:
-Feride Hanım, bir dakika daha müsaade. Arkadaşıma ne söyleyeyim?
-Vazifenizi yaptığınızı söyleyiniz. Öte tarafı artık kendi bileceği şeydir, dersiniz, olur biter.
Yabancı kadın, bana bir kere daha seslendi, fakat artık dinlemedim, hızla ağaçların arasına daldım.
Kâmran'ın bizim artık bir daha barıştığımızı göremeyeceği kayanın yanında ne kadar beklediğini bilmiyorum. Fakat beklemekten usanarak odama geldiğinde ve masanın üstünde çizgili mektep defteri yaprağına karalanmış şu birkaç satırı gördüğü zaman herhalde şaşalamış olacaktır:
"Kamran Beyefendi. 'Sarı Çiçek' romanını baştan başa öğrendik. Bir daha ölünceye kadar birbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum.
FERİDE"
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro