Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

5

Üç gün sonra, Ayşe Teyzem'Ie Müjgân da bize katılmış olarak sürü sepet İstanbul'a dönüyorduk. Havadisi oğlunun bir mektubuyla öğrenen Besime Teyzem ile Necmiye bizi, Galata rıhtımında karşılamaya koşmuşlardı.

Nişanlılığımın ilk haftaları herkesten kaçmakla geçti. Bunların başında Kâmran geliyordu. O, benimle yalnız kalmak, beraber gezinmek ve konuşmak istiyordu. Zannederim, bu, her nişanlı gibi onun da hakkıydı. Fakat ne çare ki, ben dünyadaki nişanlıların en acemi ve vahşisiydim. Kâmran'ın bana doğru geldiğini gördüğüm zaman ürkmüş bir at gibi patır patır kaçıyordum, arkamdan sapan taşı yetişemiyordu.

Müjgân vasıtasıyla ona bir ültimatom vermiştim. Karşı karşıya geldiğimiz zaman benimle nişanlı gibi konuşmayacaktı. Sözünü tutmazsa her şeyi bozacağımı yeminlerle söylüyordum. Müjgân, Tekirdağ'da olduğu gibi burada da ara sıra beni yatağımda sıkıştırıyor:

-Niçin bu deliliği yapıyorsun, Feride? diyordu. Biliyorum ki, onu ölesiye seviyorsun. Bunlar, sizin en güzel zamanlarınızdır. Kim bilir, onun sana söyleyecek ne güzel şeyleri vardır...

Müjgân, bazen bu kadarla kalmıyor, incecik elleriyle saçlarımı okşayarak onun ağzından konuşuyordu.

Yatağımda büzülerek:

-İstemiyorum... Korkuyorum, utanıyorum, tuhaf bir şey işte... Anlatamayacağım ki, diye sızıldanıyor, daha üstüme varırsa ağlıyordum.

Sonra, beni bırakıp yatmaya gittiği zaman Kâmran'ın söylediği şeyleri kendi kendime tekrar ediyor, bu kelimelerin ahengi içinde uykuya dalıyordum.

Teyzem, bana özene bezene bir nişan yüzüğü yaptırmıştı. Benim yaralı parmaklarıma yakışmayacak kadar göz alıcı, zengin taşı vardı...

Bunu teyzem, bir İstanbul dönüşünde, beni bir pencere kenarına çekerek bir sürpriz gibi gösterdiği., karşıki ağaçların içinde kaybolmak üzere olan güneşe tutup parıldattığı zaman, gözlerimi kapayarak geri çekildim, ellerimi arkama sakladım, kızardığımı göstermemek için yüzümü perdenin karanlığına siper ettim.

Teyzem, beni anlamadı, sevinçle boynuna sarılmayışıma hayret eder gibi:

-Beğenmedin mi yoksa, Feride? dedi. Soğuk bir sesle:

-Çok güzel teyze, mersi, dedim.

Bu hareketime, canının sıkıldığı anlaşılıyordu. Mamafih, bu, uzun sürmedi. Tekrar gülümsemeye başlayarak:

-Elini uzat da bir tecrübe edelim, dedi. Eski bir yüzüğünü ölçü verdim, inşallah dar falan değildir.

Teyzem kolumu zorla çekecekmiş gibi, arkama sakladığım parmaklarımı birbirine kilitliyordum:

-Şimdi imkânı yok, teyze dedim. Daha sonra...

-Çocukluk etme, Feride.

İnatla başımı önüme eğdim, ayaklarımın ucuna bakmaya başladım.

-Birkaç gün sonra akrabalarımıza bir küçük davet vereceğiz. Nişan takacağız.

Yüreğim hızlı hızlı çarpıyordu:

-İstemem, dedim. Buna mutlaka lüzum görüyorsanız ben mektebe gittikten sonra yapın.

Güzel bir azarı hak etmiştim. Fakat, teyzem, yine büyüklüğün kendinde kalmasını istedi. Gülümserken dudaklarını kısarak hafif bir alay geçti:

-Nasıl, nişan toplantısında senin yerine bir vekil mi koyacağız? Nikâhta öyledir ama kızım, nişanda henüz böyle bir âdet çıkmamıştır.

Verilecek cevap olmadığı için önüme bakmakta devam ediyordum.

Teyzem, alacağım dersin şiddetini gidermek için bir eliyle belimden tuttu; öteki eliyle çenemi, saçlarımı, alnımı okşayarak:

-Feride, zannederim ki, artık çocukluğu bırakmak zamanı gelmiştir, dedi. Şimdi senin yalnız teyzen değilim, annenim de...Buna pek memnun olduğumu söylemeye lüzum yok değil mi? Sen, Kâmran için, huyunu bilmediğim herhangi bir yabancı kızdan çok daha iyisin. Yalnız...Yalnız biraz fazla havaisin. Çocuklukta bu, belki pek zararlı bir şey değildir. Fakat gitgide büyüyorsun. Büyüdükçe de elbette ağırlaşacaksın, akıllanacaksın. Mektebini bitirmene ve evlenmenize aşağı yukarı; dört sene var. Hayli uzun zaman. Böyle olmakla beraber sen, nişanlı bir kızsın. Ne demek istediğimi, bilmem anlatabiliyor muyum? Ciddi ve ağırbaşlı olmalısın. Çocukluğa, yaramazlığa, inatçılığa artık nihayet vermelisin. Kâmran'ın ne kadar ince hisli ve nazik olduğunu biliyorsun.

Kelimesi kelimesine aklımda kalmış olan bu sözlerde hakikaten yakıp hırpalayacak bir şey var mıydı? Bunu bugün bile anlamış değilim. Fakat, ne bileyim, teyzemin beni kıymetli oğlu için biraz küçük gördüğü korkusunu seziyordum.

Nasihatlerinin nasıl tesir ettiğini anlamak ister gibi: -Şimdi artık anlaştık, değil mi, Feride? dedi. Sırf akraba ve bir iki yakın dost için bir nişan ziyareti yapacağız.

Kendimi çiçeklerle ve avizelerle süslü bir masada şimdiye kadar alışmadığım bir tuvaletle, bambaşka saçlar ve çehreyle onun yanında gördüm. Bütün bakışlar üzerimize toplanmıştı.

Birdenbire titreyerek silkindim:

-İmkânı yok bunun teyze, diyerek dörtnala aşağı kaçtım.

Müjgân, bugünlerde benim için bir abladan fazla bir şey, hemen hemen bir anne olmuştu. Geceleri odamızda yalnız kaldığımız zaman lambayı söndürüyor, onun hırpalanmaktan büsbütün incelmiş vücudunu kollarımın arasına alıyor, cevap vermemesi için elimle ağzını tıkayarak yalvarıyordum:

-Dünyada en acıdığım, alay ettiğim insanlar, nişanlı kızlardı. Ben, onlardan biri oldum. Onlara yalvar. Kimse bana, nişanlı demesin. Yerin dibine geçiyorum, korkuyorum, ben daha çocuğum. Önümüzde daha dört uzun sene var. O zamana kadar daha büyürüm, alışırım. Kimse bana nişanlı muamelesi etmesin şimdi.

Nihayet, ağzı serbest kalan Müjgân:

-Peki, diyordu. Yalnız bir şartla. Daha doğrusu iki şartla. Evvela benimle boğuşmayacaksın. Sonra, onu çok sevdiğini bana, yalnız bana, bir kere daha tekrar edeceksin.

O zaman, Müjgân'ın göğsüne yüzümü saklıyor, başımla üst üste birkaç kere "evet" işareti yapıyordum.

Müjgân, vaadinde durmuştu. Evdekilerden olsun, dışarıdakilerden olsun kimse yüzüme karşı -nişanlandığımdan- bahsetmiyordu. Arada bir şakalaşmaya kalkanlar olursa benden, ağızlarının payını alıyorlar ve susuyorlardı Hatta, bunlardan biri bir gün benden, ağzına bir hafif şamardık da yedi. Fakat bereket versin yabancı değil, kuzenimin ta kendisiydi bu... Benim tarafımdan gayet haklı bir şamardık; fakat, Allah esirgesin, Besime Teyzem duysa, kim bilir, bana neler yapardı.

Böyle olmakla beraber, yine de köşkte pek rahat sayılmazdım. Mesela, mevkiim büyüdüğü için, günün birinde beni evin daha hatırlı bir odasına taşıyorlar, perdelerimi, karyolamı, gardırobumu değiştiriyorlardı ve bunun sebebini sormaya, tabii cesaret edemiyordum.

Bir gün, araba ile Merdivenköyü'nde bir köy düğününe gidilecekti. Araba, kalabalıkçaydı. Boş bulundum:

-Arabacının yanına bineyim, dedim.

Bir kahkaha koptu. Ben, kızararak kös kös arabaya bindim.

Eskiden olduğu gibi ara sıra mutfaktan kayısı kurusu falan aşırmaya gittikçe hain aşçı:

-Ne istersen açık yeyiver, küçükhanım. Gayrı zatınıza hırsızlık yakışmaz, diye benimle alay ediyordu.

Kimse, henüz bir şey söylemediği halde artık sokaktan çocuk çağırmaya da cesaret edemiyordum. Kırk yılda bir ağaca çıkmak için bucak bucak saklanmak ve geceyi beklemek lâzım geliyordu. Fakat, bunların arasında en başa çıkılmazı, Kâmran'dı. Vakanın son günleri köşkte, onunla kovalamaca oynamakla geçti diyebilirim.

O, beni yalnız yakalamak için fırsat arıyordu. Ben, bütün şeytanlığımı, kendimi tenha bir yerde kıstırmamaya sarf ediyordum.

Ara sıra bana teklif ettiği araba gezintilerine yanaşmıyor, pek fazla ısrar ederse yanımıza -Müjgân'dan başka- birini alıyor ve yolda mütemadiyen onunla konuşuyordum. Müjgân'dan başka diyorum Çünkü Müjgân'ın yolda beni; onunla yalnız bırakmak için kaçmayacağına, yahut da lüzumsuz gevezelikler etmeyeceğine emniyetim yoktu.

Kâmran, bir gün bana:

-Biliyor musun, Feride, beni bedbaht ediyorsun dedi.

Kendimi tutamadım:

-Şimdiden mi? dedim.

Bu suali, o kadar komik bir hayretle sormuştum ki, ikimiz de gülmeye başladık.

-Müjgân'a söylediğini bir kere de senin ağzından işitmek istiyorum. Zannederim ki, bu benim hakkım

Müjgân'a ne söylediğimi hatırlamıyormuşum gibi yalandan gözlerimi havaya kaldırdım, düşündüm. Sonra:

-Evet, ama, dedim. Müjgân kız. Cariyeniz de, zannederim, öyle. Aramızda konuştuğumuz her şey, herkese söylenemez.

-Ben herkes miyim?

-Yanlış anlamayınız. Tipiniz, biraz kadın tipi olmasına rağmen erkeksiniz. Demek ki, bir kız arkadaşa söylenecek her şey bir erkeğe tekrar edilmez.

-Ben, senin nişanlın değil miyim?

-Galiba bozuşacağız. Biliyorsun ki, ben bu kelimeyi istemiyorum

-Görüyorsun ki, kendime bedbaht demekte hakkım var. Yine belki ağzıma vurursun diye kelimeyi söylemeye cesaret edemiyorum. Fakat sana karşı, kimse için duymadığım bir his var içimde...

Ne vakitten beri, kaçtığım kapana tutulmak üzere olduğumu anladım. Konuşursam, ya sesim titreyecekti, ya başka bir münasebetsizlik yapacaktım. Kâmran'ın sözünü ağzına bırakarak sokağa doğru bir koşu kopardım.

Onun da, arkamdan geleceğini zannediyordum. Fakat öyle bir şey işitmeyince yavaşladım; biraz sonra, usulca arkama baktım.

O, sadece ağaçlardan birinin altındaki bir kamış kanepeye oturmuştu.

Kendi kendime:

-Galiba ben, ayıp yapıyorum, dedim.

Öyle sanıyorum ki, Kâmran bu esnada bana baksa pişmanlığımı anlayacak, tekrar yanıma gelecekti ve galiba, ben de artık kaçamayacaktım.

Kuzenimin oturuşunda, hakikaten bedbaht bir insan tavrı vardı. Kendi kendime gayret vermek için söylenmeye başladım:

-Sinsi sarı çıyan. Bu bahçede mesut dulun etekleri arkasından nasıl koştuğunu daha unutmadım. Pekâlâ yapıyorum.

Tatilin son günlerinde başımdan geçen bir kazayı da söylemeden geçemeyeceğim.

Köşk halkı bir gün sağ elimin bir parmağının kocaman bir sargı beziyle bağlı olduğunu gördüler. Soranlara:

-Bir şey değil, bir parçacık kestim; ziyanı yok, kendi kendine geçer, diyordum.

Teyzem yarayı inatla sakladığımı fark edince:

-Mutlaka bir yaramazlık ettin. Ehemmiyetli bir şey ki, saklıyorsun. Bir hekime gösterelim, başımıza bir iş açar, diyordu.

Hakikat şuydu: Teyzem, beni bir gün yatak odasındaki gardırobundan galiba bir mendil almaya göndermişti. Gardırobun aralık bir gözünde mavi kadife kaplı bir mahfaza gördüm. Bu, benim nişan yüzüğümdü. Onu bir dakika parmağımda seyretmek hevesine karşı koyamadım. Fakat, bu kapris, bana pahalıya mal oldu. Yüzük, teyzemin korktuğu gibi biraz dar yapılmıştı; bir türlü parmağımdan çıkmıyordu. Manasız bir heyecan içinde bir hayli zorladım, sonra dişlerimle çıkarmaya çalıştım. Nafile. Ben, uğraştıkça parmak şişiyor, yüzük büsbütün daralıyordu.

Söylesem muhakkak bir çaresini bulacaklardı. Fakat, nedense, bu yüzükle yakalanmak fena halde kibrime dokunuyordu. İşte o zaman, parmağımı bir sargı ile bağladım. Tam iki gün vakit buldukça odama kapanıp sargıyı çıkararak kendi kendime saatlerce uğraştım. Üçüncü gün, hakikati utana sıkıla teyzeme itiraf etmeye hazırlandığım bir zamanda yüzük kendiliğinden çıkıvermesin mi?

Niçin? Her halde, geçen iki gün içinde üzüntü ve sıkıntıdan zayıflamış olacaktım.

Tatilin son günü, hazırlığa başlamıştım. Kâmran, buna itiraz etti:

-Bu kadar aceleye ne lüzum var. Feride? Birkaç gün daha kalabilirsin, dedi.

Fakat ben, model bir talebeymişim gibi razı olmuyor:

-Sörler, mutlaka mektep açıldığı gün gelmemi tembih ettiler. Bu sene de dersler çok sıkı, diye çocukça bahanelerle inat ediyordum.

Kâmran, bu ısrarım karşısında yine bir hüzün ve dalgınlık nöbeti geçirdi.

Ertesi gün, beni mektebe götürürken hiç konuşmadı ve ayrılacağım zaman:

-Benden bu kadar çabuk kaçmak isteyeceğini ummazdım, Feride, diye sitem etti.

Zaten, pek öyle aklı başında, çalışkan bir talebe değildim. Üstelik bu dert çıkınca büsbütün kendimi şaşırdım.

İlk üç ayın notları son derece fena gitti. Bu, bir gayret yapıp kendimi toparlamazsam, sınıfta kaldığımın resmiydi.

Bültenler dağıtıldığı günün akşamı Sör Aleksi, beni bir köşeye çekti.

-Notları beğendin mi, Feride? dedi. Bedbin bir tavırla başımı saklayarak:

-Epeyce bozuk Ma Sör, dedim.

-Epeyce değil, pek çok. Ben sizin bu kadar düştüğünüzü hatırlamıyorum. Halbuki bu sene başka türlü çalışacağını umardım.

-Hakkınız var. Bu sene geçen seneden bir yaş daha büyüğüm.

-Sadece o kadar mı?

Garip şey! Sör Aleksi, çenemi okşuyor, manalı manalı gülüyordu. Ne yapacağımı şaşırarak gözlerimi gözlerinden kaçırdım.

Ah bu Sörler! Dünyaya ait hiçbir şeyin farkında görünmemelerine rağmen en küçük dedikoduları bilirler, öğrenirler. Kimden? Nasıl? On sene aralarında yaşadığım ve öyle pek alık, salak bir kız olmadığım halde bunu bir türlü anlayamamışımdır.

Ben, bir bahane ile kendimi kurtarmaya uğraşırken, Sör Aleksi, daha açıldı:

-Zannederim ki, bültendeki numaraları herkese göstermekten sıkılacaksınız, dedi.

Arkasından daha ağır bir taş:

-Bu sene sınıf geçemezseniz bir sene, bir uzun sene daha burada beklemek tehlikesi var.

Baktım ki, taarruza geçmezsem Sör Aleksi'den yakamı kurtarmaya imkân yok. Çaresiz, yüzsüzlüğü ele aldım, yalansı bir saflıkla:

-Tehlike mi? Niçin tehlike? diye sordum.

Sör Aleksi, kadınca konuşmasının zaten son hadlerine varmıştı. Bundan ilerisine gitmek, aşağı yukarı, benimle yüz göz olmak demekti. Mağlup olduğunu bana göstermekten çekinmeyen koket bir tavırla yanağıma bir fiske vurdu:

-Onu, sen kendi kendine bulabilirsin, dedi ve yürüdü.

Mişel, bu sene mektepte yoktu. Olsaydı, muhakkak, beni, konuşmaya mecbur edecek, zihnimdeki perişanlığı büsbütün arttıracaktı.

Bir sene evvel uydurma bir masaldan bahsederken ne kadar serbest ve farfaraysam bu sene hakikaten nişanlı bir kız vaziyetine düştükten sonra o kadar korkak olmuştum. Arkadaşlarımdan beni tebrik edenleri kısa, kuru bir teşekkürle başımdan savıyor, yılışmak meylini gösterenlere yüz vermiyordum.

Yalnız, bir tanesi, bizim taraflardaki bir ermeni doktorun kızı, bu inadımı yenmeye muvaffak oldu. Hafta tatillerini mektepte geçiriyordum. Üç ay içinde, ya iki ya üç gece eve çıkmıştım.

Sebebini kendim de pek iyi bilmediğim bu inat, Besime Teyzem'le Necmiye'yi gücendiriyor, Kâmran'a ne düşüneceğini, ne yapacağını şaşırtıyordu. O, ilk aylarda her hafta mektebe uğruyordu. Sörler bir şey söylemeye cesaret edememekle beraber bir nişanlının bir talebeyi ziyaret etmesini skandal addediyorlar, kuzenimin beni parloir'da beklediğini haber verirken, yüzlerini ekşitiyorlardı.

Ben, parloir'ın mahsus açık bıraktığım bir kapı kanadına dayanıyor, ellerimi mektep gömleğimin kayış kemerlerine sokarak ayakta nihayet beş dakika konuşuyordum. Kuzenim, ara sıra bana, mektup yazmayı da teklif etmişti. Fakat Sörlerin, gelen mektupları, Türkçe bilen birisine okuttuktan sonra yırtmak âdetleri olduğunu söyleyerek vazgeçirmiştim.

Bu ziyaretlerin birinde, aramızda hiç hoş olmayan bir konuşma geçtiğini hatırlıyorum.

Kâmran, uzak durmama sinirlenerek kapıyı zorla kapamak istemişti. Fakat, o yaklaşırken ben, kendimi dışarı atmaya hazır bir vaziyet almış, alçak sesle:

-Rica ederim Kâmran, demiştim. Biliyorsunuz ki, odada görünür görünmez kaç delik varsa, o kadar da göz vardır. O birdenbire duraladı.

-Nasıl olur, Feride? Biz nişanlıyız. Yavaş yavaş omuzlarımı kaldırdım:

-İşte, asıl o bozuyor ya dedim, bir gün: "Ziyaretleriniz biraz sıkça oluyor. Affedersiniz ama, burasının mektep olduğunu hatırlamanız lâzım gelir!" yolunda bir söz işitmek istemezsiniz...

Kâmran, bembeyaz kesildi ve o günden sonra bir daha mektebe uğramadı.

Yaptığım, hakikaten fenaydı. Fakat, başka çare yoktu. Kâmran'ın yanında sınıfa dönüş, bütün başların bana çevrilmesi, yürekler acısı bir şeydi.

Ne anlatıyordum? Evet, bir gün doktorun hafta tatilinden dönen kızı bana:

-Kâmran Bey, Avrupa'ya gidiyormuş, öyle mi? dedi. Birdenbire şaşaladım:

-Nereden bu haber? dedim.

-Babamdan Madrid'deki amcası çağırmış. "Bilmiyorum" demeyi kibrime yediremedim.

-Evet, öyle bir fikir var; küçük bir seyahat, dedim.

-Pek küçük değil, sefaret kâtibi oluyormuş.

-Çok az kalacak.

Konuşmayı bu kadarla keserek ayrıldık. Arkadaşımın babası, bizim köşkten ayağı eksik olmayan bir insandı. Aile dostumuz gibi bir şeydi. Havadisin doğru olması mümkündü. Fakat, nasıl oluyor da, bana bir şey söylemiyorlardı. Günleri hesapladım. Yirmi günden beri köşkten haber alamamıştım.

O gece hep bu meseleyi düşündüm. Kâmran'a gösterdiğim manasız uzaklığı unutuyor, bu kadar mühim bir şeyi bana haber vermediği için içimden darılıyordum. İşin nihayetinde biz artık birbirine bağlı iki insandık.

Ertesi gün, perşembeydi. Hava, açık olduğu için öğleden sonra gezmeye çıkacaktık, içim içime sığmıyordu. Bu düşünceler içinde bir gece daha geçirmek fikri beni korkuttu.

Sör Süperiyör'e giderek teyzemin hasta olduğunu söyledim ve izin istedim.

Allahtan o gün, sörlerden biri Kartal'a gidiyordu. Erenköy istasyonuna kadar beraber gitmek şartıyla, Sör Süperiyör, istediğim izni verdi.

Elimde küçük valizimle köşke vardığım zaman ortalık kararmak üzereydi.

Kapıda beni, köşkün köpeği karşıladı. Bu, ihtiyar köpek, son derece açgözlü ve dalkavuktu. Çantamda, iyi kötü daima yenecek bir şey bulunduğunu bildiği için yolumu kesiyor, karşımda ayağa kalkarak geri geri yürüyor, ön ayaklarıyla bana tutunmaya çalışıyordu. Ağaçların arasından Kâmran'ın bana doğru gelmekte olduğunu görerek yere çömeldim, köpeğin üstüme sürünmesini istemediğim kirli ayaklarını yakaladım.

O, kocaman ağzını güler gibi açarak dilini sarkıtıyor, ben, onun burnunu sıkıyordum. Hasılı, aramızda bir oyun, bir cilveleşmedir gidiyordu.

Kâmran ta yanıma geldiği zaman keşfetmiş gibi görünerek:

-Şu gülüşe bakınız, dedim. Aman, ne kocaman ağız! Timsaha benzemiyor mu?

O, şimdilik dudağında acı bir tebessümle yalnız bana bakıyordu.

Köpeği bırakarak eteklerimi silkeledim; mendilimle ellerimi de sildikten sonra birini kuzenime uzattım:

-Bonjur, Kâmran, teyzem nasıl? Ehemmiyetli bir şey değil inşallah...

O, biraz hayretle:

-Annem mi? diye sordu. Annemin hiçbir şeyi yok. Hasta diye mi duydun?

-Evet, hasta diye işittim de merak ettim; pazara kadar sabredemeyerek izin aldım.

-Kim söyledi?

Yeni bir yalan uydurmaya vakit olmadığı için:

-Doktorun kızı, dedim.

-O mu sana söyledi?

-Evet, söz arasında: "Babamı size çağırdılar, galiba teyzeniz hastaymış" dedi.

Kâmran, hayret ediyordu:

-Yanlış olacak. Hatta doktor, son günlerde, ne annem, ne de başkası için köşke uğradı.

Bu nazik bahis üzerinde fazla durmadan:

-Çok sevindim, dedim. Öyle merak ediyorum ki... Onlar, tabii, içerdeler...

Çantamı yerden alarak yürümek istedim. Kâmran, elimden tuttu:

-Neden bu acele Feride? Adeta benden kaçıyorsun! dedi.

-Ne münasebet, dedim. Botlarım sıkıyor da... Zaten içeriye beraber gidecek değil miyiz?

-Evet, ama, içeride de, çaresiz herkesle beraber konuşacağız. Halbuki, ben seninle yalnız konuşmak istiyorum. Heyecanımı gizlemek için alaycı bir tavır alarak:

-Emir sizin, dedim.

-Mersi. O halde, istersen kimseye görünmeden bahçede biraz dolaşabiliriz.

Kaçmamdan korkuyor gibi elimi bırakmıyordu. Öteki eliyle çantamı aldı. Yan yana yürümeye başladık. Nişanlandık nişanlanalı ilk defa yan yana...

Yeni yakalanmış bir kuşun yüreği, göğsünde nasıl atarsa benimki de öyle atıyordu. Fakat zannederim ki, beni bıraksa da artık kaçmaya kuvvet bulamayacaktım.

Birbirimize bir şey söylemeden bahçenin sonuna kadar yürüdük. Kâmran, beklediğimden çok fazla müteessir ve dargın görünüyordu. Bu üç ay içinde ne olmuştu, aramızda ne değişmişti, bilmiyorum. Fakat, bu saatte kendimi ona karşı suçlu görüyor, şimdiye kadar gösterdiğim vahşiliğe pişman oluyordum.

Kış ortasında olduğumuzu unutturacak kadar güzel ve sakin bir akşamdı. Etrafımızdaki kuru dağ tepeleri bir mercan kızıllığı içinde yanıyordu. Kâmran'a karşı suçlarımı bu kadar kolay kabul etmemde bunun da mı tesiri vardı acaba, bilmiyorum.

Bu saatte, onun gönlünü alacak bir kelime bulmak benim için dayanılmaz bir ihtiyaçtı. Fakat, aklıma hiç bir şey gelmiyordu.

Artık geri dönmekten başka yapılacak iş kalmayınca Kâmran:

-Şuraya biraz oturabilir miyiz, Feride? dedi.

-Sen, nasıl istersen, dedim. Vakadan sonra ilk defa sen diyordum. Kâmran, pantolonuna dikkat etmeden oradaki bir kayanın üstüne oturuverdi. Onu, hemen kolundan tutup kaldırdım:

-Sen, naziksin; kuru yere oturma, dedim ve arkamdaki lacivert pardösüyü çıkararak oturacağı yere serdim.

-Ne yapıyorsun, Feride? dedi.

-Hasta olmaman için, dedim. Zannederim ki, seni muhafaza etmek bundan sonra benim vazifem oluyor.

Kuzenim bu sefer de galiba kulaklarına inanamadı:

-Ne söylüyorsun, Feride? dedi. Bunu sen mi bana söylüyorsun? Nişanlandığımızdan beri senden işittiğim en tatlı söz.

Başımı önüme eğdim ve sustum.

Kâmran, pardösümü tekrar eline almıştı. Okşar gibi hareketlerle kollarına, yakasına, düğmelerine dokunuyordu.

-Sana biraz sitem yapmaya hazırlanıyordum, Feride, dedi. Fakat şimdi hepsini unuttum. Gözlerimi kaldırmadan:

-Ben sana bir şey yapmadım ki, dedim. O, beni tekrar vahşileştirmekten ürküyormuş gibi yanıma yaklaşmaktan korkarak:

-Zannederim ki, yaptın, Feride, dedi. Hatta fazlaca bile.

Bir nişanlı, bu kadar ihmal edilir mi? içimde fena şüpheler de uyandı. Sakın Müjgân yanılmış olmasın?

İstemeden güldüm. Kâmran, merakla sebebini sordu, evvela cevap vermek istemedim. Fakat, o, ısrar edince gözlerimi kaçırarak:

-Müjgân yanılsaydı, böyle olmazdı ki, dedim.

-Böyle ne demek? Yani benim nişanlım mı? Gözlerimi kapayarak üst üste iki defa başımı salladım.

-Feridem!

Bir küçük feryada benzeyen bu ses hâlâ kulağımdadır. Gözlerini açtım ve onun büyümüş gibi görünen gözlerinde iki iri yaş damlası gördüm.

-Beni, bu dakika içinde o kadar mesut ettin ki, ölürken aklıma gelirse ağlayacağım. Öyle yüzüme bakma. Sen daha pek küçüksün. Mümkün değil, öyle şeyleri anlayamazsın. Hepsini unuttum artık.

Kâmran, bileklerimi tutmuştu. Onları geri çekmedim, fakat hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bu, böyle bir nöbetti ki, Kâmran, adeta korktu.

Aynı yollardan geriye dönerken ben, hâlâ ikide bir içimi çekiyor ve hıçkırıyordum. O, artık bana elini dokundurmaya cesaret edemiyordu. Fakat, ben onun gönlünün rahat ettiğini anlıyor ve memnun oluyordum.

-Sen önden gitmelisin, dedim. Ben havuzda yüzümü iyice yıkayacağım. Beni, bu suratla görürlerse ne derler?

Birdenbire aklıma gelmiş gibi Kâmran'a sordum:

-Avrupa'ya bir seyahat varmış öyle mi? O, cevap verdi:

-Bir fikir. Daha doğrusu, benim fikrim de değil. Madrid'deki amcamın bir tasavvuru. Nereden duydun? Kısa bir tereddütten sonra:

-Doktorun kızından, dedim.

-Doktorun kızı, sana ne çok haberler veriyor, Feride?

Kâmran dikkatle yüzüme bakıyordu. Kızararak başımı çevirdim.

-Sakın annemin hastalığı bir bahane olmasın?

-Doğru söyle, Feride. Sen bunun için mi geldin?

Yanıma yaklaşmıştı. Elleriyle başımı okşamak istiyor, fakat ürkütmekten korkuyordu. Halbuki ben, bilâkis, ona alışmaya başlamıştım. Sualini bir kere daha tekrar etti:

-Tahminim doğru mu, Feride?

Kâmran'ı çok memnun edeceğini hissederek: "Evet" diye başımı salladım.

-Ne güzel... Dünden beri talihim ne kadar değişti!

Ellerini oturduğum koltuğun kenarlarına dayayarak bana doğru eğildi. Bu vaziyette dört tarafımdan kuşatılmış bulunuyordum. Bana el dokundurmadan yaklaşmak için kurnazca bir buluş. Oturduğum yerde kirpi gibi büzülüyor, omuzlarımı kaldırarak geri çekiliyordum. Çok yakın olan yüzüne bakmamak için mendilimle oynayarak sordum:

-Amcan ne teklif ediyor.

-Olacak gibi değil. Beni, sefaret kâtibi olarak yanına almak istiyor. Muayyen bir mesleği, yahut bir memuriyeti olmamasını bir erkek için eksiklik sayıyor. Ben, tabii onun fikirlerini söylüyorum. "İlerde bir sefaret memuruyla beraber Avrupa'ya gitmek belki Feride'yi de memnun edecektir" diyor. Ne bileyim, birtakım sözler...

Bahis ciddileştiği için Kâmran muhasaraya nihayet vererek doğrulmuştu. Ben de, hemen yerimden kalktım.

Konuşmamız devam etti:

-Bu teklife niçin "Olacak şey değil" dedin? Avrupa'ya gitmek seni memnun etmeyecek mi?

-O cihetten söylemiyorum. Bundan sonra, ben artık hareketlerimde serbest bir insan değilim. Hayatıma taalluk eden her şeyi seninle konuşmaya mecburum. Öyle değil mi?

-O halde gidebilirsin.

-Demek, benim İstanbul'dan ayrılmama razı oluyorsun, Feride?

-Madem ki bir erkek için mutlaka bir meslek lazımmış...

-Sen, benim yerimde olsan gider miydin?

-Zannederim ki, giderdim. Yine zannederim ki, senin de şimdi öyle yapman lâzım.

İtiraf etmeliyim ki, bu sözleri yalnız dudaklarım söylüyordu. Yoksa, içimden bu dakikada büsbütün başka türlü konuşuyordum. Mamafih, bana da hak vermen lâzım. "Ben seni bırakıp gideyim mi?" diye sorana başka türlü cevap bulunur mu?

Öte taraftan, Kâmran da, bu ayrılığı bu kadar kolay kabul etmeme müteessir oluyordu. Bana bakmadan odanın içinde bir iki adım yürüdükten sonra döndü, aynı suali tekrar etti:

-Demek amcamın teklifini kabul etmemi doğru buluyorsun?

-Evet.

-O halde düşünürüz. Kati bir karar vermek için, daha vaktimiz var.

Yüreğim hafifçe burkuldu. "Düşünürüz" deyince artık mesele kalmıyor muydu?

Herkesin daima benden istemiş olduğu gibi, bir büyük insan ağırbaşlılığıyla konuşmaya başladım:

-Ben, daha fazla düşünmeye değer bir şey görmüyorum. Amcanın teklifi hakikaten hoş bir teklif. Kısa bir seyahat hiç fena olmaz.

-Bir memuriyet, o kadar kısa bir şey mi, Feride?

-Doğrusu, pek uzun da sayılmaz. Bir, iki, üç, dört senecik. Göz yumup açıncaya kadar geçer... Tabii arada geleceksin de...

Bu bir, iki, üç, dört seneyi parmaklarıyla o kadar kolay sayıyordum ki...

Kâmran'ı bir ay sonra, Galata rıhtımından vapura bindiriyorduk. Onu, Avrupa'ya gitmeye teşvik ettiğim için, arkabalarımın hepsi beni tebrik ediyorlardı. Yalnız Müjgân, bundan memnun olmadı. Tekirdağ'dan bana yazdığı mektupta, "Hiç iyi yapmadın, Feride" diyordu. "Mani olmalıydın. En güzel senelerinizi ayrı geçirmekte ne mana vardı? Dört sene, biter tükenir şey mi?"

Mamafih bu dört sene Müjgân'ın korktuğundan çok daha çabuk geçti.

Kâmran tekaüt olan amcasıyla beraber büsbütün İstanbul'a döndüğü zaman ben bir ay evvel mektepten çıkmış bulunuyordum.

Mektepten çıkmak! Ben, içinde yaşadığım müddetçe bu loş binaya "güvercinlik" adını vermiştim. Elimde iyi kötü bir diploma ile kendimi dışarı atacağım günün benim için bir kurtuluş bayramı olacağını söylerdim. Fakat günün birinde güvercinliğin kapısı açılınca kendimi; boyumu bir hayli uzatan yeni siyah çarşafım, uzun topuklu iskarpinlerimle sokakta bulunca neye uğradığımı şaşırdım. Üstelik teyzem de köşkte düğün hazırlıklarına başlamış. Bu, beni büsbütün çileden çıkardı.

Köşk, boyacılar, dülgerler, terziler, uzak semtlerden gece yatısına gelmiş akrabalarla dolup boşalıyordu. Herkes, kendine göre bir işle meşguldü. Kimi, şimdiden davet mektupları yazıyor, kimi, eksikleri tamamlamak için çarşı pazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu. Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü münasebetsizlikler yapıyordum. Son parti bana, bir delilik ârız olmuştu. Eskiden olduğu gibi, misafir çocuklarını peşime takıyor, köşkün altını üstüne getiriyordum.

Her yer gibi, mutfakta da tamir ve boya vardı. Bunun için yeni aşçı, kabını kaçağını arka bahçede kurduğu bir çadıra nakletmiş, açıkta yemek pişirmeye başlamıştı.

Bir akşamüstü onun, çadırın önünde tatlı kızartığını gördüm ve derhal aklıma bir şeytanlık geldi:

-Çocuklar, dedim. Siz şu kümeslerin arkasına saklanınız. Hiç sesinizi çıkarmayın. Ben size tatlı çalıp getireceğim.

Aradan beş dakika bile geçmeden elimde dolu bir tabakla küçük arkadaşlarımın yanına dönüyordum.

En iyisi, çocuklara paylarını dağıttıktan sonra, her birini bahçenin bir köşesine dağıtmak ve tabağı kümesin içine saklamaktı. Fakat ben bunu, daha doğrusu aşçının, hırsızlığı fark edince hiddetle öteye beriye koşacağını akıl edememiştim.

Biraz sonra, mutfak çadırının önünde bir kıyamettir koptu. Aşçı, "Bunu yapanın vallahi billahi kemiklerini kıracağım!" diye bağırıyordu. Fena halde korkan küçükler beni dinlemeyerek, kaçışmaya başladılar ve şüphesiz pek iyi de ettiler. Çünkü, biraz sonra, aşçı izimizi keşfediyor, elindeki kocaman kepçeyi bir sopa dehşetiyle sallayarak deli gibi üstümüze saldırıyordu.

Hain adam, aralarında beni en büyük gördüğü için, ötekileri bırakıp beni kovalamaya başlamıştı. Bu arada ayağı takılıp yere boylu boyunca yuvarlanınca, hiddeti büsbütün arttı.

Aşçı yabancı, vaziyet ise çok nazikti. Yakalanırsam, derdimi anlatıncaya kadar hiç olmazsa bir, iki kepçe yiyecek, rezil olacaktım.

Köşk tarafına doğru manevra yapmaya imkân olmadığı için, çaresiz sokak tarafına koşuyor, çığlık çığlığa haykırıyordum.

Allah'tan olacak, sabahtan beri çalışan terzi matmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye hava almaya çıkmış. Yolun bir köşesinde onlarla karşılaşınca, "Geliyor" diye boyunlarına sarıldım ve arkalarına saklandım.

Dilber Kalfa, aşçının kepçesine karşı ellerini uzatarak:

"Ne yapıyorsun, aşçıbaşı, çıldırdın mı? O, gelin hanım, diye bağırdı.

Başka bir zamanda olsaydı, bu kelime için, Dilber Kalfa'yı, mutlaka hırpalardım. Fakat, o kadar korkmuştum ki, ben de gayri ihtiyari onunla beraber bağırıyordum:

"Vallahi ben, gelin hanımım, aşçıbaşı!"

Ben, bu aşçı kadar çılgın ve aksi insan görmedim. Kalfa ve matmazelin teminatlarına bir zaman inanmadı. "Yok, böyle hırsız gelin hanım olmaz!" diye söylendi; neden sonra, aklı yatınca da: "Öyleyse aferin gelin hanım sana!" dedi. "Alırsın öyleyse yeni pantolonu, bak, pantolonun diz kapağını da patlattırdın bana!"

Adamcağız, düştüğü zaman burnunu da çarpıp sıyırmıştı ama, bereket versin, onu tazminat hesabına katmıyordu.

Gizli kalması için, yaptığım işarlara rağmen, bu komedi duyuldu ve her yemekte bana bakıp bakıp gülmek âdet sırasına girdi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro