Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

4

Akşamüstü, arabamız geciktiği için yaya olarak dönüyoruz. Bu tabii, daha iyi. Zaten çiftlik uzak bir yerde değil... Teyzem, kendi yaşında iki komşusuyla arkadan geliyor. Biz, nihayet biraz canlanmaya karar veren Müjgân'la kol kola hayli önden yürüyoruz. Yolun bir yanında yıkık duvarlar, çitlerle çevrilmiş bahçeler, öte yanında o büyük ümitsizliğe benzeyen yelkensiz ve dumansız deniz var.

Bahçelerde vakitsiz bir sonbahar başlamış, duvarları, çitleri saran yeşillikler kurumuş, tek tuk çiçekleri toz içinde sararıp buruşmuş. Seyrek fasıllarla birbirinden ayrılan cılız gürgenlerin ince, titrek gölgeleriyle beraber yolun tozları üzerine kuru yapraklar dökülüyor.

Yalnız, ta uzaklarda, kendi haline bırakılmış bahçenin derinlerinde birtakım kırmızı benekler seçiliyor. Bunlar böğürtlendir ve muhakkak ki Allah onları çalıkuşları gagalasın diye yaratmıştır.

Bu sebepten, ümitsiz denizi bırakıyorum ve Müjgân'ın kolundan tutup böğürtlenlere doğru sürüklemeye başlıyorum.

Arkadakiler kaplumbağa adımlarıyla bizi geçip aşağı köşenin başına varıncaya kadar biz, seksen defa işimizi bitiririz.

Fakat Müjgân Abla insanı sabırsızlıktan çıldırtacak kadar mızmız. Tarlanın ortasında yürürken iskarpinin topuğu burkuluyor, kuru ekin saplarının ayaklarına batmasından korkuyor, iki karışlık bir hendekten atlamak lâzım geldiği zaman tereddüt ediyor.

Bir aralık bir köpeğin hücumuna uğradık. Müjgân'ın el çantasına sığacak büyüklükte bir köpek.

Ablam, bunu görünce kaçmaya, imdat istemeye kalkıştı.

Nihayet, böğürtlenlerden de korkuyordu. "Hastalanacaksın...Miden bozulacak" diye yemişleri elimden kapmak istiyordu. Ara sıra hafifçe boğuşuyorduk.

Böğürtlenler eziliyor, yüzüme yapışıyor, benim geniş yakalarıma iki sırma çapa işlenmiş beyaz maren bluzumu lekeler içinde bırakıyordu.

Aradakiler bize yetişinceye kadar biz işimizi bitiririz demiştim ama, ben Müjgân ve böğürtlenlerle devamlı halde çalışırken onlar yolun alt başını bulmuşlardı. Galiba bizi merak ettikleri için köşeyi dönüyorlar, arkaya bakıyorlardı. Yanlarında bir erkek vardı.

Müjgân, "Kim acaba?" dedi.

-Kim olacak, bir yolcu, yahut bir köylü.

-Zannetmiyorum.

Doğrusu aranırsa onu ben de pek zannetmiyordum. Akşamın alacakaranlığı ve yol kenarındaki büyük ağaçların gölgeleri arasında pek iyi seçilmemekle beraber başka türlü bir insan olduğu görülüyordu.

Biraz sonra bu erkek bize el salladı, sonra onlardan ayrılarak bize doğru yürüdü.

Şaşırmıştık. Müjgân:

-Çok tuhaf! Herhalde bir bildik olacak, dedi ve biraz sonra heyecanla ilave etti:

-Feride, bu Kâmran'a benziyor. Sakın...

-İmkânı yok. Ne işi var burada, dedim.

-O, vallahi, ta kendisi.

Müjgân koşmaya başladı. Ben, bilâkis yürüyüşümü daha ağırlaştırmıştım. Soluğumun tıkandığını, dizlerimin kesildiğini hissediyordum.

Yolun kenarında durdum. Ayağımı büyük bir taşın üzerine koyarak eğildim, iskarpinlerimin bağını çözdüm; sonra ağır ağır yeniden bağlamaya başladım.

Yüz yüze geldiğimiz zaman ben, sakin ve biraz da alaycıydım:

-Hayret, dedim. Siz buralarda... Bu kadar uzun yolculuğu nasıl göze aldınız?

O, bir şey söylemiyor, bir yabancı karşısında gibi çekingen bir gülümseme ile yüzüme bakıyordu. Sonra elini uzattı.

Ben, kendiminkileri hemen geri çektim, arkamda sakladım.

-Müjgân Abla ile kendimize bir böğürtlen ziyafeti verdik. Ellerim yapış yapış. Sonra da üstüne tozlar yapıştı. Teyzeler nasıl? Necmiye nasıl?

-Gözlerinden öpüyorlar, Feride.

-Mersi.

-Ne kadar yanmışsın, Feride... Derin pul pul olmuş.

-Güneşten.

Bir aralık Müjgân söze karıştı:

-Sen de öyle, Kâmran, dedi.

-Kim bilir... Şemsiyesiz mehtapta mı dolaştı, nedir? dedim.

Gülüştük ve yürüdük.

Biraz sonra Ayşe Teyzem ile Müjgân, kuzenimi aralarına aldılar. Teyzemin komşuları kırkı geçmiş yaşlarıyla kendilerini kadından, Kâmran'ı erkekten sayarak biraz alarga gidiyorlardı.

Ben, önde çocuklarla beraber yürüyordum. Fakat kulağım arkadaydı. Kuzenimin teyzemle Müjgân'a, kendisini hangi rüzgârın buraya attığını anlatmasını dinliyordum:

-Bu yaz İstanbul'da çok sıkıldım, dedi. Ama bilemezsiniz ne kadar çok...

Topuğumu hiddetle yere vurdum, içimden "Elbette, dedim, mesut dulu yad ellere kaçırdıktan sonra bundan tabii ne olur?"

O, devam etti:

-Evvelki gece ayın on beşi idi. Bir arkadaş grubuyla Alemdağ'ına çıktık. Son derece güzel bir geceydi. Fakat benim yorucu eğlencelere tahammülüm yok. Sabaha doğru kimseye haber vermeden kendi kendime şehre indim. Hasılı, fena halde sıkılıyordum. Birkaç gün İstanbul'dan uzaklaşmayı düşündüm.

Fakat nereye gidersiniz? Yalova'nın mevsimi değil. Bursa bu aylarda cehennem gibi yanar.

Birdenbire aklıma siz geldiniz. Zaten sizi de dehşetli göreceğim gelmişti.

Eniştemle teyzem o akşam Kâmran'ı geç vakte kadar bahçede alıkoydular. Müjgân da yorgunluktan ayakta duramayacak halde olmasına rağmen, burunlarının dibinden ayrılmıyordu.

Ben, bilâkis gruba alarga duruyor, ikide birde içeride yahut bahçenin arka taraflarında kayboluyordum.

Bir aralık, bilmem niçin, yanlarına yaklaşmak lâzım gelmişti. Kâmran, halimden alındığını gösteren bir tavırla:

-Misafire hürmette kusur ediliyor galiba, dedi. Ben gülerek omuzlarımı kaldırdım:

-"Misafir misafiri çekemez" derler dedim.

Müjgân, beni tekrar kaçırmamak ister gibi sımsıkı bileğimden eteğimden tutuyordu. Silkindim ve yatmaya ihtiyacım olduğunu söyleyerek odama çıktım.

Müjgân, geç vakit odaya geldiği zaman ben yatağımda uyumuyordum. Karyolamın kenarına oturdu, yüzüme baktı. Güleceğimi hissederek öte tarafa döndüm, horlamaya başladım.

O, zorla başımı kaldırdı:

-Sahtekârlığa lüzum yok, aç gözlerini, dedi.

-Vallahi uyuyordum, diye gözlerimi iri iri açtım. Fakat ikimiz de kendimizi tutamayarak gülmeye başladık. Müjgân çenemi okşayarak:

-Tahminim doğru çıktı, dedi.

Sert bir hareketle karyola demirlerini zangırdatarak doğruldum:

-Ne demek istiyorsun? O, birdenbire ürktü:

-Hiç... Hiç, dedi. Sonra gülerek ilave etti:

-Allah aşkına boğuşmaya falan kalkayım deme, yorgunluktan ölürüm. Sonra lambayı söndürerek yatağına girdi.

Birkaç dakika sonra da ben onun karyolasına gitmiş, başını yastığından kaldırarak kollarıma almış bulunuyordum. Fakat o zavallı hakikaten uyumuştu. Gözlerini açmadan: "Yapma, Feride" diye yalvardı.

-Peki, dedim. Yalnız dilinin ucunda bir şey var ki mutlaka söylemezsen bu sefer ben uyuyamayacağım.

Odanın karanlığına, Müjgân'ın kapalı gözlerine rağmen yüzümü onun saçlarına saklayarak kulağına fısıldadım:

-Senin aklından delice bir şeyler geçiyor. Anlıyorum... Ona bir şey söyleyecek olursan seni zorla kucağıma alır, ikimizi birden denize atarım...

Müjgân:

-Peki... Peki... Ne istersen, dedi ve hâlâ hafif hafif başını sarsmakta devam etmeme rağmen tekrar uyudu.

Kâmran'ın gelmesi hakikaten keyfimi kaçırdı. Ona karşı duyduğum hiddete, korkuya, iğrenmeye benzer karmakarışık his günden güne artıyordu. Karşı karşıya geldiğimiz zaman hiç sebep yokken kabalık ediyor ve kaçıyorum.

Bereket versin Aziz Eniştem, misafirine fena halde kancayı takmıştı. Onunla görüştürmek için eve çeşit çeşit insanlar çağırıyor ve hemen her gün uzun bir araba gezintisine yahut yerlilerden birinin bağ ve bahçesine davete götürüyordu.

Bir sabah yine böyle bir davete gitmeye hazırlanırken kuzenimle merdiven başında karşılaştım. Yolumu kesti, işitilmediğinden emin olmak ister gibi bir tavırla etrafına baktıktan sonra:

-İkramın fazlalığından öleceğim, Feride, dedi. Ben, onunla merdiven parmaklığı arasındaki aralıktan ona sürünmeden geçip geçemeyeceğimi hesap ederek:

-Fena mı? dedim. Sizi her gün gezdiriyorlar. Kâmran, komik bir yeisle gülümsedi, gözlerini tavana kaldırdı:

-"Misafir misafiri çekemez" ama, misafirin misafire ev sahibini çekiştirmesi eski usullerdendir, dedi. Bari ben de öyle yapayım...

Kuzenim nedense benim ilk gece söylediğim "misafir misafiri çekemez" sözüne içerlemişti. İkide birde bana bunun için taş atıyordu.

-İyi ama, dedim. Ortada şikâyet edilecek bir şey yok. Her gün yeni yerler, insanlar tanıyorsun. O, tekrar dudak büktü:

-Tanıdığım insanlar hiç öyle zevk verici insanlar değil. Artık kendimi tutamadım:

-Sizi eğlendirecek insanı nereden bulup getirsinler, zavallılar? dedim.

Kâmran, kendisini eğlendirecek insandan kimi kastettiğimi anlamıştı. Heyecanla ellerini uzattı:

-Feride, dedi.

Fakat uzanan elleri boşta kaldı. Ben, onun vücuduyla merdiven parmaklığı arasındaki delikten fırlayıp kaçmıştım. Basamakları ikişer ikişer atlayıp şarkı söyleyerek bahçeye doğru koşuyordum.

Nihayet bir gün Müjgân bana edeceğini etti...

Bir sabah, onunla deniz kenarındaki bayırda dolaşıyorduk.

Gece yağmur yağdığı için havada tatlı bir sonbahar serinliği vardı. Dumana, sise benzeyen şekilsiz bir bulut, güneşi saklıyor, denizin durgun yüzünde nereden geldiği belli olmayan uçuk bir aydınlık titriyordu.

O gün nasılsa serbest kalan Kâmran'ın caddeden geçtiğini gördüm.

İri bir ağaç kökünde oturan Müjgân'ın yüzü deniz tarafına dönük olduğu için o, bunun farkında olmamıştı. Ben de görmezlikten gelerek bir yarım çevirme hareketiyle vücudumu aynı istikamete çevirmiştim. Fakat hiçbir şey görmediğim, işitmediğim halde onun bize doğru geldiğini seziyor, ensemde hafif bir ürperti hissediyordum. Müjgân:

-Ne o, sen birdenbire sustun, dedi ve başını çevirince on, on beş adım ileride Kâmran'ı gördü.

Ayaküstü birkaç dakikalık bir sabah sohbetinden kaçınmaya artık imkân kalmamıştı.

Kâmran, Müjgân'a takılmakla söze başladı:

-Bugün de şemsiyenizi unutmamışsınız, dedi. O, gülerek cevap verdi:

-Evet ama, bugün de yağmur tehlikesi var...

Kuzenim, kendi durgun ve kararsız mizacına benzeyen bugünkü havadan pek hoşlandığını anlatıyordu. Müjgân, buna itiraz etti. Elindeki şemsiyeyi açıp kapamakla eğlenerek:

-Güzel ama, insana hüzün veriyor, dedi. Bu mevsimden sonra günler ekseriya bugüne benzer. Sonra kış. Bilmezsiniz buranın kışı ne kadar sıkıcıdır...Babam aksi gibi öyle bir alıştı ki, başka bir yere kaydıracaklar diye ödü kopuyor.

Kâmran, şaka etti:

-O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir, belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.

Müjgân, işi ciddiye alarak başını salladı:

-Allah esirgesin, dedi.

Bu esnada yanımızdan -çıplak ayakla- bir balıkçı geçiyordu. Bir gün kendimi Marika diye tanıttığım ihtiyar balıkçı. Başı yine bir kırmızı mendille sarılı. Bana aşinalık etti:

-Çoktan görünmüyorsun, Marika, dedi.

-Bir gün sizinle balığa çıkmaya hazırlanıyorum, dedim.

Konuşa konuşa bayırın kenarına doğru yürümeye başladık.

Biraz sonra tekrar yanlarına döndüğüm zaman, Müjgân, kuzenime bu Marika hikâyesini anlatıyordu. Sözünü bitirdikten sonra bileğimden tuttu:

-Beni değil ama, galiba Feride'yi büsbütün Tekirdağ'da bırakacağız, dedi. Kısmeti çıktı. İsa kaptan diye bir balıkçının oğluna istiyorlar. Balıkçı deyip de geçmeyin. Son derece zengin bir insan.

Kâmran gülüyor:

-Milyoner de olsa o kadar demokrat olamayız, değil mi, Feride? diyordu. Ben, kuzen sıfatıyla buna katiyen razı olmam.

Akıllı uslu Müjgân'ı bugün hangi hain şeytan dürtüyordu. Kâmran'ın bu sözüne karşı ne dese beğenirsiniz?

-Hepsi o kadar değil, Feride'nin daha yüksek kısmetleri de var. Mesela ateş gibi bir süvari zabiti her akşamüstü atıyla evimizin karşısına geliyor, kendini Feride'ye beğendirmek için tehlikeli hünerler yapıyor.

Kâmran, bu sefer kahkaha ile gülüyor. Fakat bu kahkahanın içinde deminki gülüşe benzemeyen, tuhaf bir şey, bir kırıklık vardır.

-Buna diyeceğim yok. Cevap vermek kendi hakkı, diyordu.

Müjgân'a gizli bir "Sana gösteririm" işareti yaparak:

-Sen çok oluyorsun artık, dedim. Bilirsin ki, böyle lakırdılardan hoşlanmam.

O, ihtiyaten, Kâmran'ın arkasına geçerek bana göz kırptı:

-Yalnızken böyle konuşmuyorsun ama, dedi.

-Yalancı, iftiracı...

Bu sefer, Kâmran, işi parmağına dolamıştı: Bunu bana da söyleyebilirsin, Müjgân, diyordu. Ben yabancı değilim ki...

Hiddetle ayağımı yere vurdum:

-Anlaşıldı. Sizinle kavga etmeden konuşulmayacak. Allahaısmarladık, dedim ve hiddetle denize doğru yürümeye başladım.

Yürümeye başladım, fakat bir his bana bu uzaklaşmanın, başlamış lakırdıyı bırakmayacağını haber veriyordu. Bayırın kenarına gittikten sonra hiddetle denize taş atmaya başladım. Ara sıra yere eğilir gibi yaparak arkaya bakıyordum. Gördüğüm şeyler, hiç emniyet verecek gibi değildi. Müjgân, beni mahvetmek üzereydi ve bunun önüne geçmek için benim elimde çare yoktu.

Evvela gülerek konuşuyorlardı. Sonra ikisi de ciddileştiler. Müjgân, söyleyeceği şeyleri bulmakta güçlük çekiyor gibi şemsiyesiyle toprağa çizgiler çiziyor, kuzenim bir heykel gibi dimdik duruyordu. Nihayet ikisinin de dönüp bana baktıklarını ve fenası, yanıma doğru yürümeye başladıklarını gördüm.

İşin anlaşılmayacak bir yeri kalmamıştı. Kendimi bayırın en dik yerinden olanca hızımla aşağıdaki kumsala kapıp koyuverdim. O gün, o inişte nasıl olup da yuvarlanmadığıma, hem de bir yerimden değil de birkaç yerimden kırılıp dökülmediğime hâlâ şaşarım.

Mamafih, bu tehlikeli deligözlülük de beni kurtarmıştı. Başımı çevirince onların bayırın başka tarafından yavaş yavaş inmekte olduklarını görmeyeyim mi?

Koşmaya başlayacak olsam, bu nazlı insanların -ata da binseler- beni yakalayamayacakları muhakkak. Ancak şu var ki, benim kaçışım manalı olacak, her şeyi anladığımı, yahut hiç değilse bir şeyden şüphelendiğimi gösterecek.

Onun için, hiçbir zorum, sıkıntım yokmuş gibi, ara sıra denize taşlarımı atmakta devam ederek, hızlı hızlı yürüdüm, ilerideki burnu dönersem selamete çıkmış olacaktım. Fakat aksiliğe bakın ki, bu sabah deniz çekilmiş, kayanın ucunda kupkuru bir geçit açılmıştı.

Planım hazırdı. Kumsalda biraz daha yürüdükten sonra, oradaki bir keçi yolundan tekrar bayıra tırmanmaya başlayacaktım. Burası, keçilerin bile zor çıkacakları bir yol olduğu için onlar beni kovalamaktan vazgeçecekler, izimi kaybetmiş olacaklardı.

Yalnız, buranın öte tarafında, birdenbire karşıma çıkan bir komedi yahut facia, birkaç dakika bana her şeyi unutturdu. Biraz evvel yanımızdan geçen ihtiyar balıkçı, elinde bir kürekle kara bir sokak köpeğini kovalıyordu. Hayvan, bağıra bağıra oradan oraya kaçıyor, ihtiyar, ara sıra yetiştikçe küreği biçarenin, ötesine berisine yapıştırıyordu.

Evvela köpeğin kuduz olması ihtimali aklıma geldi ve duraladım. Fakat şimdilik balıkçı, ondan daha kudurmuş görünüyor, kendini kaybetmiş bir halde, çarpınıp çırpınıyor ve bağırıyordu.

Birdenbire yanına yaklaşmaya cesaret edemeyerek bağırdım:

-Ne var, ne istiyorsun zavallı hayvandan? İhtiyar, iyiden iyiye solumuştu. Bir an, dayağa fâsıla vererek küreğine dayandı. Ağlar gibi bir sesle:

-Ne olacak, ateşte kaynayan katranı devirdi meret, dedi. Lâkin, bunu onun yanına bırakmayacağım.

Hiddetin sebebi anlaşılmıştı. Köpek, balıkçının kumsalda bir çalı ateşi üzerinde kaynamakta olan bir teneke katranını devirmişti. Büyük suç! Fakat, herhalde hayvancığın sandal küreğiyle öldürülmesini icap ettirecek derecede büyük suç değildi.

Köpek bir kaya kovuğunun içine, aklınca emin bir yere saklanmıştı. Biraz sonra kürekli düşmanının, ikinci bir hücumuna uğradığı zaman ne yapacağını, kendi ayağıyla girdiği bu kapandan nasıl kurtulacağını düşünmeden, kesik kesik uluyordu. Kumsal boyunca dümdüz koşup gitseydi, yahut benim tasarladığım yoldan bayıra tırmansaydı mutlaka kurtulacaktı.

Vaktim olsa, bu zavallı köpeği kurtarmak için bir şey yapardım. Fakat ne çare ki, benim derdim de kendi başımdan aşkındı. Ben de onun gibi kovalanıyordum.

Müjgân'la kuzenimin, burnu dönmeleri tekrar aklımı başımdan aldı ve arkama dönmeden yine hızlı adımlarla biraz yürüdükten sonra, bayıra tırmanmaya başladım.

Mamafih, evvelce de düşündüğüm gibi, büsbütün kaçmaya da içim razı olmuyordu, ikide birde duruyor, belli etmeden yavaşça arkama, daha doğrusu aşağıya bakıyordum.

Facia, Müjgân'la Kâmran'ı da alakadar etmiş görünüyordu. Devrilmiş katran tenekesinin başında heyecanla konuşuyorlardı.

Nihayet, kuzenimin cebinden çantasını çıkardığını, balıkçıya paralar verdiğini gördüm. Daha garibi, sevinçle küreğini yere atan balıkçı, bana dönüyor, elleriyle işaretler yapıyordu.

Müjgân'ın yaptığını hatırladıkça, aklım çileden çıkıyor, bütün vücudumu ateş basıyordu. Ara sıra tırnaklarımla avuçlarımı kopararak: "Rezil oldum, alacağın olsun, Müjgân!" diyordum.

O hızla zannederim ki, İstanbul'a kadar giderdim. Fakat kapının önünde Aziz Eniştem karşıma çıktı:

-Kız, ne o çehre? Pancar gibi kızarmışsın! Biri mi kovaladı, diye yolumu kesti.

Sinirli bir gülme ile "Ne münasebet!" dedim ve çocuk sesleri gelmekte olan arkaya bahçeye koştum.

Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşu çocuklarını toplayarak, burasını bayram meydanlarına çevirirdim. Bugün, küçük arkadaşlarım, benim davetimi beklemeden irili ufaklı bir sürü halinde gelmişler, salıncağın etrafını sarmışlardı.

Ne güzel tesadüf! Eve gelirken odama kaçarak kapıyı kilitlemeyi düşünmüştüm. Fakat onlar, muhakkak arkamdan gelecekler, zorla kapıyı açtırmak isteyerek, sofada rezalet çıkaracaklardı. Halbuki şimdi, çocukların arasına karışır, işi deliliğe vurarak onların yanıma sokulmalarına mani olabilirdim Arkadaşlarım arasında salıncağa önce binmek yüzünden kavga çıkmıştı. Ben, hemen aralarına atıldım, kollarımla onları iki tarafa dağıtarak:

-Hepiniz kenara sıralanın, bakayım... dedim. Ben, sizi birer birer kendim sallayacağım.

Salıncağa atladım, küçüklerden birini de karşıma alarak, yavaş yavaş sallamaya başladım.

Çok geçmeden onlar sökün ettiler ve çocukların arkasında durdular.

Müjgân, hızlı hızlı soluyor, ara sıra eliyle göğsünü bastırıyordu. Kuzenim, onu fazlaca koşturmuş olacaktı.

İçimden: "Daha beter ol!" dedim ve salıncağı hızlandırdım.

Kenarda nöbet bekleyen çocuklar titizlenmeye, "Çok oldu ama, bizi de, bizi de!" diye bağrışmaya başlıyorlardı. Fakat ben, kulak asmıyor, başımdaki gürgenin sık yapraklarını hışırdatarak, gittikçe artan bir hızla havalanıyordum.

Bu hal, çocukları büsbütün hırslandırmıştı. Sabırsızlıklarından, çizdiğim sınırı aşarak, kendilerini salınacağın önüne atıyorlar, Müjgân'la Kâmran, onları kollarından çekerek yüzlerini, gözlerini çarpıp dağıtmalarına mani oluyorlardı. Daha fenası, benimle beraber sallanan küçük de kesilmişti. Dizlerimin arasında çığlık çığlığa haykıran bu yumurcağın ipleri bırakmasından, yere düşüp ölmesinden korkmaya başlamıştım.

Çaresiz salıncağı durdurdum ve çocuğa çıkışmaya başladım. Bir parça hızlı sallanmaktan korkacak çocuğun, kolan salıncağında ne işi vardı? Bunlar evde küçük kardeşlerinin beşiğinde sallansalar daha iyi olurdu. Daha buna benzer birtakım sözler. Yani açıkçası, Kâmran'ın bana lakırdı söylemesine fırsat vermemek için şirret bir yaygara. Bereket versin öteki çocuklar da ayrı perdeden, ayrı tempodan başka yaygaralar koparıyorlar, bahçeyi cehenneme çeviriyorlardı.

-Beni de, Feride Abla. Beni de. Beni de.

-Hayır, hiçbirinizi almayacağım, korkuyorsunuz.

-Korkmayız Feride Abla, korkmayız, korkmayız, korkmayız.

Bu esnada evin penceresinden teyzemin sesi işitildi:

-Feride, onların da biraz gönlünü ediver, canım.

-Teyze, böyle söylüyorsunuz ama, düşerlerse, bir yerleri kırılırsa sonra beni haşlarsınız.

-A kızım, çocukları düşürtmek şart değil ya. Yavaş sallayıver.

-Teyze, bilmez gibi söylemeyin, rica ederim. Kırk yıllık Çalıkuşu'nu daha tanımadınız mı? Bana güven olur mu? Uslu uslu başlarım. Sonra salıncak gidip geldikçe şeytan yavaş yavaş dürteler: "Haydi, haydi. Biraz daha!" diye. "Etme, eyleme, yanımda çocuklar var!" diye cevap veririm. Fakat o: "Haydi Feride, haydi Feride!" diye tekrar eder. Bu kadar teşvike bir zavallı Çalıkuşu nasıl dayanır, insaf etsenize!

Gevezeliğim tükeniyor, fakat arkam dönük olduğu halde, kuzenimi omuz başımda hissediyordum. Sesim kesilir kesilmez onun başlayacağına hiç şüphem yok. Ne yapmalı? Onunla yüz yüze gelmeden nasıl kaçmalı?

Eteklerime bir çocuğun sarıldığını görüyorum, koltuklarının altından tutarak havaya kaldırıyorum. Bu, misafirlerimin en miniminisi, yedi, sekiz yaşında bir bebekti. Yüzünü yüzüme yaklaştırarak:

-Hatırın kalmasın ama, seninle hiç olmaz diyorum. Bu tombul yanacıkları kanatırsak ne olur?

Çocuğun arkasını bir gölge kaplıyor. Bu, Kâmran'dır. Bu başı başımdan ayırır ayırmaz onunla yüz yüze, göz göze geleceğime hiç şüphe yok. Artık kurtuluş çaresi kalmadı. Ondan kaçınmak, korkmak dünyada kibrime yediremeyeceğim şey, onun için küçüğü kollarımdan indiriyorum ve dimdik Kâmran'ın gözlerine bakıyorum:

-Haydi küçük, Kâmran ağabeye yanaş, o, hanım gibi nazlı, nazik bir çocuktur. Ninnisi eksik bir sütnine gibi seni sarsmadan, yormadan uslu uslu sallar. Yalnız, fazla kıpırdama. Çünkü nazik kolları seni zapt edemez, ikiniz de düşersiniz.

Niyetim, gözlerim gözlerine dikili, ona baş eğdirip neticeye kadar bu küstah ve zalim alaya devam etmek. Fakat o, gözlerini kaçırmıyor, mendilimle tozlu avuçlarımı silmeye başlıyorum.

Kâmran:

-Eğleniyorsun öyle mi yaramaz? dedi. Şimdi görürüz, beraber sallanacağız.

Çevik bir hareketle ceketini çıkardı. Müjgân'ın kollarına fırlattı.

Teyzem pencereden:

-Aman, Kâmran, çocukluk etme. O canavarla başa çıkamazsın, bir yerini kırar, diye bağırıyordu.

Çocuklar, eğlenceli bir şey seyredeceklerini anlayarak geri çekildiler. Biz salıncağın yanında yalnız kaldık.

Kuzenim gülerek:

-Ne bekliyorsun, Feride? dedi. Korkuyor musun? Bu sefer yüzüne bakmaya cesaret edemeyerek:

-Ne münasebet, dedim ve salıncağa atladım.

İpler gıcırdadı, salıncak yavaş yavaş hareket etti.

Ben, ihtiyatlı davranıyor, çok zorlu olacağını hissettiğim bu sallanmada kuvvetimi muhafaza etmek için dizlerimi hafifçe bükmekle iktifa ediyordum.

Gitgide süratimiz artmaya, gürgen, gittikçe çoğalan yaprak hışırtılarıyla sarsılmaya başladı.

İkimiz de dişlerimizi sıkıyor, bir kelime bize biraz kuvvet zayi ettirecekmiş gibi susuyorduk.

Hareketin sarhoşluğu yavaş yavaş beni sarıyor kendimden geçiyordum. Alaycı bir sesle:

-Pişman olmaya başladınız mı acaba? diye sordum. O da, gülerek.

-Kimin pişman olacağını görürüz, dedi.

Dağınık saçlarının arkasından, pırıl pırıl yanan yeşil gözleri bende garip bir kin; bir zulüm meyli uyandırıyordu. Kuvvetle dizlerimi bükerek salıncağa çılgın bir sürat verdim. Şimdi, her gidiş ve gelişte başımız yaprakların içine dalıp çıkıyor, saçlarımız birbirine karışıyordu. Bir aralık, bir rüya içinde gibi teyzemin "Yeter, yeter!" diye bağıran sesini işittim.

Bunu Kâmran da tekrar etti:.

-Yeter mi, Feride? dedi.

-Onu size sormalı, diye cevap verdim.

-Benim için hayır, dedi. Müjgân'dan öğrendiğim güzel şeyden sonra, yorulmama imkân yok...

Dizlerim birden bire gevşedi, iplerin elimden kurtulmasından korktum.

Kâmran, devam etti:

-Bunu ümit ediyordum. Ben, buraya senin için geldim Feride...

-İnelim artık, düşeceğim, diye yalvardım. O, düşkünlüğümü anlamadı:

-Hayır, Feride, dedi. Benimle evlenmeye razı olduğunu ağzından işitmeden seni bırakmam, beraber düşüp ölünceye kadar.

Dudakları saçlarımın arasından alnıma, gözlerime dokunuyordu. Dizlerim büküldü; birbirine kenetlenmiş ellerim açılmamakla beraber kollarım iplerin etrafına kaydı. Kâmran, beni bu esnada kavramamış olsaydı, muhakkak düşecektim. Fakat onun kuvveti beni muhafaza etmeye kâfi değildi. Muvazenesi bozulan salıncağın birdenbire dönen ipleri arasında yere yuvarlandık.

Hafif bir sersemlikten sonra gözlerimi açtığım zaman kendimi teyzemin kucağında buldum.

Islak bir mendille şakaklarımı siliyor:

-Bir yerin acıyor mu, kızım? diyordu.

-Hayır teyze, dedim.

-Öyleyse niçin ağlıyorsun? Gözlerindeki yaşlar ne?

-Ben mi ağlıyorum, teyze? Başımı teyzemin göğsüne soktum:

-Düşmeden evvel ağlamış olacağım, teyze dedim.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro