24
Vakit, gece yarısını geçiyordu. Köşk, çoktan uyumuştu. Müjgân, omuzlarında bir ince atkı, elinde küçük bir şamdanla odasından çıktı. Ayaklarının ucuna basa basa, dura dura Kâmran'ın kapısına geldi. Odada ne ses, ne ışık vardı. Genç kadın, yavaşça kapıya dokundu, fısıltıya benzeyen bir sesle seslendi:
Kapı, çabucak açıldı. Kâmran, soyunmamıştı. Mumun hafif ışığında çehresi daha soluk ve yorgun görünüyor, bu sönük ışık, gözlerini kamaştırmış gibi kirpiklerini kırpıyordu.
-Daha uyumadın mı, Kâmran?
-Görüyorsun ya.
-Niçin lambanı söndürdün?
-Bu gece aydınlık gözlerimi yakıyor.
-Karanlıkta ne yapıyorsun? Acı acı gülümseyerek:
-Hiç, ümitsizliği, zehrimi hazmetmeye çalışıyorum. Fakat sen, bu vakit niçin geldin, ne istiyorsun? Müjgân heyecanını zorla zapta çalışarak:
-Fevkalâde bir havadis var. Telaş etme, Kâmran. Kendine gel, söyleyeceğim.
Odaya girmişlerdi. Müjgân, mumunu yere bıraktı; sonra yavaşça kapıyı kapadı, nereden başlayacağını bilmiyormuş gibi tereddüt ediyor, sakin görünmeye çalıştığı bir sesle:
-Telaş etme, kuzum Kâmran. Fena bir şey söylemeyeceğim, bilâkis çok iyi bir şey. Fakat böyle heyecanlanırsan...
Genç kadın, onu teskin etmeye çalışırken kendi telaşlanıyor, gözlerinde, sesinde yaşlar titriyordu.
-Kâmran, biraz evvel Feride benim odama geldi. Halinde bir fevkalâdelik vardı: "Müjgân, dedi, bugüne kadar dünyada yalnız sana kalbimi açabildim. Senden daha yakın kimsem yok. Sana tevdi edilecek bir sırrım var, onu yarın, ben gidinceye kadar saklayacaksın, sonra söyleyebilirsin. Günün birinde birdenbire geldiğimi gördüğünüz vakit, hayret ettiniz. Size, artık hasrete dayanamadığımı söyledim, bu da doğru. Fakat asıl sebep bu değildi. Ben burada dünyada en çok sevdiğim bir adama, üç ay evvel ölüm döşeği başında verdiğim vaadi yerine getirmek için geldim. Müjgân, size yalan söylemek mecburiyetinde kalmıştım. Ben, şimdi dul bir kadınım. Kocam, üç ay evvel kanserden öldü."
Feride, bu sözleri söylerken başını omzuma dayıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşları içinde devam etti: "Doktorum öleceği gün beni yanına çağırdı. Feride, dedi. Artık zaruret çekmenden korkmuyorum. Çünkü, nem varsa sana kalıyor. Senin gibi sade, sakin bir kadını, ömrümün sonuna kadar rahatlıkla geçindirir. Fakat başka bir şey var, Feride. Kimsesiz bir kadının zengince de olsa, yalnız yaşaması kolay değil. Sonra para başka, şefkat yine başka. Feride, benim rahat öldüğümü istiyorsan şimdi bana yemin et. Ben öldükten sonra İstanbul'a ailenin yanına döneceksin. Eğer daima onlarla beraber kalmak istemiyorsan hiç olmazsa üç ay, iki ay onlarla beraber kal. Dünyanın ucu uzundur. Belki bir gün onlara işin düşer. Yahut günün birinde bir parça aile şefkatine ihtiyaç duyarsın. Hasılı, Feridecik, senin ailenle barışacağından emin olursam, rahat rahat öleceğim, gözüm arkada kalmayacak."
"Bu son arzuyu yerine getireceğimi ağlaya ağlaya söyledim. Fakat doktorum, bunu da kâfi görmedi. Eski nişanlımla da barışmamı istiyor, bir gün onun, benim için belki bir büyük kardeş olacağını söylüyordu. Elimle Kâmran'a teslim edilmek için bana mühürlenmiş bir paket verdi:
-Bunun içinde bir eski gönül kitabı var ki, beni vaktiyle çok müteessir etmişti. Onu mutlaka eski nişanlının okumasını istiyorum. Bunu bu şekilde ona teslim edeceğine yemin et, dedi.
Hakikat işte bu Müjgân. Şimdi her şeyi biliyorsun. Doktorcuğum saf ve temiz bir adamdı. Beni ailemle barıştırmakla hayatımın yetimliğine bir deva bulacağını zannediyordu. Biçare, bunun benim için ne kadar acı olacağını tahmin edemedi. Doktorumu Munise'nin yanına bıraktıktan sonra, İstanbul'a geldim. Orada öğrendiğim şeyler bu vasiyeti yerine getirmenin çok müşkül olacağını bana gösterdi. Kâmran'ın karısının vefatını yeni öğreniyordum. Sonra, benim için bazı fena sözler çıktığını haber alıyordum. Kâmran'ın karısı sağ olsaydı, benim kocası yeni ölmüş bir dul kadın sıfatıyla birkaç gün aile ocağına misafir olmam tabii görülebilirdi. Halbuki şimdi hepiniz, hatta Kâmran, hatta sen, Müjgân -sen ki beni herkesten iyi tanıdın- benim için ne fena şeyler düşünecektiniz. Senelerce bir başına gezdi, dolaştı, türlü maceralarla dolu, kim bilir ne adi hesaplarla kendini ihtiyar bir adama sattı? Şimdi eski nişanlısının yeniden serbest kaldığını haber alınca yine o adi hesaplarla aramıza, beş sene evvel haksız lanetlere, hakaretlere boğarak ayrıldığı o ocağa, o nişanlıya döndü, diyecektiniz. Böyle düşünmeyecek kadar merhametli ve hassas olanlarınız karşısında bile ezilecektim."
Müjgân, gittikçe artan bir heyecanla ve teessürle söylemekte devam ediyordu:
-Ah! Kâmran, Feride'nin kollarımda ne ümitsiz gözyaşlarıyla çırpınarak bunları söylediğini işitseydin! Hele şu son sözlerini dünyada unutamayacağım. Feride dedi ki: "Benim hangi perişan hislerle aile ocağından kaçtığımı, hayatımın ne elemlerle dolduğunu, hangi mecburiyetlerin şevkiyle evlendiğimi anlatmaya imkân yok. Yaşı yirmi beşe girmiş, beş senelik hayatının bir kısmında maceralar içinde sürüklemiş, bir kısmını kocasının evinde geçirmiş bir kadın; yüzüne, vücuduna bir erkek dudağı sürülmemiş bir genç kız olduğunu iddia ederse herkes güler. Herkes ona adi bir yalancı der, değil mi Müjgân? Aksini ispata imkân yok. Daha ziyade söylemeyeceğim. Doktorun Kâmran'a bıraktığı paketin ne olduğunu bilmiyorum. Fakat belki içinde olmayacak bir şey saklıdır. Son arzusunu bu kadar üzüntü, bu kadar ıstırapla yerine getirdim. Fakat, bunu yapmaya kuvvetim kalmadı. Onu, ben yarın vapura bindikten, her şey bittikten sonra Kâmran'a verirsin."
Müjgân sustu. En acı vakalar karşısında hissiz denecek kadar derin bir sükûn ve tahammül gösteren bu genç kadın, çocuk gibi ağlıyordu.
Titreyen ellerini uzatarak:
-Onu artık bırakmayacağız. Kâmran, lâzım gelirse zorla tutacağız. Mazideki vakalar ne olursa olsun, artık sizin ayrılmamanız lâzım, görüyorum ki, dayanamayacaksınız, dedi
Kâmran, adeta uyumuştu. En ehemmiyetsiz bir hülyayı, en sönük bir hatırayı aylarca hasta, muğlak ruhuna gıda yapan bir hayalperest için bu kadar ümit, bu kadar acı fazlaydı. Uzun baygınlıklardan uyanmış hastaların hiçbir şey anlamayan, düşünmeyen gözleriyle karanlığın içinde etrafına bakınıyor, sık sık göz kapaklarını açıp kapıyordu.
Müjgân, atkısının içinden kırmızı mumla mühürlü bir büyük zarf çıkardı:
-Feride'ye verdiğim vaade rağmen onu sana şimdi teslim ediyorum, dedi.
Tekrar atkısını düzelterek odadan çıkmaya hazırlanıyordu. Kâmran, eliyle onu men etti:
-Müjgân, masanın üstünde duran sönmüş lambayı yakarken, Kâmran zarfı açtı. içinden bir mektupla ikinci bir büyük zarf çıktı. Kalın bir yazı ile yazılmış olan mektup, Kâmran'a hitâb ediyordu.
"Kâmran Bey oğlum,
Size bu kâğıdı yazan adam, ömrünün birazını kitaplarına, bir parçasını da hayat denilen bu kör doğuşun yaralılarına vakfetmiş münzevi, merdümgiriz bir ihtiyardır ki, mektubunun elinize değmesinden epeyce zaman evvel dünyaya 'Yuf borusunu' öttürmüş olacak. Pek sevgili bir biçareye son bir iyilik etmek ümidiyledir ki, son nefesinde size bu satırları yazmak zahmetini ona ihtiyar ettirdi. Dinleyiniz:
Bir gün ücra bir köyün, viran bir evinde aydınlık kadar temiz, hülya gibi güzel bir küçük İstanbul kızına tesadüf ettim. Karakış ortasında, karın lapa lapa yağdığı bir gece, odanızın penceresini açsanız, size karanlıktan bir bülbül sesi gelse ne duyarsınız? İşte ben, o dakikada bunu duydum.
Bu masum, nazik, kibar kız çocuğunu, kudretin bu güzel ve nadide süsünü hangi melun talih veya tesadüf, bu karanlık köyün mezbelesine atmıştı? Ruhu ağlarken hikayeleriyle aldatmaya çalışıyordu. Ah zavallı küçük kız! Ben, senin İstanbul'da bıraktığın gafil, aptal sevgilin miyim ki, bu ağızları yutayım? Uykuya doymadan uyanmış çocuklar gibi mahmur gözleri, nereye bastığı görünmeyen savruk halleri, bir hayali dudağın busesiyle titriyor gibi görünen dudakları, bir hayali kucağa sokuluyor hissini veren tavırları, hareketleri bana her şeyi anlattı.
Eski zaman masallarının Leyla'yı aramak için sahralara düşen Mecnun'unu, ara sıra, tatlı bir rikkatle hatırlardım. Bugünden sonra onu bıraktım. Yeni zamanların mezarlıklarla dolu, karanlık köylerinde bir imkânsız aşk rüyası arayan bu berrak ela gözlü, ipekli renkli masum, kibar, küçük "Leyla"sını sık sık hatırlamaya başladım.
İki sene sonra ona, tekrar tesadüf ettim. Hastalık durmuyor, yavrucağı için için yiyip bitiriyordu. Ah, ilk gördüğüm gün onu niye atımın terkisine bindirmemiş, niye ite kaka, zorla İstanbul'a, evime getirmemiştim?... Gaflet!...
İkinci tesadüfümde iş işten geçmiş bulunuyordu. Siz, evlenmiştiniz. Çocuktur, gençtir, belki zamanla unutur diyordum. Bir hastalığı esnasında tesadüfen elime geçen bir defter, bu yaranın ne kadar derin olduğunu bana gösterdi. Bu deftere bütün hayatını yazmıştı. O vakit, ümidimi kestim, onu kendi çocuğum gibi tedavi etmek istiyordum, insanların fesadı, fitnesi buna da imkân vermedi. Bu aralık iyice bir adam bulup onu evlendirmeyi düşündüm. Fakat, bu tehlikeliydi. Kocası ne kadar insan, adam olursa olsun, ondan aşk isteyecekti. Gerçi kızcağızım bunun için doğmuştu, bunun için ölüyordu, fakat bir yabancının aşkı onun için bir hazin angarya olacaktı. Birisini severken bir başkasının kollarına düşmek, belki onu öldürecekti. Bu tehlike karşısında çaresiz, onu nikâhım altına aldım. Yaşadıkça müdafaa edecektim. Öldükten sonra da benim beş on kuruş servetim; üç beş parça emlakim onu geçindirip gidecekti. Şüpheli kız olarak yaşamaktansa, emin bir dul olarak yaşamak onun için daha kolay olacaktı. Bunların hepsinden fazla olarak da bir gün asıl emeline vasıl olması ihtimali vardı. Hayatta imkânsız ne var ki? Nitekim, karınızın vefatı, benim bu ümidimi canlandırdı. İstanbul'dan, sizden daima haber alıyordum. Bu vefat, sizi çok yaralayıp müteessir etmiş olabilir, fakat ben de öyle oldum, dersem riyakârlık olur. Münasip bir çare düşünüyordum. Feride'yi bir budalalıktan ibaret olan nikâh kaydında boşayacak, doğrudan doğruya size iade edecektim. İnsanlar, bilmem bu hareketime ne der? Herhalde ben insanların hakkımda söyleyeceği, düşüneceği şeylerin üstüne çoktan tükürmüş bir adamım, işte bu esnada hastalığım artmaya başladı. Nihayet üç, dört ay içinde meselenin kendi kendine halledileceğine aklım erdi. Fazla söylemeye bilmem hacet var mı? Bir bahane ile Feride'yi ayağınıza gönderiyorum. Mektubumu eliyle teslim edeceğinden şüphem yok. Tabiatını iyi öğrendim, tuhaf bir kızcağızdır. Belki titizlik filan etmeye kalkar, katiyen aldırma, öleceğini bilsen bırakma, kap ederse zorla kadın kaçıran dağ erkekleri kadar vahşi, kaba ol ki, kollarında ölse zevkinden ölmüş olacak.
Şunu da tasrih edeyim ki, bu işte seni zerre kadar düşünmedim. Hani, gönlümün rızasıyla sana, Feride gibi nadide bir kız değil, evimin kedisini bile teslim etmezdim. Fakat, gel gör ki, bu deli kızlara söz anlatmak kabil değil. Sizin gibi toy, kalpsiz adamların nesini severler, bilmem ki?..."
Merhum Hayrullah
NOT: Zarfın içinde Feride'nin defteri var. Geçen sene çiftliğe giderken onu, içinde bulunduğu sandıkla beraber yok etmiş, "arabacılar çalmış olacak," diye bir lakırdı çıkarmıştım. Buna çok üzüldüğünü hissettim. Fakat sesini çıkarmadı. Bu defterin bir gün olup işe yarayacağını düşünmekte ne kadar isabet etmişim!
***
Müjgân'la Kâmran, Çalıkuşu'nun mavi kaplı mektep defterini okuyup bitirdikleri zaman ortalık ağarmaya başlıyor, pencerenin dışındaki dallarda kuşlar cıvıldaşıyordu.
Kâmran, yorgunluk ve ıstırapla ağırlaşan başını defterin sararmış yaprağına koydu. Yer yer gözyaşlarıyla silinmiş bu muhabbet kelimelerini tekrar tekrar öptü. Defteri kapayacakları vakit Müjgân, hafif bir hareket yaptı, onun mavi kabını lambaya yaklaştırıp bakarak:
-Defter bitmemiş Kâmran, kabın üstünde de yazılar var Fakat mürekkebin rengi, mavi kâğıt üstünde güç seçiliyor, dedi.
Lambayı daha ziyade açtılar, başlarını birbirine yaklaştırarak güçlükle şu satırları okudular:
"Dün defterimi müebbeden kapamıştım. Evlendiğim gecenin sabahında değil hatıramı yazmak, eski yüzümü görmemek için aynaya bakmaya, eski sesimi işitmemek için söylemeye cesaret edemeyecektim. Fakat...
Dün, ben gelin oldum. Sele kapılmış bir kuru yaprak mazlumluğuyla kendimi bırakmıştım. Kim ne söylerse yapıyor, hiçbir şeye itiraz etmiyordum. O kadar ki, doktorun İzmir'den getirdiği uzun etekli beyaz elbiseyi giydirmelerine, saçımın bir yanına bir tutam tel iliştirmelerine bile razı oldum. Yalnız, kendimi görmek için büyük bir endam aynasının önüne getirdikleri vakit, belli etmeden gözlerimi yumdum, o kadar. Bütün isyanım bundan ibaret kaldı.
Beni görmeye birçok yabancı geliyordu. Hatta bunların içinde eski muallime arkadaşlarımdan da vardı. Söylenen sözleri işitmiyor, yalnız hepsine aynı titrek tebessümle gülümsemeye çalışıyordum. Bir ihtiyar, yüzüme karşı:
-Ne talih varmış bunakta? Turnayı gözünden vurdu, dedi.
Hayrullah Bey, akşam yemeğine doğru eve geldi. Şişman vücudunu korse gibi sıkan bir redingot giymiş, gelincik rengindeki tuhaf boyunbağı bir yana çarpılmıştı. O kadar mahzun olmama rağmen hafifçe gülmekten kendimi alamadım, bu adamcağızı gülünç mevkide bırakmaya hakkım olmadığını düşündüm. Kırmızı kravatını çıkarıp atarak yerine başka bir boyunbağı taktım. Hayrullah Bey gülüyor:
-Aferin kızcağız, sen amma iyi ev kadını olacaksın. Gördün mü, genç karısı olmanın faziletlerini? diyordu.
Misafirler dağılmıştı. Yemek odasının penceresi yanında, karşı karşıya oturduk. Hayrullah Bey:
-Küçük, dedi. Niye bu kadar geç kaldım, biliyor musun? Bir ziyaret ifa ettim. Munise'nin mezarına birkaç çiçek ile bir parça senin gelin tellerinden götürüp bıraktım. Fakir, senin yanında cesaret edemezdi, fakat yalnız kaldığımız vakit dilinden düşürmezdi: "Ablam gelin olup, tel taktığı vakit, ben de tel takacağım," derdi. Biçarenin kanarya gibi sarı başına teli ben takacaktım amma, olmadı.
Doktor, bunları söylerken kendimi tutamadım, başımı pencereye çevirerek bu mahzun sonbahar akşamının sisleri gibi görünmeyen kirpiklerimde kuruyan gizli yaşlarla uzun uzun ağladım.
Gecenin ilk saatlerini, her akşamki gibi aşağı yemek odasında geçirdik. Hayrullah Bey, gözlüğünü takmış, "Rousseau"sunun kalın cildini dizlerinin üstüne koyarak köşeye oturmuştu.
-Gelin hanım, yeni güveyin kitap okuması caiz olmaz amma, kusura bakmazsın. Korkma, geceler uzun, yeni geline aşk destanları okumaya da vakit bulurum, dedi.
Kenarını işlemekle uğraştığım mendilin üstüne başımı daha ziyade eğdim. Ah, bu ihtiyar doktor! Onu ne kadar sevmiştim. Şimdi ne kadar nefret ediyordum. Demek acıdan, mihnetten bunaldığım vakit başımı omzuna koydukça o... Bu beyaz kirpikli masum mavi gözler, demek bana bir kadın, bir zevce gözleriyle bakmaya tahammül ediyordu. Saat on biri çalıncaya kadar bu acı düşünceler içinde bunaldım. Nihayet doktor, kitabını masanın üstüne bırakarak gerindi, esnedi.
-Ey, gelin hanım, yatak vakti geldi. Haydi bakalım; diye ayağa kalktı. Ellerimden iğnem, yumaklar dökülerek ayağa kalktım, masanın üstünde duran şamdanı aldım.
Camı kapamak bahanesiyle pencereye yaklaştım, uzun uzun karanlığa baktım. İçimden öyle geliyordu ki, usulcacık bu odadan kaçayım, karanlık yollara düşeyim.
Doktor:
-Gelin hanım, sen fazla daldın. Haydi bakalım, doğru yukarıya. Ben onbaşıya bir şey söyleyeceğim, geliyorum, dedi.
İhtiyar sütnine ile bir komşu kadın, elbisemi değiştirdiler. Tekrar şamdanı elime vererek beni kocamın odasına gönderdiler. Hayrullah Bey, daha aşağıdaydı. Bir dolabın kenarında ayakta duruyor, göğsümü soğuktan muhafaza eder gibi kollarımı kavuşturuyordum. O kadar titriyordum ki, şamdan sallanıyor, ara sıra saçlarımın ucunu yakıyordu. Nihayet, merdivenlerde, sofada bir ayak sesi. Hayrullah Bey, bir şarkı mırıldanarak ceketini çıkararak içeriye girdi. Beni görünce şaşırmış gibi:
-Kız, sen daha yatmadın mı? dedi. Cevap vermek için ağzımı açtım. Fakat dişlerim birbirine çarptı. O, yanıma yaklaşmıştı. Hayretle yüzüme bakıyordu.
-Kız, bu ne hal? Sen benim odamda ne arıyorsun? Birdenbire gür bir kahkaha odayı sarstı:
-Kız, sakın buraya!...
Sözünü bitiremiyor, gülmekten tıkanıyordu. Ellerini dizlerine vurup şakırdatarak, parmaklarını toplayıp ağzına götürerek:
-Demek sen buraya... Vay aşifte vay! Sahiden karı koca olduk diye ha?... Tuu utanmaz, arlanmaz!... Allah cezanı versin! İnsan babası yerindeki adama...
Oda, etrafımda fırıl fırıl dönüyor, tavanlar başıma yıkılıyordu. O, parmağını ısırıp utancından adeta kızararak:
-Vay fesat yürekli aşifte vay! Kız, böyle gecelik gömleğiyle odama gelmeye utanmadın mı?
Bu dakikada kendimi görmek isterdim. Kim bilir kaç çeşit renge girmiştim?
-Doktor Bey, vallahi, ne bileyim öyle söylediler.
-Haydi, onlar o haltı yedi, ya sen?... Dünyada her şey aklıma gelirdi, bu yaştan sonra namus ve iffetime böyle bir yüzsüz kızın tecavüz edeceğini zannedemezdim!
Ah Yarabbî, ne işkence! Yerlere giriyor, kanatacak gibi dudaklarımı ısırıyordum. Ben kımıldadıkça, o yalandan şirretlik ediyor, pencereye doğru kaçıp fanila gömleğinin yakasıyla boynunu saklayarak:
-Kız, üstüme gelme, korkuyorum. Vallahi pencereyi açar, yetişin a dostlar, bu yaştan sonra bana...
Ötesini dinleyemeden kapıdan kaçıyordum. Fakat bilmem ne oldu, birdenbire döndüm. Kalbimin o daima itaat edilmek lazım gelen hareketlerinden biriyle:
-Babam, benim babam, diye feryat ettim, ağlayarak kendimi kollarına attım.
O da kollarını açmıştı, aynı derin kalp feryadıyla:
-Kızım, çocuğum, dedi.
O dakikada alnımda titreyen baba öpücüğünün lezzetini ölünceye kadar unutmayacağım.
Odama girdiğim zaman hem ağlıyor, hem gülüyordum. O kadar gürültü ediyordum ki, doktor yanımdaki odanın duvarını vurdu:
-Kız, evi yıkacaksın, o ne gürültü? Fesatçı komşular kabahati bana bulurlar. Bunak, sabaha kadar gelini bağırttı, derler ha! diye seslendi.
Mamafih kendi de benden az gürültü etmiyordu. Odasında dolaşıyor:
-Bu ahir zaman kızlarından ırzımız, iffetimiz sana emanet Yarabbî! diye şirret bağırıyordu. O gece, on defa, o odasında, ben odamda uyanık; duvarları vurarak, horoz, kuş, kurbağa taklitleri yaparak birbirimizi uyutmadık.
İşte, gelin olduğum gecenin hikâyesi. Doktorcuğum o kadar temiz hisli, temiz yürekli bir adam ki, bana evlenmemizin bir sözden ibaret olduğunu söylemeyi bile lüzumsuz görmüştü. Ben, ona nispet ne kadar koket ruhluymuşum, Yarabbî?
Ulvi arkadaşlığımızda o, erkekliğini unutmuştu. Fakat, ben kadınlığımı unutmamıştım. Erkeklerin büyük kısmı çok fena, çok zalim, bu muhakkak. Kadınların hepsi iyi, hepsi mazlum, bu da muhakkak. Fakat erkeklerin, sade kalbiyle ve dinamiğiyle yaşayan pek az kısmı var ki, onlardaki gönül temizliğini her kadında bulmak mümkün değil.
Feride, o gece sabaha doğru uyuyabilmişti. Akşamkinden daha kırgın ve yorgun bir halde uyandığı vakit, güneşin hayli yükselmiş, saatin on biri geçmiş olduğunu gördü. Mektebe geç kalan çocuklar gibi, hafif bir telaş çığlığı ile kendini yataktan attı.
Müjgân, sofrada bir işle meşguldü. Feride, dargın bir sesle:
-Aferin sana Müjgân, dedi. Yola çıkacağım gün niye beni böyle geç bıraktınız?
Müjgân, her günkü soğukkanlılığıyla cevap verdi:
-Birkaç defa odana geldim, o kadar yorgun uyuyordun ki, kıyamadım. Korktuğun kadar geç değil Hem galiba vapur biraz şüpheliymiş, Marmara'da fırtına var.
-Ne olursa olsun artık gideceğim.
-Ben de babama söyledim, senin işinle meşgul olmak için limana indi Hazır olsun, vapur gelirse ya araba gönderirim, ya kendim gelir alırım, dedi.
Feride, bu ayrılık gününü böyle düşünmemişti. Müjgân'ın çocukla meşgul olduğunu, teyzelerinin her günkü gibi konuştuğunu, güldüğünü gördükçe mahzun oluyor, kendine bu kadar az ehemmiyet vermeleri kalbini kırıyordu. Kâmran da görünürlerde yoktu. Müjgân, söz arasında gizlice:
-Feride, sana bir iyilik ettim. Kâmran'ı evden uzaklaştırmaya muvaffak oldum. Seni fazla mustarip etmemek için bu fedakârlığa razı oldu.
-Şimdi hiç gelmeyecek mi?
-Galiba iskelede seninle vedaya gelecek... Tabii memnun oldun.
Gözleri dalgın, hafifçe dudakları titreyerek düşünüyor, parmağıyla şakağının ağrıyan bir noktasına basıyordu:
-Tabii, teşekkür ederim, iyi ettin, dedi.
Müjgân'a bir sürü kırık, manasız kelimelerle teşekkür ederken sevgili çocukluk arkadaşının da gönlünde müebbeden öldüğünü, bir daha onunla barışmayacağını hissediyordu.
Öğle yemeğine oturacakları vakit, komşu bağlarının birinden haber geldi. Şehirde kışlık evlerine inmeye hazırlanan belediye reisleri, hem bağ komşularına, hem Feride'ye son bir ayrılık ziyafeti vermek istemişlerdi.
Feride:
-Nasıl olur? Beni almaya gelecekler, diyordu. Teyzeler:
-Ayıp olacak Feride, beş dakikalık yer. Zaten, senin ne hazırlığın var ki, çarşafını şimdiden giyersin, dediler.
Kendisine evvela bir hasta kedi kadar ehemmiyet vermeyen teyzelerin, bu yarı annelerinin yüzüne bakmamak için başını önüne indirdi:
-Peki, olsun, dedi.
Saat üçe gelmişti, yaprakları sararmış bir çardağın yanından yolu gözleyen Feride, Müjgân'a:
-Bir araba geliyor, Müjgân, zannederim benim için, dedi.
Fakat tam bu dakikada, sahildeki bir ağaçlığın az ötesinden birdenbire bir vapur görünmüştü.
Feride, yüreği ağzına gelerek:
-Geliyor! diye haykırdı. Bağa bir telaş düştü. Yeldirmeleri getirmek için ahretli kızlar koşuyorlardı. Feride, teyzelerine:
-Ben, daha evvel gideyim, siz yetişirsiniz, dedi.
Müjgân'la beraber bağların arasındaki kestirme bir yoldan koşmaya başladılar. Çitlerden atlıyor, bahçelerin içinden geçiyorlardı.
Bahçe kapısının önüne aşçıya tesadüf ettiler. İhtiyar kadın:
-Küçükhanımlar, ben de size geliyordum. Beyler araba ile geldiler, sizi istiyorlar, dedi.
Aziz Bey'le Kâmran, onları ikinci katın sofasında karşıladılar. Aziz Bey, eliyle odayı göstererek:
-İki münasebetsiz misafir geldi, gürültü etmeyin, dedi. Sonra, Feride'yi süzerek:
-Bu ne hal küçükhanım, kan ter içinde kalmışsın? dedi. Sonra gülerek ona yaklaştı, çenesinden tutup gözlerine bakarak:
-Vapur geliyor amma sana hayrı yok. Kocan razı olmuyor. ..
Feride, süratle geri çekilerek, şaşkın şaşkın:
-Enişte, ne diyorsun? dedi.
-Kocan o kızım, ben karışmam!
Feride, hafif bir feryatla ellerini yüzüne kapadı. Düşecekti, fakat bir el bileklerinden tuttu. Gözlerini tekrar açtı... Kâmran'dı.
Azız Bey, heyecanlı bir kahkahayla:
-Ha şöyle, nihayet kafese girdin mi Çalıkuşu? Haydi bakayım, çırpın bakalım, çırpın! Bak, artık para eder mi?
Feride, yüzünü kapamak istiyor, fakat bileklerini Kâmran'dan kurtaramıyor, başını sallamak için kıvranıyor, onun göğsünden, omzundan başka bir yer bulamıyordu. Aziz Bey, aynı heyecanlı bir kahkahayla:
-Etrafındakiler sana tuzak kurdu, Çalıkuşu; bu Müjgân haini esrarını sattı. Allah gani gani rahmet eylesin, merhum senin defterini Kâmran'a göndermiş. Ben onu aldığım gibi Kadıya gittim. Kaleminden çıkmış bazı parçaları gösterdim. Kadı, geniş kafalı adam, hemen nikâhı kıyıverdi; anlıyor musun Çalıkuşu? Bu adam, artık kocan, seni bir daha da bırakacağa benzemiyor.
Feride o kadar kızarmıştı ki, yüzünün rengi ela gözlerine vuruyor, gözbebeklerinin içinde kızıl yıldızlar titreşiyordu.
-Haydi Çalıkuşu, nazlanma artık, görüyoruz ki, saadetten bayılıyorsun, "Fena etmedin enişte, ben bunu istiyordum de!" dedi.
Aziz Bey, yarı zorla ona bu sözleri tekrar ettirdi. Sonra oda kapısını açarak muzaffer bir kahkahayla:
-Şeriat vekilliğine sahibim efendim. Çalıkuşu, pardon Feride Hanım namına işte şu Kâmran Bey'i evlendiriyorum. Duayı edin, biz âmini burada deriz, dedi.
Sonra, Feride'ye:
-Nasıl Çalıkuşu? Parmak kadar yumurcak, bizi senelerce oynatırsın ha! Gördün mü, kaç türlü hile yaptım sana? Bahçeden çocuk sesleri geliyordu. Aziz Bey:
-Şimdi tebrikler, el öpmeler uzun sürer. Hepsi kalsın. Kendi elimle müthiş bir düğün sofrası hazırlayacağım. Haydi oğlum, bizim gevezeliklerimizden size fayda yok. Elbet konuşacaklarınız vardır. Şu dar, arka merdivenlerden karını kaçır. Ta uzağa, istediğin yere kadar, sonra beraber dönersiniz.
Kâmran, Feride'yi hemen kollarında uçurarak merdiven kapısına koşarken Müjgân arkalarından yetişti. İki arkadaş ağlaşa ağlaşa öpüştüler.
Gözlerinden yaş geldiğini göstermemek için gürültüyle burnunu silen Aziz Bey, bir hatip edasıyla kolunu salladı:
-Ey benim kirazımı çalan Çalıkuşu, onu başkalarına çaldıracağın saat çaldı gibime geliyor. Ver onu bana bakayım da hesabımız kesilsin, dedi.
Hâlâ ellerini, Kâmran'dan kurtaramayan genç kızı havaya kaldırıp öptükten sonra tekrar Kâmran'ın kollarına attı:
-Bu gece seni, deniz fırtınasından kurtardık, fakat yanındaki sarı fırtına bana daha müthiş görünüyor. Allah yardımcın olsun, Çalıkuşu, dedi.
Dar merdivende yuvarlanır gibi, uçar gibi iniyorlardı. Kâmran, kolunu Feride'nin belinden geçirmiş, genç kızı nefes aldırmayacak gibi sıkıyor, avuçlarının içinde parmaklarını incitiyordu.
Merdivenin bir yerine Feride'nin eteği takıldı. Nefes nefese bir dakika durdular. Genç kız eteğini kurtarmaya çalışırken Kâmran kesik kesik:
-Feride, sen benim olasın! inanamıyorum. Benim olduğuna kalbimi inandırmak için senin ağırlığını duymaya ihtiyacım var, dedi.
Dudaklarında kesik, tutuk nefesler, vücudunda derin ürpermelerle çırpınan Feride'yi zorla -küçük bir çocuk gibi- kucağına aldı, yüzü onun bozulmuş çarşafından uçan saçları içinde, ağırlığıyla kuvveti artmış, hareketleriyle kanı tutuşmuş, merdivenleri inmeye başladı. Genç kız, vücudunda bir uçuruma yuvarlananların ılık titreyişiyle kendini bırakıyor, hem gülüyor, hem ağlıyordu. Kapının yanındaki küçük taşlıkta yalvarmaya başladı:
-Halime bak Kâmran. Bu halle nasıl dışarı gideriz? Müsaade et, bir dakika odama çıkayım, üstümü değiştireyim, şimdi gelirim.
Kâmran, onun bileklerini bırakmıyor:
-İmkân yok, Feride. O bir defa oldu. Seni bir kere ele geçirdikten sonra tekrar bırakmam, diye gülüyordu.
Genç kız, artık uğraşmaya tâkati kalmamış gibi başını Kâmran'ın göğsüne koydu, yüzünü saklayarak utana utana itiraf etti:
-Gittiğime benim de pişman olmadığımı mı zannediyorsun?
Kâmran, onun yüzünü göremiyor, yalnız çenesini, dudaklarını okşayan, seven parmaklarına sıcak gözyaşı damlalarının düştüğünü duyuyordu.
Yolda, onlar hemen hemen kucak kucağa yürüyorlardı. Karşıdan iki balıkçının geldiğini görerek ayrıldılar. Hemen hiç konuşmuyorlardı. Yan yana yürümek saadeti onları sarhoş ediyordu.
On sene evvel Feride'yi burada ilk gördüğü bağ yoluna geldikleri vakit Kâmran, onu hafifçe omuzlarından tuttu:
-Sen burasını belki hatırlamazsın, Feride, dedi. Genç kız, yolun derinliklerine dikkatle bakarak gülümsüyordu.
-Bu bakışta manalar var, demek hatırlıyorsun? Feride hafifçe içini çekti, bir eski hülyaya gülümser gibi derin, dalgın bir nazarla Kâmran'ın yüzüne baktı:
O dakikada ne kadar sevinmişim, unutur muyum hiç? dedi.
Genç adam, bu başın çevrilmemesi, bu gözlerin gözlerinden ayrılmaması için onu çenesinden tuttu, ağır, derin bir sesle:
-Feride, dedi. Bizim bütün sergüzeştlerimiz burada başlıyor. Beni dinle, öyle görüyorum ki, bu gözler artık beni anlayabilecek kadar ıstırap çekmiş ve düşünmüş. Seni sevmeye başladığım vakit; gülmeden, eğlenmeden başka bir şey düşünmeyen hafif, yaramaz bir kız çocuğu, ışık gibi, ses gibi elde durmasına imkân olmayan bir Çalıkuşu'ydun. Sana karşı derin bir zaafım vardı. Her sabah uyandığım vakit, aşkımı kalbimde biraz daha büyümüş buluyordum. Bu derin zaaf, beni hem utandırıyor, hem korkutuyordu. Zaman zaman öyle bakışların, öyle sözlerin vardı ki, kalbimi derin ümitlerle çırpındırıyordu. Fakat sen, çabuk değişiyordun. Bu gülen, eğlenen çocuk gözlerinin içinde uyanan nazik, hassas genç kız ruhunun görünmesiyle kaybolması bir oluyordu. "Bir çocuk, beni mümkün değil anlamayacak, hayatımı kıracak..." diyordum. Hayatını, gönlünü bu kadar derin bir vefa ile bana vakfedeceğini ümit edemiyordum. Sen, belki beni görünce; uçan rengini, titremeye başlayan bu güzel dudaklarını saklamak için benden kaçıyordun. Ben, bunu bir Çalıkuşu hafifliği sanarak kendimi yiyip bitiriyordum. Söyle bana Feride, bu kadar derin bir vefayı, bu kadar ince bir ruhu, bu küçük Çalıkuşu göğsünün neresine saklamıştın?...
Kâmran, bir dakika sustu. Sonra beyaz nazik şakaklarında ince ter damlalarıyla başını eğerek daha yavaş bir sesle devam etti:
-Derdim bu kadarla da kalmıyordu, Feride. Seni kendi kendimden, hayatımdan, muhtelif saadetlerini birbirinden kıskanıyordum. Dünyada zamanla yıpranmayan, kuvvetini kaybetmeyen hiçbir his yok. "Ya bir zaman sonra Feride'yi bu kadar sevemezsem, ya bu leziz, nadide tahassürü kaybedersem?" diyordum. O vakit, yan yana bitmesinden korkulan ışıkları nasıl söndürürlerse ben de öyle yapıyor, hayalini gözlerimden uzaklaştırmaya çalışıyordum.
Dağlarda ismini bilmediğim bir ot yetişir. Feride, insan, onu daima koklarsa, bir zaman sonra kokusunu daha az duymaya başlar. Bunun ilacı, bir zaman kendini ondan mahrum etmektir. Hatta bazen -sırf o eski güzel kokuyu yeniden bulmak hırsıyla-herhangi bir kokuyu, mesela bir manasız "Sarı Çiçeği" yüzüne yaklaştırır.
Bu ot, güzel kokusu için bazen mihnete de uğrar, insanlar, onu parmaklarının arasında örseler, hırpalarlar. Feride, seni bu ıstıraptan derinleşmiş gözlerin, mahzun düşüncelerden yorulmuş güzel yüzünle ben, bu hırpalandıkça kokusu artan çiçeklere benzetiyorum. Beni anlıyorsun, değil mi? Çünkü artık, gözlerin gülmüyor, benim bu manasız gibi görünen sözlerimle eğlenmiyorsun.
Feride, uyumaya hazırlanan bir çocuk gibi, kirpiklerinde yaş damlaları titreyen gözlerini kapıyordu. Bu heyecanlı yorgunluklardan öyle bitap düşmüştü ki, dizleri kesiliyor, vücudunun bütün ağırlığını Kâmran'ın kollarına bırakıyordu. Bir rüya içinde, hemen hemen yalnız dudaklarının hareketiyle:
-Görüyorsun artık, Çalıkuşu müebbeden öldü, dedi. Genç adam, başını daha ziyade yaklaştırdı, aynı hafif ses:
-Ziyanı yok, ben Çalıkuşu'nun bütün aşkını bir başkasına, Gülbeşeker'e verdim, dedi.
Kâmran, kollarında gittikçe ağırlaşan bu bitap genç vücudun birdenbire canlandığını, bir hayal titreyişiyle kıvrandığını hissetti:
-Kâmran, onu söyleme, yalvarırım sana.
Hâlâ Kâmran'ın göğsünde duran başını biraz arkaya atmış, yüzünü ona çevirmişti. Kesik, donuk nefesleriyle titreyen gerdanının damarları morarıyor, yüzünde, gözlerinde, kızıltılar uçuyordu.
Kâmran, haris bir inatla tekrar etti:
Feride, bütün vücudu titreyerek ayaklarının ucunda yükseldi, genç adamı omuzlarından çekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarında toplanmış boynunu uzattı.
Bir dakika sonra ayrılmışlardı. Feride, uzun bir susuzluktan sonra berrak bir dereden kana kana su içen bir kuş gibi canlanıyor, ayağını yere vurup yüzünü göstermemek için bir yandan bir yana çevirerek:
-Ne ayıp, Yarabbî, ne ayıp! Sen sebep oldun vallahi, sen sebep oldun, diye hırçınlaşıyordu.
Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşu ötüyordu.
-SON-
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro