23
Çalıkuşu, yuvaya döneli on gün olmuştu. Aziz Bey, her akşam tekrar ediyordu:
-Dikkat ediyor musunuz çocuklar? Eve bir başkalık geldi. Çalıkuşu, bu sefer kırlangıç kuşlarına benzedi. Kanatlarının altında adeta bir bahar getirdi. Yazık ki bir gün daha geçti, diyordu.
Feride, gülüyor:
-Ziyanı yok, enişte. Birkaç sene sonra yine izin alır, gelirim. Siz üzülmeyin. Hem de önümüzde bu kadar gün varken... Niçin şimdiden kendimize zehretmeli, diyordu.
Çalıkuşu, tamamıyla eski Çalıkuşu olmuştu. Geçici bir fırtına ile örselendikten sonra tekrar güneşe kavuşan taze çiçekler gibi günden güne açılıyordu.
Yeniden, evdeki çocukların elebaşısı olmuştu. Müjgân'ın üç yaşındaki kızıyla ondan biraz büyük olan Necdet'ten on yedisini bitiren Nermin'e kadar büyüklü küçüklü bütün çocuklar, ona bağlanmışlardı; sabahtan akşama kadar eteklerini bırakmıyorlar, köşkü şenliğe, kahkahaya boğuyorlardı.
Büyükler, bazen yaramazlığın bu derecesinden şikâyet ediyorlardı. Fakat başka bir cihetten de seviniyorlardı. Onlar, her şeye rağmen iki eski nişanlıydı, ilk günlerde beş senede kapanan eski yaralarının yeniden açılmasından korkmuşlardı. Feride'nin taşkın şenliği, onu böyle uzaktan görmekten başka bir şey istemiyor gibi görünen Kâmran'ın halim, sakin bahtiyarlığı onlara biraz emniyet vermeye başlamıştı.
Mamafih, ihtiyatı elden bırakmıyorlar, onlarda en eski zamanlardaki: "Büyük ağabey" ile "Küçük kız kardeş" hislerini yeniden kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı. Uyanmalarından korkulan dalgın hastaların odasında nasıl konuşmaktan çekinilirse, onların yanında da ihtiyatsız bir kelimeyle bu hazin maziyi uyandırmaktan öyle korkuyorlardı.
Aziz Bey, ara sıra:
-Misafirliği biraz daha uzatmak mümkün değil mi? diye sordu.
Gitmek sözünü işittiği zaman daima biraz mahzunlaşan Çalıkuşu:
-İmkân yok enişte. Çalıkuşu, ne de olsa başka yuvanın annesi, onun yolunu da bekleyenler var, diyordu.
Kâmran'a en ziyade dokunan şey de, Feride ile Necdet arasındaki büyük dostluktu. Onları ayırabilmek için çocuğun, Çalıkuşu'nun kollarında uyuyup kalmasını beklemek lâzım geliyordu.
Kâmran, bir gün Feride'nin onunla kavga ettiğini işitti.
Çalıkuşu gülerek:
-Söyle bakayım Necdet, bir kere daha hala, hala, hala diyordu, fakat Necdet ona itaat etmiyor, inatçı sarı başını sallayarak: "Anne, anne, anne!" diyordu.
Kâmran biraz korkarak:
-Bırak Feride, varsın öyle desin, ne ziyanı var? Biçarenin belki öyle söylemeye ihtiyacı var, dedi.
Feride, bir şey söylemeden eğildi, çocuğun başını uzun uzun okşadı.
Kâmran, yine bir sabah, kapalı panjurlarına vuran hafif taş sesleriyle uyandı. Bunun, yalnız Feride'ye mahsus bir uyandırma usulü olduğunu biliyordu Çalıkuşu, yine onu, büyük cevizin altında sabah ziyafetine davet ediyordu, ilk günlerde vaat ettiği gibi artık güzel armut kokusu vermeye başlayan sütün yanında mini mini dışarlık çörekleri, sonra reçele benzeyen pembe bir tatlı vardı.
Feride, çöreklerin üstüne bu tatlıdan sürerek Kâmran'a veriyordu:
-Bunlar benim elimin marifeti... Bu çöreklerin ismini bilmiyorum, fakat tatlıya gülbeşeker diyorlar.
İşini bitirdikten sonra yine o alçak mutfak iskemlesini bularak Kâmran'ın karşısına, hemen hemen ayaklarının dibine oturdu.
-Şimdi söyle bana bakayım Kâmran, gülbeşekeri beğendin mi?
Genç adam, gülerek cevap verdi:
-Beğendim.
-Sevdin mi?
-Sevdim.
-Bir daha söyle.
-Beğendim ve sevdim.
-Öyle değil, Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i sevdim," de. Kâmran bu çocukça ısrarı anlamayarak gülüyordu.
-Ben, Gülbeşeker'i sevdim.
Feride, gözlerinde, yanaklarında ateşler uçarak, utancından kirpikleri titreyerek yüzünü ona yaklaştırıyor, yalvaran bir çocuk gibi boynunu büküyordu. Dudaklarında tutuk nefeslerle:
-Bir kere daha Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum," de.
Genç adam, istediği verilmezse ağlayacak çocuklar gibi bükülen, titreşen bu dudaklara heyecanlı bir hayretle bakıyordu. Sebebini kendinin de bilmediği gizli bir teessürle titreyerek:
-Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum, senin istediğin kadar çok seviyorum, dedi.
Feride, bir çocuk sevinciyle ellerini çırptı, fakat dudakları gülerken gözlerinden yaşlar geliyordu. Ehemmiyetsiz bir şey için ağlayan bir yabancıyı ayıplar gibi: "Ne delilik, bir marifetini beğendirdiğin için bu kadar memnun olmak ne delilik!" diye çırpınıyor, kendi kendisiyle eğlenmeye, parmaklarıyla gözlerini kurutmaya çalışıyordu. Fakat yaşlar bir türlü durmuyordu. Tutuk bir feryada benzeyen bir hıçkırık; sonra yüzü elleri içinde, ağlaya ağlaya içeri kaçtı.
Bir akşamüstü Kâmran, eniştesiyle beraber çarşıdan dönüyordu. Çocuklar, âdet etmişlerdi: Onların geldiğini uzaktan gördükleri gibi kapının içinde dizilirler, yemiş, şeker, çikolata beklerlerdi. Kâmran, birer birer onların payını dağıtırken yanına, ayaklarının dibine küçük taş parçaları düştüğünü fark etti. Son hisseyi verdikten sonra gözleriyle etrafı araştırdı, Çalıkuşu'ydu. Biraz ötede, kocaman bir kestanenin yanında duruyor, eliyle ona işaret ediyordu:
-Manasını biliyorsunuz ya, Kâmran Bey? Biz de varız. Eğleneceği yahut bir muziplik edeceği vakit, daima ona "siz" diye hitâb ederdi. Gülerek devam etti:
-Siz, beni artık pek fazla ihmal ettiniz. Hani payım. Eski kabahatler unutuldu mu sanıyorsunuz efendim? Ya sükût hakkımı verirsiniz, ya o eski kiraz ağacı hikâyesi bu gece sofrada canlanır.
On sene evvel yine bu kapının yanında yaptığı gibi, dilini dişlerinin arasına sıkıştırıyor, sivri kırmızı ucunu göstererek gülüyordu.
Kâmran, pardösüsünün cebinden bir kutu çıkardı, gülerek:
-Verilmiş sadakalarım varmış. Feride, ne güzel tesadüf. Ben de bugün bir kutu fondan aldım, kimseye göstermeden kendim yiyecektim ama madem ki böyle tehdide uğradık, ne yapalım?..
Feride'nin yüzünde bir çocuk sevinci parladı:
-Ne güzel, ne güzel!
-Fakat bir şartla Çalıkuşu. Onları yine ben senin ağzına vereceğim.
-Nasıl olur?
-Ta eskiden... sen on iki, on üç yaşındayken nasıl oluyordu?
Bunu söylerken fondanlardan birini Feride'ye uzatmıştı. Çalıkuşu, birkaç saniye tereddüt etti; sonra başını uzatarak, hafifçe titreyen dudaklarını açtı. Fakat Kâmran'ın bütün ısrarlarına rağmen, bunlardan bir ikincisini yemek istemedi.
-Ver bana, yemekten sonra onu Necdet'le beraber yerim, dedi.
-Seninle şu duvarın yanına kadar gidelim, Feride. Bak, deniz ne güzel. Hem konuşur, hem seyrederiz.
-Peki, fakat şu kutuyu içeri bırakayım. Bir dakikacık. Kâmran, ilk defa ona dokunmaya cesaret etti; bileğinden tutarak:
-Hayır, Feride, dedi. Sana emniyetim yok. Bekle, bir dakikacık, şimdi geliyorum, diyecek gelmeyeceksin, yahut gelsen de kim bilir ne vakit ve nasıl geleceksin? Görüyorsun ki sana emniyetim kalmadı.
Feride, bir şey söylemeden başını önüne eğdi, yavaş yavaş onunla beraber yürümeye başladı.
Kâmran'da bu akşam dalgın bir hüzün vardı. Kendisini zapt edemiyor, kesik, rabıtasız kelimelerle mütemadiyen şikâyet ediyordu. Bir aralık karanlıklarla dolmaya başlayan enginden uçan bir kuş sürüsünü gösterdi:
-Feride, bir zaman sonra sen de bunlar gibi uçup gideceksin, değil mi?
-Peki, arkanda bıraktığın teyzelerden, teyze çocuklarından, eski arkadaşlarından, çocukluğunun geçtiği yerlerden ayrılmak sana pek mi tatlı gelecek?
-Yuvanda mesut ederek, mesut olarak yaşarken harap ve perişan bıraktığın başka bir yuvanın hali hiç mi seni üzmeyecek?
Feride, cevap vermiyor, hatta dinlemiyor, şekerleme kutusunun altına bir kurşunkalem parçasıyla şekiller çiziyor, bir şeyler karalıyordu.
Kâmran acı bir şikâyetle:
-Cevap vermiyorsun Feride? dedi. Çalıkuşu, dalgın dalgın onun yüzüne baktı:
-Affet Kâmran, aklım başka yerdeydi. Ne söylediğini dinleyemedim. Vaktiyle dinlediğim bir eski şarkı vardı ki, unutmuştum, bilmem niçin, birdenbire o aklıma geldi. Unutmayayım diye onu işaret ediyordum. İstersen oku. Ben, üşümeye başladım, içeri gidiyorum.
Kâmran, kutunun altında Feride'nin karışık yazısıyla yazılmış, şu dört mısra-ı gördü:
Pür ateşim açtırma benim ağzımı zinhar,
Zalim, beni söyletme, derunumda neler var;
Bilmez miyim ettiklerini, eyleme inkâr,
Zalim, beni söyletme, derunumda neler var!
***
Bu vakanın üstünden dört gün geçmişti. Feride, eski arkadaşlarından hemen hemen kaçıyordu. Onun yalnız kalabilmek için icra ettiği bütün bahaneleri, kurnazlıkları boşa çıkıyor, başkalarının yanında konuşmak lâzım geldiği vakit yüzüne bakmaktan, göz göze gelmekten çekiniyordu.
Dördüncü günün akşamına doğruydu. Evdekiler o gün yine çoluk çocuk bir yere davetliydiler. Akşam ezanından evvel dönmelerine imkân yoktu. Kâmran, dışarıda şiddetli bir rüzgârın tozu dumana katmasına rağmen, evde duramamış, dolaşmaya çıkmıştı.
Rüzgâr, uzak tepelerde ıslık çalıyor, ağaçlar görünmez bir yağmur sağanağı altında gibi hışırdıyor, göz alabildiğine uzanıp giden yolun üstünde toz kasırgaları koşuyordu.
Kâmran'ın yüzüne, gözlerine tozlar doluyor, her birkaç adımda bir durarak rüzgâra arkasını vermek mecburiyetinde kalıyordu. Çıplak bir tepeciğin kenarında kocaman bir kaya kovuğu gördü. Yanında bitmiş cılız bir ağaç, mütemadiyen çırpınıyor, sıska kollarını sallıyordu. Kâmran, yolunu çevirerek oraya gitti. Kayanın bir köşesini rüzgâra karşı siper ederek oturdu.
Bu kadar gürültüye, bu kadar çırpınmaya rağmen etraf bugün bomboş görünüyordu... Bomboş, dümdüz, tıpkı bir çöl gibi.
Tabiatı, hiçbir gün bu kadar ruhsuz, onun güzel şeylerini bu kadar lüzumsuz, hayatı bu kadar ümitsiz görmemişti!
Ta uzaktan yolun, suların içinden geçiyor gibi görünen denize yakın bir noktasında renkli bir kadın hayali fark etti. Hiç sebepsiz yokuştan indi, ona doğru yürümeye başladı.
Biraz sonra, Nermin'in gülkurusu çarşafını tanıdı. Genç kız da onu görmüş olacak ki, uzaktan şemsiyesini sallıyordu?
Nermin, niçin ötekilerden ayrılmıştı, niye yalnız geliyordu? Bunu merak ederek daha hızlı yürümeye başladı.
Genç kız, rüzgâra karşı başını eğiyor, bir eliyle eteklerini zapta çalışıyor, ötekiyle çarşafının hırçın kuş kanatları gibi çırpınıp havalanan pelerinini tutuyordu.
Yüzünü gördüğü vakit birdenbire Kâmran'ın kalbi çarptı. Nermin'in gülkurusu renkli çarşafı içinde Feride vardı.
Tam birbirine yaklaşacakları vakit rüzgâr, Feride'nin şemsiyesini aldı. Çalıkuşu feryat ederek onu tutmak istedi. Fakat, birdenbire etekleri dağıldı; pelerin uçtu, saçları açıldı. Kâmran, tam dakikasında yetişmişti. Şemsiyesini bir çalı kenarında yakaladı. Pardösüsünü rüzgâra siper ederek Feride'nin çarşafını düzeltmesine yardım etti. Çalıkuşu:
-Ne kadar zamanında yetiştin Kâmran, rüzgâr beni sahici çalıkuşları gibi uçuracaktı, dedi. Daha bir şeyler söylemek istiyordu. Fakat rüzgâr başını eğmeye, gözlerini, dudaklarını kapamaya mecbur ediyordu. Kâmran, ona pardösüsünü siper etmeye çalışarak yürümeye başladılar.
Feride, artık söz söyleyebilecek bir hale gelmişti. Fakat öyle görünüyordu ki, onun şimdi söylemekten ziyade gülmeye ihtiyacı vardı. Kendini zapt edemiyor, bir başka rüzgâr sağanağına tutulmuş gibi gülüyordu. Kesik kesik bunun sebebini anlattı.
-Biliyor musun niçin gülüyorum, Kâmran? Misafirlikteydik. Benim çarşıda pek mühim bazı işlerim olduğu aklıma geldi. Halbuki arkamda yeldirmem vardı. Tabii, o kıyafette cesaret edemedim. Zavallı Nermincik, bana iyilik etmek istedi. Çarşafını teklif etti. Biraz evvel yüzüm kapalı olduğu halde çarşıdan geçiyordum. Bir zabitin arkamdan geldiğini gördüm. Tam yanımdan geçerken:
-Nermin Hanım, siz burada! Ne ümit edilmez saadet efendim, demesin mi?
Nermin'in bana iyilik edeyim derken böyle foyasını meydana vermesi o kadar tuhafıma gitti ki, kendimi tutamadım, güldüm. Zabitçik, yanlışlığı o vakit fark etti. Benden öyle bir kaçması vardı ki... Öyle ya! Nermin'in yerine yaşlı bir kadın görünce...
Kâmran, gülümseyerek dinliyordu. Feride, devam etti:
-Fakat ben, kızcağızın sırrını sana söylediğime fena ettim. Geveze dilim durmuyor ki... Kuzum, Allah aşkına, kimseye söyleme e mi? Yalnız ileride, kim bilir, bu kızcağız da onu istiyorsa?... Onlara bir iyilik edebilirsek...
-Sana vaat ederim, Feride, ancak Nermin o kadar çocuk ki...
Feride, zayıf bir şikâyet gibi:
-Olabilir, fakat böyle çocukların kalbi hiç göründüğü gibi olmuyor, dedi.
Bu söz üzerine ikisi de sustular; yine öyle yan yana yürümeye başladılar.
Rüzgâr hafifliyor, onlar da adımlarını ağırlaştırıyordu. Yolun bitmesinden adeta korkuyorlardı. Kâmran, mahzun mahzun düşünüyordu: "Demin bu tabiatı bomboş, kendimi lüzumsuz bir insan gördüm... Şimdi, bu gülkurusu çocuk çarşafı içinde titriyor gibi görünen nazik, küçük, güzel şeyi rüzgâra karşı bir parça himaye edebilmek inanılmayacak kadar büyük bir saadet veriyor. Bu, daima böyle olabilirdi. Bu güzel küçük mahluku, ben, istersem bahtiyar edebilir ve bahtiyar olurdum... Yazık!"
Dalgın bir düşünce içinde gittikçe adımlarını ağırlaştıran Feride, tekrar konuşmaya başladı. Hiç münasebeti olmayan şeyler söylüyordu:
-Her şeye rağmen bu küçük tebdilihava beni çok eğlendirdi. Herhalde bir iki sene yeter. . Sonra, teyzelerimi, hepinizi yine çok göreceğim geldiği vakit tekrar geleceğim... Böylece seneler geçecek, benim yavaş yavaş saçlarım ağarmaya başlayacak, sen de, tabii öyle. Birbirimizi gördükçe yine memnun olacağız. Buna mukabil ayrılırken belki daha az mahzun ayrılacağız... Kim bilir, ileride belki büsbütün bile gelirim, değil mi? Hayat bu, her şey mümkün... O vakit sen, benim büsbütün ağabeyim olursun... Büyükler birer birer çekildikçe birbirimizin daha kıymetini biliriz. Ehemmiyetsiz, küçük kusurlarımızı daha ziyade hoş görürüz. Böyle ömrümüzün son senelerini, çocukluğumuzu geçirdiğimiz yerlerde...
Sesinin billurundaki görünmez yara daha derinleşiyor, sözlerine bir gizli vasiyet mahzunluğu veriyordu.
Yol üzerinde çocuklu bir dilenci kadına tesadüf ettiler. Çocuk, çıplak ayaklarıyla yanlarında koşuyor, kuru eliyle Feride'nin eteklerini okşuyordu
Kâmran, para vermek için durdu. Feride, küçük sefillerle temasın verdiği bir alışkanlıkla çocuğun başını okşamaktan iğrendi. Tekrar yürümeye başladıkları vakit, dilenci kadın onlara dua etti:
-Allah birbirinizden ayırmasın, Allah güzel hanımcığını sana bağışlasın, dedi.
Gayri ihtiyari durdular. Kâmran, gönlünün bütün acısı gözlerinin içine toplanmış:
-Feride, duydun mu kadın ne söyledi? dedi. Bu suale iki iri yaş damlası cevap verdi. Artık, birbirlerine yaklaşmaya cesaret edemeyerek yollarına devam ettiler.
Köşkün önüne geldikleri vakit, akşam olmuştu. Hava, epeyce sakinleşmiş, rüzgârın uğultusu durmuştu. Ağaçlar, bu uzun yorgunluktan sonra, sakin gölgelerinin uykusuna dalıyor, kayalarda -kendi içlerinde sızıyor gibi görünen-hafif bir sedef parıltısı yanıp sönüyordu.
-Vakit daha erken, Feride. Onlar şehirden dönmediler, ister misin seninle şu kayaların yanına gidelim?
Feride, başını önüne eğerek halsiz halsiz rica etti:
-Bana artık müsaade, Kâmran. Gidip soyunayım, rüzgâr başımı sersem etti.
Biraz evvel Feride'nin canlı, oynak vücudu etrafında canlı bir mahluk gibi yaşayan, omuzlarından uçarak dizlerinin etrafına dolanarak hassas, zarif, çapkın sarılışlarla çırpınan gülkurusu çarşaf, şimdi sönük bir emel füturuyla omuzlarından, dizlerinden sarkıyordu.
Daha ileri gitmeye kuvveti kalmamış gibi oraya, kapının önündeki iri bir taşın kenarına oturdu; kumlara şemsiyesiyle ümitsizliği kadar derin, hayatı gibi kırık çizgiler çizmeye başladı.
Biraz sonra, Kâmran'ın da yanına oturduğunu, omzunun omzuna dokunduğunu, elinin elini tuttuğunu hissettiği vakit, hafifçe heyecanlandı. Şaşkın şaşkın etrafına bakarak kaçmak istiyordu. Fakat vazgeçti.
Kâmran, onun birkaç defa derin derin içini çektiğini, ilk önce vahşileşen gözlerine birdenbire çaresiz bir mağlubiyet tevekkülü düştüğünü gördü. Buz gibi soğuyan, titreyen elini eski nişanlısının eline bırakmıştı, ikisi de gözlerini kapadılar. Kâmran, gözlerinin karanlığı içinde kıvılcımlar uçuşarak düşünüyordu: "Bu avucumun içinde titreyen el, Feride'nin eli. Demek insanın, geceleri imkânsız bir rüyası sandığı şeyler de mümkün olabilirmiş!" Gözlerini tekrar açtı. Feride, ağlaya ağlaya uyumuş çocuklar gibi ara sıra göğüs geçiriyor, gittikçe ağırlaşan başını onun omzuna bırakıyordu. Halinde, ellerini bırakışında mazlum bir teslimiyet vardı. Kâmran, ara sıra kımıldadıkça onun daha ziyade sokulduğunu, elini daha kuvvetli sıktığını hissediyordu. Genç adam, niçin böyle söylediğini kendi de bilmeden, gayet yavaş:
-Ben Gülbeşeker seviyorum, dedi.
Yanlarındaki kapının birdenbire açılması, onları bu uykudan uyandırdı. Feride, silah sesi duymuş gibi kuş hafifliğiyle yerinden fırladı. En önde Nermin giriyordu. Çalıkuşu, heyecanlı bir sevinçle onun boynuna atıldı. Genç kızı kollarında sıkıyor, saçlarını, gözlerini buselere gark ediyordu. Kimse bu sevincin sebebini anlamıyordu. Biraz evvelki yorgunluktan eser kalmamıştı. Küçükleri kollarından yakalıyor, ciyak ciyak bağırtarak havaya atıp tutuyordu, içeri girecekleri vakit, biraz geri kaldı. Kâmran'ın yaklaşmasını bekledi. Sonra, iç kapının karanlığında gayet yavaş:
-Mersi, Kâmran, dedi.
Ertesi gün Feride, yine kendi kendine şehre inmişti, ikindiye doğru köşke döndüğü vakit, çok yorgun görünüyordu. Buna rağmen çocukları yine etrafına topladı, arka bahçede kocaman bir kolan salıncağı kurdu.
Kâmran, Aziz Bey'in ihtiyar ve geveze bir misafirinden kendini kurtardığı vakit, salıncakta Feride ile Necdet vardı. Feride, var kuvvetiyle salıncağı uçuruyor, Necdet çığlıklar atarak bir kedi yavrusu gibi boynuna tırmanıyordu.
Kâmran, Ayşe Teyze'nin tıpkı on sene evvelki gibi:
-Feride, kızım, deliliği bırak, çocuğu düşüreceksin, diye bağırdığını işitti.
Çalıkuşu aldırmıyor, bütün ruhuyla eğlenerek cevap veriyordu:
-Aman teyze, nenize lâzım, Necdet'in asıl sahibi şikâyet etmiyor ya! Değil mi Kâmran?
Feride, çocukların birini bırakıp ötekini alıyor, hepsinin sıra ile gönlünü hoş etmek istiyordu.
Çocukların en büyüğü, fakat en korkağı olan Nermin'i ciyak ciyak bağırttıktan sonra salıncaktan atladı. Saçları, terden kıpkırmızı kesilen alnına, yanaklarına yapışıyor, elindeki ip yanıklarını gidermek için avuçlarını birbirine sürüyordu.
-Zannederim artık kimse kalmadı. Kâmran, tereddütle:
-Beni unuttun, Feride, dedi.
Çalıkuşu'nun dudaklarında renksiz bir tebessüm uçtu. "Olmaz" demeye razı olmuyor, "Haydi" demeye cesaret edemiyor, gözleriyle ipi, ağaç dallarını muayene ederek etraftan teşvik bekliyordu.
-Nasıl olur bilmem ki? ipler ikimizi çekmez sanırım, öyle değil mi Müjgân?
Müjgân, eliyle ipi tuttu, sakin gözlerini Kâmran'ın gözlerine dikerek:
-İpler için değil... Fakat Feride çok yorgun. Haline bak onun Kâmran. Bir yorgun kadını daha ziyade yormak sanırım ki günah olur artık, dedi.
Feride evvela, "Ehemmiyeti yok, ne çıkar?" diyordu. Fakat sonra Müjgân'ın söz ve bakışlarındaki manayı anladı. Kabahatli bir çocuk gibi mahcup ve korkak, başını önüne indirdi, yavaşça;
-Evet, fazla yorgunum, belki hasta olurum, dedi.
Haline bir hasta kadın yorgunluğu çökmüş, gözlerinin biraz evvelki neşesi sönmüştü:
Hâlâ Kâmran'a bakan Müjgân yavaşça:
-Sen, zannettiğimden ziyade kalpsizsin Kâmran! dedi. O, işitilmemek için aynı yavaş sesle:
-Niçin? diye sordu.
Müjgân, onu kendisiyle beraber bahçenin öte tarafına doğru yürümeye mecbur etti:
-Biçarenin halini görmüyor musun? Hayatını, gönlünü bu kadar üzdüğün elvermedi mi?
-Müjgân!...
-Onu bu kadar sene birimiz bir kere aramadık. Hasret acısına dayanamadı. Dargınlığını, isyanını unutarak yanımıza döndü. Geldiği zaman hemen hemen iyi olmuştu. Bu yeni kapanmış yarayı sen tekrar açtın.
Müjgân, gözleri dolarak devam ediyordu:
-Biçarenin yarın buradan giderken çekeceği ıstırabı düşünüyorum da... Evet Kâmran, Feride yarın gidiyor. Her şey hazır. Ben de bilmiyordum. Feride, bu sefer bana ne kalbine, ne hayatına dair hiçbir şey söylemiyor. Demin haber aldım; bu ani kararın sebebini sordum. Kocasından gelmiş bir mektuptan bahsediyor. Eminim ki yalan. Feride senden kaçıyor. Biçare artık tahammül edemiyor. Ben, zaruri ayrılığın biraz müşkül olacağından korkuyorum. Feride çok gayretli, inanılmayacak kadar gayretli bir mahluk. Fakat ne de olsa kadın. Hayatını kırdığın bu biçareye karşı senin bir borcun var, bu ayrılık günlerinde kuvvetli ve sakin olmak; mümkün olduğu kadar ona gayret vermek...
Kâmran, bu sözleri dinlerken gözlerinin yeşiline kadar sararmıştı:
-Yalnız Feride'nin kırılan hayatından bahsediyorsun, ya benimki? dedi.
-Sen kendin istedin.
-Bu kadar kalpsiz olma, Müjgân.
-Sen sanıyor musun ki, yapılacak bir şey olsaydı geri duracaktım? Fakat elimizde hiçbir çare yok. Feride, şimdi bir başkasının karısı. Biçarenin ayağı bağlı. Görüyorum ki sen de çok bedbahtsın. Artık sana dargın değilim. Fakat, yapılacak bir şey yok.
Feride'nin ertesi gün gideceğini herkes duymuştu. Fakat kimse bundan bahsetmiyordu. Akşam yemeğini derin bir sükut içinde yediler. Bu gece, daha ihtiyar ve düşkün görünen Aziz Bey, Feride'yi yanına almıştı. İkide bir omuzlarını okşuyor, çenesinden tutup başını çevirerek gözlerine bakıyor:
-Ah! Çalıkuşu, ihtiyar vaktimde yüreğimi dertli ettin, diyordu.
O gece, herkes erkenden odasına çıktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro