zemine uzanalım, bir oyuk açılana kadar beraberiz
"Nihayetinde yüksüz ve mülksüzsün dünyada,
İnsanın en bariz lüksü bu rüyana,
Karabasanlar bile hayran olur o zaman."
Derin bir nefes alarak gözlerimi karşımdaki kilitlediğim duvarda gezdirdim. Yeni bir yudum almak adına dudaklarıma yasladığım, dibini getirdiğim içki şişesine yüzümü buruşturdum. Sahi, ne çok içmiştim bu gece. Hâlbuki hiç yapmazdım böyle.
Sahi, ben ne yapardım ki?
Kimim ben?
Neyi yapmak veya neyi yapmamak beni ben yapıyor?
Gözlerim doldu, zihnim bulandı.
Sahi kimsin sen? Sana, 'kendini tanıt' dediklerinde kem küm edip doğru düzgün hiçbir şey söyleyemeyen, dünya üstünde bir fazlalık olarak gördüğün benliğinle, kimsin sen?
"Yarışa girmezsen kaybetmen imkansız,
Üstelik yetmiş seksen yıl ömrün varmış,
Peşinde kaç hırsız çalmak için koşacak
Ama korkma."
Özelliklerim, beni ben yapan şeyler var mıydı bilmiyordum fakat, hiç değilse bana ait bir adım vardı.
Hoş, onu bile binlerce, hatta, milyonlarca kişiyle paylaşıyorum ya!
Hazal.
Kuruyup dökülen ağaç yaprakları.
Buruk bir tebessüm sardı ilk önce suratımı. Sonrasında hafifçe kıkırdadım. Sanırım, biraz çakır keyif olmuştum? Bilemiyordum. İçince unutmaz mıydı insan? Hep öyle izlemez miydik filmlerde ve dizilerde. Nedense ben içtiğimde hep daha fazla düşünüyordum.
"Bundan kötüsü gelemez başımıza,
Bundan kötüsü gelemez.
Ondan rahatım sen de rahat ol,
Zemine uzananlar düşemez."
Düşemez mi sahiden? Peki ya zemin yarılırsa? Ya kocaman bir oyuk, sırtımı verdiğim zeminde açılırsa? Koltuğun arka kısmına yasladım başımı kaldırdım. Telefonum titriyordu, tekrardan. Müziğin sesini yarıda kesen aramayı kimin yaptığına bakmak adına telefonu aramaya başladım. Ah, neredeydi bu?
Ben bulana kadar kapanan ve tekrar çalmaya başlayan telefon artık sinirlerimi bozmuştu. Sonunda parmaklarımla titreyen telefonu yakaladım ve ekranını yüzüme hizaladım.
'defne arıyor...'
Boş gözlerle izlediğim isim bir süre sonra kayboldu. Sonra, bir süre boyunca arkadaşımın bıkmadan beni defalarca aramasını izledim.
Bundan kötüsü gelemez miydi başımıza? Acaba bu şarkıyı neler düşünerek yazmıştı Emir Can. Bunun cevabını gerçekten merak ediyordum. Benim kaçtığım bir sürü gerçeği yüzüme vuran bu şarkı, onda ne gibi hisler bırakıyordu?
Tekrardan derince soluklandım ve yeni bir şişe açtım. Ardından, oturduğum yerden kalktım. Merak ediyordum, gerçekten zemine uzanmak düşürmeyecek miydi beni.
Ardı ardına büyük yudumlar aldığım şişeyi sehpanın üzerine bıraktım. Hemen yanındaki sigara paketini elime aldığımda, soğuk zemine uzanmıştım. Kafamı yasladığım parke başımı hafif döndürse de umursamadım. Sonra, nakaratı ikinci kez söylemesini bekledim sigaramı yakmak için. Nedensizdi, ama yine de bekledim.
"Bundan kötüsü gelemez başımıza,
Bundan kötüsü gelemez.
Ondan rahatım sen de rahat ol,
Zemine uzananlar düşemez."
Sanki söylediği sözlerde bana sigara yakmak için izin çıkmış gibi paketten bir dal çıkarttım ve dudaklarıma yerleştirdim. Tutuşturduğum sigaranın zehirli dumanını içme derince çektim. Sonra, 16 yaşındaki halim geldi gözümün önüne. Ne çok tiksinirdim sigaradan. Histerik bir şekilde güldüm.
En yakın arkadaşın sigaralar, seni aptal.
Omuz silktim. Nasıl olsa bunun bir önemi yoktu, ne zaman önemi olmuştu ki zaten. Hep omuz silkip geçmez miydim çoğu şeyi. Hep böyle ertelemez miydim düşünmeyi, anı yaşamayı ve mutlu olmayı. Hep bu yüzden kaybetmedim mi zaten?
"Yanlışlar yaptın çokça,
Doğrular yanlış olunca.
Bilinmezlikte altın çağ,
Bu çağ."
Evet, hep bu yüzden kaybettim. Hep bu yüzden döktüm belki de gözyaşlarımı. Ama sadece bu olmamalı. Yani, bir insan neden hep bomboş ve mutsuz hisseder ki? Çok saçma. Hayatımda ve hayatta olan en saçma duygu.
Islanmış kirpiklerime inat gülümsedim ve külünü parkeye silktiğim sigaramı dudaklarımla sıkıştırdım.
"Yolunda gitmiyorsa,
Yoldan gitmezsin sen de.
Açarız bi' kaç patika,
Sen korkma."
Açar mıydık?
Açılır mıydı onca toprak, onca ağaç ve onca taş. Engel olmaz mıydı? Bu kadar kolay mıydı farklı bir yol inşa etmek? Ya da bu kadar kolay mıydı zorluklarla başa çıkmak? İnsanlar nasıl yaşlarını sildikten sonra gülümsüyordu? Göğüslerini yakan bu boşluk hissini nasıl söndürmüşleri mesela en çok bunu merak ediyordum. Sonbahar, güzel bir mevsimdi. Hani, şey demiş ya Cemal Süreya; Sonbahar sanattır, diğerleri ise mevsim. Severdim bu sözü, çok severdim hem de. Tıpkı sonbahar mevsimini sevdiğim gibi. Doğruluğuna da çok inanırdım.
Kuruyup dökülmüş bir yaprak parçası olarak, zeminle buluştuğun an, her dakika ezilme korkusuyla yaşayan bir yaprak oluyorsun. Bu durumda sonbahar sana nasıl huzur verebilir? Nasıl bu mevsimi sevebilirsin ki? Sonuç olarak; sana ölüm getiren bir mevsim.
Gözlerimi yumdum, sigara dumanını da dışarıya üflemiştim. Belki de beni canlı tutan o ölüm korkusudur, ölüme yakın olduğumu bilmek hayatta tutuyordur belki de beni, bilmem ki. Tıpkı her şeyde yaptığım gibi bunda da omuz silktim. Erteledim, düşünmedim.
Nefret ediyordum. Bunu yapmaktan, kendimden. Kendimi bu kadar yormaktan nefret ediyordum. Aynaya baktığımda beni huzursuz eden bu suratı parçalamak istiyordum. Hayatımda çok fazla insan yoktu. Üç beş kişi vardı. Fakat bu kadar az insan olmasına rağmen geceleri yastığıma koyduğum başımla yorgunluktan kıvranan ruhumu bir türlü dinlendiremezdim.
Sahi, neden dinlendiremezdim?
Neden ağlardım ki ben her gece?
Şiddet gören bir çocuk olmamıştım, standart bir ailem vardı. Kötü bir çocukluğum olmamıştı. Fakat eksikti, yarımdı bir şeyler.
Neydi bu eksik olan şeyler?
Hiçbirine, tek birine bile cevabın yok.
Islanan kirpiklerimi tekrardan birbirine bastırdım. Biten sigaramı parkeye bastırarak söndürdüm. Çıkan cılız ses sessiz salonu doldurduğunda arkadaşımın buraya bakmayı nasıl akıl edemediğini düşündüm biraz. Sonra, ertelediğim şeyleri düşünmeye başladım. Hepsini, tek tek mühürlediğim kapının içerisinden çıkartarak karşıma oturttum.
Neyden korkardım mesele en çok?
İnsanlardan.
İnsanlardan ve onların kötü kalplerinden hep çok korkardım. Kalplerinin çirkinliği suratlarına yansımış, samimiyetsiz insanlardan nefret ederdim. Benim yatağımın altındaki canavarlar her zaman onlardı. Hiçbir zaman kocaman, tüylü ve korkutucu bir yüze sahip yaratık canlanmazdı aklımda ışık kapandığında. Televizyondan izlediğim cinayet haberleri, sosyal medyada gördüğüm hayvanlara eziyet videoları düşerdi aklıma. Ve bunlardan zevk alan insanların suratları.
Ürperdim.
Sanki çok şiddetli bir rüzgârın ortasında kalmışçasına üşüyen bedenime kollarımı sardım. Aklım ermezdi, çocukken veya genç bir kızken bunlara anlam veremezdim. Hâlâ veremiyordum. Sırf zevk için bunca şeyin yapılacağını algılamak istemiyordum. Gözlerimi diktiğim, camdan oluşan tavana baktım. Yıldızlı bir akşamdı. Bu buruk bir gülümsemenin yüzüme yayılmasına sebep oldu. Severdim yıldızları, hem de çok. Titremeye başlayan dudaklarımla mührünü kırdığım kapıdan bir korkumu daha çıkarttım.
Terk edilmek.
16 yaşındayken edindiğim bir arkadaşım vardı. Kısa sürede çok yakın olmuştuk. Hatırladığım anılarla buruk olmayan, capcanlı bir gülümseme oluştu suratımda. Gökteki en parlak yıldız bizim yıldızımızdı. Ona baktığımızda göz göze gelmişiz gibi davranarak eğlenirdik. Aynı şehirlerde değildik. Şanssızlığımız buydu, zaten ne zaman şans yüzüme gülmüştü ki? Derince nefeslendim. Malum, buna ihtiyacım olacaktı birazdan. Yolunda gitmeyen bir hayatı vardı. Tıpkı şu anki hayatım gibi. Mutsuzdu, mutluluğu en çok hak eden kişinin o olduğunu düşünürdüm hep. Ama o benim düşüncelerime tezat bir şekilde hep mutsuzdu.
Sonra, gitti.
Kırılmış kalbim ve güvenimi ellerime bırakarak gitti. Bir daha da dönmedi. Ondan hiçbir zaman haber alamadım. Zaten haber alabileceğim bir yer de yoktu. Kırılan hattım yüzünden numarasını kaybettiğimde ağlama krizine girmiştim. Numaram değişmişti ve artık istese bile bana ulaşamayacaktı, ulaşamamıştı da. Belki de hiç ulaşmaya çalışmamıştı, bilmiyordum.
Sıkışan göğsümle yarım yamalak bir nefes aldım. Ağlamaya başlamıştım. Sicim sicim şakaklarıma akan gözyaşlarımı silmeye zahmet etmedim. Sol tarafıma dönerek cenin pozisyonu aldım. Kendime çektiğim bacaklarım ve dizlerime eğdiğim başım arasında kalan boşluğa yerleştirdiğim ellerimi kalbime yasladım.
Sevmiyordum çoğu şeyi. Hatta, sevdiğim bir şey var mıydı ki bu dünyada? Sinirliydim, öfkemle dolup taşardı her yerim. Bu dünyaya, insanlara, hayatıma ve en çok da bana böyle bir hayat verdiği için Tanrı'ya sinirliyim. Sevdiğim tek insanı elimden aldığı için kadere sinirliyim. Benim mutsuzluğuma rağmen mutlu olabilen insanlara sinirliyim.
"Bundan kötüsü gelemez başımıza,
Bundan kötüsü gelemez.
Ondan rahatım sen de rahat ol,
Zemine uzananlar düşemez."
Yıpranıyordum. Öfkeli olduğum bu dünyada nefes aldığım her saniye, daha fazla ölüyordum. Yavaşça uzandığım zeminden kalktım. Benim için kocaman bir oyuğu olan zeminden ayırdım bedenimi. Daha fazla oraya yaslanamazdım. Uçu bucağı görünmeyen kapkaranlık oyuktan kaçmak adına salonun tam ortasında duran sandalyeye çıktım.
Bundan kötüsü başımıza gelmişti, artık zeminde değil, sandalyedeydim. Başımıza gelip gelebilecek en kötü şey buydu. Artık zeminde olmak istemiyordum. Artık burada olmak istemiyordum. Artık nefret ettiğim bir hayatta, nefret ettiğim insanlarla nefes almak istemiyordum. Çok değildi bence isteklerim. Zaten bu yaşıma kadar isteklerim olmamıştı, gerçekten. İstediğim bir şey yoktu çünkü bana getirildiğinde peşinden mutluluğun geleceğine inandığım hiçbir şey yoktu.
Derin bir nefes alarak üzerine oturduğum sandalyeye bastım ayağımı.
Birazdan bitecek.
Bitsin mi sahiden?
Diğer ayağımı da sandalyeye basarak doğruldum. Tereddütsüz bir şekilde, en ufak bir ritimde bile titremeyen ellerimle tavana binbir zorlukla astığım ipi tuttum. Boynumdan geçirdiğim iple gözlerimi kırptım. Bir iki damla yanaklarıma düşmüştü.
Sonunda, oluyordu.
Bana mutluluk getireceği konusunda emin değildim. Sonrasında neler olacaktı bilmiyordum. Ama bana mutsuzluktan başka hiçbir şey getirmeyen bu dünyadan ayrılmak, her şeye değerdi.
"Bundan kötüsü gelemez başımıza,
Bundan kötüsü gelemez.
Ondan rahatım sen de rahat ol,
Zemine uzananlar düşemez."
Ve sonra, sandalyeyi zeminle buluşturdum.
--
14 Mart 2021.
Nasıl buldunuz?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro