Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

VI

VI

Bölmenin öbür yanından çalar saatin, birinin son nefesini andıran hırıltılı sesi duyuldu. Tabii olmayan bu uzun hırıltıyı yere bir şey devrilince çıkan sesi andıran tiz, gayet çirkin sesler takip etti. Saat ikiyi çalmıştı. Birden kendime geldim; zaten derin uyumuyor, biraz kestiriyordum.

Kocaman bir elbise dolabı, şuraya buraya dağılmış şapka, elbise kutuları, bir sürü paçavralar, elbise parçaları, dar, basık, karanlık odayı tıka basa doldurmuştu. Odanın bir ucunda, masanın üstünde duran mum parçası tükenmek üzereydi. Zaman zaman hafifçe parlayıveriyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tam bir karanlığa gömülecekti.

Ayılmam güç olmadı; her şey birdenbire, kolaylıkla, saldırmak için fırsat kolluyormuş gibi kafama hücum ediverdi. Zaten ondan önce de zihnimin bir köşesinde, bir türlü silemediğim, uykulu hayallerimin etrafında dolaştığı sabit bir nokta vardı sanki: İşin tuhafı, uyandıktan sonra o gün başıma gelenlerin hepsini, uzun süre önce, çoktan olup bitmiş şeyler gibi hatırladım.

Kafam iyice sersem gibiydi. Sanki kafamın üstümde bir şey uçarak bana çarpıyor, kışkırtıyor, rahatsız ediyordu. İçimde yine sıkıntı ve hırs kabarıyor, taşacak yol arıyordu. Birdenbire yanımda beni merak ve ısrarla inceleyen bir çift göz gördüm. Bakışı soğuk, kayıtsız, gamlı, tamamıyla yabancıydı ve insana ağırlık veriyordu.

Kafamda kasvetli bir düşünce beliriverdi ve tıpkı rutubetli, havasız yeraltına inerken duyduğum sıkıcı duyguyu andıran berbat bir duygu vücuduma yayıldı. Kara gözlerin beni ancak şimdi incelemeye başlaması hiç de tabii değildi. Bu mahlûkla iki saat içinde tek kelime konuşmadığımı, buna hiç lüzum görmediğimi hatırladım; hatta demin bu halden hoşlanmıştım bile. O anda, aşkın olmadığı yerde olanca kabalığı ve hayasızlığıyla başlayan fuhşun manasızlığını ve örümcek misali iğrenç bir şey olduğunu apaçık görebiliyordum. Gözlerimizi birbirimize dikerek uzun uzun bakıştık, ama kız ne bakışlarını kaçırdı ne de manasını değiştirdi; sonunda korkuya kapılmıştım. Bu durumdan bir an önce kurtulmak için kesik kesik:

— Adın ne senin? diye sordum.

— Liza.

Hemen hemen fısıldayarak, ama oldukça soğuk bir tavırla cevap vererek bakışlarını kaçırdı.

Ses çıkarmadım. Sonra sıkıntı içinde ellerimi başımın altına koyup tavana bakmaya başladım. Kendi kendime konuşur gibi mırıldandım:

— Bugünkü hava da... karlı... Berbat!

Kız cevap vermedi. Çok çirkindi tüm bunlar. Az sonra başımı ona doğru çevirerek adeta öfkeyle:

— Buralı mısın? diye sordum.

— Hayır.

— Nerelisin?

— Riga'danım, dedi.

— Alman mısın?

— Rusum.

— Buraya geleli çok oldu mu?

— Nereye?

— Bu eve.

— İki haftadır...

Konuşması gitgide kesikleşiyordu. Mum sönmüştü; yüzünü seçemiyordum.

— Annen baban var mı?

— Evet... hayır... var...

— Onlar nerede?

— Orada... Riga'da.

— Neyin nesidirler?

— Öyle işte...

— Ne öylesi? Ne iş tutarlar, kimlerdendir?

— Oranın yerlilerinden.

— Beraber mi otururdunuz?

— Evet.

— Kaç yaşındasın?

— Yirmi.

— Niye bıraktın onları?

— Öyle...

Bu öyle, "Bırak artık, canımı sıkma." demekti. Sustuk.

Niçin kalkıp gitmediğimi Tanrı bilir. İçim daralıyor, bunalıyordum. O günün olayları karmakarışık bir şekilde aklıma gelmeye başladı. Birdenbire, sabah daireye yetişmeye çalışırken sokakta gördüğüm bir sahneyi hatırladım. Konuşmak istemediğim halde, kazayla ağzımdan kaçırıverdim:

— Bugün bir tabutu kaldırırken az kalsın düşürüyorlardı.

— Tabutu mu?

— Evet, Sennaya'da; bir bodrumdan çıkarıyorlardı.

— Ne bodrumu?

— Bodrum değil de, bodrum katı... oraları bilirsin... kötü bir evdi... Etraf öyle pisti ki... Çöp, meyve kabukları... kokudan durulmuyordu...

Bir sessizlik oldu. Sırf sessizliği bozmak için gene başladım:

— Doğrusu bugün cenaze çıkacak gün değil!

— Niye?

— Kar... çamur... (Esnedim.)

Kız, kısa bir sessizlikten sonra:

— Hepsi bir, dedi.

— Yok, böylesi pek fena... (Yeniden esnedim.) Mezarcılar karın altında ıslandıkça küfrü basar. Mezarın içi de su dolar kesin.

— Mezarda su ne arar?

Bunu merakla, fakat daha kesik, sert bir sesle sormuştu. içimden bir şeyler dürtmeye başladı.

— Tabii, dipte altı verşok kadar su birikir. Volkovo'da bir tek kuru mezar kazamazsın.

— Neden?

— Nedeni var mı? Orası rutubetli bir yer de ondan. Buraları hep bataklık zaten. Ölüyü de doğruca suyun içine bırakırlar. Kaç kere kendim gördüm...

(Ne görmüş ne de Volkovo Mezarlığı'na adım atmıştım; yalnızca başkalarından duymuştum).

— Ölmekten korkmuyor musun?

Kendini korumak ister gibi:

— Neden ölecekmişim? dedi.

— Günün birinde öleceksin elbet; hem de tıpkı söylediğim kız gibi... Şey, o da senin gibi bir kızdı... Veremden ölmüş.

— Kızcağız hastanede ölseydi keşke...

(Kızcağız dediğine göre, olayı duymuş galiba, diye düşündüm.)

Münakaşa beni gitgide sarıyordu.

— Patrona borcu varmış. Veremli olduğu halde sonuna kadar o evde çalışmış. Etraftaki arabacılar askerlere anlatıyordu. Belli ki ahbaplıkları vardı. Gülüşüyorlardı. Sonra da kızı anmaya meyhaneye gitmeye hazırlanıyorlardı. (Bunların çoğunu uydurdum.)

Bir sessizlik daha oldu. Kıpırdanmıyordu bile. Devam ettim:

— Peki, hastanede ölmek daha mı iyi sanki?

— Hepsi bir değil mi? Hem durup dururken ne diye öleyim?

— Şimdi ölmezsen bile sonunda olacağı bu.

— O zaman düşünürüz...

— Tamam! Bugün gençsin, güzelsin, körpesin; değerin de ona göre tabii. Ama bir yıl bu hayatı sürdükten sonra ne hale gelirsin bakalım; çöker, solarsın.

— Bir yıl içinde mi?

— O kadar değilse bile, bir yıl sonra daha az para edeceğin kesin, diye kötücül bir haz içinde devam ettim. Buradan daha aşağı, daha kötü bir eve düşersin. Bir yıl daha geçince ondan da kötü, üçüncü bir yere atarlar, altı yedi yıl sonra sıra Sennaya bodrumlarına sıra gelir. O kadar olsa, şükret. Ama bunların üstüne bir de hastalığa tutulursan... ciğerlerin zayıflar, soğuk alırsın ya da bunun gibi bir şey... Bu hayatta hastalık da insanı kolay kolay bırakmaz. Ölür gidersin.

— Ölürüm, ne olacak?

Sesi hırçındı, yattığı yerde hızla kıpırdandı.

— Yazık olur.

— Kime?

— Hayatına.

Sessizlik oldu.

— Nişanlın var mıydı senin?

— Neden soruyorsunuz?

— İstersen söyleme, seni zorlayacak değilim. Bana ne. Niye darıldın? Sen de kendine göre acılar çekmişsindir. Bunlar beni ilgilendirmez, ama ne de olsa acıyorum...

— Kime?

— Sana.

Yine kıpırdanıp duyulur duyulmaz bir sesle:

— Ziyanı yok... diye mırıldandı.

Bu hali sinirime dokundu. Şuna bakın! Ben tatlı tatlı konuştuğum halde o...

— İyi ama, ne sanıyorsun, tuttuğun yol iyi yol mu?

— Hiçbir şey sandığım yok.

— En kötüsü bu zaten. Daha geç kalmadan kendine gel. Henüz vakit var. Gençsin, güzelsin; birisini sevip evlenebilir, mesut olursun...

Lafımı ağzıma tıkarcasına sert bir sesle kestirip attı:

— Her evlenen mesut olmaz!

— Hepsi olmaz, doğru; gene de evlilik buradaki hayatından daha iyidir. Kıyaslanmayacak derecede iyidir. Hele aşk olduktan sonra saadetsiz yaşanabilir. Hayat, kederiyle, acısıyla da güzeldir. Yaşamak nasıl olursa olsun arzu edilir. Halbuki burada... çirkeften başka ne var? Üf!

Başımı tiksintiyle öteye çevirdim. Artık soğuk, boş konuşmuyordum. Yavaş yavaş neler söylediğimi fark etmeye, heyecanlanmaya başlamıştım. Köşemde tek başımayken biriktirdiğim fikirleri dökmek için sabırsızlanıyordum. İçimde bir şey alevlenmiş, önümde bir gaye "belirmişti" sanki.

— Benim burada bulunuşuma bakma, dedim. Ben sana örnek olamam. Aslında belki senden de fena bir adamım...

Sonra hemen kendimi aklamaya çalıştım:

— Gerçi buraya sarhoş olduğum için geldim. Hem de kadınla erkek bir olmaz. Aralarında dağlar kadar fark var. Ben böyle yerlerde istediğim kadar kirleneyim, gene de kimsenin esiri olmadığımdan canım isteyince çeker giderim. Bir silkinişte üzerimde tek bir leke kalmaz, tertemiz olurum. Ama sen öyle değilsin. Sen esirsin. Evet, esir! İraden dahil, her şeyini teslim ediyorsun. İlerde zincirlerini koparmak istesen de elinden gelmez: Bunlar seni gitgide daha sıkı, kıskıvrak bağlar. Bu zincirlerin ne melun olduklarını gayet iyi bilirim. Sana daha başka şeylerden bahsetmeyeceğim, muhtemelen anlayamazsın zaten; söyle bakalım: Şu patrona borçlu musun? Gördün mü!

Halbuki kız bana cevap vermemişti; sessizce söylediklerimi dinliyordu.

— İşte sana bir zincir! İşi öyle sıkı tutarlar ki, dünyada kurtulamazsın. Ruhunu şeytana satmaktan farkı yok, sonra... Ne biliyorsun, belki ben de... bedbaht bir insanım; belki kendimi bu çirkefe bile bile, iç sıkıntısından atıyorum. İnsanlar kederden içerler bazen, işte ben de kederden buradayım belki. Söyle şimdi, iyilik bunun neresinde? Demin seninle... birleştik... Ama birbirimize tek kelime söylemedik; daha sonra sen de, ben de vahşiler gibi gözlerimizi dikerek birbirimize bakmağa başladık. Sevişmek bu mu? İnsanlar böyle mi birleşmeli? Buna rezaletten başka ne denir, rezalet işte!

Telaşlı, tiz bir sesle beni onayladı:

— Evet!

Bu "evet"i söylerken gösterdiği telaş beni hayli şaşırttı. Demin yüzüme bakarken o da bunları mı düşünüyordu acaba? Şu halde bazı fikirleri kavrayacak kabiliyette miydi? "Bu yakınlık ilgiye değer," diye düşündüm; neredeyse hazzımdan ellerimi ovuşturacaktım, "Böyle taze bir ruhu etkilemek pek güç olmayacak!.."

Bu oyuna kendimi iyice kaptırmıştım.

Kız başını bana yaklaştırdı; karanlıkta dirseğine dayandığını seçebildim. Belki de beni inceliyordu. Gözlerini görmediğime üzülüyordum. Derin derin soluk aldığını duyuyordum.

Biraz yüksekten bakan bir ses tonuyla:

— Niçin memleketinden buralara geldin? diye başladım.

— İşte...

— Halbuki babanın evinde kim bilir ne kadar iyiydin! Ne de olsa doğup büyüdüğün yuva; rahattın, başına buyruktun.

— Ya daha kötüyse?

"Bam teline basmak lazım," diye düşündüm, "Duygusallık pek işe yaramayacak galiba".

Ama bu düşünce bir anlığına aklımdan geçmişti. Yoksa yemin ederim, kız beni gerçekten ilgilendirmişti. Bu yüzden olacak sinirlerim biraz gevşemiş, sakinleşmiştim. Hile ile his kolay bağdaşırmış derler.

Acele, acele:

— Tabii, her şey mümkün, dedim. Eminim, seni birisi incitti, öyleyse senin onlara değil, daha çok onların sana karşı suçu var. Hayatın hakkında henüz hiç bilgim yok, ama senin gibi bir kız, buraya kendi isteğiyle düşmez...

— Nasıl bir kızım ben?

Bunu gayet yavaş söylediği halde duymuştum.

"Tüh, şimdi de sıra tatlı söze geldi. Durum kötü. Ama belki de iyi..." Susuyordu.

— Bak Liza, sana kendimden bahsedeyim. Küçükken benim de ailem olsa, şimdiki gibi olmazdım. Bunu sık sık düşünüyorum. Bir ailenin hayatı ne kadar kötü gitse, gene de ana baba insana düşman, yabancı olmaz. Yılda bir olsun sevgi gösterirler. Hiç olmazsa o zamanlar bir yuvan olduğunu anlarsın. Ben ailesiz büyüdüm; belki de ondan böyle... duygusuz oldum.

Biraz bekledim.

"Anlamıyor galiba." diye düşündüm, "Benimki de gülünç; akıl hocalığına kalktım."

— Bir kızım olsaydı, onu oğullarımdan daha çok severdim zannederim.

İlgisini çekmek için, kazara olmuş gibi hafifçe ona dokundum. Kızardığımı itiraf ederim.

— Neden peki?

Hah, dinliyordu!

— Bilmem, öyle işte Liza. Bir baba tanırdım, yüze gülmez, sert bir adamdı, ama kızının önünde diz çöker, ellerini ayaklarını öper, seyre doyamazdı. Kızı baloda dans ederken adamcağız beş saat aynı yerde gözlerini ona dikip hayran hayran seyrederdi. Kızının sevgisiyle aklını bozmuştu. Kızı eğlenceden sonra yorgun düşer uyur; babası uyanarak gider, mışıl mışıl uyuyan yavrusunu öpüp koklar, onu kutsardı. Kendisi yağlı elbiseyle gezer, kimseye zırnık koklatmazdı, fakat son parasını bile kızına harcar, pahalı hediyeler alırdı; beğendirince de sevincinden deli olurdu. Babalar, kızlarına daima annelerden daha düşkün olur. Bazıları kızlarını evlerinde prensesler gibi yaşatırlar! Zannederim, kızım olsa kocaya vermezdim.

Liza, hafif bir gülümsemeyle:

— Nasıl olur, dedi.

— Yemin ederim kıskanırdım. Elin adamını nasıl öper, onu nasıl öz babasından fazla sever? Bunu düşünmek bile acı geliyor bana. Tabii bunlar saçma, sonunda herkes alışır. Fakat bana öyle geliyor ki, onu evlendirinceye kadar kendim harap olur, isteyenleri bir bir ıskartaya çıkarırdım. Sonunda kendi sevdiği adama verirdim. Ama kızın gönlünü kaptırdığı adam, babanın gözüne daima isteklilerin en kötüsü görünür. Bu hep böyledir. Ailelerin çoğunda bu yüzden anlaşmazlıklar çıkar.

Liza birdenbire:

— Kızlarını şerefiyle vermek şöyle dursun, satmak için can atan aileler var, dedi.

Hah! Demek mesele buydu!

— Bu, Tanrı, sevgi nedir bilmeyen uğursuz ailelerde olur Liza. Sevginin bulunmadığı yerde aklı da arama. Böyle aileler vardır, ama onların sözünü etmiyorum. Böyle konuştuğuna göre besbelli tatlı bir aile hayatı geçirmedin. Kim bilir ne kadar bedbahttın? Bu çoğu zaman yokluktan ileri geliyor.

— Beylerin halleri daha mı iyi? Namuslu insanlar fakirken de iyi yaşıyorlar.

— Hımm... orası öyle. Belki haklısın. Yalnız bir de şu var Liza: İnsana yalnız keder, acı batar da saadetimizi fark edemeyiz. Halbuki hakkıyla bakınca dünya nimetlerinden hepimizin nasibi olduğunu görürüz. Bir ailede her şey yolundaysa, kocan iyiyse, seni seviyor, üstüne toz kondurmuyor, bir an bile gözünü senden alamıyorsa Tanrı'nın kutsadığı, mesut bir ailesiniz demektir. Hatta acılı zamanlar bile iyidir, zaten acısız insan mı var? Belki evlenir, kendin de anlarsın. Ama şu muhakkak ki, sevdiğin adamla evlenirsen, hiç olmazsa ilk zamanlar tam manasıyla mesut olursun. Bu hep böyledir, ilk zamanlarda karıkoca kavgaları bile tatlıya bağlanır. Bazı kadınlar vardır, kocalarını ne kadar çok severlerse o kadar kavga çıkarırlar. Ciddi söylüyorum; ben böyle birini tanırdım: "Çok sevdiğim için sana eziyet ediyorum, kıymetini bil." derdi. Aşkın insana böyle şeyler yaptırdığını, insanın sevdiği kimseyi üzmekten hoşlandığını bilir miydin? Bunu en çok kadınlar yapar. Hem yapar, hem de içlerinden, "Sonradan onu öyle sevip okşayacağım ki, şimdi bu kadarcık eziyete katlansın." diye geçirirler. Böyle ailelerin hayatları neşe, huzur, sessizlik, namusla doludur... Bazı kimseler de kıskanç olur. Böyle bir kadın tanırdım. Kocası bir yere çıkınca gece yarısı bile olsa dayanamaz, peşinden sokağa fırlar, usulcacık izlerdi. "Nereye gitti acaba; filan yerde, bilmem kimin evinde, falan kadınla olmasın?" diye şüphelenir dururdu. Doğru hareket etmediğini bilir, üzüntüden içi içini yerdi, ama ne yapsın, seviyor, hep sevgi yüzünden yapıyordu bunları. Bir de kavgadan sonra barışmak, sevgiliden özür dilemek ya da onu affetmek ne doyulmaz zevktir! Bunun verdiği saadet ve zevkle genç çift kendilerini yeni tanışmış, aşkları yeni başlamış, henüz evlenmiş gibi hisseder. Karıkoca arasında geçenleri, nasıl seviştiklerini kimse bilmemeli, hiç kimse. Kavgalarını öz analarından bile saklamalı, birbirlerinden şikâyet ederek kimseden hakemliğini istememelidirler. Her müşkülü kendi aralarında halletmeleri lazımdır. Aşk kutsal bir sırdır; sevişenler arasında ne geçerse, yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu onun kutsallığını bir kat daha artırır. Böyle çiftler birbirlerini daha çok sayarlar ki, saygı pek çok şeyin temelidir. Ortada aşk olduktan, sevişerek evlendikten sonra bu sevgi niçin sönsün? Bunu devam ettirmenin çaresi bulunamaz mı? Çaresiz haller pek nadirdir. Kadının kocası iyi kalpli, namuslu bir adamsa aşk niçin geçsin? Tamam, evliliğin başlangıcındaki ateşli aşk geçebilir, fakat bunun yerini daha iyi, daha sağlam bir sevgi alır. Ruhlar anlaşır, her işi elbirliğiyle yapmaya başlarlar, birbirlerinden gizlileri olmaz. Hele çocuklar gelmeye başlayınca, en çetin devrelerde bile kendilerini bahtiyar hissederler; yeter ki sevgileri, metanetleri sarsılmasın. Bu durumda, neşeyle çalışmak, çocuklar uğruna fedakârlıklara katlanmak da ayrı bir zevktir. Çünkü zamanla onlar seni bu yaptıkların için severler; yani ilerisi için sevgi tasarrufu yapmış olursun. Çocuklar büyüdükçe onlar için örnek, dayanak olduğunu hissedersin; sen ölünce onlar ömürleri boyunca senin duygularını, senin fikirlerini taşır, senin benzerin olurlar. Çocuk yapmak kutsal bir ödevdir. Ana babayı birbirlerine daha çok yaklaştırır. Bazı kimseler çocuğu yük sayar, kim demiş bunu? Çocuk dünyanın en büyük saadetidir! Küçük çocukları sever misin Liza? Ben bayılırım. Düşün bir kere, şöyle pembe, minicik bir oğlan memeni emiyor; hangi erkek, kucağında evladını tutan karısına karşı kalbinde kötülük besleyebilir! Pembe, tombul bebek sere serpe yatmış, keyiflenir; minicik, yumuk yumuk elceğizleriyle ayacıklarına, tertemiz tırnakçıklarına mutlulukla bakarsın, öyle de küçücüktür ki, insanın güleceği gelir. Ama bakışları sanki daha şimdiden her şeyi anlıyormuş gibidir... Meme emerken annesinin göğsünü eliyle çekiştirip oynar. Babası yanlarına gelince memeyi bırakıp başını arkaya atarak babasına bakar ve yalnızca Tanrı'nın bilebileceği bir sebepten gülmeye başlar, sonra gene gıdasına döner. Dişleri çıkmaya başlayınca bir de bakarsın anasının göğsünü dişleyiverir; üstelik "Bak, nasıl ısırdım!" gibilerden yan yan da bakar. Karıkoca ve çocuk tam bir saadet tablosudur. O anların hatırı için neler affedilmez. Yok Liza, insan önce kendisi yaşamayı öğrenmeli, ondan sonra başkalarını kınamaya kalkışmalıdır!

"Şu manzaralarla seni bir duygulandırayım da gör!" diye düşünüyordum; bununla beraber, yemin ederim içten konuşuyordum. Birdenbire kızardım. "Ya birden kahkahayı basarsa, ne yaparım?" Bu düşünce beni hiddetten kudurttu. Sözlerimin sonuna doğru gerçekten epey coşmuştum; şimdi bu hal gururuma dokunuyordu. Sessizlik epey uzamıştı. Neredeyse kızı dürtecektim.

— Siz neden öyle... diye başladı ve sustu.

Fakat bu kadarı bana yetmişti: Sesi deminki gibi haşin, kaba, inatçı değildi; şimdi yumuşak, utangaç bir titremesi vardı, hatta o derece utangaçtı ki, ben bile utanıp, kendimi ona karşı suçlu hissettim.

Şefkat dolu bir merakla:

— Ben ne? diye sordum.

— Siz şey...

— Ne?

— Siz şey... kitap gibi konuşuyorsunuz.

Sesinde gene alaya benzer bir ton belirmişti.

Bu sözleri yüreğimi sıkıştırmıştı. Beklediğim bu değildi. Liza'nın alaycılığının, utangaç, kalbi temiz insanların, ruhlarına paldır küldür, izin almadan girmek isteyenlere karşı gururlarını korumak ve bir çeşit çekingenlik perdesinin ardına gizlenip hislerini açık etmemek için başvurdukları sıradan bir son çare olduğunu anlayamamıştım. Halbuki o alaylı sözleri söyleyinceye kadar geçirdiği kararsızlıktan, ürkeklikten bunu tahmin etmeliydim. Fakat edemedim işte ve kötü bir duyguya kapıldım.

"Hele dur sen!.." diye geçirdim.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro