54 | Zehirli Kan Damlası
*Merhabalar.
*Yazması en zor bölümlerden birisiydi. Okuduğunuzda sebebini anlayacaksınız.
*Diğer bölüm final bölümümüz. Çok buruğum, üzgünüm, ağlamak üzereyim. Ama bununla ilgili konuşmanın sırası henüz değil.
*Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, kucak dolusu sevgiler 💕
Anoice - Ripple
Alixandrea Corvyn - Wild is the Wind
Harry Gregson-Williams - McCall's Return
Dedüblüman - Sen Bilmezsin
Evgeny Grinko - Once Upon A Time
***
54. BÖLÜM
Tik tak tik tak... Dit dit dit...
Saatin sesi, kalp ritmini gösteren cihazın sesine karışmıştı. Odayı dolduran iki ses vardı sadece.
O iyiydi. Artık iyiydi. En azından bir kişiyi kurtarabilmiştim. Elimdeki güç sonunda bir halta yarayabilmişti. Karaciğeri parçalanan üvey babama karaciğer donörü bulmuştum. Hemen olmayacak bir şeyi, bağlantılar ve para yardımıyla bulmuştum. İyi bir yolla değildi, ama bulmuştum. Zaten ben de iyi biri değildim, artık bunu kabullenmiştim. Hikayemin başındaki Eda saf beyaz ve toz pembeyken, hikayemin bugünündeki Nefes saf kan ve karaydı.
Özür dilerim, anne. Ben senin gibi saf ve temiz kalamadım. Sen babanın ve kardeşinin karanlığına inat beyazdın ama ben kirlenmeyi seçtim.
Örgüt üyelerinden birisi olan Atilla Albayrak'tan yardım almıştım. Kendisinin uzmanlığı organ mafyalığı üzerineydi.
Bir haftadır iyi değildim. Boş bakıp sadece koşturuyordum. Dün Sadık abinin cenazesine katılmıştım ve kızı Cemre Balaban suratıma tükürmüştü. Babasını öldüren benim amcam olduğu için...Ne yüzle cenazeye katılıyormuşum, dalga mı geçiyormuşum, hayatlarını mahveden benmişim ve daha nicesi. Onu anlayabiliyordum. Bazı insanlar acısını öfke patlamaları şeklinde gösterirdi. Araf ve abim gibi. Bazı insanlar da sessizliğe gömülürdü. Benim gibi. Bu yüzden onu yargılayamazdım, haklıydı.
Araf'sa çoğunlukla Örgüt ile ilgilendiği için hastaneye gelememişti. Ama mutlaka beş dakika bile olsa görmeye geliyordu. Bu karaciğer olayından ona bahsetmemiş, kendim halletmiştim. Sonradan öğrenince kızmıştı tabi ama çok üstünde durmamıştı. Çünkü şu an her zamanki gibi kavga edeceğimiz dönemlerden birinde değildik.
Ayrıca öte yandan Eflin ve ailesi için koşturuyordum. Aracılarla beraber Fransa'dan birkaç bağlantı oluşturmuştum. Vizeyi aceleye getirip hallettirmiştim. Orada onları karşılayacak kişileri dahi ayarlamıştım. Evleri ve hatta işi bile hazırdı. Oturma izni biraz daha sürecekti ama onu da hallediyorlardı. Birkaç gün ya da hafta içerisinde o da biterdi. Bugün yarın Eflin'i gönderecektim. Zaten hiç iyi değildi. Mavi gözlerinde ışık, porselen gibi beyaz teninde zerre renk yoktu. Gözaltları çökmüştü, kambur yürüyordu, konuşmuyordu. Abimin ölümünün üstünden zaman geçtikçe iyileşmek yerine daha kötü oluyordu. Bu durum beni tedirgin ettiğinden onu bir psikoloğa ve psikiyatra götürtmüştüm. Son durumunun ne olduğunu bilmiyordum, sorma fırsatım olmamıştı.
Ayrıca bu oyunun ana temeli meselesini de Araf'a söylememiştim. Onun bilmediği şey yoktu. Kesin bunu da biliyordur.
Bilmiyorsa da bu ortalığın daha da karışması anlamına gelirdi. Şu an bunu kaldırabilecek durumda değildik hiçbirimiz. Sona yaklaşmıştık. Hatta gelmiş bile olabilirdik.
Son kişi belirliydi aslında.
Ya kestane saç rengine sahip bir kadın, ya da zaten aynı saç rengine sahip olan Melike Kaynar.
Amcam oyundan çekilmişti. Sadece babamla savaşıyorduk. Amcam dahil olmasa bile yardım edeceğinden emindim. Severdi o hileyi hurdayı.
Odadan çıktığımda abim kapıdaydı. Odaya tek tek girebildiğimiz için kapıda kalmıştı. Yanına yaklaştım. "Nasılsın?"
"İyi olmaya çalışıyorum." Dedi. "İznim bitmek üzere, Malatya'ya dönmem gerekecek. Nasıl yapacağım?"
"Hakan babamın İzmir'e sevkini sağlayacağım." Dedim. "Annem onunla kalacaktır, bırakmaz zaten. Güvenliklerinden sorumlu birkaç koruma da tahsis edeceğim." Huysuzca dik dik baktı. "Bu işler hiç içime sinmiyor, Eda. Hâle bak. Birkaç ayda hayatımız tepetaklak oldu." Güldü. "Kendime de inanamıyorum. Annem benden sana silah kullanımı ve savunma eğitimi vermemi istediğinde kendini savunman için istediğini sanmıştım. Ne saf salak bir adammışım lan. Kendi ellerimle hazırlamışım seni bu karanlığa."
"Senin suçun yok." Dedim elimi koluna koyarak. "Kim olsa aynı şeyi yapardı." Omuz silkti. "Ne söylersen söyle, Eda. Bu konuda kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim."
Ne söylersem söyleyeyim fikri değişmeyecekti, onu tanıyordum.
"Ulan..." Diye mırıldandı bir anda. "En çok da neyi aşamıyorum biliyor musun? Lavuk Cemal'in sizinle olmasını! Lan ben bu adamla yıllarca omuz omuza iş yaptım. Emniyete sızdırılan şerefsizin o olduğunu nasıl anlayamam ben!?"
"Bu da Pakgör'lerin profesyonelliği işte." Dedim rahatça. Ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Küfür ettiğine adımdan daha çok emindim. "Annem nerede?" Dedim koridorun ucuna bakarak.
"Bir şeyler yemesi için yolladım. İlaç içmesi gerek." Başımı salladım. "O iyi olsun, abi." Dedim. "O kadar ölüm gördüm ki..." Gözlerimi kapattım. Üstlerinde devasa birer ağırlık varmış gibiydi, yanıyorlardı. Kollarımda baskı hissettiğimde gözlerimi yeniden açtım. Abim kollarımı tutmuştu. "Bir şey olmayacak." Dedi kendinden emin bir şekilde. "Söz veriyorum."
Abime sarılıp gözlerimi yeniden kapattığımda bir kolu bana sarılmış, diğeriyse saçlarımı okşar vaziyette kalmıştı. "Çok yoruldun." Dedi.
"Evet." Dedim. "Ama şikayet etme hakkım yok."
"Neden olmasın? Sen insan değil misin?" Omuz silktim. "Öyle miyim?" Sessiz kaldı. "Yakında gitmen gerekecek, değil mi?" Dedi konuyu değiştirerek.
"Evet." Dedim. "Eflin'i göndereceğim bu gece. Yarın sabah yola çıkarız."
"Seni son görüşüm mü bu o zaman?" Sorusuyla duraksayıp başımı geri çektim ve ona baktım. "O ne demek? Niye öyle dedin?"
"İki gün sonra Malatya'ya dönüyorum. Bir daha görüşemeyebiliriz."
Abim sanki başka şehire değil de ecele gidiyormuş gibi bir kaybetme korkusu içimde kendini belli ettiğinde yine koala gibi yapıştım ona. Gitmesini istemiyordum. Sanki giderse yalnız ve kimsesiz kalacakmışım gibi geliyordu. Öyle hissettiğim anlarda kendimi yeryüzünden silmek istiyordum. Diğer tarafta daha fazla sevdiğim insan vardı.
"Sakin ol, Sarı Kız." Dedi abim gülerek. "Kolay kolay kurtulamazsın benden. Her gün arayayım da gör sen. Arama artık, diye yalvartacağım seni."
"Yaparsın sen, başımın belası." Dedim şakacı bir somurtganlıkla. "Gecenin dördünde bile ararsın. Bir de utanmadan sırıta sırıta noldu ki dersin."
Abim kahkaha attı. "E doğru. Nolmuş ki?"
Elimi yumruk yapıp sırtına vurdum.
"Seni seviyorum." Dedim bir anda. Abim sessizleşti. "Birbirimize böyle şeyleri pek demeyiz, genelde hakaretlerle ve dayaklarla anlaşırız ama... Demem gerekiyordu işte. Ve özür dilerim."
"Ne için?"
"Eskiler için. İlk zamanlarda... Onlarla bir olup seni kandırdığım için. Sen gözlerimin önünde endişe ve korkudan ölürken ben onların tarafını tutup sana karşı oynadığım için. Çok özür dilerim, abi. Ben hiçbir zaman hiçbir anlamda sana zarar vermek istemedim."
Başımdan öptü. "Biliyorum, Eda." Dedi. "İnan bana hiçbir zaman sana kızmadım. Kendi malımı bilmiyor muyum ben? Senin de kafan karışıktı. Belki de benim bile bildiğimi ama sana rol yaptığımı düşünüyordun. O psikoloji eminim ki çok farklıdır. Seni anlıyorum."
Başımı usulca çevirip alttan ona baktım. "Hadi ya? Sen anlayabiliyor muydun?" Saçımı alttan tutup çektiğinde yüzüm buruştu. "Çok konuşma, Sarı Kız. Çanın nerede senin?"
"Ya of ya!"
"Sus, abiye of denmez."
"Öf!"
"Öf de denmez."
Onu iterek kollarından çıktım. "Ay bi' git def ol be! Yine yapıştın kene gibi." Kahkaha attı. "Ulan asıl sen yapıştın vatoz gibi."
Kaşlarımı çattım. "Sus. Ne zaman gideceksin sen ya? Git de kurtulalım artık."
"Hıh." Dedi burun kıvırarak. "Çok ararsın, abi gel diye de hayatta gelmem."
"Ağlarsam namerdim." Dedim inada bindirerek. Mala bakar gibi baktı. "Görürüz."
🩸
Topuklu ayakkabımın sesi havalimanının zemininde tok sesler bırakırken kalabalığın sesine karışıyordu. Beyaz kumaş elbisemin abartısız bir dekoltesi vardı ve yürüdükçe bacağımı açığa çıkarıyordu. Sıfır koldu, omuzlarımı kapatıyordu ama kollarım tamamen açıktı. Kısmen siyah duran ama çoğunlukla doğal kestane saç rengimde olan uzun saçlarım sırtıma dökülüyordu. Onlar da çok yıpranmıştı, kestirsem iyi olacaktı.
"Orada sizi Nathan karşılayacak. Eviniz her şeyiniz hazır. Bir şeye ihtiyacınız olduğunda Nathan her zaman sizinle olacak. Bir üst katınızda oturuyor o da." Eflin'e döndüm. "İngilizce konuşabilirsin ama her zaman aynı şekilde karşılık alamayabilirsin. Bu yüzden Fransızca da öğrenmeye başlamalısın. Zira Türkiye'ye çabuk dönemeyeceksiniz, hatta belki de hiç. Dönmemelisin de. Anlıyorsun beni, değil mi?"
Eflin sessizdi. Yüzünde renk namına hiçbir şey yoktu ve mavi gözleri ışıltısızdı. Dik durmuyordu, son derece mutsuzdu. Her geçen gün iyileşmek yerine daha da kötüleştiğini görmek beni üzüyordu. Abimle olan ilişkileri çok uzun zaman önce bitmişti. Evlilikleri sahteydi, sadece kağıt üzerindeydi ama o her zaman abime aşık ve de sadık kalmıştı.
Onun yerinde olmak istemezdim.
Araf'ın beni değil de Seçil'i sevdiğini düşündüm bir anlık. Oyun uğruna benimle birlikte olduğunu, beni aslında hiç sevmediğini, sonrasında beni bırakıp Seçil'le olduğunu. Seçil öldükten sonraysa benimle anlaşmalı bir evlilik yaptığını. Hem kocam hem yabancı olduğunu, hem dibimde hem kilometrelerce uzakta olduğunu. Sonrasındaysa onu sonsuza dek kaybettiğimi.
Nefes alamadım. Yutkunamadım.
Muhtemelen Eflin de şu an nefes alamıyor, aldığı nefese lanet ediyordu.
Benim eşlik edebileceğim son yere geldiğimizde Eflin'i durdurdum. Ruhsuz bakan mavi gözleri beni buldu. Aslında aynı boydaydık, ama ben topuklu ayakkabı giydiğim için bir tık daha uzun duruyordum. Ellerini tuttum. "Eflin... Sen benim bu hikâyemin başlangıcındaki ilk arkadaşımsın. Bu hayata ilk adım attığımda herkes bana yalandan gülerken gerçekten gülen ve elimden tutmaya çalışan tek insansın. Bugüne kadar senin kalbini bir kere bile kırdıysam, gözlerinden benim yüzümden tek bir damla bile yaş aktıysa... Çok özür dilerim. Sen benim için çok kıymetlisin. Değersiz değilsin, özelsin. Buradan git ve lütfen bir daha dönme. Seni buldukları gibi öldürürler. Git ve kendini bul, bir güneş gibi parla ve ışığınla herkese mucize ol."
Eflin'in dudakları titrediğinde birden bana sarıldı. Ben de kollarımı ona sardım ve gülümsedim. "İyi ki varsınız, Nefes Hanım." Dedi.
"Asıl sen iyi ki varsın, Eflin. Nefes almaktan, o nefesle mutlu olmaktan asla vazgeçme. Tek bir nefes için yaşa. Çünkü ben senin tek bir soluğuna bile çok değer veriyorum, bu yüzden gitmen için her şeyi yapıyorum."
"Sizin için annenizin son nefesi olduğunuz için Nefes olduğunuzu söylemişlerdi." Dedi. "Ama ben bu konuda ne kadar yanıldıklarını kendi gözlerimle gördüm. Hem de defalarca. Siz annenizin son nefesi olduğu için değil, başkalarına nefes olmak için Nefes'siniz."
Başkalarına nefes olmak için Nefes olmak.
Gözlerimi kırpıştırdım. İlk defa birisi bana bunu söylemişti. Halbuki ben etrafıma sadece ölüm getirdiğime inanıyordum.
"Sizin için yaşayacağım. Abiniz için ölemedim, sizin için yaşarım."
Eflin'le ayrıldık. Bana son kez bakarken kocaman gülümsedi. Gülümsemesi gözlerine ulaşamadı belki ama ben kalpten geldiğini biliyordum. Ben de ona kocaman gülümsedim.
"Parla, Eflin." Dedim sadece.
"Söz veriyorum." Dedi.
Vedalaştık ve gözden kayboldular.
Eflin Karaslan hayatımdan çıktı. Bir kişi daha eksildi, ama bu sefer ölerek değil.
Havaalanının ortasında dikilirken aklımda sayısızca dönen cümle Eflin'e aitti.
Ta ki bir el omzuma dokunana kadar.
İrkilerek arkama döndüm. Cemal'di. "Nefes Hanım? Gidelim mi?" Saniyelik duraksadım, sonrasında başımı salladım ve çıkışa doğru ilerledik. Çıktığımızda yakıcı güneşten gözlerimi korumak için güneş gözlüğümü taktım. Havaalanının önüne gelen aracıma bindim. Cemal kapımı kapatıp öne geçti. Onun binmesiyle araç yeniden hareket etti ve havaalanı sınırlarından çıktı.
Hakan Arslan'ın İzmir'e sevki gerçekleşmişti. Annem ve abimle vedalaşmıştım. Annem ve Hakan Arslan İzmir'e, abim de Malatya'ya geri dönmüştü. Babam ve amcam olacak o heriften iz yoktu. Masa da sessizdi, herkes kendi intikamının peşindeydi, beni ilgilendiren bir durum yoktu. Araf'sa beni Sapanca'daki yeni dağ evinde bekliyordu. O önden gitmişti, ben de Eflin'i uğurlamak istediğim için geç gideceğimi söylemiştim.
Yol boyunca bilgisayar ve telefon üzerinden işlerle ilgilendim. Zira yapabileceğim başka bir şey yoktu. Hem işler birikmişti hem de konuşacak kimsem yoktu. Dizi izlemekten ve kitap okumaktan artık korkuyordum. Kendime dair bir şey bulmaktan, ummadık bir şeyle bir anda yüzleşmekten... Zaten darmadağındım. İyice toparlanması zor hâle gelmemek için kaçıyordum.
Uyumak da benim için ceza haline gelmişti. Son bir haftadır her gece aynı kabusla uyanıyordum. "Anne" diye çığlık çığlığa bağıran bir kız çocuğu. Yemyeşil gözleri ve siyah saçları olan bir kız çocuğu. O kadar tüyleri diken diken eden bir andı ki...
Gün batarken Sapanca'ya gelmiş, dağ yolundan eve ulaşmıştık. Etraf koruma kaynıyordu, Araf evdeydi. Cemal kapımı açınca indim ve evin girişine ilerledim. Buraya ilk kez geliyordum, Araf yeni almıştı.
Koruma kapıyı açtı ve içeri girmem için müsaade etti. Arkamdan kapıyı kapattığında etrafa bakındım. Direkt salona açılıyordu, sağda mutfak, solda yukarı çıkan merdivenler vardı. Merdivenin diğer tarafındaysa birkaç kapı daha vardı. Parke zeminde ilerleyip iki basamaklık merdivenleri indim. Şömine, kanepe, orta sehpa, mini bar. Tam karşıda ormana bakan boydan boya devasa camlar. Çantamı kanepeye fırlatıp merdivenlerden yukarı çıktım. Araf nerelerdeydi?
Seslenmek de bir seçenekti ama kendim bulmak istiyordum.
Odaları tek tek gezerken en sonunda onu bulduğumda uyurken bulmak benim de beklemediğim bir şeydi. Oldukça erken yatmıştı, onluk bir hareket değildi pek. Yanına yaklaşıp usulca oturdum ve parmaklarımı saçlarının arasında gezdirdim.
Araf'ın telefonuna gelen bildirimle komodinin üzerine uzandım.
İsmine BM'den aşina olduğum bir adamdı. Oyunun yarın gece olduğunu söylüyordu. Melike Kaynar'a ait konum, yer ve saat bilgisi de mevcuttu.
Ayrıca bir detay daha vardı.
Hançer gerekiyordu.
"Siktir." Hemen Araf'a yönelip hafifçe sarstım. "Araf, Araf kalk!"
Uyanmadı.
"Lanet..." Tam tekrar uzanıyordum ki bir anda silah sesleri patlamaya başladı. Kendimi yere attığımda yatağın kör noktada kalmasına minnettardım. Zira Araf hâlâ uyumaya devam ediyordu!
Ne yapacağımı tartmaya çalışarak etrafa bakındım. Sonra aklıma Araf'ın silahını hep ya çekmecede, ya da yastığının altında tuttuğu geldi. Çekmeceyi hızla açtığımda silah oradaydı. Araf'ın silahını alıp çekmeceyi kapattığımda ev taranmaya devam ediyordu. Dışarıdaki adamlara ne olmuştu, tuzağa nasıl düşmüştük ve Araf neden uyanmıyordu, lanet olsun!
Aşağıdan gürültü geldiğinde eve girdiklerini anladım ama olduğum yerden ayrılabilmem mümkün değildi. Aklıma gelen fikirle silahın emniyetini açıp eteğimin altına, her zaman bacağıma taktığım kemere sıkıştırdım. Üstüne eteğimi kapatıp bekmeye başladım.
Kapı açıldı ve onlarca adam içeriye girdi. Silah sesleri sustu, beni kolumdan tutup kaldırdılar ve odanın ortasına getirip diz çöktürdüler. O sırada arkalarından tanıdık bir yüz göründü.
Ercüment Çamlı.
Karısıyla bizzat görüştüğüm, kayınbiraderini öldürdüğümüz ve benim bizzat topuğuna sıktığım adam.
Beni görünce keyifle gülmeye başladı. "Eda Nefes Karaslan! Uzun zamandır görüşemedik, nasılsın?"
"Seni sormalı." Dedim. "Son gördüğümde pek iyi değil gibiydin."
"Görünmez kaza işte." Dedi sırıtarak. "Eminim ki karşında beni değil, amcan Gökhan Karaslan'ı bekliyordun. Anlıyorum seni, zor tabi çok düşman sahibi olmak. Ama seni bu zorluktan kurtarabilirim."
"Ne istiyorsun, siktiğimin manyağı?" Dedim öfkeyle. Ayıplar gibi dilini damağında vurarak bana yaklaştı. "Ne kadar ayıp. Sizin gibi bir genç hanımefendiye küfür yakışmıyor."
"Görüyorum ki iyileşmişsin." Dedim ayaklarına bakarak. Sinir bozucu bir şekilde güldüm. "Bana ne yakışıp yakışmayacağından önce, sağlık taktiğini ver." Göz kırptım. "Nasıl oldu da sorunsuzca yürüyecek kadar iyileştin?"
"İnanmazsın." Dedi dedikodu yapar gibi. "Koşuyorum bile!"
Gözlerim Araf'a kaydı, sonra Ercüment'e geri döndü. "Ne oldu ona? Ne yaptınız?" Arkasını dönüp uyuyan Araf'a baktı ve sonra geri bana döndü. "Ha, o mu? Hiç ya önemli bir şey değil. Sadece uyutucu bir şeyler. Ölmez korkma. Henüz."
Düşüncesi bile beni öfkelendirmeye yetti.
"O ölünce ne olacak sanıyorsun?" Dedim öfkeyle. "Sen sağ kalacak mısın? Lider olacağını mı sanıyorsun? Masanın ilk işi seni katletmek olur!"
Silahının namlusunu şakağımda gezdirdi. "O zaman seni öldürelim, Desise." Göz kırptı. "Ne dersin? Uyar mı sana?"
"Yarrağımı öldürürsün." Dedim gram geri adım atmadan. Yüzünü buruşturarak geri çekildi. "Ölmekten zerre korkmuyorum, ama bil ki ben ölürsem yine ölürsün. Bu sefer de hem masanın üyesini, hem de liderin karısını öldürme suçundan. Bilmem anlatabildim mi? Şimdi ya çekip gidersin ben de bunu unuturum, ya da bizi öldürürsün, masa da hem seni hem karını."
Karısından bahsettiğim an öfkelendi. "Karımın adını ağzına alma."
"Ben almam da..." Dedim gülerek. "Masa bayağı bi' alabilir."
Silahı alnıma dayayıp emniyetini açtı. "İşin bitti, Desise."
"Hep öyle derler. Ama bil, ben bugün de ölmeyeceğim."
"Bugün olmazsa yarın olur."
"Hiç sanmıyorum."
Gözlerini gözlerimden ayırmadan parmağı tetiğe bası uyguladı. Korkusuzca ona baktığımı gördü. Parmağını tetikten çekti. "Daha romantik bir fikrim var." Başıyla bir adama işaret verdi. Akabinde o da Araf'ın başına silahı dayadığında benim şalterlerim atmıştı. Bana istediğini yapabilirdi ama ona dokunamazdı!
Şimdi siktim belanı.
Tek hamleyle Ercüment'in hassas bölgesine bir yumruk atıp başımı yana eğerek sıyrıldım. Ercüment'in silahındaki kurşun, arkamdaki adamının bacağına saplandı. Adam acıyla yere yığılırken ben çoktan ayağa kalkmış, Ercüment'in silahına uzanmıştım. Çok güçlüydü, çok zorluydu, ama bir kez de dizimle bir darbe indirip dirseğimle de çenesine vurdum. Ama onun da eli armut toplamıyordu. Açık saçımdan yakalamış, kendisiyle beraber yere çekmişti. Bana doğru hamle yapan adamından yuvarlanarak kurtuldum ve Ercüment'in kalkmasına müsaade etmeden sert bir yumruk indirdim. Silahı kaptığım gibi ilk iki adama sıktım. Geriye iki adam ve bir de Ercüment kalmıştı. Ercüment beni yakalayacakken sıyrıldım ama yakalamayı başardı. Silahı elimden almaya çalıştı, izin vermedim. Tüm gücümle silahı tuttum, diğer elimle de yumruk yapıp silahı almaya çalışan kolunun dirseğine alttan vurdum. Bacağını bacağıma dolayarak düşürmeye çalıştı, bocaladım, yatağa dayandım. Bacağımdaki silahı çıkarıp Araf'a silah dayayan ve emir bekleyen adama, ve diğer adama sıktım. Ercüment'in diğer adamları da gelecekti az sonra. Etkisiz hâle getirmek için hiç beklemeden Ercüment'e de sıktım. Yine topuğuna. Hoş bir tesadüftü. Bir ordu bekledim ama kimse gelmedi. Ercüment yerde acıyla bağırırken kırık cama yaklaşıp baktım. Tüm adamları cansız yatıyordu ve siyah maskeler her yerdeydi. Gülümsedim. Nefes nefese kalmıştım, saçlarım birbirine girmiş ve elektriklenmişti.
Ve bunlar olurken Araf hâlâ uyuyordu.
Baş ucuna yaklaşıp hafif çıkmış sakallarını sevdim. "Uyanınca bir daha uyumaya tövbe edeceksin, sevgilim."
Cemal, peşinde üç adamla içeri girdiğinde ve etrafı gördüğünde yüzünde salak bir sırıtışla bana döndü. "Nefes Hanım? Yine formunuzdasınız."
"Nerelerdesiniz, Cemal?" Dedim öfkeyle. Araf'ın baş ucundan ayrıldım. "Ercüment Çamlı'yı tuzağa düşürmek için geri çekildik, Nefes Hanım. Sonrasında etraflarını sarıp etkisiz hâle getirdik. Aksi hâlde bizim için durum umutsuz olurdu."
Başımı salladım. "İyi. Fakat çok tehlikeliydi! Kocamı vurabilirdi!"
"Bence asıl sizin için geldiler, efendim."
"Öyle, ama kocamın canına da kast etti." Ercüment'e baktım. "Şunu kapatın bir yere. Kimseyle iletişime geçemesin, hareket dahi edemesin. Pansuman da yapın da gebermesin şimdi. Ben geberteceğim." Cemal başını salladı ve adamlarla beraber Ercüment'i alıp götürdüler.
Boş bulunmuştum. Ercüment'in böylece bırakmayacağını bilmeme rağmen resmen onu unutmuştum.
Hava iyice kararmıştı, duvardaki camı kırık saat, dokuzu gösteriyordu. Cam kırıkları arasında ilerleyip gardropu açtığımda kıyafetle dolu olduğunu gördüm. Şortlu bir gecelik takımı alıp üstümü değiştirdim. Ev terliklerini giyip topukluları yere bıraktım. Makyajımı silip takılarımı çıkardım ve Araf'ın yanına kıvrıldım. İlacı hangi ara vermişlerdi ve etkisi de ne kadar sürerdi bilmiyordum.
Ömrüm.
Bir sonbaharın düşen son yaprağı gibi. O kadar kızıl, o kadar kuru, o kadar ölü...
Sevdiğim adamın yüzünü tüm dikkatimle incelerken sanki onu hiç görmemiş gibiydim. Sanki bu efsunlu yüzünü ezbere bilmiyormuşum gibi.
Biliyordum. Adımı dahi bilmezken bile onu biliyordum. Benim kafamda net olan tek şey oydu.
"Hayatımız bir savaştan ibaret, sevgilim." Diye fısıldadım. Uyuyordu, beni duyamazdı. "Bu savaşın katili sen, maktülü de benim. Ailelerimiz değil." Dudaklarımı ıslattım ve bir süre sessizce nefes alıp vererek sevdiğim adamın yüzünü izledim. Onu öldüreceklerdi, az kalsın onu öldüreceklerdi!
"Sana söz. Annemden bana miras kalan nefesimi sadece senin uğruna harcayacağım."
Araf'ın sırtına sarılıp gözlerimi kapattım. Evet. Beş dakika önce beş adamla dövüşmemişim gibi.
Ne diyebilirim? Kocama çekmişim.
🩸
"Mavi! Okula geç kalıyorsun, kızım!" Mutfaktan çıkarken merdivenlerden yukarı doğru seslenmiştim. Kömür karası saçları balıksırtı şeklinde örülmüş Mavi'm koşarak merdivenlerden inmeye başladı. "Koşma, düşeceksin!"
Sırt çantasının tek kolunu takmış, diğerini takmaya çalışıyordu ama beceremiyordu. Merdivenlerin sonuna geldiğinde onu durdurup çantasını takmasına yardım ettim. Montunun önünü kapatıp başından öptüm. "Bugünkü toplantıya baban ya da teyzen gelecek, bebeğim. Gelmeyi çok isterdim, özür dilerim."
"Evet, gelseydin daha iyi olurdu, ama olsun." Dedi omuz silkerek. Tatlılığına gülüp bir kez daha saçlarından öptüm. "O zaman doğru bahçeye! Şoför abin seni bekliyor." Yanağımdan uzunca öptü ve koşup kapıdan çıktı. Arkasından gülümseyerek baktım ve gidene kadar camdan izledim. Ceketimi ve çantamı aldım. Evden çıkmak üzereyken telefonum çaldı. Cevapladım. "Efendim?"
"Savcım, önemli gelişmeler var."
"Tamam, çıkıyordum ben de." Dedim ve kapattım.
Kapının kulpuna uzanıp bastırdım.
Ama açılmadı.
"Yanlışlıkla kilitledim mi acaba?" Diyerek anahtarıma uzandım. Kilit açıktı. Kulpa tekrar bastırdım ama yine açılmadı.
"Neler oluyor?"
"Bu hayat yalan."
Duyduğum sesle irkilerek yukarı baktım. Gerginlikle etrafı inceledim ama kimse yoktu.
"Sen savcı olamazsın. Sen aile annesi olamazsın. Sen çocuk sahibi olamazsın. Sen, yaşayamazsın."
Bir anda içinde bulunduğum evin duvarları parçalara ayrılmaya başladı. Korkuyla geriye atılıp dehşetle paramparça olan evimi ve hayatımı izledim.
Kurak bir yerdeydim. Toprağı ıslatan şey su değil, kandı. Dört bir yanımda sevdiklerimin cesetleri vardı.
Üstümde simsiyah bir elbise vardı. Altın rengi metalik işlemeleri elbiseyi şıklaştırıyor, hatta ürkütücü hâle getiriyordu.
Sağ elimde kanlı bir hançer vardı. Ayaklarımın dibinde paramparça olmuş kolye vardı. Annemin kolyesi.
Koyu kestane uzun saçlarım uçuştu.
Korkuyla etrafımda dönerek bakındım.
Hepsi ölüydü.
Açelya, Baha, babam, amcam, halam, annelerim, dayım, Araf, Mavi'm.
Yalnızdım.
Onların katili bendim.
Eğilerek bir feryat kopardım. Boğazım adeta yırtılıyordu.
Hepsini ben öldürmüştüm. Hepsinin katili bendim.
"Sen busun! Sen busun! Sen busun!"
"Sen bir katilsin. Sen bir kötülüksün. Sen bir mahvoluşsun. Sen bir yıkımsın. Sen bir harabesin."
"Sen bir ölüsün."
Bir çığlık.
"Anne!"
Saçlarımda gezinen parmaklarla uykum bölündü. Gözlerimi açmaya çalıştım ama çok acıyorlardı. Her gece gördüğüm kabus kendini tekrarlamıştı. Gözlerimi zorla araladığımda havanın hâlâ karanlık olduğunu, Araf'ın koynunda olduğumu ve gülümseyerek saçlarımı sevdiğini gördüm.
Uyandığımı fark edince gözleri gözlerime çevrildi. "Saçların uzadıkça doğal rengi uçlara kadar gelmiş." Dedi. "Eskisi gibi. Upuzun ve kestane."
Elimi koynundan çıkarıp kolunu okşadım. Tişörtün altından dövmesi görünüyordu. Bu dövmeyi kolundaki yanık izini gizlemek için yaptırdığını söylemişti.
O, dövmeyle babamın izini silerken, ben dövmeyle onun izini ölümsüzleştirmiştim.
Uzanıp dudaklarımı dudaklarına dokundurdum. Bana bırakmadan hızla birleştirdi ve derin bir nefesle içine çeker gibi öptü. Özledim, demesine gerek yoktu. Öpücüğü ne kadar özlediğini anlamama yetiyordu.
Belimdeki eli, askılının altından çıplak belimde ve sırtımda gezindi. Öpüşme uzadıkça ve eli tenimde gezindikçe ne istediğini anlamıştım. Kolundaki elim, teninde sürtünerek yüzüne çıktığında öpüşmemiz daha da hararetlendi.
Sırtımdaki eli, şortumun lastiğinden sızıp kalçama indiğinde avuçlayarak sıktı. Anlık canımın acısıyla dudaklarına inledim. Beni kendine daha da çekerken parmakları çamaşırımdan sızıp kalçamı aşarak usulca bana dokundu. Karnımdaki kasılmayla dişlerimi dudaklarına geçirdim.
Gülümsedi ve geri çekildi. "Uslu dur."
"Durmazsam?"
Sürtündü. "Kötü olur, diyeceğim ama... O da hoşuna gider senin."
Çenesinden öptüm. "Konu sensin, nasıl hoşuma gitmesin?"
İleri gidecekti ki dün olanlar zihnime dolunca geri çekilmek durumunda kaldım. Araf sorgulayarak baktığında sıkkınca nefes verdim. "Araf, önemli bir durum var."
"Şu an bundan daha önemli ne var?" dedi şaşkın şaşkın bakarak. Göz devirdim. "Sevgilim bir saniye aklınla düşünür müsün?"
"Ben neyimle düşünüyorum pardon?"
"Si-"
"Hop! Bir sefer daha kaldıramam bunu, tamam sus."
"Sen dün bir şey yiyip içtin mi?" Dünyanın en saçma şeyini demişim gibi yüzünü buruşturdu. "Biz insanlar yemek yeriz, robot karıcığım." Koluna vurdum. "Ya salak sus. Söyle hadi."
"Evde yemek yoktu pizza söyledim, yanında da her normal insan gibi kola içtim. Başka soru?"
Kesin pizzaya bir şey karıştırmışlardı. Duvardaki saate baktım, dörde geliyordu. "Kaçta yattın peki?" Düşündü. "Yorulmuştum, on ikide falan yattım."
"Geçmiş olsun, camış kocam. On altı saattir kütük gibi uyuyorsun." dedim müjdeli haber verir gibi. Araf gözlerini kırpıştırdı. "Anlamadım."
Her şeyi en başından anlattığımda etrafa bakındı. Yeni fark ediyormuş gibi bir şok ifadesi oluşunca asıl ben şaşırdım. "Bunca zaman nasıl fark etmedin sen?"
"Gözümün senden başka hiçbir şeyi görmediğinin bir kanıtı daha." dedi odayı incelerken.
Tereyağı gibi eridim, ama bunu belli etmeyecektim. "Bu arada oyu-" durdum. "Oyun! Hançer!"
"Ne?"
Gerçekten yeni doğmuş bir bebek gibiydi.
"Oyun bu gece! Ve hançerli! Hançer yok!"
Hassiktir, ifadesi. "Evet yok. Çünkü Gökhan'daydı. Onu ondan almanın bir yolunu bulacağım." Yataktan kalkacakken yere basmasın diye hızla koluna yapıştım. "Dur!" Araf da cam kırıklarını fark etmişti. Kendi tarafıma uzanıp terliklerimi aldım ve Araf'a uzattım. Elindeki tüylü terliğe, sonra da bana tip tip baktı. "Bu ne?"
"Terlik. Ayağına cam batmasın giy işte."
"Saçmalama. Bunu giyeceğime tekrar beyaz giyerim daha iyi. Bir karizmam var benim."
"Araf, karizmanın sırası mı şu an!? Kim var burada hani!?"
"Sen."
"Araf benim seni görmediğim halin yok biliyorsun değil mi?" dedim sinirlenerek. "Giy lan artık şunları!"
Araf acı çeker gibi baktı. Terlikleri yere bırakıp giydi, odada ilerlediğinde terlikler ayaklarına gelmediği için parmak ucunda durduğunu fark ettim. Gülmemek için elimi ağzıma bastırdım. Kırmızı tüylü terlikle parmak ucunda yürüyen Araf gerçek değil, bana bir şey yapamaz.
"Gülme!" dedi sırtı bana dönükken. Kendisine terlik alıp giydi ve tüylü terliklerimi adeta kafama fırlattı. "Şunları kim aldı, ulan!?" Kendimi tutmayı bırakıp kahkahayı bastım. Kafama uçan terliklerden eğilerek kurtuldum. "Anne olmadığın için mi destekli atamıyorsun, kocam?" dedim gerçekten merak ederek.
"Eda!" Daha büyük bir kahkaha attım. O kadar güldüm ki, bana diğer ismimle bağırdığını fark etmedim bile.
"Kalk giyin, toplatacağım şuraları. Dikkat et ayağına cam batmasın." Odadan çıkıp gitti. Kalkıp hazırlanmak için gardropu açtım. Vakit kaybetmeden Araf'la konuşup İstanbul'a gitmem gerekiyordu. Çünkü gerçek hançer oradaydı: Annemin mezarında. Bugün çok koşturmacalı olacaktı.
Açık bej, parlak kumaştan bir büstiyer, mini deri etek ve bağcıklı siyah ayakkabı giydim. İnce, yazlık açık kahverengi blazerı yanıma aldım. Dünkü takılarımdan sadece küpelerimi taktım. Hızlıca makyaj yapıp aşağı indim. Ben çıktığım gibi adamlar odaya girdiler. Araf aşağıdaydı. Canı sıkkın görünüyordu. Haklıydı.
"Nereye gidiyorsun?" Sesi benim için en büyük milattı. Onun sesini duyduğum ilk an yeni hayatım başlamıştı. Ve sonunda yine onun sesiyle sonlanacaktı. Çünkü o olmadan hayatım yarımdı. Tek akrabam oydu, tek gerçeğim oydu.
Ama bunları feda edebilirdim. Onun için yine onu feda edebilirdim. Ama nereye? Kendime mi?
"Oyunu sonlandırmaya." Kolumdan tutarak çıkmama engel oldu. "Çoktan geç kaldık bile, Desise. Bu saatten sonra kaybettiğimiz açık." Güldüm. Bana kaybetmekten mi bahsediyordu? Mağlubiyeti kabul etmek mi?
Desise bu değildi. Desise mağlup olmaz, mağlup ederdi. Bir kere etmişti. Tekrar edecekti. Dibi görmüştü, dibi yalatacaktı.
"Kaybetmek mi? Gerçekten beni tanıyamadın mı, Araf? Ben asla kaybedemem. Canımı dahi kaybederim, ama içinde senin olduğun bir oyunu asla."
"Nasıl?" dedi bastıra bastıra. "Nasıl alacaksın hançeri? Hançer yok, Desise, yok!"
"Sence ben salak mıyım?" dedim üstüne giderek. "Elbette hançer onda değil!" Kendimi işaret ettim. "Bende. Ama oyunun onunla sonlanacağını bilmediğim için getirmedim. Gidip getireceğim. Sen de Ercüment'in icabına bakarsın. Lider sensin!"
"Nefes..." dedi yorgunca.
"Trip atmıyorum, Araf." dedim. "Seni korumaya çalışıyorum."
Evden çıktım.
Cemal'le birlikte İstanbul'a geri dönmek üzere yola çıktığımızda sessizliğimi korudum. Bu gece sondu. Her şey bitiyordu. Yeni bir hayat başlıyordu bizim için.
Kalan son ailemin de gözünün yaşına bakmayacaktım. Çünkü ben artık zehirli bir kan damlasıydım.
🩸
Akşam saatlerinde Sapanca'ya geri döndüğümde Araf'la beraber apar topar Melike Kaynar'ın kaldığı otele gittik. Hançer üzerimdeydi, çantama koymamıştım. Sıcaktan saçlarımı toplamak zorunda kalmıştım fakat akşam serinliğinde tekrar açtım. Toka izine sinir olsam da şu an en ufak derdim oydu.
Ben araçtan inerken Araf, Cemal ve Faruk'larla beraber önden gitti. Arkalarından giderken etrafı kolaçan ediyordum. Görünürde tanıdık kimse yoktu. Ne babam, ne amcam, ne de onların herhangi bir adamı. İsim hafızam muhteşem olmasa da bir gördüğümü kolay unutmazdım.
Otele girdiğimde Araf ve adamlarının asansöre bindiklerini gördüm. Göz devirerek koştururken, Araf çok şükür henüz yanlarında olmadığımı fark etti de asansörü durdurdu.
Asansöre binerken tip tip baktım, o da göz devirdi.
Muhteşem bir ilişki örneği.
Asansör, en üst kata çıkarken Araf'a döndüm. "En üst katta mı kalıyormuş?"
"En üst kat onunmuş." Dediğinde bakakaldım. "Ne? Ne bu zenginlik? Henüz ben yapmadım öyle bir kraliçelik." Güldü. "Şu günü bir atlatalım da, yaparsın, nefesim. Kendi otellerin var nasılsa." Gerindim. "Doğru. Melike sadece katı almış, ama benim direkt otellerim var." Ne yapacağım ben seninle, der gibi baş sallayarak güldü.
Asansörün kapıları açıldığında hızla indik ve koca kattaki tek oda kapısını aramaya başladık. "Buldum!" Faruk'un sesiyle hepimiz oraya yöneldik. Hepsi silahlarını hazırda tutarak kapıyı çalarken ben de kollarımı bağlayıp duvara yaslanarak onları izledim.
Kapı açıldı. Çıkan adamı göremedim ama benimkiler anında müdahale ederek içeri daldılar. Susturucunun boğuk sesi birkaç kez duyuldu, sonra kesildi. Peşlerinden içeri girdiğimde olduğum yerde durdum. Gözlerim yerdeki adamlarda gezindi.
Cemal ve Faruk harıl harıl odaları ararken Araf ve ben dikilmiş, ölü adamlara bakıyorduk. Göz göze geldik. Aynı şeyi düşünüyorduk: Bunlar babamın adamlarıydı. Tezgahtı.
Kaybetmekle burun burunaydık.
Telefonuma bir mesaj düştü.
Gönderen: Oğuz Karaslan
"Sevgili kızım."
"Satın alınabilecek adamlara güvenme huyundan vazgeçmemen senin hatan oldu. Sana bulunduğumuz konumu atıyorum, ama yetişemeyeceksin. Sana baba tavsiyesi: Kocanla vedalaş."
"Seni seviyorum."
Konum📍
Manyak!
Mesajları hızla Araf'a gösterdim. Umutsuzca omuzları düştüğünde beni çaresiz bıraktığının farkında değildi. Gözlerime öyle baktı ki, benimkiler anında dolmuşlardı.
Araf bana veda eder gibi bakmıştı.
"Hayır." Dedim başımı iki yana sallayarak. "Burada ölecek birisi varsa o da babam ve amcam! Sen değilsin." Dudaklarım titredi. "Değilsin."
"Nefesim, sonu baştan belliydi."
"Değildi!" diye bağırdım. "Belli olan tek bir son vardı." Devamını getirmeye dilim varmadı. Benim kastettiğimi Araf anlamadı.
Silkelendim. "Gidiyoruz. Hemen." Bacağımdaki hançeri elime aldım. "Hemen!"
🩸
Konum, ormanlık bir alanı gösteriyordu. Arabayı ben kullanıyordum. Deli gibi kullandığım için Araf birkaç kez savrulmuştu. "Beni baban değil sen öldüreceksin!"
"Seni ancak çok sevmekten boğarak öldürürüm." Demiştim dikkatimi yoldan ayırmadan.
Hava iyice kararmıştı ve patika yolu sadece aracın farları aydınlatıyordu. İleride gördüğüm üç kişiyle ani frene bastım, Araf yine savruldu. "Sikeyim."
Araçtan inip oraya doğru koştuğumda babam beni fark etti. Elindeki sahte hançeri bana doğrultarak "Orada kal!" diye bağırdı. Elinde Melike'yi tutuyordu. Gözlerim irileşti ve olduğum yerde kaldım. En ufak hareketimde Melike ölürdü, akabinde Araf da ölürdü.
Bir kayba daha, hele ki kalbimin kaybına tahammülüm yoktu.
Kritik dakikalardı. Asise, oyun tanrıçasıydı. Oyunu ve şartları tersine çevirmeyi severdi. Bedeli ne olursa olsun.
Kestane rengi saç, gerçek hançer.
Bunlar bende vardı. Saçımdaki boya akmıştı, doğal rengindeydi.
"İzin vermem." Dedim. "Ben Desise'yim!" Haykırdım. "Asise'yim! Eda Nefes Karaslan'ım! Hiçbir oyun, benim kontrolümün dışına çıkamaz! Elindeki hançer gerçek değil!"
Elimdeki hançeri göğsüme dayadığımda babam irkildi. "Bu gerçek!" Araf arkamdaydı, ne olduğunu göremedi.
"Oyun bitti, baba."
Bir kere daha düşünmedim. Zira sebeplerim geçerliydi.
Son bir nefes çektim ve güçlü nefesin verdiği hisle kuvvetle bastırdım hançeri.
Babam dehşetle "Hayır!" Diye haykırdı.
Hançer göğsümden içeri girdiğinde gözlerim irileşti, nefesim anında kesildi.
Dizlerimdeki güç bir anda kesildi ve kendimi yerde buldum. Araf beni hemen kucakladı. Kendime yaptığım şeyi gördüğünde yüzündeki renk, gözlerindeki ışıltı, bedenindeki güç gitti. Dehşeti korku, korkuyu endişe, endişeyi acı aldı. Son saniyelerimde hepsini okuyabildim gözlerinden.
Özür dilemek istedim, yapamadım.
Bir nefes hissettim üstümde. Soğuk bir rüzgar gibiydi, halbuki bugün hava sıcaktı.
Önce annemi gördüm. Özlem vardı gözlerinde, şefkatli bir gülümseme vardı yüzünde.
Kucağında küçük bir kız çocuğu tutuyordu. Siyah saçlı, yemyeşil gözlere sahipti, buğday tenliydi. Bana gülümsedi, dünyanın en güzel gamzelerine sahipti.
Sonra Açelya'yı gördüm, o da bana gülümsüyordu.
Onun elini tutan abimi gördüm, acıyla bakıyordu. Gülümsemiyordu.
Seçil'i gördüm sonra. Nefretle ya da suçlayarak bakmıyordu. Gülümsüyordu bana. Çok sevdiği birine, uzun zamandır görmediği dostuna bakar gibi bakıyordu.
Kesik bir nefes girdi ciğerlerime. Vücudum titremeye başladı. Canım yanıyordu, nefes alamıyordum, ciğerlerimi parçalamıştım.
Araf haykırıyordu, bir şeyler söylüyordu ama duyamıyordum. Diğer tarafımda babamı gördüm, o da konuşuyordu ama duymuyordum.
Kesik kesik, parça parça mırıldandım: "A-anne."
Annemin gülümsemesi yavaşça soldu. Gözleri doldu, sanki benim değil de onun canı yanıyordu.
Çevremdeki hiçbir şeyi duymadım.
Duyduğum son ses ise o küçük kız çocuğuna aitti.
Hevesle bağırdı.
"Anne!"
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro