Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

53 | Desise

Vadim Kiselev - Alone in the Dark

Sema Moritz - Hasret

Sezen Aksu - Sarı Odalar

***

53. Bölüm

Hayatın kendisi bir kumardı ve kararlarımız da çift yönlü bir tarot kartıydı. Kumarda kendimiz karar verir, kendimiz yenilirdik, belki de kazanırdık. Tarotta da kendimiz seçer, yine kendimiz görebilirdik; ya yenilirdik ya kazanırdık. Hayat ve seçimler ne kadar iç içeyse benim için tarot ve kumar da iç içeydi.

Çift yönlü bir tarot kartı elimdeydi, iki parmağımın arasındaydı ve çevirdiğim yönü karşıma, diğer yönü de bana bakıyordu. Tarot söyledi, karşı taraf kaybetmeye mahkumdu. Kumar söyledi, henüz her şey bitmedi.

Gökhan Karaslan'ın öfkesi, benim kartlarıma rüzgar bile olamazdı.

Ben Desise'ydim. Asise'ydim. Ben oyunun ve kurucunun ta kendisiydim.

En azından ne diye bir tepki verir sanıyordum ama sevgili amcam hiçbir şey söylemeden öylece bana bakıyordu.

"Doğduğun gün." Dedi. "Fırtına vardı, Desise. Yeri göğü inleten fırtına. Yıldırımının benim yuvama düşeceğini bilsem, Asaf'tan önce davranırdım." Araf üstüne yürümeye kalktı ama kolumu kaldırıp onu tuttum. "Bırak, konuşsun."

"Seni kendi yıldırımınla vuracağım, Desise. Bu kadar oyun yeter. Ben bu oyunda yokum." Gözlerimi kıstım. "Bundan sonra sadece senin yok oluşunu görmek için yaşıyorum. Kendini. Ölü. Bil."

Arkasını dönüp çıkıp gitti.

Oyundan çekilmesi ve ölümle tehdit etmesi büyük bir şeydi. Hem de çok büyük. Oyundan çekildiği takdirde kılıma zarar gelse bedel ödemeyecekti.

Araf'la göz göze geldik. Bıraksam peşinden gidip kendi elleriyle öldürecekti, biliyordum. Ama bırakmadım. Onun korktuğu tek bir şey vardı: "Korkma." Dedim fısıltıyla. "Bana bir şey olmayacak."

🩸

"Herkesin içinde tehdit etti." dedi Araf öfkeyle yola bakarken. "Herkesin içinde. Benim tek lafımla kül olacak insanların gözü önünde benim karımı ölümle tehdit etti. Ben bunu yaşatır mıyım?" Direksiyonu döndürerek çevre yoluna girdi. Gişelerden geçerek ücretli otobana geçti. "Araf sakin ol." dedim gayet sakin bir şekilde. "Beni tehdit eden ilk insan değil ya? Kaç kez ölümle burun buruna geldim, bir şey oldu mu? Bak, hala buradayım, yanındayım."

"Hep de olacaksın." dedi sıcacık gülümseyerek. Bir şey demedim.

Sokak lambaları yüzümüzü aydınlatıp geçerken arkamızdan yanan selektör ve ardından da birkaç arabayı gördüm. Neler olacağını anladım, bu sahneyi daha önce de yaşamıştım. Hep yolda yakalıyorlardı, çünkü otoban gecenin bu saati hep ıssız ve boş olurdu. Amcam dediğini yapacaktı. "Sikeyim sizi." diye homurdandım. Adamlarımız yetişip önlerini kestiler ama kurtulan bir iki araç vardı, peşimize düştüler. Silahımı aradım ama bulamadım. Torpidodaki Araf'ın silahını alıp emniyetini açtım. Camı indirmek üzereydim ki ateş etmeye başladılar. "Siktir!"

Araf hızını artırdı, ibrenin bir anda fırladığını gördüm ve sırtım koltuğa çarptı. Tüm dikkatini yola ve aynalara vermişti. Ben de silahı hazır tuttum ve fırsat kolladım. Araya mesafe girince camı indirdim. Aracın hızıyla, nefes almamı bile engelleyecek rüzgar dalgası suratıma çarptı, gözlerimi kırpıştırdım. Kolumu çıkardım ve arkadaki far ışığına doğru ateş ettim. İsabet sesi geldi ama nereye isabet ettiğini görmem mümkün değildi.

Birkaç kilometre ötemizde, karşı yoldan aracın biri hızla bizim şeridimize doğru geldi. Bariyerleri adeta yırtarak takla attı ve şarampole sürüklenerek kayboldu. Açtığı boşluktan gelen araçlar önümüzü kestiğinde Araf ani frenle durmak zorunda kaldı. "Lanet olsun." 

Amcam korkunçtu. Az önceki hamle de korkunçtu. O araçtaki adam yüksek ihtimalle ölmüştü.

Araçtaki adamlar teker teker indiler. Hepsinde büyük silahlar vardı. Arabanın etrafını sararak hepsi bize nişan aldı. Araf uzanıp elimi tuttu. "Adamlarımız yetişemedi. Buradan çatışarak kurtulmamız imkansız." 

Ölümle bir kez daha burun burunaydım. Ama yalnız değildim, bu sefer sevdiğim adam da yanımdaydı. Kalbim hızlandı, aciz insan vücudunun gereği gibi ölüm korkusu bedenimi sardı. Elimdeki Araf'ın elini sıktım. Parmaklarımız kenetlendi, sanki ölüm bile o elleri ayıramayacakmış gibi.

Pes etmek benim kitabım değildi. Ama çaresizlik diye bir gerçek de vardı. Araf'ı öldüreceklerse benim de yaşamamın anlamı yoktu zaten. Mağlubiyetle gözlerimi yumdum, omuzlarım düştü.

Ateş sesini, camın kırılmasını ve bedenimde yanma hissini bekledim. Mutlak son buydu.

Pakgör Holding'in yönetim kurulu başkanı Eda Nefes Pakgör ve eşi Araf Pakgör, dün gece suikast sonucu hayatını kaybetti!

Arkamızdan anılacak haber buydu. Evde beni bekleyen abim ve İzmir'e taşınan annem bu haberle mahvolacaktı. Oğuz Karaslan peki? O ne yapardı abisinin kurduğu suikastla öldürüldüğümü duyarsa? Aynı çeşit suikasttan beni yaralı bir şekilde kurtarmıştı. Ve buna rağmen abisiyle yine kol kola girmişti. Ölümüm ona koymazdı.

Araf'ınsa benden başka kimsesi yoktu.

Siren sesleri duyulduğunda ve kırmızı mavi ışıklar yüzüme vurduğunda şaşkınlıkla gözlerimi araladım. Polis ekipleri, bizim etrafımızı saran adamların etrafını sarmış, silahları indirmeleri için anons yapıyordu.

Ses abime aitti.

Ani rahatlama hissi bocalamama ve gözlerimin dolmasına neden oldu.

Aynı suikastta bir abim beni korumuştu, şimdi o yoktu. Ama bu sefer diğer abim beni kurtarmıştı. Gözyaşlarına boğulurken kimsesiz olmadığımı iliklerime kadar hissettim. Benim bir abim daha vardı! Ve ne pahasına olursa olsun, bir şekilde beni kurtarırdı.

Hıçkıra hıçkıra ağlarken Araf beni kendine çekti ve göğsüne yaslayıp saçlarımdan öptü. "Geçti, sevgilim. Geçti, nefesim. Bak, abin geldi. Kurtulduk." Bak, abin geldi.

Abim kendini yere atarak hemen yanıma geldi ve beni kaldırıp bağrına bastı. "Nefes? Nefes uyuma. Uyuma, güzelim. Sakın uyuma." Sesi titriyordu. "İyiyim." dedim pürüzlü ve kısık sesle. Ceketini hışımla çıkarıp yarama bastırdığında anlık sancıyla inledim.

"Koruyamadım." dedi, ağlıyor muydu? "Kurtaramadım. Kaçıramadım! Sen de gitme. Yalvarırım sen de gitme." Gülmek istedim ama gözlerimden yaşlar boşaldı. "Gitmem." dedim. Serçe parmağımı uzattım. "Söz ver. Sen de gitmeyeceksin. Sen gitmeden ben gitmem." Serçe parmağını serçe parmağıma sardı. "Söz." 

Silahın patlama sesi kafamda yankılandı. Önce ses, sonra görüntüler geldi gözümün önüne.

Babam silahını Evrim anneme doğrulttuğunda bir an bile düşünmedim. Anneme doğru koşup kendimi siper ederken silaha eşlik ederek ormanda yankılanan tek ses benim çığlığımdı. "ANNE!" Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Hiçbir şey hissetmeyişimi şoka yordum. Annem kollarımın arasında ve güvendeydi, onu kurtarmıştım.

Gözlerimi usulca araladığımda hayatımda hiç yaşamadığıma emin olduğum, bana yabancı olacak şiddette bir şokla bakakaldım. Gözlerim ve dudaklarım dehşetle aralanmış, nefes almayı bırakmıştım. Fakat öyle bir boşluktaydım ki, nefessizliğin ciğerlerime yaptığı baskı ve acıyı da hissetmiyordum. Öne doğru ne ara atıldığımı fark etmemiştim.

Abim kollarıma düşerken bense hâlâ dehşetle ona bakıyordum. Kaymaya başlayan gözleri beni bulduğunda gülümsemeye çalıştı. Dehşetten irileşmiş gözlerimden gözyaşları kendiliğinden dökülüyordu. Ellerim titriyordu, rüzgar bile esmiyordu ama ben çok üşüyordum. Babamın silahından ateşlenen kurşun, abimi delmişti. Abim bana siper olmuştu. Babam abimi vurmuştu.

Boğuluyormuş gibi hissettim. Nefes almak istedim alamadım. Sanki biri boğazımı sıkıyordu. Hıçkırıklarım arttı, deli gibi soluk soluğa kaldım. Araf endişeyle yüzümü ellerinin arasına aldı. Bana sesleniyordu ama duymuyordum. Kapıyı açtı ve dışarı doğru bağırdı ama ben hala duyamıyordum, sesler çok boğuktu. Elim göğsüme gitti.

Kapım açıldı ve abim içeri doğru uzandı. "Eda!? Geldim, abiciğim. Buradayım, güzelim. Eda!" Araca hava girmesi için arka kapıları da açtılar. Bulanık gözlerle tüm adamların tutuklandığını ve arabaya bindirildiğini gördüm. 

"Kriz geçiriyor." dedi tanımadığım bir ses.

Bir anda nefes almaya başladım. Dudaklarımdan bir haykırış koparken içimdeki ızdırap bitecek gibi değildi. Abime sarıldım can havliyle. Öyle sarıldım ki, sanki o Furkan abim değil de Baha abimdi. "Abi!" dedim haykırarak. Anladı. Saçlarımı okşadı ve sadece "Güzelim." dedi. İçimi çeke çeke, hıçkıra hıçkıra, haykıra haykıra ağladım ve abim beni hiç bırakmadı.

Keşke diğer abim de bırakmasaydı.

"Ben kayboldum abi." dedim bilinçsizce. Baha abimle konuşuyordum sanki. "Abi ben kayboldum! Kaybolduğum yerde kimse yok."

"Ben varım, kardeşim." dedi. "Ben varım, küçüğüm. Yalnız değilsin; sen cehennemin dibine de gitsen, cehennemin ta kendisi de olsan, ben her zaman orada olacağım. Her zaman arkandan geleceğim. Sen hala benim küçük prensesimsin. Tıpkı Baha abinin de olduğu gibi." Sanki mümkünmüş gibi hıçkırıklarım daha da arttı. "O seni çok seviyor. Ben de seni çok seviyorum. En kıymetlim, tek tanem." 

"Abi sen de ölme." Beni tutuşu sıkılaştı. "Söz, bebeğim."

Baha abim de söz vermişti.

🩸

Emniyetten çıktığımızda Araf'ın kollarındaydım. Yüzümde makyaj, bedenimde derman namına hiçbir şey kalmamıştı. Sanki bıraksa yere yığılacak gibiydim. 

İfademiz alınırken türlü yalanlar sıkmıştım. Dejavu hissine engel olamamıştım. Sanki dün gece Cenk'in doğum günü partisi vardı da bir katliam gerçekleşmişti. Sabah abimle çıkmıştım da emniyete gelmiştim. Cemal'le tanışmıştım, Kızıl Maskenin selamını almıştım. 

Araf o zamanlar neden kendini Kızıl Maske diye tanıtmıştı ki? Kızıl Maske aslen bendim!

O gün emniyetten ayrılırken yalnızdım. Şimdiyse yanımda Araf vardı. Her şeyin başlangıcı olan adam, benim adamım.

Bir yanım onu korumak istiyordu, her şeyden, herkesten. Diğer yanımsa sarılıp hiç bırakmamak istiyordu. Kendi içimde ikiye bölünmüştüm. Eda bırak diyordu, Nefes ise bırakma.

Araf'tan bağlandığı kadın vazgeçiyordu, varlığından nefret ettiği kadınsa ona tutunuyordu. Bunu bilseydi ne düşünürdü? Ne hissederdi?

Arabaya geçtiğimizde yol boyunca hiç konuşmadık. Gözlerim yüzüne dokundu. Yola odaklı ve tetikteydi. Aklımdan geçenlerden ve şu anda da onu izlediğimden bir haberdi. İçimin sıkıldığını hissederek camı açtığımda Araf önce dönüp bana baktı. Hareket halindeyken camın açılmasından hiç hoşlanmadığını hatırladım. Kısa bir hava alıp camı geri kapattım. 

Rezidansın önüne geldiğimizde bile sessizdik. Araf beni kaybetmekle üç, ben onu kaybetmekle ilk kez burun buruna gelmiştim. Ve bildiğim bir şey vardı: Onu kaybetmektense kendim ölürdüm.

Araçtan indik ve rezidans bloğuna geçtik. Asansörü beklerken yine anılar her yerdeydi. Kaybettiklerimizle beraber. 

"Nefes naptın sen bana!?" Dedi Açelya acıyla başını tutarak. Çarşafı sanki çıplakmış gibi göğüslerinin üstünde tutuyordu halbuki üzerinde dün giydikleri vardı. "Hap attım. Geri zekalı mısın, Açelya? Ne yapabilirim ben sana! Asıl sizin ne işiniz var burada!?" Diye bağırdım erkeklere dönüp. "Hadi abim bana sarıldı, Araf sen niye gidip Açelya'ya sarılıyorsun!?"

"Aha, Araf'ı bu sefer gerçekten dövmek için sebep buldum." Dedi abim sinirli bir hevesle.

Açelya öfkeli bir çığlık attı. "Bağırışmayın ya, kafam patlıyor!"

Abim aramızdaki en aklı başında olandı, çünkü zaten keşin teki olduğu için gayet alışkındı alkole.

Abim bana döndü. "Bu andaval evinin adresini kırk saat açıklayamadı, ev diye kerhaneye götürdü bizi, amına koyayım! Ben de burayı bildiğim için buranın adresini verdim. Geldiğimizde bir taksi şoförü arabadan inmiş, arka koltuktakilere bağırıyordu uyandırmak için. Kafayı bir uzattım, siz! Sızmışsınız, amına koyayım!"

"Hay sikeyim, hiçbir şey hatırlamıyorum!" Dedi Araf yüzünü elleriyle kapatarak.

"Bir zahmet hatırlama, amcık!" Dedi abim. "Sik beni, diye yalvardın lan!"

Odada, evde, ve hatta tüm katta boş bir sessizlik hakim oldu.

İdrak edemedim.

Araf, eli ensesinde kalakalmış bir şekilde şok içerisinde abime baktı. Kocaman olmuş gözleri bana döndü. Dehşet içerisinde "Yalan, yalan, yalan, iftira!" Diye bağırdı.

"Araf..." Dedim hayalkırıklığı içinde. Araf teslim olurcasına ellerini kaldırdı, "Sevgilim ben yapar mıyım hiç öyle şey?"

Yüzümde bir gülümseme oluştu.

"Sabaha kadar kafamı etimi sikti, amına koyayım ya!" Bana döndü. "Allah aşkına affet şu beyinsizi, amına koyayım; sabaha kadar seni anlattı bana! Nefes Karaslan zehirlenmesi yaşıyorum! Ulan ben abisi olarak kendi kardeşim hakkında bu kadar konuşmuyorum, sen kim boksun!?"

"Kocası?" Dedi Araf sırıtarak. Bu kelimeden keyif alıyordu.

Asansöre bindik ve kat tuşuna bastık. Hala sessizdik ve benim aklım hala o gündeydi.

"Ee sonra ne oldu!?" diyerek aralarına girdim. Araf hatırlamadığı için o da abime döndü. "Ben fazla sarhoş değildim, zaten alışkınım. Dedim ki bu salağa; ben Açelya'yı alıyorum, sen de kardeşimi al, yanlışlıkla falan düşürürsen ben de seni yanlışlıkla çatıdan düşürürüm." Açelya'ya dönüp sırıttı. "Kucakladım sevgilimi bir superman edasıyla. Uçurarak çıkardım yukarıya." Geri bana döndü. "Araf'tan anahtarı araklamıştım Allah'tan." Araf'a baktı. "Herifin götünden donunu alsalar ruhu duymayacak." Dedi ve Araf'ın suratına büyük bir içtenlikle tükürdü.

"Dua et devamını merak ettiğim için araya girmiyorum." Dedi Araf homurdanarak yüzünü silerken. "Açelya'mı sevgilimi yatırdım yatağa. Tam saçlarını koklayıp mest oluyordum ki bir gürültü kopmasın mı?" Dedi abim. Resmen yaşayarak anlatıyordu.

"Koştum baktım. Senin bu davar kocan seni düşürmüş, yetmemiş bir de kendisi senin üstüne düşmüş! Lan madem düşeceksin, niye kardeşimin üstüne düşüyorsun!? Ya iç kanama geçirseydi!?"

"Feriha kalk bi' gören olacak." Dedi Açelya kısık sesle, gözünü ovuşturarak.

"Bu yüzden mi benim kalçam sızlıyor?" Dedim elim sızlayan yere giderken. "Zedelendi herhalde. Araf da malum elektrik direği gibi adam, gökdelenden çakılmış gibi olmuşumdur kesin." Dedim ve göz devirdim.

Elimde olmadan sesli güldüğümde gözlerim de dolmuştu. Araf merakla bana baktı. "Ne oldu?" Geçiştirerek "Yok." dedim. "Yok bir şey." İnanmadı ama herhalde deliliğime verdi. Asansörden indiğimizde onun evi hemen soldaydı. Benimki de hemen ilerde çaprazındaydı, abim henüz eve gelmemişti. Bu geceki suikastla ilgileneceğini biliyordum.

Araf'la yolun yarısında durduk ve birbirimize baktık. Onu bırakmak istemiyordum ve onun da beni bırakmak istemediğini anlayabiliyordum. Bu gece kıyametin fragmanını yaşamıştık. Az kalsın el ele ölecektik ve şimdi hiçbir şey olmamış gibi başka evlere mi ayrılacaktık?

Araf, bir şey demeyişimi yanlış yorumlamış olacak ki mahcubiyetle gülümsedi. "İyi geceler." Arkasını döndü ve kapıya ilerledi. Üstünde benim çakımın izi olan kapısının kilidini açmaya başladığında onu izliyordum. Kapıyı iterek açtı ve içeri girdi. Kapatmadı, döndü ve bana baktı. 

Kaybetme korkusu, çaresizlik ve aşk. Hissettiklerimin toplamıydı. Bu hayatta ikinci kez düşünmeye bazen fırsatımız olmuyordu.

Hızlı adımlarla ilerleyip avucumu ensesine sardım ve çekip öptüm. Araf şaşkınlıkla duraksadı ama çok sürmeden karşılık vererek kolunu belime sardı. Beni döndürerek içeri soktu ve kapıyı kapattı. Sırtımı kapıya yaslarken birbirimizi can bulur gibi öpüyorduk. Onun da benimle aynı hislere sahi olduğunu anladım. Ve anladığım başka bir şey daha vardı: Benim ona olan hislerim hiçbir şeyle boy ölçülemeyecek kadar büyüktü. Aşktan daha fazlasıydı. Sevdaydı.

Eteğimin yırtmacından ayırıp bacaklarımı açığa çıkardı ve kucağına aldı. Yüzümüze gelen saçlarımı geriye doğru atarken sırtım kanepeyle buluştu. Parıltılı askımı omzumdan indirdi ve dudakları boynumda, omzumda, gerdanımda gezindi. Onun nefesini  nabzımda ve kulağımda hissettim. Araf'ın nefesi. Yağmur'un nefesi. Gülümsedim. Yağmur'un Nefes'i.

"Yapma." dedi. "Bitirme bizi."

"Bizi bitirmeye benim bile gücüm yetmiyor, Yağmur." dediğimde ürperdi ve afallamış bir ifadeyle gözlerime baktı.

Ona ilk kez Yağmur demiştim.

🩸

Kapıyı kapatıp sırtımı yaslarken yüzümde uzun zaman sonra ilk defa bir gülümseme vardı. Belki güçsüzdü, yorgundu ama oradaydı işte.

Bir yandan çok korkuyordum, bir yandan baştan aşağı kederdim, bir yandan mutluydum. His yoğunluğu beni mahvediyordu.

Topuklularımı kenara fırlatıp çıplak ayakla salona geçtim ve kanepeye oturdum. Abim daha gelmemişti. Araf'la kalırdım ama abimle konuşmam gerekiyordu, onu bekleyecektim.

Dirseklerimi dizlerime yaslayıp çenemi yumruğuma yerleştirdim. Bugüne kadar yaşadıklarımı düşündüm.

En büyük derdim, sık sık kavga etsek de bir türlü kopamadığımız babam ve aptal sınavdı. Başka üniversitelerin hukuk fakültesine rahatlıkla girecek sıralamaya sahipken, hayalim olan üniversite için çöpe atıp canla başla çalışmıştım.

Bir gece zoraki bir şekilde bir partiye götürülmüştüm ve inandığım, yaşadığım, geçmişim ve geleceğim tamamen tepetaklak olmuştu.

Savcı olmak isterken katil olmuştum.

Önce ailemin üvey olduğunu öğrenmiştim. Öz annemin beni doğururken öldüğünü öğrenmiştim. Öz babamı öğrenmiştim, annemiz bir olmasa da öz olan bir abim de vardı. Sonra annemin ölümünün sıradan bir doğum anı ölümü olmadığını, cinayet olduğunu öğrenmiştim. Her gün ve her gün ellerim kana bulanmıştı. Kalbim kararmış, zihnim perdelenmişti. Kendi içimde birden fazla kişiliklerle cebelleşmiştim.

İstedikleri kişi: Desise.

Yarattıkları kişi: Asise.

Önceden olduğum kişi: Eda.

Şimdi olduğum kişi: Nefes.

Ve bir de öz annemin olmasını istediği, hayal biçtiği kişi: Milena.

Yutkundum.

Kim olduğumu ben de bilmiyordum.

Annem öldü, dedem öldü, dayım öldü, bebeğim öldü, halam öldü, Açelya öldü, abim öldü. Evrim annemi de öldürmek istediler, kendimden uzağa gönderdim.

Geriye Araf, Furkan abim, babam ve amcam kaldı.

İstemediğim bir bölüm okuyordum, istemediğim bir işi yapıyordum, istemediğim bir hayatı yaşıyordum. Tüm düzene ve oyuna karşı çıkıp kendi isteğimle yaptığım tek şey Araf'la olan evliliğimdi. Onu da kaybedemezdim. Tutunacak dalım kalmazdı.

Kapının açıldığını duydum, abim gelmişti. Ona da anahtar verdiğim için anahtarı vardı. Köşeyi dönüp salona girdiğinde beni gördü. "Eda? Hâlâ mı ağlıyorsun, güzelim?"

Ağlıyor muydum?

Kendimden bihaber yaşıyordum.

Yaklaştı ve yanıma oturdu. Yüzüme gelen saçlarımı usulca çekip gözlerime baktı. "Güzel ineğim? Neden ağlıyorsun?"

"Bana yaşatılanlar geldi gözümün önüne." Dedim gözlerimi ellerime indirerek. Yüzüne bakabilecek gibi hissetmiyordum.

"O süreçte yanında olmadığım için özür dilerim." Dedi.

Gözyaşlarımı silip derin bir nefes alarak abime döndüm. "Boş ver. Sen... Senin nasıl haberin oldu? Nasıl tam zamanında oradaydın?"

"İçime sinmeyen bir şeyler vardı, başına bir şey geleceğinden emindim. Herkesi hazır tuttum her ihtimale karşı. Sonra isimsiz bir ihbar geldi, sana suikast düzenleneceğini bizzat bana söyledi. Hemen harekete geçip telefon sinyalinden yerini buldum. Dediği gibi oldu, sizi öldüreceklerdi. Korkunçtu, Eda... Kendi kardeşimi böyle bir anın içinde göreceğim aklımın ucundan geçmezdi."

Kendimi tutamayıp abime sarıldım, hiç beklemeden o da bana sarıldı.

"İyi ki varsın. Seni çok seviyorum."

"Ben de seni çok seviyorum, annemin en güzel hatası." Gülüp hafifçe kafasına vurdum. Benden uzaklaşıp kırlenti kafama geçirdiğinde "Ah!" Diye bağırıp kanepenin sırtına yapıştım. "Öküz! Ben öyle mi vurdum sana!?"

"Sen bana öylesini geçtim, vuramazsın bile. Kendine gel, hadsiz." Dedi çenesini havaya dikerek.

Dik dik baktım. "Hay götümün kenarı."

"Efendim? Ne dedin?"

"Hiç! Hiç bir şey, canım abim!"

🩸

Sabah kalktığımda kabarmış saçlarımı düzeltip at kuyruğu yaptım. Crop model bir sporcu bluzu giyip altıma tayt giydim. Her zamanki makyajımı yapıp içeri geçtim. Abim hâlâ uyuyordu. Çay koyup kahvaltı hazırlamaya başladım.

Sofra tamamen hazır olduğunda abimi uyandırmadan evden çıktım. Hemen çaprazımdaki Araf'ın dairesine gidip zile bastım. Ellerimi arkada birleştirip beklentiyle sallanmaya başladım. Kapı açıldığında Araf hazır bir şekilde karşımdaydı. Açık renk keten takım elbisesinin içine beyaz bir gömlek giymişti. Tam bahara uygun bir kombinasyon yapmıştı. Daha yaşına uygun ve daha yakışıklı görünüyordu. Kapının kenarından tutuyordu ve açık bileğinde parlayan kol saati vardı. Alyansı her zamanki gibi parmağındaydı. Takımla uyumlu kahverengi bir kemer takmıştı.

Araf, "Bebeğim geçsene içeri." Diyene kadar dalıp gittiğimin farkında değildim. Onu fazla dikkatli incelemiştim.

"Geçeyim." Dedim ve içeri girdim. Direkt salona geçip oturdum. Araf da yanıma oturduğunda uzunca yanağımdan öptü. "Bir gecede özlemem normal değil ya."

Dik dik baktım.

Konuşmama gerek kalmadı, Araf direkt anladı.

"Yavrum tamam hatalıyım, kaç kere daha özür dileyim? Söyle onu yapayım, yeter ki bakma şöyle."

Derin bir nefes verdim. "Tamam demedim bir şey."

"De. Hep de. Azar yediğime değil sesini duyduğuma yanarım." Yüzümde yine aptal bir gülümseme oluştuğunda Araf güldü ve kollarının arasına çekti.

"Sanki evli değiliz de daha yeni tanışmışız da flörtleşiyoruz." Dedim gülerken. "Asıl normal olmayan bu. Hislerimizin ilk günkü gibi olması."

"Bence en normali bu." Dedi Araf. "Hayatımızdaki tek normal."

"Hiç merak ettin mi?"

"Neyi?"

"Eğer başka bir hayatta olsaydık: Milyonlarca ihtimal var. O ihtimallerden herhangi birinde biz nasıl olurduk? Mesela... Pakgör'ler ve Karaslan'lar beni oyunun başına koymak yerine el birliğiyle uzak tutsaydı. Ben gerçekleri hiç bilmeseydim. Eda Arslan olarak kalsaydım ve öyle devam edecek olsaydı, ne olurdu?"

"Sen savcı olurdun." Dedi Araf. Yüzümdeki gülümseme genişledi. "Babam senin peşinde olmadığı için hakkında ben de hiçbir şey bilmezdim. Tabi belli bir yaşa kadar. Her ne olursa olsun kader değişmez. Babam illa ki yine ölürdü ve her şey yine bana kalırdı. Sen, devletin savcısı olarak örgütün peşine düşerdin. Tanışırdık."

"Vay be." Dedim hayretle. "Polisiye ve aksiyon dolu bir film gibi. Savcı ve suç örgütü lideri." Araf güldü. "Ben seninle alay ederdim, sen sinirlenirdin, açığımı yakalamak için her an peşimde olurdun. Sonra bir şekilde gerçekleri öğrenirdin. Babanla yüzleşirdin. Karaslan'ların düşmanı olduğum için sana yardım ederdim. Sen de Karaslan'ları kanıtlarla beraber tutuklardın. Baha'yla öyle tanışırdınız." Yüzümdeki gülümseme donup kaldı. Baha... Abim...

"Baha hiçbir şey bilmiyor olurdu. Ailesini tutukladığın için senden nefret ederdi. O da senin peşine düşerdi. Tabi ben yine sana aşık olmuş olurdum, Baha'yı engellerdim. Tabi sen iş peşindesin, ruhun duymuyor olanları."

"Bir dakika." Dedim parmağımı kaldırarak. "Sen bana yardım ediyorsan bir nevi muhbirlik yapıyorsun. Liderliğin tehlikeye girmiyor mu?"

"Karaslan'lar hiç BMT örgütünün üyesi olmadı, sevgilim. Ta ki... Sana kadar. Oğuz'un hiç öyle bir çabası olmadı. Gökhan çok çabaladı ama olmadı."

"Çünkü lider, düşmanlarıydı." Dedim tesbit yapar gibi. Araf onayla başını salladı. "Bana izin verildi, çünkü zaten liderin karısıydım."

Araf sırıttı. "Bir daha desene son dediğini."

"Liderin karısıyım." Araf hoşuna gitmiş gibi keyifle gülüp öptü. Uzatmadan onu ittim. "Ya hadi, merak ediyorum! Sonra ne olurdu?"

"Sonra," dedi son harfi uzatarak. "Sana yardım ettiğim için sen daha ılımlı olurdun ama işine olan tutkun peşimi bırakmana izin vermezdi. Bir çatışma sırasında suç üstü yapmak için oraya gelirdin, ben seni şans eseri kör kurşundan kurtarırdım." Yüzünü yüzüme yaklaştırıp kanepenin sırtıyla arasına aldı beni. "Tıpkı o dağ evindeki gibi yaslardım seni bir kenara." Durup hatırlamaya çalıştım. "Sonra sen yine inlerdin kulağıma-" Zar zor hatırladığımda şaşkınlıkla baktım. "Ay çüş onu nasıl hatırlıyorsun?"

Yakınır gibi "Unutulur gibi değildi ya." Dedi. "Kaç kere seviştik öyle inlemedin hiç." Elimin tersiyle vurdum. "Sus be terbiyesiz."

"Niye terbiyesiz oluyorum ya? Karım değil misin sen benim? Karımla sevişmeyeceksem kiminle sevişeceğim?"

Dik dik baktım.

İsyan etti. "Kurbanın olayım şöyle bakma."

"Bu hikayenin sonu son değil." Dedim uzaklaşırken. "Sen beni meslek etiği falan demeden seviştireceksin kendinle anlaşıldı. Bir kere, ben savcı olmuşum. Bak altını çiziyorum; koskoca Cumhuriyet Savcısı. Niye peşinde olduğum örgüt lideriyle müstehcen dakikalar yaşıyorum? Hele dokun bana, sıkardım topuğuna!"

Bu sefer Araf dik dik baktı.

"Aşk olsun, niye öyle diyorsun? Hem bak o evrende yüzüm yanık da değil fena yakışıklıyım. Nasıl karşı koyacaksın bana?"

"Araf sen zaten yakışıklısın." Dedim yanığa hitaben. Yüzümü göğsüne yaslayıp sarıldım. Kolunu bedenime sardı.

"Ama o zaman fena yakışıklıyım." Dedi üste çıkar gibi.

"Bir öperim nefes alamazsın, sus artık." Dedim tehdit ederek.

"Ulan hayatımda duyduğum en güzel tehdit!" Uyarı mahiyetinde karnına yumruk attığımda kahkahalarla güldü. "Peki..." Dedim yüzümde anlamsız bir gülümsemeyle. Benim için en güzel hayaldi birazdan dilimden dökülecekler. "Annem hiç ölmeseydi, Zeynep teyzemle babam güzellikle ayrılsaydı, babamla annem evlenseydi ve ben onlarla, seninle büyüseydim... Ne olurdu?"

Araf sessizleşti.

Gülümsememi bozmadan başımı kaldırıp baktım. O gülmüyordu. "Araf?"

"Efendim."

"Annem yaşasaydı diyorum! Her şey güzel olsaydı, beraber büyüseydik! Ne olurdu?"

"Bizim bir hikayemiz olmazdı." Yüzümdeki gülümseme dondu. "Ne?"

"Aşık olmazdım, nefesim." Dedi. "Sen benim gözümde kardeş olurdun çünkü. Baha'dan bir farkım olmazdı." Buz kestim. Annemin olduğu evrende Araf'la değildim. Olmadığı evrendeyse Araf vardı.

"Hani kader değişmezdi?" Dedim bir umut.

"Şartlara bağlı olarak değişebiliyormuş." Dedi. "Bu ihtimal o kadar uçuk ki, hiç düşünmemiştim bile."

"Annemin yaşadığı bir evren düşünemiyorsun yani?"

"Halam bu hikayenin bel kemiği, Nefesim. Gün sonunda her şey yine onun ölümüne bağlanıyor."

Pes ederek sessiz kaldım.

"Sana bir şey söyleyeceğim." Dedi bir anda sessizliği bozarak. Mırıldanarak dinlediğimi belirttim.

"Düğünümüz çok aceleye gelmişti." Dediğinde ne diyeceğini anlamıştım. "İzmir'e gidelim. Ailenle ol. Nikah tazeleyelim." Gözlerim irileşti, geri çekildim. "Ne?"

"Duydun. Nikah tazelemek için başvuru yapalım. Aile arasında bir kutlama da yaparız. Yeni bir sayfa."

Hangi aile?

"O-olmaz." Dedim geriye çekilirken.

"Neden?"

"Açelya yok." Dedim. Sesim titremişti. "A-Açelya yok, abim yok. Onlarsız olmaz. Onlarsız olmaz, Araf. Eksik olur, yarım olur."  Araf yüzümü ellerinin arasına aldı. "Sevgilim... Onunla ilgili de sana bir sürprizim olacak. Bir fikrim var. Büyük bir şey değil, hatta çocukça ama... Bence hoşuna gidecek."

"Ne?" Dedim elimde olmadan çocuk gibi dudak büzerek. Her an ağlayabilirdim, hem de hıçkıra hıçkıra.

"Sürpriz. Sen şimdi söyle bana: Benimle yeniden evlenir misin?"

"Yaşayacak son saniyelerim olsaydı, ben o saniyelerde yine seninle evlenirdim, Araf."

Araf'ın yüzünde buruk, ama mutlu bir gülümseme oluştu. Beni tekrardan çekip bağrına bastı.

O an, pencereye tık tık vurmaya başlayan yağmurun sesi odayı doldurdu. Annemden bir işaret gibi, bahar yağmuru penceremize vurmuştu.

🩸

Sırtımdaki fermuarı tamamen çektikten sonra boy aynasına önümü döndüm.

Hiçbir şey aynı değildi.

Ne Açelya vardı, ne abim vardı, ne kuaförler vardı, ne yardımcılar vardı, ne gelinliğim vardı, ne de Antalya'daydık...

12 Mart 2021 en güzel hâliyle her zaman evlilik yıldönümümüz olacaktı. Bugünü hiçbir zaman evlilik yıldönümü olarak kutlamayacaktık. Bu sadece yeni başlangıçların metaforuydu.

Üstümdeki beyaz elbiseye baktım dikkatle. Ellerim kumaşın üstünde gezindi.

Aslında gelinliğe benziyordu, hem de çok benziyordu. Ama değildi.

Kar beyazıydı. Ters su damlası şeklinde bir yakaya ve dekolteye sahipti. Balon uzun koldu ve kumaşı transparan denecek kadar inceydi. Belimden göğüslerime kadar saran beyaz bir kemer kuşağı vardı. Etekleri uçuş uçuş bir şekilde aşağı iniyordu ve bacak dekoltesi de mevcuttu.


Yarı siyah saçlarımı dalgalandırırken göz yaşlarımı durduramıyor olmak da benim ayıbımdı sanırım. Hangi gelin ikinci nikahına ağlayarak hazırlanırdı ki?

Araf'ın da benden farklı olduğunu sanmıyordum.

Açelya, ilk düğünümde de makyajımı suya dayanıklı yaptırmıştı. Ne kadar sulu göz olduğumu ve makyajı anında bozacağımı biliyordu tabi.

Onun izinden gittim. Sanki o buradaymış ve o söylemiş gibi. Suya dayanıklı makyaj yaptım.

Mor ip bilekliği takıp elbisenin kolunun altına sakladım. Kolye olarak sadece abimin aldığı Mikail meleği kolyeyi taktım.

Kısa topuklu beyaz ayakkabıyı giyip tokalarını taktım.

Ellerim boş bir şekilde odadan çıkmak üzereydim ki kapı açıldı ve annemle karşılaştım.

Sarı saçlarını şık bir topuzla toplamış, mavi gözlerini renkli göz kalemiyle vurgulamıştı. Fakat çok durmayacak gibiydi. Zira annemin gözleri dolu doluydu. "Eda..." dedi kısık sesle. Sanki sesi zar zor çıkıyordu, mahcubiyet vardı. Kapıyı kapatıp yaklaştı.

"Çok güzel olmuşsun, anneciğim." dedi gülümseyerek. Yüzüme dikkatle baktı. Orada ne gördü bilmiyorum, benim görmediğim bir şeyi görmüştü. Gülümsemesi solarken gözleri daha da doldu ve yanaklarına boşaldı. Sesi ağlamaya ramakta olduğunu belli eder gibi titredi. "Benim güzel bebeğim." Beni kendisine çekip sıkıca sarıldığında içimde bir şey uyandı ve gözlerim doldu. Öyle bir doldu ki, çok uzun zamandır ağlamamış gibi. Omuzlarım düştüğünde annem daha sıkı sarıldı.

"Özür dilerim. Her şey için özür dilerim."

"Öz annem sana minnettardır belki." dedim kısık sesle. Duyabileceğini düşünmüyordum bile. "Ama ben değilim, anne. Keşke beni hiç kaçırmasaydın ve ben ölseydim." Annem ürperdi ve geri çekilip dehşetle bana baktı. Duymuştu.

"Annem?" dedi hayretle. "Deme öyle."

"Şöyle söylesem daha doğru olur: Keşke o gün ölen bebek senin kızın değil de ben olsaydım. O yaşasaydı."

"Benim kızım sensin. Deme öyle, kurbanın olayım."

"Yaşasaydı onun adını ne koyardın, anne?" Annemin ağlayışı şiddetlendi. "Yalvarırım bana 'Eda' deme." Annem sustu. Ölen bebeği yaşasaydı onun adı Eda olacaktı.

Ben gerçek Eda Arslan'ın hayatını yaşamıştım bu yaşıma kadar.

Olduğum yere çöküp uzun berjere oturduğumda annem de yanıma çöktü. Elimi tuttu, sanki birazdan çekip gidecekmişim gibi.

"Benim kaderimde..." diye başladım konuşmaya zorlukla. "Milena Karaslan olmak vardı. Nefes Karaslan olmak vardı. Belki Nefes Pakgör olmak vardı. Belki isimsiz bir bebek olmak vardı. 'Doğduğu gün öldürülen bebek' olmak vardı. Ama Eda Arslan olmak yoktu, anne. Bu isim, bu hayat benim hakkım değildi. Hak etmediğim gibi de geri alındı benden."

"Ama sen vazgeçmedin." dedi annem. "İsmini tamamen değiştirmedin. Eda'dan vazgeçmedin. Eda Nefes Karaslan oldun." Gülümsedi. "Sen annesi ölmüş bir bebektin. Ben bebeği ölmüş bir anneydim. Sen annesizdin, ben evladımı kaybetmiştim." Tuttuğu elimi sıktı. "Hiçbir şey tesadüf olamaz, güzel kızım. Bence asıl kader buydu; eksik yerlerimizden tamamlandık. Sen benim kızımsın, ben senin annenim. Bunu hiçbir DNA testi, hiçbir rakam değiştiremez." Başını önüne eğip ellerimize baktı ama gülümsüyordu. "Senden bana ne gelirse gelsin, ah demem, başım gözüm üstüne. Ama sen beni affedebilir misin?"

Sessiz kaldım.

"Denerim." dedim. Ama hiçbir zaman söz vermedim.

Kapı tıklatılıp açıldığında giren kişiyle ikimiz de duraksadık.

Takım elbisesiyle görmeye oldukça alışık ve aşina olduğum adamdı. Üvey babam; Hakan Arslan.

Annemle birbirimize baktık. Annem ayağa kalktığında ben de tedbirle ayağa kalktım. Aylar sonra ilk defa karşımdaydı. Onu en son gördüğümde tartışsa da kavga da etse sevdiği, tek hayali savcılık olan küçük kızıydım. Şimdiyse bir yabancı. Eli kanlı, karanlık dünyada bilinip tanınan, birbiriyle ezeli düşman olan iki ailenin düğüm olduğu tek nokta. 

Beni en son gördüğünde onun kızı Eda'ydım. Şimdiyse varlığından haberi bile olmadığı iş adamı, aynı zamanda mafya Oğuz Karaslan'ın kızı.

Yüreğim sızladı.

Bir yanda mükemmel bir çocukluk yaşatmasa da babalık yapmış olan Hakan Arslan vardı.

Diğer yandaysa beni sevdiğini bilsem de öz annemin ölümüne zemin hazırlamış, kendi karısını öldürmüş, abime şiddet uygulamış, beni hapsetmiş, annemi kaçırmış, abimi öldürmüş olan Oğuz Karaslan.

Bekledim.

Koşup ona sarılmayı, özlediğimi söylemeyi, ona daha yakın hissetmeyi, asıl onu baba olarak görmeyi.

Hevesle bekledim.

Ama olmadı. Çünkü karşımdaki adamla aramda çığ kadar mesafeler vardı. O mesafeler o kadar büyüktü ki, ikimiz de birbirimizi tanımıyorduk. Nefes, Hakan Arslan diye birini tanımıyordu. Oysa Nefes Karaslan diye birini tanımıyordu.

Anneme baktı. Onun bakışıyla annem tereddütle bana baktı, gitmek istemiyordu. Korkmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu ortada. Başımı sallayarak gitmesini istediğimi belli ettim, sessizce çıkıp gitti ve üvey babamla baş başa kaldık.

Dikkatle beni inceliyordu. Yüzüme, gözlerime, saçlarıma, kollarıma, bacaklarıma... Baştan aşağı inceledi beni. "Zayıflamışsın." dedi kısaca. 

Aylar sonra dudaklarından dökülen ilk şey bu muydu?

"Ben hep zayıftım." dedim net bir şekilde.

"Bu kadar değildin." dedi. "Hiç olmadın."

Ne zaman zayıfladığımı fark etse bir şekilde bir şeyler yedirmeye çalışırdı. Aile yemeğini bahane eder, mutlaka bir yere götürürdü. Ya da şov yapacağını söyleyerek mutfağa dalardı.

Hoş ve eski anılardan ibaretti artık bunlar.

"Zayıfladığımı fark edince bana bir şeyler yedirmek için çabalayan birisi olmadı." dedim. Üvey babam duraksadı. "Kırıldın mı?" dedi düz bir şekilde, ne düşündüğünü anlayamıyordum.

"Ne hissettiğim umurunda değil sanıyordum. Sonuçta öz kızın değilim."

"Evet değilsin."

Farkında olmadan dudaklarım hafifçe ileri doğru büzüldü. Hayır, küçük bir çocuk değildim! Ağlamayacaktım!

"Sorunun bende olduğunu sanıyordum." dedi ellerini cebine sokarken. "Seninle neden bir türlü anlaşamadığımızı... Merak etmiştim. Çoğu gece bunu kendi içimde sorgulamıştım." Neyden bahsettiğini anlamamıştım. "Öz babanla benden daha kötü olduğunu gördüğümde sorunun bende değil sende olduğunu anlamam çok uzun sürmedi."

Ürperdim ve gözlerimi kırpıştırdım. "Ne?"

"Sana sert bir baba olmaya çalıştım, olmadı. Yumuşak bir baba olmaya çalıştım, yine olmadı. Öz babanı buldun. O seni çok seviyordu, senin ayaklarına her şeyi serdi. Sana sadece sevgi vermedi, güç vaadetti. Ve sen onu da mahvettin."

Dişlerimi sıktım. Ağlamamak için sıkıca sıktım dişlerimi. "Hiçbir şey bilmiyorsun, sus."

"Neyi bileceğim, Eda? Pardon, Nefes. Adamcağız seni her şeyi yaptı, hayatının merkezine koydu. Yaranamadı. Sen hiçbir şeyi hak etmiyorsun."

"Kızın değilim diye mi bu kadar acımasızsın?" dedim hafifçe yükselerek. "Acını benden mi çıkartıyorsun? Benim suçum neydi ki ya!? Ben naptım!?"

"Doğdun." dedi acımasızca. Gözyaşımı daha fazla tutamadım ve yanağımdan akıp gitti. "Doğdun ve üç ailenin hayatını mahvettin."

Kalbim can çekişir gibi kasıldığında üvey babama sadece baktım.

19 yıl. 19 yıl boyunca acısıyla tatlısıyla "baba" dediğim adam. İlk adımlarımda düşmeyim diye elimden tutan ilk adam. Dudaklarımdan dökülen ilk kelime.

Evrim annem anlatırdı. İlk "baba" demiştim ben.

Ona arkamı dönüp avuçlarımla yüzümü temizledim. Derin bir nefes alıp hep yaptığım gibi yine dik durdum.

Tekrar ona döndüm.

"Ne var biliyor musun, baba? Sen, senin olmasa bile eline doğmuş bir kız çocuğuna babalık yapmış, sonrasındaysa karşısına geçip kara leke muamelesi yapmış bir adamsın. Seninle sürekli kavga ederdik ama gün sonunda birbirimize sırtımızı çevirmezdik. Ben öz ailemin nasıl biri olduğunu gördükten sonra ilk seni özlemiştim, biliyor musun?" Üvey babam tepki vermedi ama bakışlarının değiştiğini hissettim. "Öz babam vahşi bir katil. Abimi, abimin annesini öldürmüş birisi. Öz annemi dolaylı yoldan öldürmüş birisi. Senin de ondan hiçbir farkın yok. Neden, biliyor musun? Çünkü sen kendi ellerinle büyüttüğün kızını, Eda'yı, yine kendi ellerinle öldürdün. Evlat katilisin."

Ona ilk baba dediğimde birkaç aylıktım. Son baba dediğimdeyse sadece yirmimde.

"Bilmiyo-"

"Bilmemen hiçbir şeyi değiştirmez. Sana söyledim. Bilmediğin şeyler var, dedim! Sen susmadın. Lütfen bundan sonra sus. Sonsuza kadar sus. Arkanı dön ve git. Çünkü senin kızına bunu" kendimi gösterdim "yaptıklarında sen orada değildin. Yine olma."

Hakan Arslan bir süre sessizce izledi, arkasını dönüp usulca gitti. İçimin ezildiğini, parça parça olduğumu hissettim. Arkasından koşup onu durdurma ve sıkıca sarılma isteğimi öyle zor bastırdım ki, o bastırmanın acısını gözlerimde hissettim.

Tuttuğum gözyaşlarımı serbest bıraktım.

"Bir kız çocuğu bir babadan başka ne ister ki?" Diye mırıldandım kendi kendime. Gözlerimi yumdum ve yaradana sordum: "Allah'ım benim neden babam yok?"

Kapıya arkamı dönüp büyük pencereye doğru yaklaştım. Kıyıda bir evdeydik. Pencereyi açtığım an denizden gelen rüzgar suratıma çarptı. Gözyaşlarımdan ıslanmış yüzüm bir anda soğukluk hissettirdi ve ürperdim.

Kapının sessizce açıldığını duydum ama dönüp bakmadım. Dağılmış hissediyordum. Az önce sadece kırgın hissettiğim, yine de baba saydığım adam gitmişti.

İki yanımda da hareketlilik hissettim. Çok geçmeden iki kişi bana sarıldı ve benimle beraber sessizce manzarayı izledi.

Abim ve Araf.

Sağımda Araf, solumda abim vardı. Burada değillerdi ama sanki buradalarmış ve her şeye şahit olmuş gibi bir bilinçle bana sarılıyorlardı. Tek kelime etmeden, sessizliğe ihtiyacım olduğunu anlamış gibi.

İki mavinin birleştiği ufuğa baktım.

Mavi ve Ufuk.

Bir gün oğlum olursa adını Ufuk koyacaktım.

Bir anda aklıma düşen bu fikirle kaşlarım çatıldı. Sanki bir binaydım. Temelim zarar gördüğü için yalpalıyordum. Ben yıkılmadan hemen önce hasar tamir edilmişti. Yaraların izi duruyordu, fakat açık değildi, yıkılmam kesin değildi.

Derin bir nefes alarak omuzlarımı dikleştirdim.

"Ufuk." Dedim fısıltıyla.

"Hı?" Dedi Araf sorar gibi.

"İki mavinin birleştiği nokta. Ufuk." İlk kez dönüp ona baktım. Öyle anlamlı baktım ki anlamaması imkansızdı. "Söz." Dedi sadece.

Abim hiçbir şey anlamadı belki ama uzun cümlelerin kurulmadığı bir söz verdiğimiz anlaşılıyordu.

Oyunun sonu gelmişti ve kaybetmeye niyetim yoktu. Her şey bittikten ve biz kazandıktan sonra anne olmak istiyordum.

Önce açıktan fakültemi bitirecektim. Düşman sayımı azaltmak için elimden geleni yapacaktım. Araf'la yeni bir eve taşınabilirdik. Belki de yeni bir şehire taşınabilirdik. Sonrasındaysa annelik.

Mavi ya da Ufuk, hiç fark etmez. Ama anne olacaktım.

Abim bizi yalnız bırakıp gittikten birkaç dakika sonra kadar daha beraber dışarıyı izlemiştik. Gün batımı geldiğinde Araf elimden tutup beni dışarı çıkarmıştı. Kutlama yönünün tersine gittiğimizi görünce sorarak baktım ama hiçbir şey söylemedi.

Biraz daha ilerlediğimizde ilerideki yakılmış ufak ateşi ve hemen yanındaki sandalyeyi gördüm. Sandalyenin hemen üstüne bir sürü balon bağlanmıştı. Araf'la ateşin başında dikildiğimizde ve balonlara baktığımda konuştu: "Sana bir sürprizim olduğunu söylemiştim."

Merak ve ilgiyle Araf'a baktım.

Balonlardan birini çözdü. Balona öyle baktı ki, orada gördüğü şeyin balon olmadığını anlamıştım. Ama ne yapmak istediğini anlamamıştım.

"Anne..." Dediğinde tüylerim ürperdi. Balonu bıraktı ve balon usulca gökyüzüne yükseldi.

Ne yapmak istediğini şimdi anlamıştım. Burada yanımızda olmasını istediğimiz ama olmayan insanları anıyorduk.

Ben de bir balon söktüm. Sarı balona baktığımda balonun yüzeyinde annemin gülen yüzü belirir gibi oldu ve kayboldu. Bunun benim halüsinasyonum olduğunu, gerçek olmadığını biliyordum. "Anne..." Dedim. Öyle bir anne dedim ki, "Anne sana ihtiyacım var" der gibiydi.

Öz annemi hiç görmemiştim, hiç hissetmemiştim. Nasıl oluyordu da ona bu denli bağlanabiliyordum? Kan çekmesi dedikleri bu muydu? Ya da ruh bağı? Bir anneyle bebeği arasındaki ruh bağı ölümsüzdür. Anne ölse bebeği, bebeği ölse annesi. İkisi de kurtulamazdı bundan.

Annem bana hamileyken beni ne kadar çok sevdiyse, ben de istemsiz o kadar seviyordum.

Mavi'nin varlığını onu kaybettikten sonra öğrenmiştim. Buna rağmen onu çok seviyordum. Acaba o da beni seviyor muydu? Benim annemi tanımadan sevmem gibi?

Balonu elimden bıraktığımda ve benden gitmeye başladığında annemin elini bırakmışım gibi hissettim. Bu da psikolojikti.

Araf bir balon daha aldı. "Baba..." Dediğinde gözlerim ona saplandı.

Babasıyla hiçbir zaman baba-oğul ilişkisi olmamıştı. Her zaman çatışma halindelerdi. Ona ve anneme yaşattığı her şeye rağmen, benimle alakalı öğrendiği o kadar şeye rağmen yine bağlıydı ona. Bu da ruh bağıydı. Çünkü muhtemelen Asaf Pakgör, Araf doğmadan önce ve doğduğunda onu çok sevmişti.

Bir diğer balonu aldım. Baba diyemedim. Bir babam yoktu.

Balonun yüzeyinde Baha'nın yüzü belirir gibi oldu. "Abi..." Dedim. Bunu derken sesim titredi.

Abi lütfen gel. Çok özledim. Sensiz olmuyor, sensiz tekrar evlenemem.

"Baha..." Dedi Araf.

"Açelya..." Dedim.

"Açelya..." Dedi.

Son balon kalana kadar devam ettik. Araf sevdiği akrabalarını ve eski arkadaşlarını da andı, ben Seçil'i.

Son balon mavi bir balondu.

Bugün az ağlamışım gibi yine gözlerim dolduğunda Araf'la göz göze geldik. Son balonu beraber tuttuk. Aynı anda "Mavi..." Dedik ve balonu gökyüzüne bıraktık.

Mavi...

🩸

Hava kararmış, birden fazla ledler döşenerek yeşil alan ışıklandırılmıştı. O kadar hoş bir görüntüydü ki, mutluluğu içimde çok az hissetmiştim.

Alkış sesleri ise o kadar azdı ki, ölümlerin varlığını bir kez daha bu kadar net hissetmiştim.

Davetlilere baktım: Evrim annem, Hakan Arslan, Furkan abim, ilk düğünümüze de gelen Araf'ın eski arkadaşları, Eflin, Sadık Balaban- iyileşmişti-, BM'dan tanıdığım birkaç yüz daha ve bu kadar.

Bizi desteklememesine ve hatta düşman olmasına rağmen yine de düğünümüzde yer alan Karaslan ailesi yoktu. Açelya yoktu, abim yoktu.

Kesik bir nefes aldım.

Şık kürsüye geçtiğimizde Araf'ın elini o kadar sıkıyordum ki, ne kadar zorlandığımı anlıyordu.

Sadece ismen tanıdığım, neredeyse nadiren görüşselerde Araf'ın çocukluk arkadaşı olan Kenan'ın yanımıza geldiğini gördüm. Onun da bu işlerde olduğunu ama silik bir karakter olduğunu biliyordum. Üstünde resmi bir takım elbise vardı. Yalandan boğazını temizledi. "Bayanlar baylar, bu çiftimizin nikahını tazelemek sana mı düştü, diyeceksiniz. Evet efenim, bana düştü." Dedi gururla başını kaldırarak.

"Ben de olabilirdim!" Dedi abim huysuzca.

Ortamdaki tuhaf gerginliği fark etmişlerdi ve bunu dağıtmaya çalışıyorlardı. Normal şartlarda hemen onlara ayak uydurur herkesin keyiflenmesine yardım ederdim ama bu hiç içimden gelmiyordu. Benim yerime Araf yaptı: "Hadi ordan. Sen vermezdin Nefes'i bana."

"Vermem tabi, bulmuşum fırsatı. Aynı hatayı tekrar yaptırtır mıyım ben kardeşime? Sırtlanır kaçarım. Artık kim yakalarsa."

Tek tük kişiler güldüğünde kimsenin keyfi olmadığı ortadaydı.

"Kenan." Dedi Araf. "Sen şahidim ol." Davetlilere döndü. "Sadık. Sen gel."

Sadık abi duraksadı. "Araf Bey, haddim değil."

Araf Bey.

Vay be! Önünde titreten Sadık Balaban, racon kesen Sadık Balaban, şimdi kocama Bey diyordu. Haddim değil diyordu.

Devran ne biçim döndüyse hâlâ durduramıyorduk.

"Sen gel, Sadık." Dedi Araf. "Şu an makam mevki sırası değil. Sen bana abilik yaptın, yeri geldi babamdan daha baba oldun. Beni de karımı da korudun kolladın. Bu senin hakkın."

Sadık abinin yüzünde ilk defa mahçup bir gülümseme gördüm. Yerinden kalkıp gelirken şık bir baston kullanıyordu. Henüz desteksiz yürüyemiyordu sanırım. Adamlardan biri de onunla beraber yanımıza geldi. Kenan, Araf'ın yanına geçerken kendimi yalnız hissettim.

Benim şahidim olacak kimse yoktu.

Sessizlik oldu.

Furkan abimle Eflin aynı anda ayaklandığında dikkatler oraya kaydı. Bir an bakıştılar. Abim önce bana, sonra Eflin'e baktı, sonrasında centilmen bir tavırla "Sen geç." Dedi ve oturdu. Eflin teşekkür eder gibi baş hareketi yapıp yanıma geldiğinde şaşkınlıkla onu izliyordum.

Sadece benim duyabileceğim bir tonda "Açelya'nın yerini almaya çalışmıyorum. Bunu hiçbir zaman yapmaya çalışmadım. Her anlamda." Durdu. "Sen bana çok yardım ettin. Karşılıksız bırakamam."

"Teşekkür ederim."

"Etme. Senin yaptıklarının yanında benimki hiç."

Aslında öyle değildi. Ama onu ikna etmeye çalışmadım.

"Hepiniz hoşgeldiniz." Dedi Sadık abi. Yüzünde şapşal bir tebessüm vardı. "Açıkçası biraz heyecanlandım. İlk defa metafordan da olsa nikah kıyacağım."

"Aman kalbine vurmasın, abi, bırak ben yapayım." Dedi Kenan şakacı bir tavırla. Araf, Kenan'a hafif bir dirsek attığında hafifçe tebessüm ettim.

"Ulan ne meraklısın sen de nikah kıymaya!" Dedi misafirlerin arasından Mehmet. "O kadar hevesliysen Aynur'a kıy nikahı!"

Aynur imayla başını salladığında anılara daldım.

"Ay dur! En önemli şeyi unuttuk!" Diye bağırdı Açelya telaşla. Onun telaşıyla ben de endişelenirken aklımdan yaptıklarımı geçiriyor, bir şey unutup unutmadığımı kontrol ediyordum.

"Otur!" Beyaz pufa zorla oturtup ayağıma uzandı ve gelinliğin eteğini kaldırıp ayakkabımın tekini çıkardı. Kenardan kalem alıp geldi. "Hemen ismimi başa yazıyorsun." Sonra ters ters abime bakarak bastıra bastıra "Açelya Bostan! Aynen böyle yaz ki Açelya'lar karışmasın." Abime öfkeyle evlilik iması yaparken kahkaha atmamak için zor duruyordum.

Açelya...

"Asaf Pakgör oğlu Araf, Nefes Hanım'ı eş olarak kabul ediyor musunuz?"

"Ediyor ediyor." Dedi abim. Açelya ise ona yaklaşıp, "Sen sus, hayatım. Çok istiyorsan biz de evlenelim olsun bitsin. Üç de çocuk yaparız." Dedi. "Çocuğu evlenmeden de yaparız." Dedi abim hevesle. Tabi kısık konuştukları için bizden başka kimse duymuyordu onları.

Abimden hep evlilik teklifi beklemişti ve abim ona evlenme teklifi etmeden hemen önce ölmüştü.

Şahitlik ediyor musunuz?"

"Ay evet! Valla evet! Duy, Baha; gözün çıkmasın, Baha!" Dedi Açelya en son isyan ederek. Abim ise sırıtıp onu takmadan nikah memuruna "Evet." Dedi.

Beraber evet dedikleri ilk son nikah masası, Araf'la bizim masamız olmuştu. Abim, onun parmağına takmak için aldığı yüzüğü onun toprağına gömmüştü. Şimdi ikisi de yoktu. Diğer tarafta buluştuklarına ve çok mutlu olduklarına inanmaktan başka çarem yoktu.

Abim, Açelya öldükten sonra zaten ölmüştü. Bedeni arkamızda olmasına rağmen yaşıyor sayılmazdı, aynı adam değildi. Belki ben abimsizdim ama abim Açelya'sına kavuşmuştu. Bundan mutlu olmalıydım.

Elbette yasımı tutacaktım. Fakat şu an bunun sırası değildi. Silkelenip toparlanmalı, oyunun sonunu getirip her şeyi bitirmeliydim. Ben başlatmıştım, ben bitirecektim.

"Oğuz kızı Ne-" sözünü kestim. "Yağmur ve Evrim." Dedim. "Yağmur ve Evrim kızı Eda Nefes." Evrim annem irileşmiş şaşkın gözleriyle bana bakıyordu. "Benim babam yok, ama iki annem var. Lütfen onların ismini söyle, Sadık abi."

Sadık abi bir anlığına bocalayıp Araf'a baksa da kararıma saygı duydu. "Yağmur Pakgör ve Evrim Arslan kızı Eda Nefes Karaslan. Araf Pakgör'ü eş olarak kabul ediyor musun?"

"Son nefesime, ve sonsuzluğa kadar."

Kısa süren bir alkış seremonisi.

"Asaf oğlu Ara-" Araf sözünü kesti. "Gülşah oğlu Araf, der misin, Sadık abi? Yeni başlangıçlar için düzenlediğimiz bu törende hayatımızı mahveden insanların adı geçsin istemiyorum." Sadık abi anlayışla başını salladı, "Tabi oğlum. Gülşah Pakgör oğlu Araf Pakgör. Eda Nefes Karaslan'ı eş olarak kabul ediyor musun?"

"Beşikten mezara, ve sonsuzluğa kadar."

Gözlerim Araf'ın yüzünde eridi gitti. Felaketler üst üste gelmişti, bu genç yaşımızda boyumuzdan büyük yüklerin altına girip, yaşımızdan büyük olaylara kalkışmıştık. Daha yirmimizde gerçek ölümle tanışmıştık. Sevdiklerimizi kaybetmiştik, başkasının sevdiği birini almıştık. Belki kendimizce masumduk, ama dışarıdan bakıldığında biz de iyi insanlar değildik.

Kimisine göre kendisine biçilmiş hayatı yaşamaya, kendisini ve sevdiklerini korumaya çalışan iki gençtik; kimisine göreyse kötülükten beslenen iki katil.

Öyle veya böyle. Pek çok kimlik değiştiriyorduk. Ama onun ve benim değişmeyeceğimiz bir kimlik vardı: Eş olmak. Ben Araf'ın karısıydım, beşikten mezara ve sonsuzluğa kadar. Araf benim kocamdı, son nefesime ve sonsuzluğa kadar. Bu değişmezdi.

Kulakları sağır eden bir gürültüyle üstümüze açılmaya başlayan ateşle Eflin'in üstüne kapanıp yere düştüm. Herkes yere çökerken kendini korumaya çalışıyordu. Çığlıklar, bağırışlar, korku, dehşet...

Abimin bağırışını duydum. "Eda!"

Ben iyiydim. O iyi miydi?

Kenan'ın "Araf!" Diye bağırdığını duyduğumda buz kestim.

Herkes birbirine seslendi, bağırdı, haykırdı. Ama ben sadece Kenan'ın "Araf!" Deyişini duydum. Araf yanımdaydı ama şu an bulunduğum pozisyonda arkamda kalıyordu. Dönüp bakamıyordum, ateş kesilene kadar hareket edemezdim. Ama o ateş benim yüreğime düşmüştü.

Silah sesleri sustu, Eflin beni bıraktı. Ve ben anında arkamı dönüp Araf'ın yerde yatan bedenine yaslandım. "Araf!?" Gözleri kapalıydı.

Korku ve dehşet zirveye ulaştı. Araf'ın gömleğine tutunup yüzüne eğildim. "Araf! Araf aç gözlerini yalvarırım aç!"

Başka vurulanlar da vardı. Belki de onlar beni bu yaşa getiren ailemdi. Ama ben kendi ailemden başkasına bakamadım. İstesem de yapamazdım. İstemiyordum da. Herkesin acısına alışırdım, Araf'ın yokluğuna alışmazdım. Bunu denemezdim bile.

"Araf!"

"Araf!" Dedi Kenan da benim kadar telaşla.

"Kulağımı siktin, pezevenk ne bağırıyorsun?" Dedi Araf gözlerini açarken. Ani rahatlama hissiyle olduğum yere yığıldım. Yüzünü buruşturarak doğrulduğunda ne olduğunu anlayamıyordum. Başıma bir ağrı saplanmıştı.

"Kolumdan vuruldum alt tarafı. Sanki kafama yedim kurşunu. Yırtına yırtına bağırıyor." Diye homurdandı. Gerçekten sağ kolu kanıyordu. Daha fazla beklemedim, kollarımı Araf'ın boynuna sarıp kokusunu içime çektim. "Çok korktum, aptal."

"İyiyim ben, nefesim."

Ayrıldığımızda usulca ayaklandım ve davetlilere döndüm. Yerde yatan davetliler vardı ama benim gözlerim Hakan Arslan'da durdu. Annem ve abim başındaydı, yüzüstü yatıyordu ve sırtına bası yapıyorlardı. Abim telefonla konuşuyordu, bir yandan da bana doğru bakıyordu. İyi olduğumu gördüğünde az da olsa rahatladığını gördüm.

Yanlarına gittim. "Hakan!" Diyordu annem. "Hakan dayan! Lütfen dayan, az kaldı, ambulans gelecek!"

Araf'ın öfke dolu haykırışını duydum. "Lanet olsun!" Oraya döndüğümde Sadık abinin başında olduklarını gördüm.

Ne tarafa gideceğimi bilemedim.

Üstümde beyaz elbisemle, mahşer yerine dönmüş düğün törenimde öylece kaldım.

🩸

Koridorda oradan oraya giderken kollarımı bedenime sarmıştım. Saat sabaha karşıydı, uykum vardı ama uyuyacak hâl yoktu.

Üvey babamı ameliyata almışlardı, abim ve annem hemen oradaydı.

Araf'ınsa kolu sadece sıyrılmıştı, refleksleri sayesinde kurtulmuştu. Pansumanı yapılırken yanında durmamı istememiş, beni resmen kovmuştu. Şimdiyse kapının önünde koridorda volta atıyordum.

Sadık abi öldürülmüştü.

Bu tarama, korkutma ya da uyarı amaçlı değildi. Gerçek bir suikasttı. Bu suikastın hedefinde ben yoktum, çünkü benim olduğum tarafa tek bir kurşun bile gelmemişti. Sadık abi, Eflin ve Araf hedefti. Araf kurtulmuştu ama Sadık abi kurtulamamıştı.

Sadık abinin haricinde iki BM üyesi daha ölmüştü. Bu iyi değildi. Zira bunu yapanın kim olduğunu biliyordum, ve çok güçlü düşmanlar edinmişlerdi.

Babam ya da amcam, bilmiyorum. Ama artık peşlerinde BM vardı, kurtulmaları pek olası değildi. Kaçabilirlerdi, saklanabilirlerdi, ama kurtulamazlardı.

Bunların dışında sadece önemsiz yaralılar vardı. Başka ölen yoktu.

Sadık abinin ölümüne üzülmüştüm. Bana çok yardımı dokunmuştu, abilik yapmıştı. Tıpkı Araf gibi benim için de babamın yapmadığı babalığı yapmıştı. Cenazesine kesinlikle katılacaktım.

Kapı açıldı ve hemşire çıktı. "Girebilirsiniz." Teşekkür ettim ve içeri girdim. Araf gömleğini giymeye çalışıyordu. Sağ omzu sargıyla sarılmıştı. Hızlı adımlarla yanına gidip yardım ettim. Ona bırakmadan düğmeleri ben iliklemeye başladığımda yüzümü izliyordu.

"Baban vurulmuş." Dedi. "İyi misin?"

"Neden iyi olmayım?" Dedim ona bakmadan. Araf sessiz kaldı. "O gece... Seni evine götürdüğümde seni o halde gördüğünde çok endişelenmişti." Dedi.

16 Kasım gecesinden bahsediyor olmalıydı.

"O benim için endişelenmedi. Kızı sandığı Eda için endişelendi." Dedim. "O ve ben çok farklıyız."

"Babalık çocuğu yapmakla değil, bakıp büyütmekle, sevmekle oluyor, Eda." Dediğinde ona baktım. "Senin gerçek baban Hakan Arslan. Oğuz Karaslan sadece biyolojik bir varlık."

Eğer bugün bana o cümleleri kurmamış olsaydı Araf'a inanıp ona koşabilirdim. Gönlünü almaya çalışırdım, benim babam sensin derdim.

İnsanların bir annesi, bir de babası olurdu.

Benim iki annem vardı, bir babam yoktu.

Araf'a cevap vermedim, sessiz kaldım.

"Asıl sen iyi misin? Sadık abiyle sen daha yakındın." Dedim konuyu değiştirerek. Araf sessiz kaldı. "Ona iyi bir cenaze töreni düzenlemem gerekiyor." Dedi. "Ailesi yıkılacak. Özellikle de kızı."

"Kızı kaç yaşında?"

"Yirmi beş." Başımı salladım. "Anladım. Onları korumaya çalışırız." Elini tuttum. "Yalnız değilsin, Araf. Ben her zaman yanındayım." Araf burukça gülümseyip diğer elini elimin üstüne koydu. Gözleri üstümde bir yere takıldığında bakışlarını takip edip üstüme baktım. Beyaz elbisemde kan lekesi vardı, bu kan Araf'a aitti. Ona sarıldığım sırada bulaşmıştı.

Bakışları daha dalgın bir hâl aldığında aklından ne geçtiğini merak ettim.

"Bu görüntü sana yakışmıyor." Dedi sıkıntıyla.

"Hangi görüntü?"

"Kan lekesi. Senin üstün mürekkep lekesi olmalıydı, Nefes. Bunu mahveden benim."

Şaşkın şaşkın bakakaldım. "Saçmalama. Senin hiçbir suçun yok." Yüzünde tuhaf bir gülümseme oluştuğunda ne yapacağımı bilemedim. Neden böyle aptal düşüncelere kapıldığını anlamıyordum. O hiçbir şey yapmamıştı! O sadece mecbur kalmıştı, herkes gibi.

Yüzünü ellerimin arasına aldığımda kirli sakalı bir elime, yanığın pürüzlü yapısı diğer elime battı. Köpek yavrusu gibi bakıyordu, sarılıp içime sokmak istiyordum. "Sen hayatımı mahveden değil, cehenneme dönmüş hayatımı cennete çeviren adamsın. Sen olmasan, sana olan aşkım olmasa sence ben bu kadar güçlü olur muydum?"

"Daha güçlü olurdun." Dedi gözlerini kaçırarak. "Ben senin zayıf noktanım, sen benim zayıf noktamsın. Ve herkes bunu biliyor."

"Senin olmadığın yerde gücü ne yapayım ben? Dünyanın gücünü versinler bana, senin uğruna harcamadım mı? Yine harcarım." Başını eğiyordu ki daha büyük bir kuvvetle tutup bana bakmasını sağladım. "Senin uğruna kendimi bile harcarım ben, Araf." Dedim bastıra bastıra. "Ne gücünden bahsediyorsun?"

Hafifçe gülümsediğini fark edince ben de gülümsedim ve dudaklarından öptüm. Eli belime gidip usulca okşadı. Fazla uzatmadan ayrıldım. "Seni çok seviyorum."

"Ben de seni çok seviyorum."

Pansuman odasından ayrıldığımızda ameliyathanenin önüne gittim. Annemle abim oradaydı. Annemin yaşlı gözleri bana çevrildiğinde hızlı adımlarla yanıma geldi.

"Eda!"

Beni sarsacak kadar kuvvetle sarıldığında sendeledim ama dengemi korudum. Elimi sırtına koyup sakinleştirmeye çalıştım. "Ona bir şey olmayacak."

"Eda... Babana bir şey olursa ben yaşayamam." Hıçkırdı. "Yapamam, olmaz."

"Ona bir şey olmayacak." Dedim yeniden.

Birkaç dakika içinde hemşire gelip kana ihtiyaç olduğunu söylediğinde onunla beraber gittim. Kanım alınırken Araf yine beni hiç yalnız bırakmadı. Kanım torbaya dolarken hemşire bizi yalnız bıraktı. "Kan grubunuz aynı demek." Dedi Araf. Başımı salladım. "Lisede kalıtım dersini işlerken bundan bahsedilmişti. Herkes gibi tabi ki ben de annem babamla denemiştim. Babamla kan grubumuz aynı olduğundan hiç şüphelenmedim. Sanırım sen haklıydın."

"Ne konuda?"

"Kader konusunda." Dedim bakışlarımı kan torbasına çevirerek. Usul usul dolan kanımı izledim. "Bu yaşananlar, kadere karşı çıkmak değil, ta kendisi. Benim kaderimde Hakan ve Evrim Arslan'ın kızı olarak büyüyüp, on dokuz yaşımda aşkla ve ölümle tanışmak vardı. Annemin ölümü cinayet değildi, annem zaten ölecekti. Mavi her türlü ölecekti, düşürecektim. Seçil de her türlü ölecekti, benim suçum değildi. Açelya, abim... Yaşananlar için birisini suçlamak her zaman en kolay olandı. Halbuki zaten kaderde olmasa yaşanmazdı ki? Herkesin hayat çizelgesinin başı ve sonu var, en başından belli. Annemin karnına düştüğüm ilk an ölümüm kesinleşti. Senin de öyle. Herkesin öyle."

"İntikamdan vaz mı geçiyorsun yani?"

"Yaşadığı vicdan azabı o adamı öldürmeye yeter de artar, Araf." Dedim ona dönerek. "Elimi onun kanına bulamayacağım. Bu oyunu bitirip, seninle beraber sıfırdan bir hayat kuracağım. Bir kızımız, bir oğlumuz olacak. Geçim kaynağımız kan değil, boya olacak. Artık benden bir savcı olmaz belki, ama sen mükemmel bir ressam olabilirsin."

"O zaman şöyle yapıyoruz:" dedi Araf gülümseyerek. "Şehirden ve insanlardan uzak bir eve yerleşiyoruz. Ben sabahtan akşama kadar senin her çeşit resmini çiziyorum. Kitap okurken, yemek yaparken, uyurken... Tabi ki yüzün gözükmeyecek, buğulu olacak. Tarihe, 'Ölene dek karısının resimlerini çizen adam' olarak geçiyorum. Sen de o adamın ölene dek sevdiği karısı. Katil değil, mafya değil, denge değil, oyun değil... Nasıl fikir?"

Güldüm. Son zamanlardaki en içten gülüşümdü bu. "Muhteşem bir fikir. Ben de anonim olarak bir şeyler yazarım. Kırk farklı evrendeki kırk farklı biz. Nasıl fikir?"

"Mükemmel."

Karşılıklı gülüşürken hemşire geri döndü. Damar yolunu söküp dolmuş torbayı aldı ve geçmiş olsun dileyerek gitti. Araf da otomattan bana çikolata ve vişne suyu getirmişti. 'Kana rengini veren fişne suyu' esprileri yaparak meyve suyunu içerken Araf da kan kaybettiğim için kafamın güzel olduğunu, oturduğum yerden kalkmamamı söylemişti. Saçma sapan esprilerimi ve çocukluk anılarımı sabırla dinlemiş ve yer yer gülmüştü.

Çikolata ve meyve suyu bitince bir müddet daha yattım. Sonrasında Cemal elinde ufak bir valizle geldi. Kapıyı kapatıp üstümüzü değiştirdik. Kanlı elbisemi geri valize koyarken Araf da takım elbisesini katlıyordu. "Araf zaten vurulduğun için yırtıldı, niye özenle katıyorsun? At çöpe."

"Atılır mı kız bu? Anı olarak saklayacağım."

"İlk damatlığını da saklıyorsun zaten, ne gerek var buna?"

"Ne demek ne gerek var? Seni kınıyorum, Nefes. Sus."

"Öf ay tamam." Dedim ve üstümü düzelttim.

Bej rengi kumaş şort etek ve kendinden korseli beyaz gömlek giymiştim. Şort etekle hemen hemen aynı tonlarda parlak topuklu ayakkabıları giyip saçlarımı sıkıca topladım. Araf da beyaz tişört ve açık renk kumaş pantolon giymişti.

Şu kombinle balayımızda Antalya, Mersin, Muğla, İzmir, Aydın sokaklarında güneş gözlüklerimizle gezmemiz gerekirken biz ne yapacaktık? Düğünümüz ateşli saldırıyla mahvolduğundan yaralanan yakınlarımızın yanına gidecek, ölen tanıdıkların cenazelerine katılıp taziyede bulunacaktık.

Eskiden küfür sevmezdim, şimdiyse dilimden düşmüyordu: Ben böyle hayatı sikeyim.

Temiz kıyafetlerle daha az ilgi çekici bir halde ailemin yanına döndük. Abim çok sessiz ve dalgın duruyordu. Yanına yanaşıp elimi koluna koydum. Dikkatini bu şekilde çekmiştim. Dönüp bana baktığında gözlerinde gördüğüm korkuydu. Otuz yaşına da gelsen, kırk yaşına da gelsen ailen için endişelenebiliyordun. Aileni kaybetmekten korkabiliyordun. Bundan daha önce de bahsetmiştim, çocuk ve aile arasında görünmez bir bağ vardı. Sen o kişiden nefret de etsen, canı tehlikede olduğunda en önce sen üzülüyordun, sen koşuyordun.

Bana doğru dönmesini sağlayıp sıkıca sarıldım. "Ben buradayım, abi." Dedim. "Bugüne kadar her şeyin üstesinden nasıl geldiysek yine beraber geliriz."

Annem bize yaklaştı ve sarıldı. "Geliriz tabi." Dedi. Her şeye rağmen yine aramızdaki en inançlı kişi oydu. Üçümüz birbirimize sarılırken Araf'ın ileride durup bizi izlediğini gördüm.

"Araf." Dediğimde abimle annem de durup ona bakmışlardı. "Sen de gelsene."

"Gerek yok." Dedi gülümseyerek. "Siz sarılın, ben de... Hakan abinin durumunu soracak birilerine bakayım." Dedi ve gitti. İçimde oluşan burkulma hissine engel olamadım. 

"Tuhaf." Diye mırıldandı abim. Bakışlarım, bizden uzaklaşan Araf'ın sırtından abime döndü. "Ne?"

"Bir yanım Araf Pakgör'e sarıldığımı düşünemiyor bile. Sonuçta ben polisim, oysa bir mafya örgütünün lideri. Diğer yanımsa... Bilmiyorum, sanırım abilik hormonları."

"Deme öyle, annem." Dedi annem. "Günah." Araf'ın gittiği yöne doğru baktı. "Kim olursa olsun. O da bir ananın yavrusu. Annesi öldüğünde çok küçüktü."

Şaşkınlıkla anneme baktım. "Biliyor musun?"  Bana baktı. "Bilmem mi? Sen hatırlamıyorsun. Çocukluğunda, daha çok küçükken bir saldırıya uğramıştın. Aklım çıkacaktı, bir anda kurşunların arasında kalmıştık. Seni korumak isterken sen düşmüştün. Oğuz'un adamları bizi kurtarıp oradan götürüp eve bıraktıkları gece uyuyup uyanmıştın ve çok normal davranıyordun. Sana sordum, önceki günü hatırlamıyordun. Korktum, apar topar doktora götürdüm. Travmaya bağlı hafızada boşluk oluşabilirmiş, unutabilirmişsin. O gece de zaten Oğuz, Asaf'ın evini basmış, kundaklamış." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Oğuz'la konuştuğumda anlattı. Gülşah'ı bilerek öldürmemiş, dumandan zehirlenerek uykusunda ölmüş. Araf'ı da Oğuz kurtarmış."

Gözlerim irileşti. "Ne?"

Annem başını salladı. "Asaf can havliyle kendini kurtarma derdindeyken oğlunu içerde bırakmış. Oğuz da fark edince kurtarmış ve hastaneye götürtmüş."

Dehşet dolu bakışlarımı düzeltemedim, açık kalan ağzımı kapatamadım. Araf bana bu olayı anlatmıştı ama o evden nasıl çıktığını, kimin çıkardığını o da bilmiyordu.

"Adamları mı... Çıkartmış yani?" Dedim toparlamaya çalışarak.

"Yok." Dedi annem. "Bizzat kendisi. Anlam veremiyorum." Gözleri boşluğa daldı. "Böyle bir adam, bu hâle nasıl geldi?"

Bizzat kendisi mi?

Göğsümdeki ağırlık hissiyle ne yapacağımı bilemedim, önce sağa sola bakındım. Sonra abimle göz göze geldik. Göz kırparak mimikleriyle "Ne oldu?" Dedi ama tepki veremedim.

"Ben... Kafeteryaya iniyorum, bir şey istiyor musunuz?" İstemediklerini söylediklerinde hızla yanlarından ayrıldım ve asansörle zemin kata indim. Koridorlardan geçip kafeteryaya ulaştığımda kahve almak için sıraya girdim. Sonrasında vazgeçip bahçeye çıktım. İleride çöpün kenarında sigara içip telefonda konuşan kocamı görünce olduğum yerde kaldım.

Söylemeli miydim, susmalı mıydım?

O adama minnet beslemesini istemiyordum, ama zaten Araf da ona minnet edecek bir adam değildi. Şaşırırdı, uzun uzun boşluğa dalıp giderdi, sorgulardı, sonra bitirirdi. Sırf çocukluğunda kendisini kurtardı diye bugünündeki davalarını silip atmazdı.

Yavaş adımlarla yanına ulaştım. Cebindeki yerini ezbere bildiğim sigara kutusuna uzanmak için elimi cebine sokarken dönüp bana baktı. Kutudan bir sigara çekip kutuyu geri cebine koydum. Telefonu omzuna sıkıştırıp sigarasını diğer eline aldı ve diğer cebinden çakmak çıkardı. Bana vermesini bekledim ama o kendisi yakmayı tercih etti.

Ucu yanan sigaradan bir nefes çekip geçip giden araçları izledim. Otoparktan çıkan ve otoparka giren iki sıra halindeki araçlar sıralı bir şekilde geçip gidiyorlardı.

Araf telefonu kapattı. Yeni bir arama yapmak üzereyken durdu ve bana baktı. "Söyle."

Afallayarak Araf'a baktım. "Hı? Ne?"

"Sigarayı yemek üzeresin, nefesim. Söyle ne söyleyeceksen."

İstemsizce sigarayı dişlediğimi fark edince ağzıma dolan tatla yüzümü buruşturdum. Hiç farkında değildim.

"Yok bir şey." Dedim omuz silkerek.

"Var, belli. Hakan baban iyi mi?"

Başımı salladım. "Sabit. Durumu yani... Onunla ilgili değil."

"Annen falan mı bir şey dedi?"

Çektiğim sigarayla birlikte derince bir nefes verdim. "Evet, dedi."

Tamamen bana döndü. "Canını sıkacak bir şey mi dedi? Gerçi Evrim anne yapmaz öyle bir şey ama..."

Suratına bakakaldım. "Evrim anne mi?"

"Senin annen benim annem." Dedi omuz silkerek. Gülmeye başladım. "O zaman desene... Senin de ben gibi bir sürü annen oldu. Bi' öz annem var, bi' büyüten annem var, bi' kaynana kontenjanından Gülşah anne var, bi' de öz babamın karısı kontenjanından abimin annesi Zeynep anne var."

"Zeynep Karaslan'ı 'anne' kategorisine koyman enteresan." Dedi.

Burukça gülümsedim. "Abim de anneme anne derdi. Ben neden onun annesine demeyim ki? Yetişkinlerin savaşı çocuklarını ilgilendirmemeli. Özellikle de o çocuklar kardeşse." Duraksadım, gözlerim kaldırımda takılı kaldı. "Abimi çok özledim."

Araf'ın kolunu omzuma sardığını hissettim. Sol elinde sigara varken sağ koluyla beni kendine çekip sarıldı. "Açelya'yı da çok özledim. Hatta abim alınmasın ama... Açelya'yı herkesten daha çok özledim." Dudaklarımın titrediğini hissettim.

Bu duygusallık travmalarımdan mı kaynaklıydı, yoksa regl mi olacaktım?

Yüzümü Araf'ın göğsüne gömerken mırıldandım. "Biz bebeklikten beri hiç ayrılmadık, biliyor musun? Aynı ilkokul, aynı ortaokul. Ve hep de aynı sınıf ve sıra. Lisede farklı okullara gittik ama yine hep birlikteydik. Çıkışlarda ya o koşa koşa bize gelirdi ya da ben koşa koşa onlara giderdim. Her zaman yanımdaydı, her zaman yanındaydım. Bir nefes kadar yakındık. Babam o nefesi kesti. Her şey için affetsem bile Açelya ve abim için affetmem. Benden iki kardeş aldı."

Araf sessizce dinledi, hiç konuşmadı.

Duraksadım. Gözlerimi kaldırıp ona bakmaya çalıştım ama bakamadım. "Ama... Bir can da verdi." Dedim.

"Nasıl yani?" Dedi Araf kafası karışmış bir sesle.

Hafifçe geri çekilip başımı kaldırdım ve yüzüne baktım. "Araf... O gece seni o evden babam çıkarmış. Kendisi."

Araf tepkisizce bir süre yüzüme baktı. Ne düşündüğünü anlayamayacağım kadar boş baktı.

Sessizlik o kadar uzun sürdü ki rahatsız hissetmeden edemedim. "Bir şey söylemeyecek misin?"

"Can borcum mu var şimdi benim o yavşağa?" Dedi memnuniyetsizlik ve öfkeyle.  Ben hiç böyle düşünmemiştim.

"Yani..." Dedim ne diyeceğimi bilemeyerek.

"Neyse... Sen öldürürsün, için rahatlar." Dedi göz devirerek.

"Ne?"

 "Ne ne? Ne yapayım? Sırf kendi çıkardığı yangından beni yine kendi kurtardı diye boynuna mı sarılayım? O hala en büyük düşmanım ve hala en yakınlarımızın katili, Nefes. Bunu yapmak kansızlıktır ve ben de kansız bir adam değilim."

Evet, değildi. Ve biliyordum ki Araf bunu asla yanına bırakmazdı. Bir yangın da kendi çıkarır, onu diri diri yakardı, karşısına geçip sigara yakardı. Sonuçta o sadece benden değil, Araf'tan da çok şey almıştı. Annesi gibi...

Benim problemim olmasaydı bile Araf'ın onunla çok derin problemleri var olurdu. Araf'ın gözlerinde gördüğüm ateşse, babamın sonunun onda gizli olduğunu söylüyordu.

"İyi ol, Araf." Dedim içten içe haftalardır korktuğum şeyi dillendirerek. "Sen iyi ol, benim için başka önemli hiçbir şey yok." Hafifçe tebessüm edip dudaklarını alnıma bastırdı. "Ve sen de. Sen iyi oldukça ben hep iyi olurum." Uysalca başımı salladım. Her ne kadar mümkün olmasa da yine de sessiz bir söz verdim. Biliyordum, o da aynı şeyi düşünüyordu. Oyunun sonunda olur da Karaslan'lar kazanırsa o ölecekti, karısı olduğum için ben de ölecektim. Pakgör'ler kazanırsa da amcam ve babam ölecekti, kızı olduğum için ben de ölecektim.

Bir anda gelen aydınlanmayla kapanan gözlerim ardına kadar açıldı ve dehşetle donup kaldım. Araf bana sarılı vaziyette olduğu için ifademi fark etmemişti fakat benim tüylerim diken diken, kanımsa buz gibiydi.

Zira oyunun ana temeli benim ölümüm üzerine kurulmuştu.

Başından beri bana yaptıkları gövde gösterileri gözümün önünden geçti. Sevgi topu haller, hepsinin beni korumaya çalışması, iki tarafın da beni kendi tarafına çekmeye çalışması...

Araf'la evlenecek olmam da en başından belliydi. Asaf Pakgör bunu anlamıştı.

Asıl Desise buydu. Asıl oyun buydu.

Çünkü oyun nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın: Son ölen ben olacaktım.







Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro