52 | Tersine Dönen Kum Saati
Aliye Mutlu - Zajdi Zajdi
Handan Kara - Kulakların Çınlasın
Dedublüman - Rüya Gibi
🩸
52. BÖLÜM
Bir keresinde pikniğe gitmiştik. Henüz küçük bir çocuktum. Saçlarım iki yandan ayrı ayrı toplanmıştı. Furkan abim benimle uzaylı diye dalga geçiyordu ama benim o saçı annemden istemekten vazgeçmeye niyetim hiç yoktu. O günlerde saçlarım omuzlarımda yük değildi.
Hakan babam, kozalak toplamamı isteyerek bir poşet vermişti elime. Annem endişeliydi. "Küçücük çocuk nasıl toplasın, ya düşerse?"
"Düşerse kalkacak." Demişti Hakan babam. Bunu direkt gerçek anlamıyla söylemişti o an aslında ama bende farklı bir çağrışımı vardı.
Annemin dediği gibi düşmüştüm. Hem de yokuş aşağı. Dikenler ve taşlar avuçlarıma batmış, dizlerimi kanatmıştı. Ağlamak istemiştim ama sesimi kimse duymaz diye ağlayamamıştım da.
Ben yine ormandaydım. Dizlerimin üzerindeydim, avuçlarımda taşların ve nemli toprağın izi vardı. Annem yanımdaydı, Araf yanımdaydı, abimin cesedi yanımdaydı. Ama ben yine sesimi duymazlar diye ağlamak istemedim.
Son nefesimi çeker gibi derin bir nefesle beraber iç çektim.
Adamlar her yerdeydi.
Yaralı babamı götürmüşlerdi. Abimi götürmelerine ben izin vermemiştim. Neredeyse bir, belki de iki metre mesafe vardı aramızda. O henüz toprağın üstünde yatarken ben de aynı şekilde yerde oturmuş sessizce onu izliyordum.
Sesimi çıkarmadan abimin cesedini izliyordum.
Annem ve Araf'ın hüznünü de, endişesini de hissedebiliyordum ama hissetmek istediğim tek şey abimin sıcaklığıydı. Ama o artık buzdan daha soğuktu.
Bu hayat bizden çocukluğumuzu beraber geçirme şansını çalmıştı.
Bu hayat bizden abi-kardeş olma hakkını çalmıştı.
Bu hayatın bana da çok borcu vardı elbet, ama defteri abime karşı daha doluydu. Abime olan borcunu ne yapsa ödeyemezdi bu hayat.
Çocukluk, anne, arkadaş, sevdiği kadın, aile... Ve şimdi de bir ömür.
Abimin yüzü öyle aktı ki... Onu sarsa sarsa kaldırıp götürmek istiyordum. "Abi!" Diye bağırmak istiyordum mesela. "Şu yüzünün haline bak! Kendine yine mi bakmıyorsun!?"
Sessizce abimin cesedini izledim.
Abim. Öz abim. Canım. Kanım.
Başım döndü ve bir anlığına gözümün önü karardı. Elimi uzatıp yere koydum ve dengemi sağlayıp bilincimi açık tutmaya zorladım.
Açelya öldüğünde kendimden geçmiştim ve onu yalnız bırakmıştım. Ben olmasam bile abim vardı yanında.
Abimin yanında olacak kimse yoktu. Abimin benden başka kimsesi yoktu.
Yutkundum ve dişlerimi, çenemi kitlemek pahasına sıktım.
Başım deli gibi dönüyordu. Araf'ın yanıma çöktüğünü hissettim. Annem gibi onu da uzaklaştırdığım için ilerideki ağaca yaslanmış bir şekilde beni izliyordu bunca zaman. O da harap haldeydi. Abim onun yakın arkadaşıydı. Hatta tek arkadaşı.
Araf elini omzuma koydu ve devrilmemem için destek oldu. "Nefesim? Hadi kalk artık, hiç iyi değilsin." Bana söylüyordu... Kendi sesinin nasıl çıktığından haberi var mıydı?
Elimi Araf'ın göğsüne bastırarak onu kendimden uzaklaştırdım. Gözlerimi abimden çekip ilk kez ona baktım. Yapma der gibi, yalvarır gibi bakıyordu. Korkuyordu. Avuçlarımı yere bastırarak destek aldım ve ayağa kalktım. Sendelediğimde annemle Araf bana doğru koştu ama ikisine de izin vermedim.
Abime arkamı döndüm.
Yalpalaya yalpalaya yürümeye başladım.
Nereye gidiyordum? Ne yapacaktım? Ne düşünmeliydim?
Ne yaptığımı ben bile bilmiyordum. Zira şu an yalnızca kendimi dışarıdan izliyormuş gibi hissediyordum. Dizlerim güçsüzdü, sürekli yalpalıyordum. Sürekli bir ağaca çarpmamak için ellerimi kaldırıyordum.
Tekrar başım döndü, görüntü gidip geldi, ayaklarım birbirine dolandı ve yanımdaki ağaca çarpıp yere düştüm. Bana bağırdıklarını duydum ama algılayamadım.
Keşke tam şu an ölseydim. Tam şu an ölmeliydim. Abim benim yüzümden ölmüştü, ben neden yaşıyordum?
Araf annemden daha hızlı koştuğu için olsa gerek önce o gelmişti yanıma. Annem ağlayarak karşımda çöktü ve avuçlarını, saçlarımı düzelterek yanaklarıma koydu. "Annem... Yapma, kurban olurum, yapma!" Beni kendine çekip sarıldı.
"Herkes..." diye fısıldadım. Sanırım sadece ben duyuyordum. "Herkes öldü. Herkes öldü. Herkes... Öldü."
"Ben ölmedim, annem." Dedi annem. "Bak... Bak bebeğim, eşin de burada. O da ölmedi. Biz varız annem."
"Kimse yok." Dedim kaybolmuş bir sesle. "Kimse yok. Herkes öldü."
"Nefesim." Dedi Araf. O da ağlıyordu, en az benim kadar darmadumandı. "Ben ölmedim, sevgilim. Söz veriyorum, ben ölmeyeceğim." Bakışlarım Araf'a çevrildi. "Söz mü?"
"Söz."
Serçe parmağımı uzattım. Sonra duraksadım ve parmağıma baktım. Bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda annem anlık ürperdi ve daha sıkı sarıldı. Elimi indiremedim. Serçe parmağım havada bir şekilde bağıra bağıra ağlamaya başladım.
Abi! Duy sesimi! Seni koruyamadığım için affet beni! Çığlıklarım feryatlarım senin için, ve hiçbir zaman susmayacak. Bir gün gelip de ölünceye dek, içimde yankılanmaya devam edecek. İçim kıyamet oldu, abi. Kardeş acısı hiçbir şeye benzemiyormuş. Ben bunu ilk Açelya'yla, sonra da seninle tattım. Canım yanıyor, yakıyor, kavruluyorum. Diri diri yanıyorum!
Gözyaşlarım durmadı, çığlıklarım susmadı, yaram dinmedi. Ben bölündüm. Bin parça oldum, her parçam abi diye sayıkladı.
Oradan nasıl kalktığımı, Araf'ı, annemi ve adamları nasıl atlattığımı, ne ara arabaya binip bastığımı hatırlamıyordum. Sanki o sırada ben ben değildim. Sanki o sırada bilincim kapalıydı. Kendimi bir anda arabada bulmuştum. Toprak yolda gaza basarken dağın etrafını dolanarak şehir merkezine doğru iniyordum.
Gözyaşlarım gözlerimde durmuyor, anında akıyordu. Bu yüzden görüntüm hiç buğulanmadı, sadece gözlerim yandı.
Asfalta çıktığımda sağa dönüp hızımı artırdım. Arabanın playlisti, çalıştırdığım sıra kendiliğinden açılmıştı ve hiç dokunmamıştım. Açıkçası ne çaldığıyla da ilgilenmiyordum.
İleride yolun çevre yoluna bağlandığını görünce hızımı azalttım. Çevre yoluna girince sollama yapıp hızımı yeniden artırdım. Cam aralık duruyordu ve rüzgar şakağıma vuruyordu. Nereye gittiğimi bilmiyordum, tek bildiğim canımın çok yandığıydı.
Ben robot değildim.
Benim savaşım bu kadardı.
Ben abimin ölümüyle savaşamazdım. Ben bununla başa çıkamazdım. Boğulurdum, canlı canlı kan kusardım, sancıdan iki büklüm olurdum.
Hıçkırıklarım ve çığlıklarım, gırtlağımda kör düğümdü.
Şehrin; annemin, bebeğimin ve Açelya'nın olduğu mezarlığın bulunduğu sınırından şehre girmek üzere olduğumu görünce ilk defa bu kadar düşündüm.
Arabamı sağa çektim ama inmedim. Geriye yaslanıp başımı sola çevirdim ve mezarlığı uzaktan izledim.
Kaç canımı gömmüştüm ben buraya? Burası anneme, kardeşime, bebeğime yakışmamıştı; abime nasıl yakışacaktı? Ben bunu nasıl izleyecektim?
Elimi göğsüme bastırdım. Sızlıyordu. Sızım sızım sızlıyordu. Ağrıdan geberiyordum.
Arkamda bir arabanın durduğunu gördüm. Kapısı açıldı ve Araf indi. Dikiz aynasından oraya baktım. Yan koltukta annem oturuyordu ama o inmedi. Abim neredeydi? Onu orada mı bırakmışlardı? Öfkeyle kaşlarım çatıldı ve nefes alış verişlerim hızlandı.
Araf benden tarafa geldi ve kapımı açıp baktı. "Sevgilim yapma bunu, yalvarırım yapma. Acını, hırsını ve öfkeni benden bizden çıkart ama böyle sessiz kalma. Kaçma, kaybolma." Araçtan indim ve karşısına geçtim. Yanımızdan arabalar geçtikçe rüzgar yaratıyorlardı. "Abim nerede?" diye sordum öfkeyle. Araf duraksadı ve bakakaldı.
"Neden bıraktınız abimi!?" diye bağırdım üstüne yürürken. "Nerede benim abim!? Ben size güvenip kaçtım, siz de benim peşime düşmek için abimi bıraktınız mı!? Dostunu, kardeş gibi gördüğün adamı bıraktın mı, Araf!?"
Sarsıldı.
"Hayır." dedi. "Hayır bırakmadık. Ambulans götürdü onu."
"Peki sen neden o ambulansta değilsin!?"
Dişlerini sıktı, çenesi belirginleşmişti. "Her zaman benim üstüme yıkmaya kalkıyorsun, Nefes." dedi. "Peki sen neden o ambulansta değilsin? Sen neden kaçtın!?"
"Çünkü insanım!" diye bağırdığımda sesim boş arazide yankılandı. "İnsanım ben, Araf! Senin, sizin anlayamadığınız bu! Her zaman susamıyorum, her zaman alttan alamıyorum, her zaman güçlü duramıyorum, her zaman her yükü kaldıramıyorum, her zaman bir şeylerle yüzleşemiyorum! Önce annemin başka bir kadın olduğunu ve öldüğünü öğrendim ben! Sonra babamın beni terk ettiğini! Bir gecede çat diye hayatımdan oldum ben! Geleceğimden, hayallerimden oldum! Savcı olmak için gecesini gündüzüne katan kız katil oldu! Mafya oldu!" Ellerimi gösterdim. "Bu eller kalem tutarken, mürekkep lekesi olurken, silah tuttu kan lekesi oldu, Araf! Bebeğim öldü lan benim!" Sesim titredi. "Açelya'm öldü! Halamı kendi ellerimle öldürdüm! Masum bir kadını sikik kocası ve abisi yüzünden defalarca tehdit etmek zorunda kaldım! Altından kalkamayacağım şeylere girdim! Nefes aldığımın bile farkında değilken bugün benim nefesim kesildi!" Hıçkırdım. "Abimin nefesini kestiler."
Araf gözlerini sımsıkı yumdu. Acı içinde kıvranıyordum. Neden her zaman güçlü ve soğukkanlı olmam gerekiyordu? Bu kadarını ben de kaldıramıyordum!
Gözlerini tekrar açtığında kızarmış ve dolmuş olduğunu gördüm. Beni kendine çekip göğsüne bastırdığında itmeye çalıştım ama kolumu kanadımı bağlamıştı. Yüzümü göğsüne gömdüğümde kolları bedenimi daha sıkı sardı. "Taşıyamıyorum." dedim gözyaşlarımın arasından. "Taşıyamıyorum bu kadar yükü, taşıyamıyorum olanları." Araf saçlarımın arasından öptü. Hiçbir şey söylemedi, sadece sarıldı ama onun da ağladığını hissedebiliyordum.
Bir insanın hayatı sadece altı ayda nasıl tepetaklak olabilirdi? Sadece altı ayda nasıl bu kadar tüketebilirdi? Altı ay!
Araf'ın göğsüne yaslıyken yolun karşısındaki mezarlığa baktım.
Burası abime nasıl yakışacaktı?
🩸
Zaman atlaması...
Topuklu ayakkabılarımın sesi, kimseyi şaşırtmayacak şekilde gür bir şekilde koridorda yankılanıyordu. Adeta kimliğim haline dönüşmüş birkaç şeyden sadece biriydi.
Yorgun bir şekilde odamın kapı koluna uzandım ve indirip açtım. İçeride oturan kadını görünce saniyelik durdum. Gözleri kıpkırmızı ve şimşişti. Şu an bile ağlıyordu.
Abimin yasını bu sefer de benim yanımda tutacaksa onu kovmaktan çekinmeyecektim. Benim derdim bana yetiyordu.
"Hoş geldin, diyeceğim ama hiç de hoş değilsin. Ne bu hâl?" Dedim soğuk bir şekilde yanından geçip masama ilerlerken. Çantamı masaya bırakıp pencereye yürüdüm.
"Nefes." Dedi hıçkırıkları arasından. "Beni öldürecekler."
"Kim?" Dedim penceremi açarken.
"A...amcan. Ve baba-"
"Sakın!" Diye bağırdım bir anda ona dönerek. "Sakın baban deme o adama bir daha! Babam yok benim."
Kendi oğlunu öldüren bir adam baba olamazdı. Cani olurdu.
Eflin hıçkırdığında gözlerimi yumup yüzümü buruşturdum. Üstümdeki siyah kısa elbisenin eteğini düzelterek koltuğa oturdum ve masaya yaklaştım. "En başından ne olduğunu anlatır mısın?"
"Ba..." İsmini anamadı. Anar gibi olduğunda benim bile yüreğim kavruldu, devamını getiremedi. "Ö...öldüğünde... Avukatı beni aradı. Dediğini yapmış, Nefes. Sahiden her şeyini bana bırakmış. Her şeyini. Hem güç Karaslan'ların eline geçmesin diye, hem de bana borçlu hissettiği için yaptı bunu. Bir çeşit diet ödediğini sandı. Ben de istemeye istemeye kabul ettim. Anında Karaslan'lar peşime düştüler. Gökhan abi sürekli tehdit ediyor, adamları sürekli etrafımda. Bu sabah saldırıya uğradım, kendimi buraya attım. Bana bir tek sen yardım edebilirsin."
Anlık gözlerimi kaçırdım ama tekrar ona çevirdim. "Benden tam olarak ne istiyorsun? Seni korumamı mı?"
"Hayır. O'ndan bana kalan her şeyi devralmanı. Ben bunu istemiyorum, Nefes. Ben böyle bir hayatta sağ kalamam. Ben Eflin Karaslan olma hayali kurdum evet, ama hayalimin içeriği böyle değildi. Ölümle köşe kapmaca oynamak değildi. Başta istediklerini vermeyi düşündüm." Son dediğiyle kaşlarım çatıldı. Bunu asla yapmamalıydı! "Ama sonra anladım. İstediklerini versem de beni sağ bırakmaz. Son ve tek çaremsin."
Onu anlayabiliyordum. Ben de bir anda herkesin beni öldürmek istediği bir oyunun ortasına düşmüştüm. Hem de beni öldürmek istediklerini hiç bilmedendi. Tehlikede olduğumun farkında olmadandı. Tek fark; ben kendimi korumayı biliyordum. Gizlice bunun için eğitilmiştim ama Eflin normal bir insandı. Haluk Karaslan'ın mirasını devraldığımda da ailenin tepkisi ortadaydı. Özellikle rahmetli Yaren karısının tepkisi.
Abimden kalan her şeyi devralmak...
Mantıkla baktığımda bu devasa bir şans ve güç demekti.
Kalple baktığımdaysa bu sırtımda yeni bir yük demekti. Hem de ağır bir yük. Başımda kardeşimin saçı, omzumda abimin mirasıyla yaşayabilir miydim?
Derin bir nefes verdiğimde bu nefesin ne kadar yorgun bir nefes olduğu anlaşılmıyordu.
"Tamam." Dedim. "Ama bir plan kuracağız." Eflin korkuyla baktı.
Korkusuna inat sinsice gülümsedim.
"Bu durumdan kimsenin haberi olmayacak. Kimseye söylemeyeceksin. Sessizce olacak ve seni ailenle beraber göndereceğim. Nereyi istersen, nasıl istersen. Güvenliğinden de sorumlu olacağım. Gerisi benimle onlar arasında."
Eflin'in gözlerindeki korku büyüdü. "A-ama nasıl olacak?"
"Senin için çok kolay." Dedim. "Korkma, sana bir şey olmayacak. Ben koruyacağımı söylediğim birini ne pahasına olursa olsun korurum." Sessiz kaldı ama tedirginliğini hissedebiliyordum. Yapabileceğim bir şey yoktu, korkması normaldi.
Telefonu alıp avukatı çağırdıktan sonra gerekli görüşmeler yapıldı. İşlemler uzun sürecekti ve bu süre zarfında Eflin korunmalıydı. Bu sabah saldırıya uğradığını söylemişti, takip de ediliyordu. Amaçları korkutmaktı ama bana geldiğini biliyorlardı ve bu sefer gerçekten Eflin'i öldürürlerdi.
"Tamam" dedim sessizliği bozarak. "Seni Cemal'e emanet edeceğim. Baş adamım, biliyorsun. Ona güvenebilirsin. Şimdi çık, o seni bulacak."
"Çok teşekkür ederim." Dedi ve minnetle çıktı. Cemal'e haber verdikten sonra telefonu kapatıp masaya koydum. Yorgunca geriye yaslanıp tavana baktım.
Sanki bir sonumuz olmayacak gibiydi. Ben sonsuza kadar tüm bu şeylerle uğraşacaktım ve günden güne içime içime ölecektim. Başımıza gelebilecek en felaket son bu olurdu.
Tam şu an.
Açelya yok. Abim yok. Araf'la karı-koca değil de müttefik gibiyiz. Annem ve Hakan babam İzmir'e taşındı. Pakgör'lere, Karaslan'lara ve bana ayrı ayrı düşman olan herkes üstüme geliyordu. Hem kendimi hem ailemi korumaya çalışırken bir yandan da tüm işleri yönetmeye çalışıyordum. Bu yaşımda yüklenen bu sorumluluk çok ağırdı. Normal bir insanın kaldırabileceği bir şey değildi. Resmen uyuyamıyordum. Uyuduğum an sayılıydı ve bu, işlerimi düzene koymak için yapabileceğim tek şey olduğu için böyleydi.
Dünyanın değil, evrenin en yalnız insanı gibi hissediyordum.
Kahrolup ölüp gidiyordum ve kimsenin sesi çıkmıyordu. Sanırım alıştı diyorlardı. Ama böyle bir şeye alışılmazdı. Sağlığım bozuluyordu.
İlaçlarımın bazıları değişmiş, bazılarının dozu artmıştı. Sıkı takipteydim ve sık sık psikiyatriye gidiyordum.
Bir kere intihara kalkışmıştım.
Ertesi sabah kalktığımda evde çatal dahil hiçbir kesici, delici, vurucu alet kalmamıştı. Sanırım kriz geçirmiştim çünkü hatırlamıyordum. Sadece ne yaptığımı biliyordum, nasıl olduğunu bilmiyordum. Araf da bu konuda hiç konuşmamıştı.
Oflar gibi bir nefes verip ayağa kalktım ve pencereye yaklaştım.
Sadece gözaltlarımı kapatıp allık kullanmıştım. Bunlardan başka hiçbir şey yoktu. Üstümde siyah, kısa kumaş bir elbise vardı. Altında da siyah ince çorap ve siyah topuklu ayakkabı. Saçlarımın dibi gelmişti ama dip boyası yaptırmamıştım. Ayaklarım gitmemişti.
Ellerimi pervaza yaslayıp eğildim. Ilık hava ciğerlerime dolarken yazın neredeyse geldiğini belli eden bir hava vardı. O kuru soğuklar ve kar yağışları bitmişti. Artık yağmur yağmıyordu, güneş vardı. Gözlerimi yumdum ve farklı bir yerde olduğumu hayal etmeye çalıştım. Beceremedim. Bir insan hayal kurmayı nasıl beceremezdi ki?
Ağlamak üzere olduğumu fark edince derin bir nefes alarak başımı kaldırdım. Şu an birine sarılmaya ihtiyacım vardı.
Odamdan çıkıp hemen yanımdaki Araf'ın odasına girdim. Asistanı Deniz'le beraber bir şeye bakıyorlardı. Adeta dalar gibi odaya girdiğimde bakışları bana döndü, Araf şaşkın görünüyordu. "Nefes?"
Gözlerimi Deniz'e çevirdim. Araf, "Daha sonra devam edelim. Sen çıkabilirsin." dediğinde çıktı ve baş başa kaldık. Ayağa kalkıp masanın arkasından çıktığında hızlı adımlarla ilerleyip sarıldım. Kaskatı kesildi, nefes almayı bile bırakmıştı. Çok uzun zamandır birbirimize uzaktık, bu denli şaşırması ve endişelenmesi normaldi. Şaşkınlığını az da olsa atlatabildiğinde kollarını bedenime sardı. "Nefes'im? Neler oluyor?"
Anında burnum sızladığında küfür mırıldandım ve yüzümü göğsüne sakladım. Bu, Araf'ı daha da telaşlandırdı. "Nefes?" Bir süre bana hitap etti, cevap vermediğimde sonunda pes etti ve sadece sarıldı. İhtiyacım olan da buydu.
Onu özlemiştim. Kokusunu, sıcaklığını, kollarını... Sanki çok uzak bir yere gitmişti de yeni dönmüştü.
Bir anda hıçkırdığımda kolları sıkılaştı, saçlarımı okşamaya başladığında ve öptüğünde anılar beynime hücum etmişti.
"Bana böyle bakma. Yoksa sözümü tutamam. Yoksa dudaklarımın dokunacağı ilk yer dudakların değil, saçların olur, Nefes."
"Lanet olsun." Dediğinde sesi titredi. "Böyle hayata lanet olsun, zorunda kaldığımız her şeye lanet olsun. Beni senden mahrum bırakan her şeye lanet olsun. Yıllarımı verdiğim kadına dakika verdirmeyen her ana lanet olsun." Gözlerimi daha da sıktım. Sanki ne kadar sıkarsam o kadar saklanacaktım. O kadar görünmez olacaktım.
Ağzımı açıp tek kelime etmeye dahi mecalim yokmuş gibi hissediyordum ama sorun değildi. O benim sessizliğimi de anlardı, değil mi?
Umarım anlardı.
"Yalnız kaldım." Dedim fısıltıyla. Annem yok, babam yok, abilerim yok, kardeşim yok, doğmamış bebeğim yok, ailem yok.
"Ne?" Dedi afallamış bir şekilde. "Ben? Ben yok muyum, Nefesim?"
"Varlığınla yokluğun aynı." Dediğimde kaskatı kesildi. "Günlerdir iki yabancıyız, Araf. Karı koca değil, müttefikiz. Aynı yatağa bile girmiyoruz, farkında değil misin? Ya sen yoksun ya ben yokum. Sürekli benden bir şey saklıyorsun, beni düşünmüyorsun." Başımı kaldırıp yüzüne baktım. "Abimi kaybettim ben. Öldüğü gün ve cenazesinden sonra kaç kez sarıldın bana? Kaç kez merak etme ben varım dedin? Demedin. Sen yoktun. Ben psikiyatriye bile tek başıma gittim, Araf. İntihar girişiminde bulundum, sabah sen yine yoktun. Şimdi söyle, var mısın?"
Araf gözlerimin içine öyle baktı ki, canının yandığını hissettim. Ama benimki de ondan farksızdı.
"Seni çok seviyorum. Beni çok seviyorsun. Ama sevgi bazen yetmiyor."
Araf gözlerini kırpıştırdı ve şaşırdı. "Ne demek istiyorsun?"
"Çok genciz." Dedim. "Bence acele ettik. Biz birlikte ne kadar zaman geçirdik, Araf? Birbirimizi tanımaya ne kadar zaman ayırdık? Sadece yaraladık, parçaladık. Biz ne zaman tam anlamıyla birbirimize iyi geldik?"
"Açık konuş." Dedi Araf sertleşen sesiyle.
"Benim sonum belli, Araf. Senin durumun da öyle. Bu böyle... Yürümeyecek. Biz düzelmedik, daha da kötüleştik. Felakete dönüşmeden önce..." Bu cümleyi kurmak hayatımda aklıma gelecek son şey bile değildi. İmkansızdı, asla'mdı. Ama imkansız diye bir şey yoktu, çünkü hayat böyleydi. Sana getirdikleriyle ve verdiğin kararlarla hayattı. Yarınımız belli değildi.
"Boşanalım, Araf."
Araf bakakaldı, gözlerini bir süre kırpıştırdı, sonrasında sımsıkı yumup arkasını döndü. Ona bir süre izin vermek istedim. Arkamı dönüp çıktım odadan.
Kıyamet kopacaktı, bunu biliyordum.
Arayacağım, konuşacağım, akıl alacağım kimse yoktu.
Kimsem yoktu.
Hiç kimsem yoktu.
Bugüne kadar akan, kırmızı tozlara sahip kum saati artık ters dönmüştü. Belki de sonumuz buydu. Her şey tersine dönecekti.
Tanıdığım Araf öfkeden deliye dönerdi ve eğer öfkesi onu ele geçirirse de geri adım atmazdı. Düşman bile olabilirdik, hikayemizin başında olması gerektiği gibi.
Çok geçmeden arkamdan odaya daldı. Akabinde ben de ona doğru döndüm. Kendini zaptetmeye çalışıyor gibiydi. İşaret parmağını bana doğrulttu. "Sen... Sen ne dediğini ne yaptığını bilmiyorsun. Psikolojin bozuk, anlıyorum. Ama tek kötü sen değilsin!"
"Araf sence aramızda kendi kendimize yaşadığımız sevgi ve iş dışında bir şey var mı? Sürekli kavga ediyoruz! Sürekli beni yaralıyorsun, beni görmüyorsun. İlk kez vazgeçen ben olduğum için mi bu kadar öfkelisin?"
"Ne? Bunu gurur meselesi haline getirdiğimi mi sanıyorsun?" Dedi şaşkınlıkla. "Sen benim karımsın, Nefes? Bana boşanalım dedin, farkında mısın? Bak..." Dedi ve yutkunup bana yaklaştı. "İçinde bulunduğun durumu da, ruh halini de anlıyorum. Tamam mı? Ama çözüm bu değil. Uzak kalmak mı istiyorsun? Giderim ben. Ya da sen gidersin kafa dinlersin. Ama boşanmayalım. Lütfen, sevgilim."
Dudaklarımı birbirine bastırarak ona baktım.
Onu seviyordum, çok seviyordum. Ama yanımda varlığını hissedemiyordum. Dahası korkuyordum. Kaybetmediğim bir Araf kalmıştı çünkü.
Rahmine düştüğüm anda o kadını kaybetmiştim. Babamı kaybetmiştim. Çocukluğumu kaybetmiştim. Abimi kaybetmiştim. Beni büyüten ailemi de kaybetmiştim. Eda'yı da kaybetmiştim. Hayallerimi de kaybetmiştim. Elimde avucumda kandan başka hiçbir şey kalmamıştı. O kanlardan birinin de Araf'a ait olmasını istemiyordum.
"Pekala." Dedim. "Öyle olsun, uzak kalalım. Ben giderim, evim duruyor."
Araf burukça gülümsedi.
"Sen yokken ben evimizde kalabilir miyim sence? Ben de hemen çaprazında olacağım. İstediğin an yanında, istemediğin an uzağında olacağım."
Sadece baktım.
Araf'tan uzak olma düşüncesi eskisi kadar korkutucu değildi. Çünkü beni zaten kendisi yeterince uzak tutmuştu ve buna alışmıştım.
🩸
Anahtarımın kilidini çevirip içeri girdiğimde havasızlıktan boğulacağımı sandım. Buraya o kadar uzun zamandır gelmiyordum ve çok tuhaf hissediyordum. Hemen karşımda Asaf Pakgör'ün dairesi vardı ve çaprazımda da Araf vardı. Sanki eski günlere geri dönmüştük.
Dönmek zorundaydık. En eskiye.
Ben kocasından başka kaybedecek hiçbir şeyi ve kimsesi kalmamış bir kadındım. Benden her şeyimi, herkesimi almışlardı. Araf'ı kaybetmeye dayanamazdım, ölürdüm de öldürtmezdim.
Gözlerimden akmak için zorlayan gözyaşlarımı geriye itip içeri girdim ve kapıyı kapattım. Tek tek tüm pencereleri açıp havalandırdım. Üstümü değiştirip içeri döndüm. Her yer topluydu, sadece tozluydu. Elektrikli süpürgeyle tüm evi süpürüp viledayla geçtim. Camları, masaları, televizyonu ve mutfak tezgahını sildim. Buzdolabındaki çürümüş cisimleri- ki artık onlara başka bir şey denmiyordu- atıp buzdolabını da temizledim. Gelirken aldıklarımı yerleştirip dolabı kapattım. Salona geçip kanepeye oturduğumda evin sessizliğiyle ve yalnızlığımla bir kez daha yüzleştim. Sorun değildi, ben abim öldüğünden beri evde böyleydim zaten.
Bitkince kendimi yan devirdim ve bacaklarımı karnıma çekip karşı duvarı izlemeye başladım. Yaşıtlarım neler yapıyordu acaba? Sanırım tiktok izlerlerdi, dizi izlerlerdi, kitap okurlardı, ders çalışırlardı, arkadaşlarıyla dışarı çıkarlardı. Anne babalarıyla kavga edip ağlarlardı.
Benim annem yoktu. Babamla kavgamsa ömürlüktü, kan davasıydı.
Ders çalışmam gerekiyordu ama kılımı kıpırdatamıyordum.
Arkadaşım yoktu.
Benim elim kitap değil, silah tutuyordu. Gezmeye değil, çatışmaya gidiyordum.
Gözyaşım şakağımdan süzülüp kanepeye düştü.
Benden hayatımı çalmışlardı.
Kapı ziliyle ürperdim. Araf olmalıydı. Beni ancak bu kadar süre bırakabilmişti sanırım. Zaten fazlası onluk olmazdı.
Eskiden.
Doğrulup gözyaşlarımı sildim ve ayağa kalktım. Uyuşuk adımlarla kapıya ilerledim ve Araf olduğunu bilmenin rahatlığıyla açtım. Herhangi bir duruma karşı belimde silah vardı zaten.
Evindeki temizliğini bile silahla yapan bir insandım.
Karşımda gördüğüm kişiyle boğazım düğümlendi.
Gözyaşlarım anında gözlerime doldu ve kendimi ona sarılmış bir şekilde buldum.
"Abi!"
"Karakız..." Dedi saçlarımı okşayarak. Sessiz ağlayışım hıçkırıklara evrildiğinde koridorun sonundaki Araf'la göz göze geldim. Acıyla bakıyordu bana. Furkan abimi o mu getirmişti?
"Gitmiştin." Dedim hıçkırıklarımın arasından. "Biliyor musun? Senelik iznimi seninle yakmaya değer." Dedi yumuşacık sesle kollarını bedenime sararken. "Lanet olsun, seni hiç sevmiyordum ben, noldu bana?" Dedi titrek sesle.
"Abi... Abim öldü." Dedim.
Sessiz kaldı.
"İçeri geçelim mi?" Dedi. "Kapıda sarılmamız çok otantik ama belim ağrıdı. Dana gibi sıkıyorsun." Kaşlarımın altından, ıslak gözlerimle ters ters baktım ve bırakıp arkamı dönüp içeri girdim. Arkamdan hafifçe gülerek o da geldi ve kapıyı kapattı.
Salona geçip kanepelere kurulduk. Ben yine duramayıp kedi gibi sırnaşıp sarıldım. "Ömrü hayatımızı toplasak bu kadar sarılmamışızdır, karakız."
"Sus be, bozma bir kere de ortamı." Dedim karnına vurarak.
Furkan abimin böyle bir etkisi vardı. Anı unutturuyordu.
Kollarını bana sardığında kolu belimdeki silaha çarptı. Duraksadı ve benden uzaklaşıp baktı. Kaşları çatılmıştı. "Sen evde silah mı taşıyorsun?"
"Kendi oğlunu öldüren bir baba varken kim bana neler yapmaz." Dedim gülmeye çalışarak, ama daha çok acı çekerken yüzüm buruşmuş gibiydi.
Abim sessiz kaldı ama onun da yüzü buruşmuştu. "Nefes... İstersen sana yardım edeyim, abiciğim. Bak reddedeceksin biliyorum ama gerçekten bunu hukuki yoldan çözebilirim."
"Hukuk mu?" Dedim afallayarak. "Hukuk mu kaldı abi? Ne hukuku? Ben ve hukuk artık çok uzak noktalardayız. Bir savcı olarak silah taşımam gerekirken katil olarak taşıyorum ben, abi. İfadede ne diyeceğim? Mafya olduğumu alenen itiraf edeyim istersen."
"Hayır." Dedi. "Öyle olmaz tabiki. Görgü tanıkları ayarlarsın olayı değiştiririz ama ana durum aynı kalır."
"O adam itiraz eder, beni de yakar. Kendi yandığında sağ kalan tek bir çöp bile bırakmaz o adam. Özellikle de ateşi yakan bensem."
"Korkunç bir adam." Dedi öfke ve nefretle.
Öyleydi.
Derin bir nefes verip yüzünü ovuşturdu. "Araf'la iyi değilmişsiniz sanırım. Üzdü mü seni? Keseyim mi fişini kökünden?"
Baha abim de olsa aynen böyle söylerdi.
Gülümsedim ama akabinde gözlerim anında doldu. O kadar doldu ki, kendiliğinden döküldüler.
Onu çok özlemiştim. Daha şimdiden hem de. Deli gibi.
"Onu, yani Nefes'i tanımaya başladıktan sonra düşündüğüm gibi biri olmadığını, sorunun tamamen sende olduğunu anladım. Nefes sevilmeyecek bir kız değildi." Güldü. "Hatta biliyor musun? Yer yer onu kendime bile benzettim. Sanki aynı anadan doğma kardeşmişiz gibi. Bu hayattan onun da memnun olmadığını, canının yandığını gördüm. O her annesinin toprağına sarıldığında ben kendimi gördüm, baba. Her ağladığında onun canını yakanları kendi ellerimle öldürmek istedim. Bana sarıldığında onu sarıp hiç bırakmamak, her şeyden korumak istedim. Olaylar büyümeden elinden tutup kaçırmak istedim, yapamayacağımı bilmeme rağmen." Derin bir soluk verdi. "Anlayacağın; aramıza nifak tohumu serpmeye sakın kalkışma. Seni o tohumla boğarım."
Abimin son sözleriydi. Saniyeler sonra bir kurşunun onu deleceğini bilmiyordu. Beni kurtarma uğruna öleceğini bilmiyordu. Ben de bilmiyordum, bilsem her şey daha farklı olurdu.
Baha Karaslan asla ölmeyecek ruhlardan birisiydi.
"Sulu gözüm, yine neden doldurdun o gözleri?" Dedi kolunu omzuma atıp kendine çekerken.
"Pek de iyi değiliz." Dedim. "Boşanmak istedim."
Abimin gözleri büyüdü. "Ha o kadar yani? Canını mı yaktı?"
"Canım yanarken kayıtsız kaldı, diyelim." Dedim üstü kapalı bir şekilde.
Durdu ve bir süre sadece baktı. "Şimdiye çoktan şu kapıdan çıkmam gerekirdi." Dediğinde başımı salladım. Öyleydi, ama hâlâ buradaydı. "Çünkü seni yalnız bırakmak istemiyorum. Araf'ı yumruklamak için olsa bile."
"Sinir hapı mı alıyorsunuz, komiser Furkan Arslan?" Dedim imayla. "Bin beygir gücündeki abime ne yaptın?"
"Bin beygir gücündeki abin aç!" Dedi ellerini göbeğine koyarak. "Sucuklu soğanlı kaşarlı yumurta mı yapsak?"
"Midesiz herif." Dedim göz devirerek. "Hepsi birbirinden ağır, nasıl yiyorsun onu?"
Burun kıvırarak "Konuştu diyetisyen!" Dedi ve ayağa kalktı. "Mutfak nerede? Bak da sanat öğren, sanat!"
Koridora çıktığında göz devirerek peşinden gittim. Mutfağı kendi bulduğunda buzdolabına ilerledi.
"En son mutfağa Baha abimle girmiştim." Dedim. "Sarma yapmıştık. O sarmalara dokunmadım da dokundurmadım da. Buzdolabında bozuldular ama çöpe asla atmam... Dışarıdan yiyorum."
Anlayışla gülümsedi. "Dışarıdan yiyen birine göre fazla dolu bir dolap."
"Aşmaya çalışıyorum diyelim. Hâlâ elim gitmiyor. Sen yap ben seni izleyeyim."
"Pekâlâ." Sucuğu, yumurtaları ve kaşarı çıkardı. Küçük boy soğan ve tava da buldu. Önce soğanı küçük küçük kesip tavada kavurdu, sonrasında kestiği sucukları ekledi. Çok geçmeden yumurtayı da kırdı ve kapağını kapattı. Pişince altını kapatıp kaşarı ekledi ve kapağını kapatıp bir süre bekletti. O sırada kaynayan kettle ile çay hazırladı.
Bense sadece uzaktan izledim.
Masaya kahvaltılıklarla beraber tavayı da koydu. "Annem görse suratıma tükürürdü." Dedi gülerek. Sonra annemizin taklidini yaptı, "Bir çay demleyemedin mi uyuşuk, anca yat!"
Abim evde gerçekten tembel bir insandı. İş hayatında ne kadar çalışkansa evde o kadar tembeldi. Annemle bu yüzden sürekli kavga ederlerdi. Annem oğluna iş yaptırmayan annelerden değildi, en çok oğluna iş yaptırırdı. "Benim de kızım var. Niye elin kızının başını yakayım? Öğrensin işi ne?" derdi.
Abim bu sayede yaban domuzu gibi değil de, insan gibi yaşamayı öğrenmişti.
Furkan abimin gelişinin kafamı iyi anlamda toparladığını fark ettiğimde anlık durdum. Araf'ı görmüştüm koridorda. Abimi o getirmiş olmalıydı. Yoksa abim nasıl girecekti ki apartmana?
Yemek yedikten sonra bulaşıkları da ben topladım. Makineye yerleştirip çalıştırdım ve masayı temizledim.
"Abi sen salona geç televizyon falan izle. Ben geliyorum." Dedim ellerimi silerken.
"Nereye?" Dedi sorguyla.
"Araf'la konuşacağım." Abim başını salladı. "Seni en son bu şekilde gönderdiğimde yıkık halde buldum, Eda. Aman diyeyim bak. Tekrarı yaşanırsa o uçurumdan uçan Araf olur bu sefer."
Evet. BM'nin lideri olan Araf. Kocam olan.
"Onun bu aralar iyi bir silkelenmeye ihtiyacı var, abi. Hiç hayır demem."
Abim gözleri parlayarak baktığında belli belirsiz gülerek evden çıktım. Koridorda ilerleyip Araf'ın dairesinin önüne geldim. Kapıda hâlâ çakımın izi olduğunu görünce duraksadım. Araf kapıyı değiştirtmemişti ya da dolguyla kapattırmamıştı. İzim olduğu gibi duruyordu ve ben bunu yeni fark ediyordum.
Normaldi tabi, uzun zamandır gelmiyorduk buraya.
Cansu asansöre binerek gözden kaybolduğunda gözlerim Araf'ın evinin kapısına kaydı. Kaşlarım çatıldı ve bakışlarım vahşileşti. Bir şekilde içimi rahatlatmam gerekiyordu.
Her zaman yanımda taşıdığım katlanan çakıyı çıkartıp açtım. Hızlı adımlarla ilerledim ve ne kadar kuvvet uyguladığımı bilmeden çakıyı kapıya sapladım. Her ne kadar çelik kapı olsa da dış kısmı ahşaptı. Çakı kapıda asılı kalırken tok bir ses koridorda yankılanmıştı. Bu kuvveti ben değil, içime attığım her bir an uygulamıştı. İçime atarak biriktirdiğim her an.
Derin bir nefes verdim.
Ayağa kalktım ve mezar taşına uzanıp toprağa sarıldım, anneme sarılır gibi. Sıcak gözyaşım, soğumuş yüzümden kayarak annemin mezarına düştü.
"Bir de Araf var, anne." Dedim acı dolu bir sesle. "Araf var, anne. Araf hep var."
Ürperdim ama kendimi toparladım. Araf hâlâ vardı, bitmezdi. Her şey biterdi de Araf'a olan aşkım bitmezdi. Ne yapıyorsam yine onun içindi. Kendimi düşünmeye çalışırken bile onu düşünüyordum. Kendime acımıyordum ve bu bir kez daha yüzüme çarptı.
Zile bastım ve bekledim.
Kapı açıldığında kendimi ilk günlerdeki gibi hissetmekten alamadım. İzmir'deki günler mesela. Karşılıklı oturduğumuz ve beni rahatsız ettikleri, kapısına dayandığım gün.
Geçmiş, zaman çizelgesi gibi gözümün önünden geçiyordu.
Beni görünce yüz ifadesi anında değişti. Gözlerinin parladığına şahit oldum ve bu daha da canımı yaktı.
"Abimi sen mi getirdin?" Dedim sorunun cevabını biliyor olmama rağmen. Araf bir süre bir şey demedi, sadece baktı. Cevabı almıştım. "Neden?"
"Buna ihtiyacın vardı." Dedi. "Acını yaşamana bile izin verilmiyor, yine bir şeylerin peşinde koşmak zorunda kalıyorsun. Yanında beni istemiyorsu-"
"İstemiyor muyum?" Dedim şaşkınlıkla. "Sen yoksun ki Araf? Sen ne zaman oldun da ben seni istemedim?"
Bakakaldı.
"Gerçekten sorunu anlayamadın mı? Bir seçim yaptın, Araf. Lider oldun ve hayatın buna göre şekillendi. O hayatta ben yokum. Geceleri bile yalnız uyuyorum ben." Bir yandan da hayatımdaki sevdiğim herkesi kaybettim. Bir tek sen kaldın. Sen de gitme. Sen gitmeden ben giderim, sorun değil. Yeter ki iyi ol.
Yaklaşmak istedi ama geri adımladım. "Lütfen." Dedim. "Benim için kolay mı sanıyorsun? Bugüne kadar kaç kere sahiplendim ben bu ilişkiyi, Araf? Sen kaç kere vazgeçtin? Ben vazgeçilen olmaya alışığım ama senden değil, Araf. Bunu senden yaşayamam ben, buna alışamam. Alışmamı bekleme."
"Ben senden ne zaman vazgeçtim?"
"Seçim gecesinden sonra vazgeçtin. Babanın yediği haltları öğrendikten sonra vazgeçtin. Liderliği ve benden sır saklamayı seçerek vazgeçtin. Üstümdeki onca yüke ve işe rağmen ben hep gece evimizdeydim, Araf. Çünkü her şeyin bir sırası var. Gecelerim kocama, sana ait sadece. Ama sen yoksun ve ben soğuk yatakta tek başıma yatıyorum haftalardır."
Pişmanlıkla baksa da bir şeyleri anlamak için artık geçti. Beni ciğerimi kavuran o acıyla yalnız bırakmıştı. Ben o yangını yatağın soğukluğuyla kesmeye çalışmıştım.
"Yoruldum." Hayalkırıklığıyla mırıldandım. "Ben de insanım, neden bunu kimse göremiyor? Senin beni gördüğünü sanıyordum, Araf."
"Görüyorum, Nefesim."
"Gördüğünü sanmışsın. Sorun değil, ben de çoğu şeyin tersini sanıyorum."
Çaresizce başını iki yana salladı ve ellerime uzandı, tutmasına izin verdim. "Nefesim... İki. İki kurban kaldı. Çabucak bitirelim ve gidelim buradan." Afalladım. "Ne? Nasıl gidelim?"
"Bildiğin. Kimlik değiştirelim, kim olmak istiyorsak o olalım. Beraber. Ne istiyorsak o mesleği yapalım, çocuklarımız olsun. En büyük derdimiz geçim derdi olsun. Ne bileyim... Akıtan tavan falan olsun. Gerekirse kulübede yaşarız. Beraber yaşlanıp beraber ölelim istiyorum."
"Araf bunlar büyük sözler." Dedim. "O kadar kolay değil. Üstümüzdeki yükler basit değil, bir çırpıda atıp kurtulamayız, lekesi kalır. Hem... Ben boşanalım diyorum sen gidelim diyorsun."
Ofladı. "Ee boşandık, sonra? Bakmayacak mıyız bir daha yüz yüze? Siktiğimin kan bağı var, en fazla ne kadar uzak kalabiliriz? Sürekli seni görsem... Uzaktan görsem... Tekrardan... Eskisi gibi... Yapamam bu sefer. Tekrarına dayanamam."
"Benim de dayanamadığım şeyler var."
"Tamam." Dedi ellerini kaldırarak. "Furkan senelik izne çıkmış zaten. Bir ay burada. Beraber vakit geçirin, kafanı topla, iyice düşün. Ben karşına çıkmayacağım. Beni ne zaman görmek konuşmak istersen hemen dibinde biteceğim ama istemediğin sürece senden uzak olacağım. Eğer iyileşebileceksek buna da varım. Tamam mı?"
Kısa bir sessizlik oldu. Düşünceli bir şekilde başımı salladım. "Tamam. Gidecek misin?"
"O evde sensiz kalamam."
"Ben ka-"
"Evet sen kaldın! Müthiş güçlü bir kadınsın bensizliğe bile dayandıysan, Nefesim." Tip tip baktım. "Bu ne şimdi? Ego muydu?"
Gülmeye başladı.
"Benim de bir egom var en nihayetinde."
Göz devirdim.
"Her mimiğin kalbimi bu kadar hızlandıramaz ya..." Duraksadım. Gülümsememek için zor durdum ve dudaklarımı ısırdım. "Neyse ya! Gidiyorum ben." Arkamı dönüp giderken bir anda ıslık çaldığında gözlerim irileşti ve olduğum yerde kalakaldım. Omzumun üstünden baktım. Kolunu kapıya dayamış bana bakıyordu. Her an laf atacakmış gibi gevşek bir yüz ifadesi vardı.
Gülme, Nefes. Gülme!
Hızla önüme dönüp kendimi eve attım. Kapıyı kapatıp arkamı döndüğüm gibi abime tosladım. İç çekerek geriye atıldım. Abim gözlerini kısmış bir bana bir kapıya bakıyordu. "Ne konuştunuz bu kadar uzun? Hayat tekrarı mı yaptınız?"
"Abi kocam yani." Dedim şaşkınlıkla.
"Müstakbel eski kocan. Sen bekâr sayılırsın ve bekâr kardeşim kendisine yabancı bir cinsle uzun süre konuşuyorsa bit yeniği vardır." Yüzü buruştu. "Mesela lavuk Cemal!"
Dudaklarım aralandı. "Cemal ne alaka!?"
"Açığa alındı o pezevenk, değil mi? Oh canıma değsin."
Abim bazen fazla kinci olabiliyordu... Bazen.
🩸
Günler geçip gidiyordu. Günlerim kitap okumakla, ders çalışmakla ve abimle geçiyordu. Finallerimi teslim etmiştim ve sınav çıkışı beni abim almıştı. Sanki ilkokul çocuğuymuşum gibi elimden tutup beni sinemaya getirdiğinde gülmemek için zor durdum. Bunu en son TEOG'a girerken yapmıştık. Gerçi o da LGS olmuştu artık.
Yemek yemiş, milkshake alıp annemle görüntülü konuşmuştuk. Kendimi ilk defa gerçekten de yirmi yaşında hissediyordum. Abim sürekli beni güldürecek bir şey yapıyordu. Bir ara boş bir araziye gidip araba yarışı yapmıştık. Ehliyeti yeni aldığım için tabiki onu yenmem mümkün değildi. Eski günlerdeki gibi atış yapmıştık. Tabi artık acemi değildim, hedefleri kolayca vuruyordum. Abim buruk bir gururla izliyordu beni. Silah eğitimimi ondan almıştım.
Beni mutfağa sokmuştu ve az da olsa bir şeylere katkı sağlamamı sağlıyordu. Böyle böyle aşmamı sağlayacaktı sanırım.
Dört haftada dört kere mezarlığa gitmiştik. Yalnız gitmemi istememişti. Ona Mavi'yi göstermiştim, Baha abim kadar onun da gücüne gitmişti.
İlk günlerde annemin mezarına nasıl gidemediysem şimdi de abimin mezarına gidemiyordum. Furkan abim, Baha abime laf sokma bahanesiyle beni bir kere sürüklemişti yanında. "Tamam ölüye saygı falan da, bu hep böyle yatacak mı?" Diye sormuştu ciddi ciddi. Gülsem mi ağlasam mı bilememiştim gerçekten.
Bu süreçte Araf'la sık sık karşılaşmıştık. Her seferinde sanki öylesine bir tanıdıkmışım gibi sessizce baş selamı verip geçip gitmişti. Benden bir adım beklediğini biliyordum, bu yüzden ona hiç kırılmadım. Sadece farklı hissettim.
Kum saati tersine dönmüş ve geçmişi yaşıyormuşuz gibi bir his.
Abimle şirkete girmiş, odamı göstermiştim. "Sen büyüdün de Eda Hanım mı oldun, sıpa." Diyip saçlarımı karıştırmış, mal iter gibi iteklemişti. Tabi ben de yine "Of abi ya! Mağdurum ya vallahi mağdurum!" Demiştim. Furkan abim söz konusuysa ben hep mağdurdum.
Birkaç kez de Araf'ın yanına gitmişti ama bana hiçbir şey anlatmamıştı. Sonraki günlerde Araf'ın yüzünü sağlam gördüğümde endişem de kalmamıştı.
Pekin Bey'le beraber ilerleyip el birliğiyle tapu işlemlerini tamamlamıştık. Eflin'in başına iş açan mülkleri üstüme almış, gerisini ona bırakmıştım. Henüz kimse tarafından bilinmiyordu, güzel bir şekilde öğreneceklerdi.
Hikayemin sonuna geliyorduk. Bunu ilk defa iliklerime kadar hissediyordum.
Benim açımdan sırrı çözülmeyen iki şey vardı: Bana gelen notlar, ve kabindeki o ceset. Hâlâ hiçbir şey bilmiyordum ve hâlâ hiçbir şey bulamamıştım.
"Ne yani sen şimdi cinayet işlemeye gitmek için mi süsleniyorsun şu an? Yavrum ben polisim, polis! Meslekten ihraç mı edileyim!?"
Abime göz devirirken gerdanlığımı taktım. "Üç maymunu oynarsan kimseye bir şey olmaz, abiciğim."
Üstümde şık, uzun bir gece abiyesi vardı. Yarısı bordo kumaş, diğer yarısı gümüş taşlarla kaplıydı. Gümüş kısmının askısı inceydi ve bacak dekoltesi vardı. Bordo kısmın askısıysa düşüktü ve belinden bir kuşak gümüş tarafa doğru uzanıyordu.
Saçlarımı şekillendirip toplamıştım ve ayakkabılarımı da giymiştim. Abartısız zarif gerdanlığımı, küpelerimi de takmıştım. Göz makyajımı ağır, dudaklarımı hafif tutmuştum.
Sondan bir önceki kurbanın vaktiydi. Büyük bir kumarhaneye gidiyordum ama kumarla alakalı hiçbir halt bilmiyordum.
Emre Alçantı adındaki fuhuşçu bir şerefsizle ilgilenecektik.
Bana kalsa geberirse gebersin kimin geberttiği sorun değil derdim ama oyunun ucunda Araf'ın canı vardı. Ve iki-bir onlar öndeydi. Bu son iki oyun çok önemliydi.
"Anneme söyleyeyim de gör sen." Dedi başını sallayarak. "Anneee kızın adam öldürüyoo..."
"Deli ya." Dedim gülerek.
Haziran'ın sıcağı tüm ülkeyi sarmıştı. Üstüme sadece ince bir şal aldım. Abimle zorlukla vedalaşıp evden ayrıldım. Boşandığımızı daha kimse bilmiyordu, bu yüzden Araf'la gitmeliydim. Kaldı ki zaten aynı taraftaydık. Ölsem bile Karaslan'lardan yana olmazdım.
Ellerinde annemin, kız kardeşimin ve abimin kanı vardı.
Araf'ın dairesinin önüne geldiğimde içimden sürekli umarım gitmemiştir diye tekrarlıyordum. Burada öylece kalakalmak istemezdim.
Zile bastım ve beklemeye başladım. Serbest bıraktığım perçemlerimi yüzümden çektim. Perçem kestirmiş ve saçımı kısaltmıştım. Ama boyatmamıştım. Dilim varmamıştı. Saçlarım epey uzatmıştı ve resmen kendi rengimdi.
Bu adam da kumraldı.
Kapı açıldığında siyah, jilet gibi takım elbisesiyle Araf'ı gördüm. Yakasındaki bordo mendili görünce bir an duraksadım. Giyeceğim elbiseyi nereden biliyordu?
Allah'ım, çok yakışıklıydı! Tabi ki oyunu boş verip onu eve atmayacaktım!
O da aynı şeyi düşünüyor olmalıydı ki uzun uzun beni inceliyordu.
Boğazımı temizleyip anın garipliğini dağıtmaya çalıştım. "Gidelim mi?"
"Nereye?"
"Nikah tazelemeye."
Araf güldü.
"Nereye olacak? Kumarhaneye!"
"Sakin ol, bebeğim, tamam gideriz."
Umarım nikah tazelemeyedir.
Sus, Eda.
Kendine gel, Nefes!
Silkelenip kendimi tokatlama isteğini ittim. Araf zaten hazırdı, birkaç parça bir şey alıp çıktı ve kapıyı kilitledi.
"Kapıyı niye değiştirmedin?" Diye sordum gözüm tekrardan bıçak izine takılırken.
"Bana senden izi kalan hiçbir şeyi değiştirmedim ben." Dedi omzunun üstünden bir bakış atarak. Sanki beni yeniden tavlamaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Kolunu uzattığında girdim ve önüme döndüm.
"Çok tepkisizsin ya!"
"Araf boşanıyoruz farkında mısın?"
"Yo boşanmıyoruz. Ben henüz öyle bir şey demedim. Ben istemedikçe boşanamazsın." Gözlerim irileşti. "Cidden çekişmeliye döndürecek misin?"
"Gerekirse, ki büyük ihtimalle."
"Sana inanamıyorum!"
"Neden? Halbuki tam da benden beklenecek bir hareketti." Dedi dudak büzerek. Fazla tatlıydı.
Kafamı karıştırmaya çalışıyordu ve başarıyordu da!
Binadan çıktığımızda Araf'ın aracına doğru ilerledik. Siyah Range Rover'ın sağ koltuğuna oturdum ve Araf kapımı kapattı. Sonrasında şoför koltuğuna geçti.
"Ah şu arabanın da bir dili olsa... Bak yine parıltılı kırmızı giyinmişsin." Araf'a göz ucuyla bakıp takılmadan önüme döndüm. İmasını kapmıştım, tabiki öyle bir şey olmayacaktı.
Çıkmadan bir buçuk iki saat önce ilaçlarımı almıştım, kafamın içi apaydınlıktı. Sabah daha kötüydüm, şimdi daha insan gibi hissediyordum. İnsan gibi hissetmek nasıl bir şeydi onu da bilmiyordum aslında ama olsun.
Yolculuk boyunca plan kurmuştuk. Oynamayı ne ben biliyordum ne de Araf. Sürpriz bir isim bize eşlik edecekti. Güçlü bir adam kılığında.
Cemal.
Cemal oynamayı biliyordu. Eski bir polis olarak kumar oynamayı nereden bildiğini çok merak etmiştim açıkçası.
Mekâna geldiğimizde vale kapımı açtı. Yırtmaca dikkat ederek indiğimde Araf yanıma ulaşmıştı. Koluna girdim ve içeri girdik. İsimlerimizi verip geçtik ve ortama bakındım. Burası bir otelin kumarhanesiydi. Daha önce kumarhaneye hiç gitmemiştim. Filmlerdeki gibiydi ortam. Kapalı alan olmasına rağmen sigara yasak değildi. İçerisi buram buram sigara kokuyordu. Kokuyu aldığımda anlık öksürmüştüm ama tanıdık olduğu için hemen geçti. Nadiren ben de içiyordum.
"Emre Alçantı'yı nereden bulacağız?" Diye sordum. Sadece bilgi olarak vardı adam elimde. Siması yoktu. Bunu araştıramamamın en temel sebebi de tabiki abimdi.
"Ben tanıyorum." Dediğinde tek kaşım kendiliğinden havaya kalktı. "Hadi canım? Nereden?"
Diken üstünde bir bakış attı. "Öyle imayla şey yapmasana ya."
"Fuhuş baronunu tanıyor olman hoşuma mı gitmeliydi, Araf!?" Dedim kısık sesle, bastıra bastıra.
O da kısık sesle savunmaya geçti. "Sevgilim ben liderim lider! Masanın başında oturuyorum tabiki tanıyacağım!" Öyle bir telaşla konuşuyordu ki masadan biri onun bu halini görse bir daha ciddiye almazdı.
Ee herkese kaplan, hanımına kedi olacaksın.
"Tanıyorsan ismen tanı. Yüz yüze ne yaptınız da kendinden bu kadar emin konuşuyorsun?"
"Yok artık." Dedi yohamına diyen polis memuru gibi bakarak. "Ben sana demedim mi bebeğim bakirim diye. İlkim sonum sensin, niye şimdi böyle yapıyorsun?"
"Cansu dışında." Dedim işaret parmağımı kaldırarak.
"Hay..."
Başımı salladım. "Ben de."
Kol kola içeriye ilerledik. Ara ara nefesimi tutarak öksürmemi bastırdım, sonrasında alıştığımda buna gerek kalmadı. İleride Cemal'i gördüğümüzde oraya doğru ilerledik. Takım elbisesi, şekillendirdiği saçları, jest mimikleri ve aksesuarlarıyla önemli bir mafya imajı yaratıyordu. Bizi gördüğünde viski yudumluyordu. Bardağı indirirken kocaman gülümsedi. "Oo Beyaz Maske ve Desise!"
"Siyah Maske." Diye düzeltti Araf.
"Her neyse, canım." Dedi Cemal.
Dehşetle bakmak istedim ama tabiki bunu bastırdım. Cidden role girmişti.
Cemal elini Araf'ın sırtına koydu ve diğer adamlara döndü. "Siyah Maske ve Desise bu gece benim misafirlerim." Araf tek kaşını kaldırdı ve elini sertçe Cemal'in sırtına attı. Öyle ki, çarpma sesini duymuştuk. "Estağfurullah, Cemal? Asıl sen benim misafirimsin."
Aralarında bir bakışma geçti.
"Araf Pakgör masanın lideri, Cemal." Dedi adam uzlaşmacı bir gülüşle. "Bırak, hepimiz onun misafiri olalım."
"Tabi tabi." Dedi Cemal elini indirirken. Kravatını belli belirsiz gevşetip usulca uzaklaştı ve bana döndü. "Desise? Ne kadar şıksınız, gözlerim kamaştı."
Araf boğazını temizledi.
Sanırım Cemal Araf'tan dayak yiyecekti.
Cemal'in bakışları Araf'a kaydığında güldü. "Sakin ol, lider. Desise hepimizin yengesi." Göz devirdim. Boşanmakta olan bir çift kıskançlık krizlerine giremezdi. Kendine mani olmalıydı.
"Ee masaya geçelim mi?" diye sordu adam keyifle. "Benim yerime Cemal oynayacak." dedi Araf. "İzlemeyi tercih ediyorum." Adamın bakışları bana kaydığında "Ben de öyle." dedim. "Pekala." dedi ellerini ovuşturarak. "Buyurun, buradan." dedi yanımızdaki görevli. Boş bir masaya geçtik, Araf'la yan yana oturmuştuk, Cemal de Araf'ın yanındaydı. Masada birkaç kişi daha vardı, bacak bacak üstüne attığımda bacağım yırtmacımdan çıktı.
Araf, işaret parmağını bacağımda gezdirerek bir yörünge çizdiğinde ürperdim. Ne yaptığını sormak üzereydim ki bir eksen belirleyip saat on yönüne doğru bir çizgi çekti. O yöne doğru baktığımda kumral, uzun saçlı bir adam gördüm. Boyu kısaydı, ne kilolu ne zayıftı. Sakallı bir yüzü ve esmer bir teni vardı. Karşısındaki adamla konuşurken elleri cebindeydi ve gülüyordu. Gamzeleri vardı fakat Araf'ınki kadar güzel değildi. Adamımız bu olmalıydı. Araf'ın elini bacağımın üstünden attığımda göz ucuyla güldüğünü gördüm. Bugün maske takmamıştı.
"Ne gülüyorsun?" diye sordum fısıltıyla.
"Karı koca gibi değil de liseli aşıklar gibiyiz."
"Liseli olurum." dedim yaşım gereği. "Ama aşık olmam." Araf tek kaşını kaldırıp imayla baktığında "Senden başkasına yani." dedim hoşnutsuz bir şekilde.
Bir anda tamamen bana doğru döndüğünde dikkatler üstümüze çevrildi. Gözlerimi irileştirerek Araf'a baktım. Ne yapıyordu?
"Niye boşanıyoruz o zaman?" diye sordu ama burası zaten gürültülüydü. Fısıltıyla konuştuğunda benden başka kimse onu duymadı. "Bunun cevabını sana kaç kere verdim." dedim. "Bazen aşk yetmez."
Araf elimden tutup ayağa kaldırdığında öfkeyle baktım. Cemal'e bir işaret verip beni peşinden sürükleyerek dışarı ilerlemeye başladı. Kuytu bir köşeye geçtiğimizde burnumdan soluyordum. "Ya sen ne yapıyorsun? Oyundayız, oyunda! Ya karşı taraf bizden önce öldürürse onu!? Ne bu düşüncesiz hareketler!?"
Sesini yükseltti. "Senden daha önemli hiçbir şey yok benim için!"
"Eğer kaybedersek sen de ben de olmayacağız zaten, Araf!"
Araf durdu ve bir süre bana baktı, sonra elini ensesine atarken bana arkasını döndü. "Sikeyim böyle işi! Bu, değil mi? Sorun bu!"
"Ne?"
"Korkuyorsun! Annen öldü, baban terk etti, bebeğimiz öldü, Açelya öldü, abin öldü, diğer annen ölümden döndü. Ben kaldım. Ben de ölürüm diye korkuyorsun." Yutkunamadım ve bakakaldım. "Beni de kaybetmek istemediğin için kendini feda ediyorsun. Yalnızlığa mahkum ediyorsun ki etrafındaki başka birine daha zarar gelmesin."
"Yok öyle bir şey." dedim başımı çevirirken. Araf omuzlarımdan tuttu. "Sevgilim, yanlış yapıyorsun."
"Araf sence bunun yeri mi?" Konu değişmeliydi. Bu sayı çok önemliydi, kaybedemezdik!
"Nefes-"
"Yeter bu kadar." Arkamı dönüp içeri doğru ilerledim. İleride amcamı gördüğümde adımlarım durdu. Araf peşimden geldiğinde ona dokundum. "Adam sende." Amcama doğru ilerlemeye başladım. "Nefes nereye!?" Araf peşimden gelmesin diye kalabalığa karışarak hızlandım. Amcam bir koridora girerek kayboldu. O koridora girip peşinden gittim. Bunun bir tuzak olduğunu biliyordum ama hiç değilse amcamı oyalayacaktım. Araf gerisini halledebilirdi.
Köşeyi döndüğüm gibi üstüme atlayan silüetten yana kaçarak kurtuldum. Kolunun altından sıyrılıp kavradım ve bastırarak duvara ittim. Amcam ellerimden kurtulurken nefretle yumruk atmaya çalıştı ama hamlesinden kurtulup sıyrıldım. Onun gücüyle baş edemezdim, şimdilik atlatmam ve doğru an geldiğinde saldırmam gerekiyordu.
"Bu eli alamayacaksınız." dedi amcam. "Buna izin vermem."
"Senden izin istemiyoruz."
"İstemenize de ihtiyacım yok."
Göz ucuyla arkadaki kapıyı ve tabelayı gördüm. Kapalı havuz. Dünyanın en klasik ama işe yarayan hamlesini yapacaktım. Bazen basit düşünmek gerekirdi.
Geri geri giderek kapıyı açtım ve içeri girdim. Tavan camdandı ve burası tamamen karanlıktı. Ayın ışığı ve suyun yansıması vardı sadece.
Amcam saçıma asıldığında bunu yapmasına izin verdim. Saç diplerimde derin bir sızlama oluştuğunda yüzüm buruştu, elim amcamın eline yapıştı ve tırnaklarımı acımadan geçirdim. Bir yandan da havuza doğru ilerliyordum.
Ne yaptığımı fark etmişti. Saç diplerimdeki elini sıkılaştırarak beni ters yöne çekti. Tam o sırada yırtmacımı ayırıp bacağımı çıkardım ve tüm gücümle bir tekme attım. Mermer zemine çarparak suya düştüğünde saçlarımdaki elinden kurtulmuştum ama dengemi zamanında sağlayamamıştım. Amcamla beraber suya düştüğümde kendimi serbest bırakarak yüzeye çıktım.
Tabi bundan sonrası kolay değildi. Amcam yetişip beni suyun altına soktu ve başıma baskı uygulayarak çıkmamı engelledi. Nefessizliğin ciğerlerime yaptığı baskı ve acıyı hissettim. Nefes alma ihtiyacıyla çırpındım, amcamı itmeye çalıştım ama soğukkanlılığımı toparlayamamıştım.
Aklıma gelen ilk şeyi yaparak erkekliğine bir darbe indirdim. Başımı bıraktığında can havliyle yüzeye çıktım. Son gücümü kullanarak kafasını hemen yanımızdaki çelik trabzana geçirdim. Tek seferde sadece sersemledi, kurtulmaya çalıştı. Nefes nefese bir kez daha vurdum. Trabzanlar kan olurken bıraktım. Kafasından akan kan havuzda yayılırken aceleyle sendeleyerek havuzdan çıktım. Öksürük krizine boğulurken kaslarımın sızısından ağlayacak gibiydim. Kolondan destek alarak eğildim ve öksürürken bir yandan da nefes almaya çalıştım.
Üstümdeki elbise ıslandığından daha da ağırlaşmıştı. Nefesimi biraz olsun toparlayabildiğimde elimden geldiğince hızlı bir şekilde buradan çıktım. Amcamın adamları beni fark ettiler. Buraya doğru koştuklarında saldıracaklarını sansam da öyle olmadı. Yanımdan geçip gittiler. Kısa kısa dinlenerek salona geçtiğimde ortalığın karışık olduğunu gördüm. Herkes silahına sarılmıştı ama kimse bir yere doğrultmuyordu.
İnsanların arasından geçerken üstümdeki bakışları hissedebiliyordum.
Sonra onu gördüm.
Elinde silahını tutuyor ve etrafa bakıyordu. Beni gördüğünde aradığını bulmuş gibi durdu ve halimi fark edince gözleri irileşti.
Onun zaafı bendim ve zaaflar her zaman bir şeyleri mahvederdi.
İkimizin de dikkati birbirimizdeydi. Arkamdan yaklaşan adamı ne ben hissettim ne de Araf gördü.
Bir kol boğazıma sarılıp sertçe geriye doğru çektiğinde boşluk hissiyle afalladım ,hamle yapacaktım ama şakağıma bir namlu yaslandı.
"Beni öldüreceksiniz, öyle mi? Kolay mıydı o kadar!?" Kulağımın dibinde öfkeyle haykıran adam Emre Alçantı'dan başkası değildi.
"Desise." Dedi nefretle. "İsmi kendinden önce gelen kadın. Sonunun benim elimden olacak olması ne acı?"
"Sen mi alacaksın benim canımı?" Dedim alay ederek. "Ne olursa olsun. Bir şekilde kurtulurum, beni öldürmek o kadar kolay değil."
"Saçma ve büyük sözler. Bir kurşundan nasıl kurtulacaksın peki? Beynini patlattığımda nasıl kurtulacaksın?"
Güldüm. "Allah bilir."
Araf buz gibi bir sesle konuştu. "Seni öldüreceğimizi nereden çıkardın bilmiyorum ama bu saatten sonra ölüm fermanını kendin yazdın, Emre."
"Bunu yapmak istemezdim, Maske." Dedi Emre. "Beni buna mecbur bıraktınız. Kiminle oyun oynuyorsunuz siz? Sağlam kayaya çarptınız. Desise ya bu gece benimle gelir, ya da beynini patlatırım." Bir fuhuş baronunun bana ne yapacağı bence gayet de ortadaydı. Bu sözler Araf'ı daha da çıldırttı. Bir anda silahını Emre'ye doğrulttuğunda namlunun ucunda bir nevi ben de vardım.
Sikerim böyle işi.
Be amına koyayım vallahi bıktım vuruyorsanız vurun yoksa ben kendimi vururum, dememek için zor duruyordum.
İki kere vurulmuştum. Bence üçe tamamlanmalıydı; sonuçta Allah'ın hakkı üçtü.
Emre güldü. "Beni mi vuracaksın, Araf? Namlunun ucunda ben değil, karın var. Tek hamleyle geberen ben değil karın olur, bil bunu."
"Karımın saçının teli kırılsa burayı ateşe veririm, Emre. Sen de bunu bil."
"Ee sonuç?" Dedim sıkılmış bir şekilde. "Ölüyor muyum kalıyor muyum?"
"Nefes sen araya girme." Dedi Araf uyarır bir sesle. Benim için korktuğunu görebiliyordum. "Bence de, Nefes." Dedi Emre. "Beni kışkırtmayın."
Etraftaki insanlar geri çekilmiş, Emre'nin adamları etrafımızı sarmıştı. Ama bilmedikleri bir şey vardı; onların çevresini de Araf'ın adamları sarmıştı. Ve her adamın arkasında ensesine silahını dayamış bir beyaz maske vardı.
Araf'ın yüzünde yer alan gülümseme ürkütücüydü. "Beni hafife alma."
"Tek vasfın Asaf Pakgör'ün oğlu olmak, Araf Pakgör. Hiçbir özelliğin yok. Babadan oğula geçen sikindirik bir koltuk sadece. Benim karşımda ne yapabilirsin?"
"Bir şeyde haklısın." Dedi Araf başını sallayarak. Silahını indirmemişti. "Ben Asaf Pakgör'ün oğluyum." Silahını ateşlediği an kulağımın dibinden geçen kurşunun ısısını ve ıslık gibi sesini duymuştum. Çığlık atarak olduğum yerde kalıp gözlerimi sımsıkı yumdum. Arkamdaki baskı, sıcaklık ve boynumdaki kol gevşeyip bedenimden ayrıldığında dönüp baktım. Şakağından beynine saplanmış bir kurşunla Emre Alçantı, gözleri açık bir şekilde yerde yatıyordu. Dehşetle Araf'a baktım. Bu yaptığı delilikti!
"Benim Asaf Pakgör'ün oğlu olduğumu söylüyorsanız, ondan aldığım eğitimlerin de farkında olmalısınız." Dedi Araf nefret ve öfkeyle. "Hâlâ var mı hiçbir vasfım olmadığını iddia eden?"
Başlarını çevirdiler.
"Merhametli olabilirim. Ama bir kurdun merhameti, canı tehlikeye girene kadardır. Benim canım da karım. Ona bir adım yaklaşanı paramparça ederim."
Saatler susmuş, dünya durmuş gibi hissettim. İkimiz de korumacıydık, tekniklerimiz farklıydı. Ben uzaklaştırarak, Araf'sa yanında tutarak koruyordu.
Amcamın kafasını tutarak buraya doğru geldiğini gördüğümde gözlerim etrafta gezindi. Oğuz Karaslan'a dair hiçbir şey yoktu, o yoktu.
Amcamı Araf da fark etti ve güldü. Kollarını iki yana doğru açıp "Sayı Pakgör'lerde!" Dedi.
"Sorun değil." Dedi amcam. "Final oyununu kazanamayacaksınız."
"Öyle mi dersin?" Dedim alayla.
"Aynen öyle, küçük hanım. Son oyun hançerli. Hançere sahip misiniz?" Güldü. "Hiç sanmıyorum."
Endişeli bir yüz ifadesi takınıp Araf'a baktığımda amcamın keyfi daha da arttı.
Salak herif.
Araf'ın yanına geçtim. "Belki o gün geldiğinde öleceğiz." Dedim. "Ama bildiğim bir şey var: Son nefesimi verirken bile şu anı düşünerek zevkle öleceğim."
İtibarı yerle bir olacaktı. Tüm gücünü kaybettiğini ilan etmiş olacaktım.
Çenemi dikleştirip kalabalığa döndüm. "Eflin Karaslan'ın hisselerini devraldım. Karaslan'lara ait her şey ama her şey artık bana ait."
***
*Selamlar!
*Furkan'a aslında veda etmiştik, tekrar görmeyecektik ama Nefes'in kimsesizliği ve acısı benim bile boynumu büktü dayanamadım
HAYIR NEFES, ARAF DEĞİL BEN GETİRDİM FURKAN'I.
Şimdi önümde eğilip teşekkür et 😌
Tamam abla indir silahını şaka yaptım affet
*Bide şey
*Yolculuğumuzun son demlerindeyiz. Büyük finale son 3 bölüm kaldı.
* 55. Bölüm final :)
*Bölümler hazır değil, sadece planlamaları ve şeması hazır. Veda etmeye hem hazırım hem değilim. Çok değişik hisler içerisindeyim.
*Bir diğer bölümde görüşmek üzere 🩸
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro