51 | Kalplerdeki Cesetler
*Merhabalar.
*Bu buruk bir merhaba; çünkü kitabı yazmaya ilk başladığım günden beri aklımda olan bir sahneyi yazdım ve sonunda sizlerle buluşturuyorum. Bu şekilde birkaç sahne daha var aklımda ve hepsi de kilit sahneler.
Adım adım finale gittiğimizi çok net bir şekilde hissediyorum. Defterimde onlarca madde var ve yarısından büyük çoğuna tik atılmış bile. Bir yandan tamam artık final olması gerek, hızlı yaz diyorum, bir yandan da Nefes ve Araf'a veda etmek zor geliyor.
*Finalde ne olacağıyla ilgili her şey tam şekilde hazır, değiştirmeyeceğim. Birinci bölümü yazdığımda aklımda son olarak ne belirdiyse o olacak. Bazen hikayelerin kaderi başından bellidir.
*Yağmurun Nefesi'nin neden bende bu kadar büyük bir yeri olduğunu ancak finalden sonra teşekkür konuşmasında açıklayabilirim.
Hatta yeri o kadar büyük ki, yazmaya ilk başladığım zamanlarda aslan sembollü bir kolye almıştım kendime ahagajgahaga Kar taneli kolyem de var ama onun anlamı benim için başka. Ben aslandan ve satrançtan devam hagsjagsjagsj
*Oy ve yorumları unutmayın özellikle yorum okuyup cevap vermeyi çok severim💚
*İyi okumalar 🩸❄️
Mem's Magic - İntikamdan Aşka
UMC, Tobias Derer, Matthias Schneck - Gangsta Paradise (Metal Version)
Lana del Rey - Born to Die
Cem Adrian, Şebnem Ferah - İnce Buz Üstünde Yürüyorum
***
51. BÖLÜM
Karşımdaydı.
Sanki birer yabancıymışız gibi habersizceydi. Sanki ben onun karısı değilmişim gibiydi. Araf'ın girişiyle bakışlar bana dönmüştü ama ben sadece kocama bakıyordum. Hissettiklerimi yüzüme yansıtıp da daha da aciz hissetmek istemedim. O an içinde bulunduğum an yeterince küçük düşürücüydü. Araf'ın bunu bilerek yapmadığını bilecek kadar tanıyordum onu. Bir şey yapması gerektiğini düşünmüştü ama bunu çok yanlış bir yoldan yapmıştı.
Tolere edilebilirdi, daha yirmilerimizin başındaydık, öyle değil mi? Bu yaşlarda herkes hata yapar ve affedilebilir.
Ama ben affetmem.
Derin bir nefes alarak akşamın esintisini içime çektim. Şehrin ışıklarından gökyüzü görünmüyordu. Üstümdeki ince şala sarıldım. Henüz yaz havaları yoktu, üşütebilirdim.
Araf, onu beklememi söylemişti. Normal şartlarda, eğer ona kızgın olsaydım onu dinlemez ve çeker giderdim.
Ama kırgındım ve üstümde anlamsız bir durgunluk vardı.
Toplantı boyunca Araf bir sürü konuşma yapmıştı ve çok şey konuşulmuştu ama hiçbirine odaklanamamıştım. Toplantı bittiği gibi de kendimi dışarı atmak istemiştim ama Araf kolumdan yakalayıp sessizce beklememi rica etmişti.
Yıldızsız kapkara gökyüzüne bakarken yutkundum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Açıkçası onunla konuşmak bile istemiyordum. Tek isteğim yatağıma gömülüp sadece uyumaktı.
Onun geldiğini hissettim ama dönüp bakmadım. Elini belime koyup yönlendirdiğinde onu bırakıp hızlıca arabama bindim. Duraksadığını görmüştüm ama bir kere bile dönüp bakmamıştım. Şoförüme işaret verip arabayı çalıştırmasını sağladım. Kendi arabası vardı, onunla gelebilirdi.
Eve varana kadar hiç konuşmadım, sadece yolu izledim. Eve geldiğimizde direkt odamıza çıktım.
Bir de lanet bir balo vardı bu akşam. Detaylarına hiç bakmamıştım, konsepti umarım ki yoktu.
Kapı açıldı ve Araf girdi. "Nefes?"
Gardırobun kapaklarını açıp bakındım.
"Konuşalım mı?" sesi ılımlıydı ve açıkçası biraz çekingen geliyordu.
Ne giyseydim acaba?
Yatağa oturdu ve beni izlemeye başladı. Bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. "Sevgilim bana bakar mısın?"
Davetlerde ya da kokteyllerde giymelik birçok elbise almıştım ama şu an hepsi sönük duruyordu.
Sonuçta sadece Desise değil, liderin de karısıydım, değil mi(!)
"Saklamak zorundaydım."
Sarı abiyeme bakıp dudak büzdüm, bunu daha önceden giymiştim. Tekrar giyersem göze çarpardı.
"İnan bana kötü bir amacım yoktu."
Yeşil elbiseme baktım. Bunu yılbaşı gecesi giymiştim.
"Eğer bir gün beni sevmeye kalkarsan sakın sevme, Araf Pakgör! Duydun mu beni? Sakın! Yaklaşma bile! Eğer şimdi beni acımasızca elinin tersiyle itecek kadar yürekliysen, severken uzak duracak kadar da yürekli ol. Yoksa seni doğduğuna pişman ederim. Beni ne sanıyorsun bilmiyorum. Ama ben her şeyinden öte adını bile kaybetmiş bir kadınım, seni harcamaktan çekinmem."
Çok boktan bir gündü.
Ve evet, ben artık kaybedecek bir şeyleri olan bir kadındım. Kocam ve abim. İkisini de asla harcamazdım. Bazen insan çok büyük konuşuyordu.
"...düşündüm. Baha da destekleyince tamamen elim kolum bağlandı."
Abim de biliyordu.
Gülümsedim.
Lacivert elbiseyi elime aldım. İp askılı, derin yırtmaçlı bir elbiseydi ama sade duruyordu. Pişti olunması çok muhtemel bir elbise modeliydi.
"...sen öyle söyleyince de yalan söylemek zorunda kaldım."
Yeşille sarı arası bir tondaki abiyeye uzandı elim. Tek omuz, tek uzun kol bir abiyeydi. Sol omzu çıplaktı, beli drapeliydi ve iddialı derecede derin bacak dekoltesi vardı. Çok şık ve iddialı bir modeldi. Bunu aldığımı bile unutmuştum. Etiketi de üstündeydi.
"....gerektiğini söyleyince de yüzüne söylemeye cesaret edemedim."
Bu elbiseye altın, beyaz ya da siyah gitmezdi. Gümüş rengi bantlı topuklu ayakkabımı altına koyup baktım, fena değildi.
Araf'ın yanıma geldiğini aynadan gördüm. Konuşması bitmişti ama hiçbirini dinlememiştim. Duyduğum tek kısım, abimin de bildiğiydi.
Arkamdan uzanıp yanağımdan öptüğünde aynadan göz göze geldik. "Dinlediğin için teşekkür ederim. Affettin mi?"
Ya, tabi.
Aynadaki kendi suretime dikkatlice baktım. Alnımda enayi falan da yazmıyordu ki?
Cevap vermedim. Doğru ya da yalan, hiçbir şey söylemedim. "Baloya geç kalmayalım." dedim sadece. Elimdekilerle birlikte banyoya yönelmiştim ki bir anda kolumdan tutup durdurdu. Dönüp ona baktım. Elimdeki elbiseyi ve ayakkabıyı alıp dolaba geri koyduğunda kaşlarım çatıldı. Yatağın altından bej renginde büyük bir kutu çıkardı. Onu ne ara koymuştu oraya? Eve geldiği yoktu ki?
Gerçi doğru, liderlik zor zanaattı.
Kutuyu yatağın üstüne bırakıp bana göz kırptı ve odadan çıktı. Bir süre öylece yerimde durdum ama sonrasında kutuya ilerledim. Kapağını açtığımda beni ilk önce iki kutu daha karşıladı. İkisi de siyahtı ama biri ayakkabı kutusu, diğeri sandık gibiydi. Mıknatıslı sandığı açtığımda kırmızı bir maskeyle karşılaştım. Göz kısmında pırlantaya benzettiğim ama gerçek pırlanta olmamasını umduğum beyaz taşlar vardı. Balo konseptliydi.
Sandığı kenara koyup ayakkabı kutusunu açtım. Yumuşak, kumaş ambalajlarını çektim ve ayakkabıyla karşılaştım. Zümrüt yeşili, ince topuklu, ince bantlı bir ayakkabıydı. Parmak ve bilek bantlarında zümrüt yeşili ve beyaz taşlar vardı. Topuk kısmındaki kumaş ise süetti. Ayakkabının tekini elime alıp incelediğimde çok hoşuma gitmişti. Abartılı bir ayakkabıydı, günlük giyime uygun değildi.
Ayakkabıyı da kenara koydum ve siyah elbise kumaşına sarılı askıyı tutup çıkardım. Fermuarı açıp elbiseyi açığa çıkardığımda bir an duraksadım.
Açık somon rengi, boğazlı saten bir elbiseydi. Tek omzu kapalı ve drapeliydi, diğer omzu ise çıplaktı. Üst kısmı tamamen bedene oturan bir kalıptı. Eteği ise yine drapeli ve dekolteliydi. Boğaz, çıplak omuz kısmı ve belinde zümrüt yeşili taşlar vardı. Sanki sarmaşıklar bedenimi sarıyormuş gibi yerleştirilmişti ve ayakkabıyla aynıydı. Tasarım olduğu belliydi. Bu elbiseyi daha önce sadece yurt dışındaki ünlülerden birinde görmüştüm. Bir galada giymişti. Tabi o da aynısı değildi, taşların rengi sırf beyazdı. Bu ise yeşildi.
Yalan söylemeyecektim, çok ama çok beğenmiştim.
Araf'a tepki olsun diye bunları giymeyebilirdim. Ama elbiseye yazık etmek istemiyordum.
Bu geceyi ne zaman planlamıştı da tüm bunları hazırlatmıştı?
Saçlarıma maşa yapıp dağınık ama şık duran bir topuz yaptım. Öğrencilik günlerimden kalan en büyük mirastı bu. Topuzlar benim işimdi. Örgü örerken bile zorlanırdım ama en güzel topuzları yapabiliyordum.
Göz makyajımı gece makyajına çevirip şeftaliyle kırmızı arasında kalmış bir renk ruj sürdüm. Özellikle suya dayanıklı malzemeler kullanmıştım, olur da ağlarsam akmasın diyeydi. Kulaklarıma beyaz pırlanta küpelerimi taktım. Beyaz kutu çantama eşyalarımı yerleştirip parfüm sıktım ve ayakkabılarımı giydim. Saat on bire geliyordu. Maskemi ayna yardımıyla dikkatlice taktım ve çantamı alıp odadan çıktım.
Hislerime kulaklarımı tıkıyordum. Aksi halde buraya çöküp ağlayabilecekmişim gibi hissediyordum. Ama soğukkanlılığımı korumaya çalışıyordum. Bu gece bitmeliydi. Ondan sonra istediğim kadar ağlayacaktım. Dayanabilir miydim? Sanırım.
Merdivenleri inerken abimle Araf'ın salonda oturduğunu gördüm. Beni fark ettiklerinde ayağa kalktılar. Araf, takım elbisesini smokinle değiştirmişti. Yaka kısmı saten olan siyah bir smokindi. Gömlek yakasına ise kravat yerine iğne takmıştı. İğnenin yeşil detayını fark etmiştim, benimle uyumluydu. Elinde ise siyah bir maske tutuyordu.
Onu ilk tanıdığımda bembeyazdı. Şimdiyse katran karası.
"Gidelim." Dedim ve abime hiç bakmadan kapıya ilerledim. Arkamdan seslendiğini duydum ama dönmedim. Geldiğimi gören adamlar, Araf'ın siyah Range Rover'ının arka kapısını açtılar. Kendi arabamla gitmek istiyordum ama bugün hep yapacağım gibi yine kendimden taviz verdim.
Uslu bir eş olmaya çalışacaktım. Sonuçta Araf'ın beni düşürdüğü durum tam da bu değil miydi? Bir anda liderin kararıyla masaya Desise geliyordu, sonra lider Desise'nin kocası çıkıyordu.
Çok ilginç!
Yutkundum.
Dilimin ucuna kadar gelen lafları, gözlerime dolan yaşları yutup soğukkanlı ve duygusuz bir şekilde camdan bahçeye baktım. Bahçenin solar lambalarının ışığı gözümü alıyordu.
Araf da yanıma bindiğinde araç hareket etti.
Elimi tuttuğunu hissettiğimde başımı hiç hareket ettirmeden elimi çekip kucağıma koydum. Araf'ın duraksadığını ve bana baktığını camın yansımasından görüyordum.
Beyaz Maske'nin yüzündeki maske benim gözümde bu gece düşmüştü. O kendisine aylar önce Siyah Maske demişti. Ama benim gözümde ilk kez bu gece Siyah Maske'ydi, bunu bilmiyordu.
Beni ard arda defalarca kırdığı gibi ben de onu kırmak istiyordum ama yapmayacaktım.
"Sen hep benim seni sevdiğim ilk günkü gibi kaldın, Araf. Beyaz. Sen her ne kadar siyah olduğunu savunsan da apaktın benim için. Ama bu geceden itibaren artık katrandan daha karasın." Diyebilirdim. Ama demeyecektim.
Susmak zorundaydım.
Onun aksine benim maskem bu gece düşmeyecekti.
Yine yutkundum.
Gözlerimi kapatıp gidene kadar açmadım.
Araç nihayet durduğunda araladım gözlerimi. Gelmiştik. Vale kapılarımızı açarken ikimiz de indik. Araf'ın koluna girerken hala sessizdim, ona hiç bakmıyordum. İçeri girdiğimizde de, bakışlar üzerimize dönerken de...
Ta ki Araf'la sohbet eden adam bana dönene kadar.
"Desise... Kocana sadık oluşunu anlayabiliyorum. Lakin rol için gereğinden fazla gerçekçi değil miydin habersizken?" Çünkü gerçekten habersizdim.
Gülümsedim. "Beni hafife alıyor olmanız kalbimi kırdı. Kendiniz söylüyorsunuz: Desise. Ben oyunun ta kendisiyim." Adam keyifle gülse de bana ne kadar inandığı meçhuldü.
Adam çok geçmeden uzaklaştı. Yerine peş peşe insanlar gelmeye devam etti. Hatta biri utanmadan yüzsüzce beni tebrik etti. Sanki bir lider karısı olmak dünyanın en iyi başarısıymış gibi!
Öfkeden yakıp yıkmakla, ağlamaktan kusma isteği arasında gidip geliyordum ve bu çok rahatsız ediciydi. Kendimi bir insan değil, süs bebek gibi hissediyordum. Beni kocamın yanına allayıp pullayıp vitrin misali yerleştirmişlerdi ve gelen geçen bana bakıyordu. Kimisi ne kadar güzel olduğumu düşünüyordu, kimisi çirkinliğimi, kimisi fiyatımı... Ama hiçbiri ne hissettiğime önem vermiyordu çünkü süs bebeklerin ruhu da kalbi de olmazdı. Cansızdı. Yalnızdı. Sadece maddeden ibaretti.
Kendimi tam olarak böyle hissediyordum.
Eskiden herkes gitse bile Araf var diye yalnız hissedemezdim. O ne kadar itsem de yanımda olurdu, desteğini de varlığını da hissettirirdi. Beni insan yerine koyup endişelenen sayılı kişilerden birisiydi.
Odada dayımın vasiyetnamesini bulduğum zaman geldi aklıma. Araf'ın yine evde olmadığı saatlerden biriydi. Daha önce hiç okumamış, bizzat sadece sonunu- her şeyini bana geçirdiği kısmı- değiştirmemişim gibi tekrar okumuştum.
"Nefes benim kurbanımdı. Seni kurtarmak için feda ettiğim bir yem. İşime yaramayacak olsaydı daha onu bulduğum ilk an yok ederdim. O zaten bugünler için eğitildi. Hem zihni, hem bedeni bugünler için eğitildi. Lisede gittiği atış kursları sadece hobi olsun diye değildi. Veya abisinin kendini korumayı ve dövüşmeyi öğretmesi. Ben istedim, Evrim yaptı. Onun var olma sebebi zaten bu işler için. Başka bir hayat lüksü yok."
Bu kısım bana ait değildi, bizzat dayım kendi elleriyle yazmıştı.
İlk günlerde bana karşı ne kadar sevgi dolu olduğunu, neredeyse arkadaş gibi olduğumuzu, dertleştiğimizi, dağ gibi arkamda durduğunu ve babamdan daha çok babalık yaptığını hatırlamıştım. Ondan hep şüphelenmiştim, ama yine de sevmiştim. Akraba olarak sadece onu görmüştüm. Canım sanki yeterince yanmıyormuş gibi daha da kanamıştı.
İlk günlerdeki Nefes yalnız değildi.
Şimdiki Nefes ise yapayalnızdı.
Sevdiğim adamın, kocamın, Araf'ımın onlardan bir farkı kalmamıştı.
Ama yanında ruhum kan revan içinde acı çekse dahi çekip gidemezdim. O olmadan nefes alabileceğimi sanmıyordum. Toksik bir ilişkimiz vardı. Sürekli kavga ediyorduk, sürekli birbirimizi yaralıyorduk, sonunda pişman olsak da susmuyorduk. Günün sonundaysa ayrılmamız gerekirken birbirimize daha sıkı bağlanıyorduk. İnatla kopmuyorduk. Sağlıksız bir ilişkiydi, ama biz de çok sağlıklı sayılmazdık. Sağlıklı kimse bir canlıya acı çektirmezdi.
Boğuluyormuş gibi hissettim. Bir kafeste, cam bir tüpte, bardakta, küçük ve havasız bir odada hapismişim gibi. Nefes alabilme ihtiyacıyla başımı yukarı kaldırdım. Tavandaki aydınlatmaları izlerken Araf'ın ara ara bana baktığını hissedebiliyordum. Burnum sızlıyordu, burada ağlamak istemiyordum. Boğazımı temizleyip sesimi düzeltmeye çalıştım. "İzninizle." Davet alanından çıkıp lavaboların olduğu koridora ilerleyip gözden kayboldum. Her yer pırıl pırıl ve tertemizdi. Kokusu bile temizdi. Ağlamak üzere yüzüm buruştuğunda kendimi bir kabine kapatıp klozetin üstüne oturdum ve maskemi çıkarıp fırlattım. Ellerimi yüzüme kapatırken gözyaşlarım çoktan boşalmıştı.
Hıçkırmamak için kendimi o kadar kastım ki, karnıma ağrı saplandı. Yine de gevşemedim, gevşersem hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım. Sessiz ağlamak zorundaydım. O kadar gövde gösterisini boşa yapmamıştım.
İçten içe ölüyormuş gibi hissediyordum. Günlerin, ayların ağırlığı bir gülle gibi kalbimin tam ortasına düşerken ben inleyemiyordum bile.
Bazen insan olduğumu unutuyordum ama çevrem de çok hatırlamıyordu.
Ama dayım ve diğer herkesin dediği gibi; ben bu hayat için vardım. Annem beni doğurmaya karar verdiğinde masum bir hayatım olacağını düşünmüş olamazdı.
Evrim annemin Asaf Pakgör'le anlaşma yapması ve alttan alttan eğitilmemi sağlaması da cabasıydı. O da kendi elleriyle kızını kan kokan bir hayata itmişti.
Ne düşünmüştüm ki? Hobi için atış eğitimi aldığımı? Çok aptaldım. Sadece kendimi koruyabilmem için savunma kurslarına katılmamı? Eksiktim. Sık sık benim aklı başında ve güçlü bir kız olduğumu, her şeyin altından kalkabileceğimi söyleyip her zorluğumda beni yalnız bırakıp kendim çıkmamı beklemeleri neydi peki? Evrim annem koşardı bana, koşardı ama iyi olduğumu görene kadardı.
Fiziksel olmayan her zarar düzelir, her yara iyileşirdi.
Bir yaranın kabuk bağlayıp kanamayı durdurması kaç dakika sürerdi?
Araf'ın açtığı yara saatlerdir oluk oluk kanıyordu ve kabuk bağlanmıyordu. Sanki içeride bir bıçak vardı ve her saniye bir kez daha vuruyordu etime. Her vuruşunda oluk oluk kan fışkırıyordu yaradan.
O içerideki bıçak, Araf'ın nasıl oluyor da hiçbir şey olmamış gibi davranıyor olmasına anlam veremeyişimdi. Bana sarılması, elimi tutması, ona kırılmadığımı ya da sinirlenmediğimi düşünür gibi normal hareket etmesi.
Aklı başında bir insan benim normal olmadığımı, fazla soğuk, sessiz ve mesafeli olduğumu fark ederdi. Sarkastik tavırlarım minimumdu, konuşmalara katılmıyordum. İçimden gelmiyordu.
Hem zaten lider yanımdaydı bana neden söz düşecekti ki?
Değil mi?
Susmak bir yere kadardı. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak bir yere kadardı. Şu an istediğim tek şey yatağıma yatıp yorganın altına saklanarak hıçkıra hıçkıra ağlamakken şu an burada durup rol yapmak zorundaydım.
İnsanların ikna olması için bir bardağın kaç kere düşmesi ve kaç yerinden paramparça olması gerekiyordu? Bir bardağın kırıldığına ikna olmak bu kadar kolaysa bir insanın kırıldığına ikna olmak neden bu kadar zordu?
Sessiz hıçkırıklarım boğuk inlemelere dönüştüğünde eteğimi düzelterek bacaklarımı karnıma doğru çektim. Alnımı dizlerime yaslarken göz yaşlarım sonsuza dek akmaya devam edecekmiş, sonsuza kadar içim böyle yanacakmış gibi hissediyordum. Yolum yokuş, kalbim virandı.
"Eda!? Neredesin!?" Duyduğum kadın sesiyle iliklerime kadar titredim. Gözyaşlarım ve hıçkırıklarım bıçak gibi kesildi. Doğru duyduğuma emin olmak için bir süre hiç hareket etmeden öylece kaldım. "Eda!?" Kapılara tek tek vuruyordu. Bu olamazdı!
Kendimden beklemeyeceğim bir performansla ayağa fırlayıp kapıyı açtım. O sırada onunla göz göze geldim. Rahatlamayla gözlerimin içine bakarken ben hareketsizdim. Gözlerim büyümüş, nefesim kesilmişti.
Askılı, siyah, V yaka elbisesi vücudunu sarıyordu. Siyah kıvırcık saçlarının önleri arkasında yüksek bir biçimde toplanmıştı. Masmavi gözlerini siyah bir kalem vurguluyordu. Açelya tam karşımdaydı.
"Seni arıyorum, nereye kayboldun bir anda?" dedi bana yaklaşırken. İstemsizce geriye bir adım attım ama kendimi durdurdum. Geri adımladığımı fark ettiği gibi o da durdu ve önce ayaklarıma, sonra bana baktı. "Sen ağladın mı? Neyin var?" Şüpheyle gözlerini kısıp bir süre baktıktan sonra hafifçe başını eğdi. "Neden hortlak görmüş gibi bakıyorsun? Makyajım mı akmış?" Hızla arkasını dönüp aynadaki yansımasına baktı. "Yo, çok güzelim maşallah." Tekrar bana döndü. "Sen iyi değilsin." Koluma dokundu. "Gel dışarı çıkalım."
Karşı çıkmak istemedim. Şu an gerçeklik algım tepetaklak olmuştu. Açelya nasıl karşımda olabilirdi!? Ben onun ölümünü görmüştüm, toprağa kendim vermiştim! Nasıl kanlı canlı karşımda olabilirdi!?
Kolumdaki elinin baskısını dahi hissettim. Bu, kalp atışlarımın daha da hızlanmasına, algılarımın daha da değişmesine sebep oldu.
Kendimi onunla dışarı ilerlerken buldum. Kollarımı kendime sardım. "Neden hiç konuşmuyorsun?" dedi otelden çıkarken. Dönüp ona baktım. Hala kafam karmakarışıktı. "Sen öldün." dedim ama sesim kendimden emin değildi.
Açelya bana absürt bir bakış atıp sonrasında kahkaha attı. "Öldüm mü? Benim niye haberim yok be?" Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Bana bir kez daha dokunacak olursa gerçekten herkesin içinde bağıra bağıra ağlayabilirdim. Sanki bunu hissetmiş gibi bana hiç dokunmadı. Kapının önüne çıktığımızda kalabalık olduğunu fark ettim. Arka bahçeye doğru dolandık. Kamelyaların ilerisine doğru gittik ama oturmadık.
"Şimdi neden ortadan kaybolduğunu ve kıpkırmızı şimşiş gözlerle şu an bana baktığını anlatabilir misin?"
"Gerçekten dinler misin?" dedim şaşkınlıkla. Ama bu tavrım yersizdi. O Açelya'ydı. Benim tek bakışımla her şeyi anlayabilirdi, sonsuza dek konuşsam dinleyebilirdi. Saç baş kavga etsek yine birbirimize nazlanıp ağlardık. O benim gerçek anlamda kardeşimdi ve ben onu öyle deli gibi özlemiştim ki burnumun ucu deli gibi sızlıyordu. Gözlerim yeniden doldu.
"Ben seni her zaman dinlerim." dedi tuhaf bir gülümsemeyle tam gözlerimin içine bakarak. "Eğer bana çok ihtiyacın olduğunda yanında olamazsam," gökyüzüne baktı. Yıldızlar sayılamıyordu, neredeyse hiç yoktu. "Gökyüzüne bak ve o an orada ne varsa- güneş, bulut, yıldız, belki de sadece boşluk, ona anlat. Ben seni duyuyor olurum, söz."
Dudaklarım titrediğinde birbirine bastırıp ağzımın içine yuvarladım. Şu an yaşadığım hiçbir şeye anlam veremiyor olsam da kalbimdeki o sızının hafiflediğini hissediyordum.
"Senin gidişinle başladı." dedim. Ölümünle demedim, bunu kabul etmiyordu zaten. "Sen yoktun, gitmiştin, seni bir daha göremeyecektim. Sesini duyamayacaktım, sana ihtiyacım olduğunda sarılamayacaktım. Sen sarılırsan geçerdi ya hani... Ben sen gittiğinden beri içimdeki hiçbir şeyi aşamıyorum. Geçmiyor, Açelya." Gözyaşlarım boşalmış, sesimin tonu anında değişmişti. Şu an yüzümün halini, sesimin tonunu, duruşumu dahi kimsenin görmesini istemiyordum. Açelya'dan başka kimsenin görmesini istemiyordum. Çok aciz ve güçsüz hissediyordum. Tek hamleyle yere yığılabilirdim. "Araf sarıldı, abim sarıldı... Biliyor musun? Babam bile sarıldı bana. Ama hiç geçmedi, hiçbiri geçirmedi. Kimse sen değil, Açelya." Hıçkırdım. "Benim sana çok ihtiyacım var, kardeşim."
Açelya'nın da ağladığını gördüm. Bana yaklaşıp ellerimden tuttuğunda hıçkırıklarım arttı. "Çok sevdiğim biri bana bir şey söylemişti." dedi. "Kardeşler arasında görünmez bir bağ varmış. Bu bağ onların birbirlerini hissetmelerine, birbirlerinin akıllarını tek bir yola çıkarmak için varmış. Onları birbirlerine düğümlermiş yani. Kardeşlik için kan bağının gerekmediğini ben seninle öğrendim. Bizim bağımız için kanımıza ihtiyacımız yok. Ben toprak da olsam, yıldız da olsam, bulut da olsam hala var olacağım. En çok da senin için."
Çok sevdiği birinin kim olduğunu biliyordum sanırım. Çünkü bana da aynı şeyi söylemişti zamanında.
"Açelya." dedim zorlukla. "Eğer gerçek değilsen bile... Bana bir kez sarılır mısın? Sen sarılırsan geçer." Açelya'nın dudakları titredi. Ellerimi sıktı ve çekip sarıldı.
O kadar uzun zaman sonra onu tekrar hissediyor olmak, aklımı tamamen devre dışı bırakmıştı.
Dizlerimin üstüne çöktüğümü hissettim. Elbisem çimlerle temas etti, belki de leke oldu ama umurumda olmadı. Tam şu an canımı alsalar gülümseyerek ölürdüm.
Gözlerim kapandı. Yüzümde acı bir gülümseme oluştu. Acı ve huzurlu. Ölmek üzere olan bir hastanın son dileği yerine getirilmiş gibi bir histi bu. Hem ölümünü kabullenişinin acısı, hem de dileğinin gerçekleşmesinin huzuru.
❄️
ARAF PAKGÖR
Nefes'in ortadan kayboluşunun üstünden birkaç dakika geçmişti. Hemen peşinden gitmiştim ama önümü kesip engel olmuşlardı. Artık eskisi gibi rahat olamayacağımla bir kez daha yüzleşmiştim ve bu canımı sıkmıştı. Babamın sikik işleri yine hayatımı mahvediyordu.
Sonunda yakamı kurtarıp lavaboların olduğu kısma gittim. Bir üre bekledim ama kimse çıkmadı. İçeri giren bir hanımefendiden bakmasını rica ettim. Çıktığında içeride kimsenin olmadığını söylemişti.
Lobideki adamlarıma yöneldim. "Nefes nerede?"
"Bahçeye çıktı, abi." dedi birisi. Yanındaki bir şey demekle dememek arasındaymış gibi duruyordu. Tek kaşımı kaldırıp başımı eğerek konuşması için zorladım. "Çıkarken bir şey dedi, abi." dediğinde kaşlarım çatıldı.
"Bize demedi." dedi yanındaki az önce benimle konuşan. "Boşlukla konuşuyordu."
Ne?
"Ne demek boşlukla konuşuyordu?" dedim sert bir şekilde.
"Çok bakındık ama kimse yoktu." dedi telaşla. "Çok kötü görünüyordu peşinden gitmek istedik Cemal abi engelledi. Kendisi gideceğini söyledi." Gözlerimi yumup ellerimle yüzümü sıvazladım. Allah benim belamı versin.
"Neredeler şimdi?"
"Bahçeye çıkmışlardı, tekrar girmediler." Hızlı adımlarla dışarı çıktım. Gezindim, hatta birkaç kişiye sordum ama yoklardı. Bahçede gezinerek arkaya doğru ilerledim.
Bahçenin en köşesinde ıssız duran kısımda iki silüet gördüm. Oraya yaklaştığımda duraksadım, adımlarım dondu. Nefes yerde oturuyordu ve Cemal ona sarılmıştı. Bir anlığına yutkundum ve ne tepki vereceğimi şaşırdım. Sadece sessiz kaldım.
Üstlerine düşen gölgemden Cemal dönüp bana baktı. Çok üzgün görünüyordu. Saygıyla baş eğip Nefes'i bıraktı ve ayağa kalktı. Nefes hiç tepki vermedi, boşluğa dalıp gitmişti.
Cemal'e başımla gitmesini işaret verdim. Onunla daha sonra konuşacaktım. Cemal uzaklaşırken bir süre bekledim. Sonrasında yavaşça yaklaşıp tek dizimi yere koyarak çöktüm. Elimi usulca sırtına yerleştirdim. "Nefesim?" Bir anda sıçradığında elimi çektim. Şaşkınlıkla bana baktı. Hatta neredeyse şokla. Beni görmeyi hiç beklemiyor gibiydi.
O hiç iyi değildi.
"Araf?" dedi şaşkınlıkla ama sesi çocuk gibi çıkmıştı.
"Sevgilim?" dedim tamamen yere oturarak. Elimi sırtından çekip ellerini tuttum. Gözlerini ellerine indirdi ve büyük bir dikkatle incelemeye başladı. "Nefesim ne yapıyorsun burada?" dedim ılımlı bir şekilde.
"Açelya buldu beni." dediğinde kanım dondu. "İyi değilsin, dedi. Bahçeye çıkalım hava alalım, dedi..." Durdu ve korkuyla etrafına bakındı. Hızla bana döndü. "B-b-bana sarıldı, Araf? Gerçekti. Gerçekten gerçekti. Bana dokundu, sarıldı." Yutkunduğunda endişeyle ona bakıyordum.
Halüsinasyon görmüştü.
"A-Araf..." dedi titrek sesle. "Açelya öldü ama? B-benim kardeşim öldü, ben ona nasıl sarılabilirim ki? Araf ben onunla nasıl konuşabilirim? Ç-çok gerçekti. Yemin ederim çok gerçekti." Onu telkin eder gibi başımı salladım. "Evet, evet sevgilim. İnanıyorum sana."
"Ben delirmedim." derken dudakları titremiş, yüzü buruşmuştu. İçim paramparça olurken çekip sarıldım. Yüzünü göğsüme saklarken hıçkıra hıçkıra ağladı.
Doktoru, Açelya'nın ölümünü kolay kolay atlatamayacağını söylemişti. Zaman zaman halüsinasyon bile görebileceğini. Kötüleşmemesi için ilaçlarını düzenli alması gerektiğini... İlaçları düzenli kullandığı süre boyunca hiç halüsinasyon ve kabuslar görmemişti. Şimdi görüyorsa, bu ilaçlarını almadığını gösteriyordu.
Ama bu tek seferlik bir şey olamazdı ki? Uzun süreç gerekirdi. Nefes ilaçlarını ne zamandır almıyordu?
Biraz olsun sakinleştiğinde "Hadi gel gidelim." dedim ve ayağa kaldırdım. Sarılmayı hiç bırakmadan otoparka doğru ilerledim. Maskesi ya da çantası yoktu, adamlarımdan birine bulması için talimat verip yolladım. Cemal ileride, adamlarımın daha da kalabalıklaştığı alanda bekliyordu. "Cemal." dedim. "Ben gelemiyorum, Nefes iyi değil, sana emanet. Saçının teline zarar gelirse diri diri yakarım seni." Cemal eski adamımdı, yapacağımı biliyordu. Başını salladı. "Tamam abi."
"Eve gidin. Baha'ya olanları anlat. Gerisiyle o ilgilenir zaten. Beni sorarsa buradan ayrılamayacağımı söylersin." İçim hiç rahat değildi. Karımı bırakmak istemiyordum, onunla gitmek istiyordum. Ama burayı bırakmam imkansızdı.
Bir karar vermiştim, bu kararın etkileri ise hayatımıza daha bugün yansımaya başlamıştı.
Bir karar vermiştim, bu karara uygun davranmak zorundaydım.
Telefonumu çıkarıp saate baktım. Gece yarısıydı. Eğer şimdi ararsam büyük bir küfür tufanına tutulacaktım. Ama umurumda değildi, durum ciddiydi.
Aybüke Hanım'ı arayıp kalabalıktan uzaklaştım. Uzun uzun çaldı, sonrasında açıldı. "Araf Bey? Saatin farkında mısınız?"
"Gayet farkındayım, Aybüke Hanım. Ciddi olmasa aramazdım, biliyorsunuz." dedim çelik gibi bir sesle. Derin ve sıkıntılı bir nefes verdi. "Dinliyorum."
"Nefes tekrar halüsinasyon gördü." dedim. "Açelya'yı gördüğünü, ona sarıldığını hissedebildiğini söylüyor. Boşlukla konuştuğunu söyledi çevredekiler."
"Ne zamandır bu halde?"
"Uzun zaman sonra ilk defa sanırım."
"Sanırım mı?" dedi garipseyerek. "Bilmiyor musunuz, Araf Bey?" Bilmiyordum. Yutkundum. Karımı ne kadar boşladığımı ve yalnız bıraktığımı şimdi fark ediyordum ve çok boktan bir histi.
"Bilmiyorum." dedim. "İşlerim yüzünden eve zor uğruyorum bu aralar. Aramız da bozuk."
"Araf Bey, Nefes Hanım'ın Borderline hastası olduğunu biliyorsunuz. Desise, Asise, Eda, Nefes ayrımı büyük ölçüde bu hastalığın sonucu. Sık sık öfke hali, boşluk hissi, sık sık pervasız ve ani hareketler etmesi de öyle. Sürekli kendisini riske atıp kendisine zarar vermesi de öyle. Eğer aranızın bozulması Nefes Hanım'dan kaynaklıysa bu da hastalığının getirisi. Ayrıca çok kritik bir dönemde. Bu dönemde ona destek olmanızı ve yalnız bırakmamanızı söylemiştim. Abisi ve sizin dışınızda bir ailesi yok, abisiyle de konuşmadığı için-"
"Abisiyle barıştılar." dedim araya girerek.
"Buna sevindim. Ama sadece abisinin desteğinin yeterli olacağını düşünüyor musunuz? Halüsinasyonları hastalığından bağımsız, içinde olduğu buhrana bağlı. İlaçlarının çoğunluğu da bunu çözmek içindi. Tekrar gördüğüne göre demek ki ilaçlarını kullanmıyor. Açelya Hanım'ın vefatından bu yana çok zaman geçmedi sanıyorum. Bir anda toparlanabileceğini nasıl düşündünüz?"
Düşünmemiştim. Sadece artık büyük hamleler yapmak zorundaydım. Zira oyunun sonuna yaklaşmıştık. Ya ölecektim, ya yaşayacaktım. Durum yüzde elliydi ve bu sayıyı yükseltmek için çabalıyordum. Benim ölümüm, Nefes'in de ölümüydü. İki kana da sahip olabilirdi fakat karımdı. Resmi olarak Pakgör'dü, o da ölecekti.
"En yakın zamanda Nefes Hanım'la bir seans ayarlamalıyız. Ne zaman müsait olacaksanız asistanıma mesaj atın lütfen. Randevu ayarlayacaktır. Bu durum çok önemli, Araf Bey. İntiharla bile sonuçlanabilecek bir durumdan bahsediyoruz."
İntiharla bile sonuçlanabilecek bir durumdan bahsediyoruz...
Korku, tüm bedenimi kasıp kavururken bu sefer yutkunamadım. Başımı salladım, sonrasında bunu göremeyeceğini hatırlayıp "Tamam, Aybüke Hanım." dedim.
"Az önce mi gördü halüsinasyonu?"
"Evet."
"Bu gece kesinlikle yalnız kalmasın. Tehdit unsuru oluşturabilecek her türlü alet; bıçak, makas, törpü, tıraş bıçağı, çatal... Hepsini kaldırın lütfen. Büyük ihtimalle etkisi yarına azalmış olur ancak bu gece kritik onun için. Acil bir durum olursa arayabilirsiniz."
"Tamam, Aybüke Hanım, teşekkürler. İyi geceler."
"İyi geceler." Telefonu kapattım. Ama gözlerim boşluğa takılıydı.
"Açelya buldu beni."
"İyi değilsin, dedi. Bahçeye çıkalım hava alalım, dedi..." Durdu ve korkuyla etrafına bakındı. Hızla bana döndü. "B-b-bana sarıldı, Araf? Gerçekti. Gerçekten gerçekti. Bana dokundu, sarıldı."
"A-Araf..." dedi titrek sesle. "Açelya öldü ama? B-benim kardeşim öldü, ben ona nasıl sarılabilirim ki? Araf ben onunla nasıl konuşabilirim? Ç-çok gerçekti. Yemin ederim çok gerçekti."
"Ben delirmedim."
Gözlerim dolduğunda ellerimi ceplerime sokup karanlık koruluğa doğru döndüm. Gözlerimin önünde her geçen gün eriyip bitiyordu ve ben sadece seyrediyordum.
"Abi." Derin bir nefes alıp gözlerimi kırpıştırdıktan sonra arkama döndüm. Adamlarımdan birisi elinde Nefes'in çantasını ve maskesini tutuyordu. "Lavaboda kalmışlar." Başımı salladım. "Arabama bırak." Baş üstüne der gibi baş eğdi ve uzaklaştı. Tekrar karanlığa döndüm ve toparlanmak için kendime zaman verdim.
Bu hayat kabustu. Ailelerimizin verdiği karar, bizim hayatımızı mahvetmişti. Bambaşka hayallerim vardı. Eda'nın beni sevmesi sadece hayaldi benim için mesela. Beraber dünyayı dolaşarak maceralara atılabilirdik. Belki o savcı olurdu, bense onun eve dönmesini beklediğim her saniye bir tablo yapardım, kopyalarını satardım. Hobim işim olurdu. Eda maviyi çok severdi. Masmavi bir tablo yapardım mesela, aralarında yeşil geçişler olurdu, tam ortada da kanatlarını açmış süzülen beyaz bir martı.
Mavi özgürlüktü, sonsuzluktu. Yeşil Eda'ydı. Bense hiç kararmamış, bembeyaz kalmış bir martıydım.
Bu tabloya hiç uymayan, olmaması gereken bir renk sıçramıştı.
Kan sıçramıştı.
🩸
Nefes Karaslan.
Gözlerim camdan dışarıdaydı.
Bahçedeki camlar usul usul sallanıyordu, ara ara da yağmur sepeliyordu. Üstümdeki ince şaldan ayrılmamıştım. Ona sarılmıştım, kanepede yan oturuyordum, dizlerimi kendime çekmiştim ve camdan dışarı bakıyordum.
Kaybolmuş hissediyordum.
Nerede olduğumu, ne hissettiğimi, çevremde neler olduğunu dahi algılayamıyordum. Gerçek dışı geliyordu, burada değilmişim gibi hissediyordum.
Dış kapının sesi geldi. Sonrasında da adım sesleri.
Abim salonun girişinde göründü, bunu camın yansımasından gördüm. Olduğu yerde durdu ve bana baktı. Cemal'in ona ne anlattığını bilmiyordum. Açelya'yı gördüğümü bilemezdi ki? O an o orada değildi. Öyleyse abim neden bu kadar dağılmış görünüyordu?
Bana doğru yaklaştı ve kanepenin dibine, dizlerimin hemen önüne çöküp yüzüme bakmaya çalıştı. Halbuki ben zaten yansımadan onu izliyordum.
"Güzelim?" Tedirgin görünüyordu. Sanırım kriz falan geçirmemden korkuyordu, ya da beni gerçekten deli sanıyordu. Ah, hayır. Henüz değildim.
"Cemal sana ne anlattı?" Diye sordum direkt. Bir süre duraksadı. "Boş ver bunları." Dedi. "Aç mısın? Gel yemek yapalım, beraber yeriz."
"Karın nerede?" Diye sordum söylediklerini görmezden gelerek. Açelya'yla karşı karşıya kalmak, ona ihanet etmişim gibi hissettirmişti. Hâlâ yaşıyormuş ve Baha buna rağmen Eflin'le evlenmiş gibi. Sanki ben de buna ortak olmuşum gibi. Ama alakası yoktu, nikaha bile gitmemiştim. Kabullenmemiştim. Eflin'i bir arkadaş olarak kabul edebilirdim ama asla yenge gözüyle bakmayacaktım.
Abim sorduğum soruyla donup kaldı. Öyle bir dondu ki, düşündüklerimi şu an onun da düşündüğünü hissettim.
Açelya'ya ihanet etmiş gibi mi hissediyordu?
Açelya öleli iki ay bile olmamıştı.
Çöktüğü yerden kalktı ve kireç gibi bir yüzle salondan çıkıp gitti.
Evin sessizliğini dinledim. Hiç kimse yoktu, abim evin içinde bir yerlerdeydi. Eflin'in burada olduğunu sanmıyordum.
Üstümdeki şalı atıp ayakkabılarımı çıkardım ve kenarda bıraktım. Elimi topuzuma atıp saçlarımı açtım. Siyah dalgalı saçlarım sırtıma düşerken saç diplerim sızlamıştı. Ayağa kalkıp mutfağa girdim. Abim buradaydı. Büyük bir tencerede bir şey kaynatıyordu. Öte yanda da tavada bir şeyler karıştırıyordu, buna yeni başlamıştı. Yaklaşıp kapağı kaldırdım ve tencereye baktım. Yaprak?
Yüzüm garip bir ifade alırken abime bakakaldım. "Sen sarma mı saracaksın?"
"Neden? Saramaz mıyım?" Ağzım açıldı, kapandı, sonra tekrar açıldı, tekrar kapandı.
Baha Karaslan. Yılların play boyu Baha Karaslan sarma saracaktı.
Bu hamleyi henüz daha hanımcı sandığım kocamdan görmemiştim.
Ada tezgahın kenarındaki sandalyeye oturup dikkatle abimi izledim. İç pilavı hazırladıktan sonra haşlanan yaprakları süzdü. Boş bir tencere çıkarıp yanıma koydu. İkisini de ada tezgaha getirdi ve karşımdaki sandalyeye oturdu. "Boş durma, başla." Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben de mi?"
"Yok, anam mezardan çıkıp gelecek o yapacak." Dedi ters bir şekilde.
Dudaklarımı birbirine bastırarak sustum. Yaprak sarmayı biliyordum ama asla beceremiyordum. Kol kadar oluyordu ve Evrim annem her seferinde kızarak bıraktırıyordu. Kaç defa gösterse de bir türlü becerememiştim. Şimdiyse karşımda en az benim kadar kafası kırık olan abim vardı. Herhalde çıkarıp aynı anda birbirimizi falan vururduk.
Ellerimi yıkayıp geri döndüm. Yaprak alıp damarlı kısmını dışarı çevirdim. Kaşıkla biraz iç alıp koydum. Önce kenarları kapattım, sonra usulca yuvarladım. Baş parmağım kadar olan ve asla kapanmayan sarmama cins cins bakıp korkuyla abime baktım. Başını kaldırmadan gözlerini bana çevirdi, Chucky'e benzediğinden haberi var mıydı?
"Beceriksiz." Dedi ayağa kalkarak. Yanıma geldi. Sarmamın içini tavaya boşaltıp tekrar serdi. Sertçe elimi tuttu. Benim elimle kaşığı kavrayıp tavadan iç aldı. Benim aldığımdan çok çok daha azdı. Cimri olabilir miydi acaba?
İçi yaprağa koydu ve elimi bırakmadan kaşığı tavaya geri koydu. Yine benim ellerimi kullanarak içi düz bir çizgi halinde düzelttiğinde homurdandım. "Kirlendi ellerim ya!"
"Sus." Dedi, aksi takdirde kafama yiyeceğimi ima eder gibi.
Kendimi kukla gibi hissediyordum.
Ah, pardon, bu his yabancısı olduğum bir şey değildi.
Sarmayı sardığımızda benim yaptığımdan daha iyi olduğunu gördüm. Evrim annem olsa bunu asla yemez, ağlayarak bu başarıyı ölümsüzleştirirdi. Sarmayı çerçevelettirip salona asardı.
Evet.
"Anaa oldu valla!" Dedim bir anda yükselerek.
Abimin beni bırakmaya niyeti yoktu.
En az beş kere bunu tekrarladı. Sonunda bin bir ısrarla ellerimi kurtarıp kendim yapmıştım. Tabi mükemmel değildi ama en azından sarmaya benziyordu ve kol gibi değildi. Abim bunu da bir başarı olarak kabul edip benimle bir daha uğraşmadı.
Aramızdaki sessizlik uzarken kafamın az da olsa dağıldığını hissediyordum. Açelya'nın konusunu tekrardan açmaya niyetim yoktu, zaten o da hiçbir şey sormuyordu. Çok dalgın görünüyordu, kafasından neler geçtiğini ister istemez merak etmiştim ama bu sessizliği bölmedim.
Derin bir nefes aldım. Göğsümün içini sıkıştıran rahatsız his nefes almama engel oluyordu. Kendi içimde halletmeye çalıştım, dışıma yansıtmadım. Ama bu kasvetli yoğun his beni daha da sıkıştırdı. Bir anda ofladığımda abim başını kaldırıp bana baktı. "Ne oldu? Sıkıldın mı?" Keşke sıkılsaydım!
"Sanırım biraz hava almalıyım." diyerek ayağa kalktım ve mutfaktaki bahçe kapısından dışarı çıktım. Temiz havayı içime çekerken beni ciddi manada rahatsız eden bir şey vardı. Fiziki bir şey değildi, sanki ruhumla hissediyordum. Yorgunlukla gözlerimi yumdum, sonrasında arka bahçeye doğru ilerledim. Heykelli süs havuzuna yaklaştım, su rüzgarla dalgalanıyordu ve dibindeki madeni paralar ışıldıyordu. Elimi suyun yüzeyinde gezdirdim. Soğuk suyu avucumda hissettim. Elimi bir sağa, bir sola hareket ettirdim, su daha da dalgalandı.
Beni rahatsız eden her neyse, öğrenmek istemiyordum.
❄️
ARAF PAKGÖR.
Bu geceki davet herkes için olması gerektiği gibi geçerken benim için hiç de öyle geçmiyordu. Saat gece yarısıydı, davet ikide sonlanacaktı. İki saat daha katlanmam gerekiyordu ve sonunda bitecekti.
Hata yapıp yapmadığım konusunda tereddütlerim vardı. Öte yandan aklım Nefes'teydi. Daha iyi miydi? Uyumuş muydu? Yemek yemiş miydi? İlacını almış mıydı?
Sıkıntılı bir soluk vererek etrafa baktım. İçeri giren kişiyi görünce bir an duraksadım, sonra kaşlarım çatıldı. Öfke damarlarımda kol gezerken hışımla oraya doğru ilerledim. Beni fark ettiğinde durdu ve suratında pis bir sırıtış oluştu. "Merhaba, Maske. Koltuğun hayırlı olsun."
"Ne işin var lan senin burada? Kim aldı içeri!?"
Gülmeye başladı. "Çok ayıp ama, ben senin kayınbabanın abisiyim. Sen bizim damadımızsın. Yakışıyor mu hiç?"
"Ne haltlar karıştırıyorsunuz siz?" Dudaklarını birbirine bastırıp salonu taradı. "Yeğenim yok mu? Tüh! Bak bu hesapta yoktu işte. Yoksa haberi yok mu?"
Bir haltlar dönüyordu. Bu adam buraya boşuna gelmemişti, ortalığı karıştırmak için buradaydı. Dahası, onu içeri hangi andaval almıştı!? Büyük masaya üye olmayan hiç kimse içeri alınamazdı!
"Benim canımı sıkma, siktir ol git buradan. Aksi halde bilmem kaç yıllık savaşı sonlandırır, gebertirim seni burada. Duydun mu beni?" Başını salladı. "Duydum, duydum. Şimdi sıra sende! Sen duyacaksın. Sonra da karına söyleyeceksin."
Tüm ışıklar bir anda söndüğünde gözlerimi yumdum. Elbette ki aramızda hainler vardı! Arkada kalan düz duvara bir projeksiyon ışığı yansıtıldı. Siyah ekran çıktı, sonrasında Oğuz Karaslan'ın görüntüsü. Salonda fısıldaşmalar dağ gibi büyüdüğünde ben gergindim. Büyük oynuyorlardı. Bu kadar şey boşuna olamazdı. Büyük bir şeyler dönüyordu.
Gittiğimiz dağ evindeydi.
"Merhabalar." dedi. "Sanmıyorum, fakat beni tanımayanlar için kendimi tanıtayım: Ben Oğuz Karaslan. Haluk Karaslan'ın oğlu ve Karaslan Holding'in eski yönetim kurulu başkanıyım. Aynı zamanda sizlerin Desise olarak tanıdığınız Eda Nefes Karaslan'ın da babasıyım." Uğultu daha da arttı.
"Kızımla aramızdaki düşmanlık hepinizin dilinde, bunu biliyorum. Bu çekişmeyi kimin kazanacağı da tarafınızca merak konusu. Sevgili kızımla karşılıklı olarak defalarca hamleler yaptık. Birbirimizin canına kast ettik. Fakat... Son hamlesinin benim için gerçekten vurucu olduğunu itiraf etmeliyim." Karaslan'ların eski malikanesini patlatmıştı.
"Ve bu adımı karşısında uzun zamandır sessizdim. Bu sessizliği sonlandırmamın vakti geldi de geçiyor bile. Görüntü değişti, fakat Oğuz Karaslan'ın sesi arkadan gelmeye devam etti. Görüntüdeki kadını görünce benim dahi rengim atmıştı.
Evrim Arslan.
Ağzı bağlanmış, adeta bir hayvan gibi bağlanmıştı. Saçları dağılmış, ağlamaktan yüzü şişmişti. Dudaklarım aralanırken endişe ve telaşla ne yapabileceğimi düşünmeye başlamıştım.
"Araf Pakgör!" dedi Oğuz. "Bu videoyu izlediğin andan itibaren yalnızca on iki saatin var. On iki saat içinde kızımla beraber gelmezseniz," Bir silah, Evrim hanımın başına doğrultuldu. "sevgili kızımın üvey annesi ölecek. Ha, Nefes'siz gelirsen, Evrim hanım yine ölecek. Sadece Nefes gelecek olursa, Evrim hanım yine ölecek. Umarım yeterince açık olmuştur. Dilerse sevgili oğlum da gelebilir. Sizi bekliyor olacağım." Video sonlandı ve ışıklar yandı.
Gökhan'ın yanıma yaklaştığını göz ucuyla gördüm. "Kardeşimi duydun, Araf! Dağ evine gitmesi yalnızca dört saatini alıyor. Geriye kaldı sekiz saat. Nefes'e söylemesi," güldü. "kendinizce plan yapması falan derken epey zaman alacaktır. Ah, evet bir de uyku var tabi. Bence hemen şu an çık ve karının yanına git." Salondakilere baktı. "Diğerleri seni anlayışla karşılayacaktır! Öyle değil mi?"
Elimi enseme attım ve bastırırken gözlerimi yumup kendi zihnime kulak vermeye çalıştım. Ama aklım durmuş gibiydi! Lanet olası!
Hırs ve nefretle baktım. "Faruk!" diye bağırdım bir anda. Sesim o kadar gür çıkmıştı ki, bir an yankılanmıştı. "Alın bunu!" Gökhan kaşlarını kaldırdı. Yaklaşan adamlara şöyle bir bakıp sırıttı. "Yapamazsın, Araf. Oyun bitene kadar hiçbir Karaslan ferdine dokunamazsın."
"Bana kim engel olacak?" dedim öfkeyle kaşlarımı kaldırırken. Ona doğru yaklaştım. "Sen mi?"
"Kurallar belli. Buna yeltenirsen, herkes ölür. Kardeşim, yeğenim, karısı, diğer yeğenim- ki bu senin karın oluyor-, sen... Herkes. Bir anlık öfke harbine karını kurban etmeyi kabul ediyor musun?"
"Kim yapacak bunu?" dedim sinirden gülerken. "Bak bir etrafına. Buradaki herkesin bir lideri var. Güçlerinin toplandığı bir merkez var. Ben varım! Büyük Masa'nın lideri olarak, buna izin vereceğimi mi sanıyorsun sen?" Dişlerini sıktığını fark ettiğimde dudağımın kenarında sinir bozucu bir gülümseme oluştu. Ona biraz daha yaklaştım. "Sen bir et parçasısın, Gökhan. Bense girdiğin kafesin kralıyım." Sesimi yükselttim. "Seni paramparça ederim ve kimse de bana mani olamaz! Hesap dahi soramaz! Tek bir soru sorabilirler: Et parçasının aslan kafesinde ne işi varmış?"
Gökhan'ın çenesi daha da kilitlendiğinde dişlerinin neredeyse kırılacak kadar sıkıldığını anlamak zor değildi benim için. "Öyleyse dene." dedi. "Dene ve gör. Ama bunu yaparken şunu da unutma; kumar masasına yatırdığın, karının canı. Riske attığın, karının canı. Şimdi istediğini yap." Elim yumruk halini aldığında içimde dizginlenemez bir öfke vardı. Yumruğumu Gökhan'ın suratına geçirdiğimde birkaç adım sendeledi ve başı yana düştü. Bana karşılık veremezdi. Hiç değilse bu ortamda yapamazdı. Lidere saldırmaktan anında öldürülürdü. Gökhan aptal bir adam değildi, bunun farkındaydı. Bu yüzden nefretle bakmaktan öteye gidemedi. Sonrasında da salonu terk etti.
Söylediği bir şey doğruydu; ben karımın canını riske atmazdım.
Şimdiyse onun yanına gitmem ve olanları anlatmam gerekiyordu. Yağmur anne onu sarsmıştı, ama asıl anne acısını Evrim anne ölürse yaşayacaktı. Çünkü onu seven, bakan, büyüten, annelik yapan Evrim anneydi.
🩸
NEFES KARASLAN.
Suda elimi gezdirmeyi bırakmış, yıldızları izlemeye başlamıştım. Şehrin biraz dışında kalıyorduk, bu yüzden yıldızlar gözüküyordu. Her biri sanki bana göz kırpıyordu.
Annem ve Açelya beni oradan görüyorlar mıydı acaba? Peki Seçil? Ölmeden önce benden hiç nefret etmiş miydi? Hayalkırıklığı yaşamış mıydı? Yoksa zaten olacakları bildiği için hiçbir şey hissetmemiş miydi? Beni gerçekten arkadaşı olarak görmüş müydü, yoksa onun için sadece bir görevden ibaret miydim?
Ölenleri düşündüm.
Bebeğim onu koruyamadığım, hatta fark edemediğim için bile bana kırgın olabilirdi.
Dayım benden nefret ediyordu. Ben de ondan.
Yaren karısı da benden nefret ediyordu, ben de ondan nefret ediyordum.
Dedem beni seviyormuş, bense onu tanımıyordum bile.
Annem her şeyi göze alarak beni doğurmuştu, benden nefret edemezdi. Bense onu suçlamıyordum.
Açelya ise, onu öğrendikten sonra bir müddet daha yaşamıştı. Bu süreçte onun için yalnızca bir görev olmadığımı, kardeşi olduğumu hissetmiştim. Bana olan sevgisini en derinlerimde öyle bir hissetmiştim ki, aynı ana babadan doğsak ancak bu kadar iyi hissedebilirdim bağımızı.
Ama Seçil benim için kara bir boşluktu.
Mezarına sadece bir kere, Açelya aracılığıyla gitmiştim. Bir daha da gitmemiştim. Nasıl gidebilirdim ki? Hipnoz etkisiyle olsa dahi sonuç olarak onu öldüren bendim. Hayatla bağını koparan, o mezara girmesine neden olan bendim. Ben olsam beni görmek istemezdim.
Sırtımda bir hareket hissedince aniden irkilip arkama baktım. Abim omuzlarıma ince bir şal koyuyordu. Havanın estiğini hissedebiliyordum ama üşüdüğümü hissetmemiştim. "Üşümüşsün, Safinaz." Dedi gülmeye çalışarak. Belli belirsiz gülümseyip tekrar gökyüzüne döndüm. Yanımda durdu. "Tabi saçların kızılken daha Safinaz'dın ama olsun."
Saçlarım...
Saçlarım, kardeşimin saç rengine sahipti. Boyatalı bayağı olmuştu, dibim de gelmişti ama kuaföre gidip tekrar aynı renge boyamaya gücüm yoktu.
"İçten içe Açelya'ya ihanet ettiğimi mi düşünüyorsun?" Diye sordu bir anda. Duraksadım ve dönüp ona baktım. "Ne?"
"Eflin'den bahsediyorum." Dedi. "Onunla kağıt üzerinde evlenmiş olmam... Açelya'ya ihanet ettiğimi mi düşünüyorsun?"
Başımı iki yana salladım. "Hayır, senin bunu yapacağına inanmıyorum. Sana güveniyorum. Ben sadece Eflin'e tepkimi gösteriyorum. Sana aşık, abi. Sen ne yaparsan yap, ne söylersen söyle ister istemez umutlanabilir. Aşık bir kadının ne yapacağından hiçbir zaman emin olamayız. Peki sen? Öyle mi düşünüyorsun?"
Abim duraksadı ve gökyüzündeki gözlerini bana çevirdi. "Bilmiyorum." Dedi. Gözlerinin daha parlak göründüğünü fark ettiğimde dolduğunu anlamıştım. "Eflin'e elimi bile sürmedim, sürmem de. Yan gözle bir an bile bakmadım, bakmam da. Evet, onunla evlenmem absürttü ama bir nedeni var... Biliyor musun? Sana çok hastalıklı gelecek ama... Bugün seni kıskandım."
Şaşırarak baktım. "Ne için? Açelya'yı gördüm diye mi?" Başını salladı. "Hayal bile olsa... Ben de görmek, konuşmak, hissetmek isterdim. Ama inanıyorum ya, bir gün kavuşacağım ona. Ölüm var, sonuçta. Hepimiz bir gün öleceğiz. Ben anneme ve sevgilime kavuşacağım. Sen de annene, kardeşine, arkadaşına, bebeğine... Hayat böyledir." Onaylayarak başımı salladım. "Doğru. Fakat henüz daha erken, abi. Mücadele etmek için sebebim var. Pes edemem."
Abim sadece gülümsedi.
"Benim de."
Arka bahçeye kadar vuran far ışıklarını fark ettim. Ön bahçede hareketlilik ve biraz da gürültü vardı. Gergince abimle bakıştıktan sonra evin kenarından dolaşarak ön bahçeye ilerledik. Bir sürü araba vardı, kaşlarım çatıldı. Biraz daha ilerlediğimde Araf'ı gördüm. Eve gelmesi için saat daha erken değil miydi? Bir şey mi olmuştu?
"Araf?" Dedim sorgulayarak. Abim de yanımdaydı ve anlamaya çalışarak bakıyordu. Tamam, bu sefer benden gizlenen bir şey yoktu. Abim de afallamış görünüyordu çünkü. Malûm, Araf'la ikisi kankaydı ve birinin bildiğini diğeri de mutlaka biliyordu.
Araf çok gergin görünüyordu ve yüz ifadesi çok garipti. Usulca bana doğru yaklaşırken yanında sadece Cemal ve Faruk geldi. Diğer adamlar geride kaldılar.
"Neler oluyor?" Dedim ben de gerilmeye başlayarak. "Nefesim..." diye mırıldandığında kötü bir şey olduğunu anlamıştım.
Sanırım babamdan beklenen hamle gelmişti.
"Kim?" Dedim. "Veya neresi? Ya da ne? Babam kime, nereye ne yaptı?"
Abimin kolunun usulca arkama uzandığını gördüm. Sanırım düşüp kalmamdan korkuyordu, iyi olmadığımı düşünüyorlardı.
"Annen." Dediğinde bir an algılayamadım. Hangi annem?
"Evrim annen." Dediğinde tüm kaslarım kaskatı oldu ve Araf'a korkuyla bakakaldım.
"Evrim annen, Oğuz'un elinde." Dedi. "On iki saat süre verdi. On iki saat içinde ikimiz de o dağ evine gitmezsek öldürecekmiş." Geriye doğru adımlarken Araf'a dehşetle bakıyordum. "Ne?"
Evrim annemle daha bugün iş arasında telefonla konuşmuştum. Sık sık bu şekilde görüşüyorduk zaten. Furkan abim tayini çıkıp gittiğinden beri kendince yalnız hissediyordu. Eşiyle de arası iyi değildi. Bugüne kadar her ihtimali düşünmüştüm ama Evrim annemi kaybedecek olmak hiç aklıma gelmemişti.
İki annem vardı. Biri ölmüştü.
Diğerini de kaybedemezdim.
🩸
Duştan çıkmış, saçlarımı kurutmadan ıslak bir şekilde omuzlarımdan bırakmıştım. Üstüme uzun kollu ince bir bluz ve rahat hareket etmek için kumaş şort giymiştim. Spor ayakkabılarımı da giyip direkt aşağı uçtum. Takı, makyaj, hiçbir şey yoktu.
Hiç uyumamıştım. Doktorumun verdiği uyku açıcı ilaçlar ve kahveyle ayaktaydım. Abimle Araf bir iki saatliğine kestirirken ben ne yapabileceğime dair kafa patlatmıştım. Onlar uyandığında da duşa girmiştim.
Yemek masasında oturmuş tartışan dörtlüyü görünce yanlarına ilerledim. Abim, Araf, Cemal ve Faruk beraber plan tartışıyorlardı.
"Hayır işte!" Dedi abim. "Adamların yarısı bizimle gelmeyecek. Herhangi bir ihtimale karşı fark edilmeyecek kadar geri çekilip etrafı sararak bekleyecekler. Başlarına da Faruk ya da Cemal'i koyacağız. Zira şu an güvenebileceğimiz başka hiç kimse yok."
"Adam sayımız azalırsa güçlü durma şansımız da azalmaz mı?" Dedi Cemal. "Bir çatışma düşün. Onların adam sayısı bizden fazla. Diğer adamlar yetişene kadar siz sağ kalır mısınız?"
"Kalırız." Dedim bir anda konuya dalarak. Bakışlar bana döndü. "Oyunu hiçe sayarak karşı tarafı öldürmek yasak. Babam bunu yaparsa abisi ve kendisinin de öleceğini biliyor."
"Kaybedecek hiçbir şeyleri yok." Dedi Araf. "Kendi canlarını umursayacaklarını hiç sanmıyorum. Baksana, kız kardeşlerinin yasını bile tutmadılar. Yaren Karaslan onlar için hiç var olmamış gibi."
"Şu an Karaslan'ların mevcut bir gücü yok." Dedi abim. "Karaslan soy adına kayıtlı olan illegal tüm mal varlığı benim üstüme, legal mal varlığı da Nefes'in üstüne geçirilmişti. Nefes'le bir nevi takas yaptık ama her şey yine bize ait. Kendi adamlarından başka hiçbir şeye sahip değiller."
"Bu da kaybedecek hiç bir şeylerinin olmadığının bir göstergesi daha." dedi Araf. "Adam sayımızı azaltmak bizi yalnızca riske atar."
"Ama öte yandan hayat kurtarabilir de." dedim. "Diyelim ki onun değil, bizim adamlarımız fazla. Kaçmaya çalışacaktır. Kaçarken annemi de götürmek isteyecektir. Etrafı sarmış olan adamlarımız onları yakalayacaktır. Güçlerimizi birleştiriyoruz, Araf. Sadece senin ya da sadece benim yok. İkimizin de ekibi var."
"Sorun da bu ya, Nefesim?" dedi Araf tamamen bana dönerek. "Bilmiyoruz. Karşımızdakinin elini bilmiyoruz. Bu büyük bir kumar. Aramızdan birine ya da annene bir şey olursa dayanamazsın." Duraksadım ve bir anlığına birimize bir şey olduğunu hayal ettim. Ürperdiğimde Araf bunu fark etmişti. Derin bir nefes verirken ayağa kalktı. Bana yaklaşıp kollarının arasına aldığında sarılmadım ama ona yaslandım. Öfkem ve kırgınlığım geçmiş değildi. Ama annem tehlikedeyken yapacak başka bir şey de bilmiyordum. Korkuyordum, ona ihtiyacım varken soğuk yapmayacaktım.
"Biliyorum." dedi. "Nasıl hisler içinde olduğunu anlıyorum."
Anlayabilirdi. Babam onun ailesinin evini gecenin uğursuz bir saatinde yaktığında o daha küçük bir çocuktu. Hem kendi için korkmuştu, hem de seslendiğinde cevap vermeyen, gelmeyen annesi için korkmuştu.
Tüm bunları hatırlamak beni daha da sarsarken yüzümü göğsüne gömdüm. Her şeyi bu raddeye getiren, benim doğumumdu. Her şeyi bu denli büyüten ve korkunç hale getiren bendim. Ve belki de beni farkında olmadan onlardan kaçırıp koruyan, annelik yapan, büyüten, canından çok seven Evrim annem de benim yüzümden şu an acı çekiyordu. Ne haldeydi bilmiyordum. Babama ulaşamıyordum. Hiçbir şekilde.
Ben önceki hayatımda da sessiz sakin, asi bir kızdım. Evrim annemi bu yönümle çok zorlamıştım ama bir kere bile birbirimize sevgi eksikliği hissettirmemiştik. İkimiz de birbirimize çok düşkündük. Belki de gerçekleri, gerçek annemin kim olduğunu öğrendiğimde bu yüzden bu kadar dağılmıştım. Bu hayatta en çok bağlı olduğum ve sevdiğim kadının öz olmadığını öğrenmiştim çünkü.
Ona çok kötü davranmıştım. Çok öfkelenmiştim, kırmıştım, ağlatmıştım. Hem de Asaf Pakgör'ün gözü önünde de yapmıştım bunu.
Bugüne kadar yaşanan her şey zaten benim suçumdu. Ama bu son yaşananların benden başka sorumlusu yoktu.
Onların hayatını da mahvetmiştim. Düzeltmek de yine bana düşüyordu. Evrim annemi kurtaracaktım. Sağ salim kurtaracaktım ve onu buralardan kaçıracaktım. Eğer Hakan babamı da isterse onu da götürürdüm. Furkan abime de söyleyecek bir şey bulurdum. Zaten o beni anlardı, içinde bulunduğum aileyi biliyordu.
Evrim annemin beni kaçırıp sakladığı gibi, ben de onu kaçırıp saklayacaktım. Bunu hepsine borçluydum.
🩸
Araf'ın arabası bu araziye daha uygun olduğu için onunla gelmiştik. Önde ben, arkada abim oturuyordu. Aslında abim kendi arabasıyla da gelebilirdi ama 'bebeğine' kıyamamıştı. Neymiş, çamur olurmuş! Ya jantları çizilirseymiş! Ya arabanın altına taş kaçarsaymış! Ha bir de şu: Ya tekerler kayar da arabası şarampole uçar da hurdaya dönüşürseymiş! Evet, tek sorun arabasının hurdaya dönmesi, kendisini düşünmüyordu. Evden çıkmadan evvel pişirdiği sarmayı sıcağı geçince dolaba koymalarını da emretmişti. Ve bu konuda çok ciddiydi, dalga da geçmiyordu. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyordum.
Adamların yarısı etrafa dağılarak pusu kurmuşlardı. Diğer bir yarısı da bizimle beraberdi. Çevrede gezinen babamın adamlarını etkisiz hale getirerek eve kadar ulaşmıştık fakat araçtan inip girmemiştik henüz. Çok gergin hissediyordum ama bir yandan da tuhaf bir heyecan vardı. Bunu adrenaline yordum, zira şu an bolca salgıladığıma inanıyordum.
"Özellikle Nefes ve beni görmek istiyor." dedi Araf, abime hitaben. "Gelme, mi diyorsun yani?" dedi abim kaşlarını çatarak. "O herif bir yakınımıza daha zarar veremeyecek! O kana doymuyor olabilir, ama ben o kanları onun boğazına doldurmasını bilirim."
"Sakin ol, abi." dedim başımı çevirip ona bakarak. "Şu an fevri herhangi bir hareket annemi uçuruma sürükler. Dolayısıyla bizi de."
"Tamam, sakinim ben." dedi abim ama burnundan soluyordu. Gerçekten çok sakinsin.
Araf'la ikimiz arabadan indik ve beraber eve doğru ilerlemeye başladık. Fakat girişe çok yaklaşamadan kapı açıldı ve babam çıktı. Onu gördüğüm gibi yine gerilmiştim.
"Oo, kızımla damadım gelmiş!" dedi babam keyifle gülerek. "Vallahi tebrik ediyorum, tam zamanında geldiniz."
"Annem nerede?" dedim direkt.
"Mezarda." dedi babam ama bunu söylerken az önceki gibi keyifli değildi. Üstüne yürüyordum ki Araf kolumdan tuttu. "Sakin ol!" dedi babam alayla. "ÖZ annenden bahsediyordum."
Öfkeyle sesimi yükselttim ve tane tane "Annem! Nerede!" dedim.
Babam umutsuz vakaymışım gibi iç çekerek beni süzdükten sonra açık kapıdan içeriye doğru bir el hareketi yaptı. İki adam, ve tuttukları Evrim annemi gördüğümde gözlerim büyüdü. "Anne!?" Ağzını kapatmışlardı, saçları dağılmıştı ve ağlayarak bana bakıyordu. Başının hızlı hızlı iki yana salladı. Bir şey anlatmaya mı çalışıyordu?
Babam ellerini kumaş pantolonunun ceplerine sokup rahat bir tavırla ileri geri sallandı. "Çok etkileyici bir sahne, gerçekten."
"Ne istiyorsun!?" dedim babama dönüp. Araf'a dönmeden onu da işaret ederek "Geldik işte!" dedim. "Ne istiyorsun annemi bırakmak için!?"
"Zor bir şey değil." dedi babam. "Sana zeytin dalı uzatıyorum." Yüzüm buruştu. "Ne zeytin dalı? Bu şekilde mi!? Benim seninle savaşım ölsem de bitmez, baba! Ahirette devam ederiz!" Babam güldüğünde neye güldüğünü anlayamadım. "Ahirette yüzüme bakacaksın yani?" Bir an durup baktım. Hasta herifin tekiydi. Zamanında tedavi olmaması onu bu noktaya getirmişti.
Cevap vermediğimde konuyu değiştirdi. "Pekala! Üvey anneni bırakmamı istiyorsan, söylediğim şeyi yapacaksın." Amına koyayım, ben de ona bunu soruyordum zaten!
"Pakgör'ler- pardon, sadece tek bir kişi kalmıştı, değil mi? Araf'ı bırak ve ait olduğun yere, Karaslan'lara dön. Üvey anneni serbest bırakacağım." Donup kaldım. Onca şeye ve her şeye rağmen beni yine yanında mı istiyordu? Kocama ihanet etmemi nasıl bekleyebilirdi!? Açelya'ya!? Mezardaki anneme!? Abime!? En kötüsü de; kendime!?
Ben bunu düşünürken Araf sessizliğimi yanlış yorumlamış olacak ki "İnanma, Nefes." dedi. "Onun istediğini yapıp tarafına geçtiğin an öldürür anneni! Seni de özgür bırakmaz! O bodrum katındaki kafesi düşün! Seni oraya hapsedip psikolojinle oynamadı mı? Bunca şeyden sonra seni sadece kafese kapatmaz, daha kötü şeyler olur!"
"Damat!" diye bağırdı babam. "Kızımın kafasını karıştırma! Doğru seçimi o yapacaktır. Bırakacağım, dediysem, bırakacağım."
"Kes lan sesini!" diye bağırdı Araf da. "Amacını anlamıyor muyum lan ben!? Nefes kabul etse ben etmem! Onu sana vereceğime ölürüm daha iyi!"
"Öl o zaman." dedi babam sırıtarak. "Bence problem olmaz, hem de bu oyun saçmalığı sona erer. Evet, Nefes? Kararın ne? Geliyor musun yanıma, babacığım?"
Arkamızdan, arabanın hemen oradan bir bağırış geldi. "Başını alırsın!"
Abi... İki dakika oturamamıştı!
Babamın bakışları abime çevrildiğinde kısa bir an gözlerini kıstı. Bense gözlerimi ayırmadan pür dikkat ona bakıyordum. "Oğlum?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Bu ne sürpriz? Sen de mi geldin?"
"Ecelin olmaya geldim!" dedi abim ve Araf'la hemen aramızda, bir adım gerimizde durdu. Babam kahkaha attı. "O pek kolay değil, yalnız."
"Senin tarafına geçeceğimi sana düşündüren nedir?" diye sordum bir anda sessizliğimi bozarak. Babamın dikkati bana çevrildi. "Kayıpların, kızım." dedi. "O kadar kişi kaybettin ki... Bir kişiyi daha kaybetmeye dayanamazsın sen. Senden en önce kim vazgeçti, biliyor musun?"
"Evet." dedim. "Sen."
Babam duraksadı ve bir süre yüzüme baktı.
"Hayır." dedi. "Bu yaşına kadar benim yerime baba dediğin adam vazgeçti senden. Öz olmadığını öğrendiği an kayboldun sen onun gözünden de yüreğinden de." Bir an nefes alamadım. Doğruyu söylüyordu. Hakan babam bana çocukluğumdan beri mesafeliydi zaten. Sevgisini göstermezdi. Aslında sadece bana değil, Furkan abime karşı da öyleydi. Ergenliğe girdiğim zamanlarda da kavgalarımız artmıştı. Onlarca çığlık kıyamet kopmuştu bizim evden. O kadar kavga etmiştik ki, en sonunda sessizliğe bürünmüştük. Aramız düşmandan daha yakındı, ama baba kız olmaktan da uzaktı. O geceden sonra öz olmadığımı öğrendiğinde de bir daha yüzüme bakmamıştı. Tek kelime etmemişti. Ben evden çıkıp gittiğimde de bir kere bile arayıp sormamıştı.
"Onu çok seviyorsun." dedi babam. "Keşke benim babam da beni senin gibi sevse." Durdum ve gözlerimi kırpıştırarak bakakaldım. Bu cümleler nereden tanıdık geliyordu bana? "Babam bana değil sarılmak, yüzüme bile bakmaz. Sense geldiğinden beri sürekli gözümün içine bakıyorsun, halbuki sadece kızına benzediğim için. Kim bilir kendisine nasıl davranıyorsundur." Gözlerim irileşti.
O parktaki adam.
"Sen zaten benim kızımdın, Nefes. Hakan denen o adamla nasıl bir farkımız olduğunu sen daha iyi biliyorsun. O herif seni sevmedi, ama sen benim her zaman küçük bebeğimdin."
Beni manipüle ediyordu. Kanmamalıydım. Kanmayacaktım. İnanmayacaktım. Gözlerim niye doluyordu şimdi? İnanmamıştım ki! İnanmadım!
Bu, ona inanmamla ya da inanmamamla ilgili değildi. Dokunduğu yaramla ilgiliydi.
"Sen seni terk ettiğimi düşündün." dedi. Devam ediyordu. "Ama ben belki de seni hiç terk etmeyen tek kişiydim, Eda." Ürperdim. "Sana zarar gelmemesi için hiç yaklaşmadım ama hep uzaktan izledim, takip ettim, korudum. Söylesene, hangisi yaptı bunu benden başka?" Gözlerim hemen yanındaki anneme kaydı. Sessizleşmişti, sadece bana bakıyordu. Sakindi, suskundu. Bakışlarından anlamıştım, doğruyu söylüyordu. Yalan değildi.
"Sen bir baba olarak bana karşı olan sorumluluğunu gerçekleştirdin." dedim. "Bunun için benden alkış bekleme. Ve geçmişte benim arkamda olman, şu anda karşımda olduğun gerçeğini değiştirmez. Sen benden annemi aldın, Açelya'yı aldın. Abimden de annesini aldın, Açelya'sını aldın, çocukluğunu aldın, geleceğini aldın. Sen ondan hayatını aldın. Seni kendim için affetsem, abim için affetmem. Ve asla senin yanında durmam!"
Babamın sakin bakışları benden ayrılıp nemli toprağa düştü. Kabullenişle yavaşça başını salladı. "Anladım. Ama şunu da bil; ben senden nefret etmiyorum. Bu savaşın sonunda sadece ikimiz kalacağız. Çevrendekilere zarar vermem, seni sevmediğimi göstermez. Ben onları değil, sadece seni seviyorum." Sesi sertleşti. "Ve sevmediğim birine de merhamet gösterecek değilim." Adamlar bir anda annemi sürükleyerek götürmeye başladıklarında bağırdım. "Hayır!"
Babamın adamları üstümüze ateş açmaya başladıklarında özellikle abimle beni hedef almadıklarını fark ettim. Bizim adamlarımız da karşıt savunmaya geçtiğinde Araf'ı itip köşeye çektim. "Araf sakın bize siper olmaya falan kalkma." dedim hararetle. "Adamların hedefinde sadece sen ve adamlarımız var. Abimle bana özellikle dokunmuyorlar. Duydun mu beni? Babamın bu zaafı bizim lehimize!"
"Lehimize olabilir ama kör kurşun diye bir şey de var ya hani, karıcığım?" dedi yapay bir şirinlikle. "Sakın kendini ortaya atmaya kalkma!"
Göz devirdim. "Ben annemin peşinden gideceğim, Araf! Peşimden gelmeye kalkma bak, o tarafta ateş hattı daha büyük. Kaçmalarına yardım edecekler! Baksana, sayıca fazlayız!"
"Ne yani bahanen bu mu!?" Dedi öfkeyle. "Anneni kurtaracağız, Nefes. Baha'ya dediğini kendin yapıyorsun, fevri hareket etme şu an çıkamazsın buradan!" Burnumdan soluyarak etrafa bakarken evin arka tarafına doğru, duvarda küçük bir kapı gördüm. Arka kapıydı. Ve evin diğer tarafında da bahçeye açılan cam kapılar vardı. Evin arkasından kaçabilirlerdi. Bir an daha düşünmedim, vakit kaybetmek istemiyordum.
"Madem öyle, o zaman ben de içeriden dolanırım." Dedim ve Araf'ı atlatıp koşarak kapıya ulaştım. "Nefes!"
Kapı kilitliydi. Silahımı kilide doğrultup ateşledim. Kilit kırılırken bir tekme attım ve kapı içeri doğru açılıp duvara çarptı. Eğilip içeri girdim, burası bodrum katıydı. Koşarak merdivenlere ilerledim ve yukarı çıktım. Zemin kata ulaştığımda etrafa bakındım. Tam tahmin ettiğim gibi evin arkasında kalan cam bahçe kapısı açıktı.
Silahımı elimde hazır tutarak dışarı çıktım. Toprağa ayak bastığım gibi ayak izlerine baktım. Nemli toprakta ayak izi kalmış olmalıydı! Kaldı ki koştularsa daha çok ağırlıklarını vermiş olmalılardı. Annemin ayak numarası ve boyutunu biliyordum, dolayısıyla diğer ayak izleriyle karıştırmazdım.
Ön bahçeden kulak uğultadacak kadar silah sesleri geliyordu. Tek temennim Araf'ın ve abimin başına bir şey gelmemesiydi.
Ayak izlerinin gittiği yönü bulduğumda izlerini kaybetmemek için o yöne doğru koşmaya başladım. Kayalıklarla dolu tarafa değil, ormanın içine doğru gitmişlerdi.
"Nefes!"
Abimin sesini duyduğum gibi aniden durup arkama baktım. Peşimden geliyordu. "Abi!? Neden geliyorsun, Araf'ın yanında kal!"
"Araf'ı aldılar!"
Yüreğim ağzıma gelirken dehşetle abime bakakaldım. "Ne!?"
"Araf halleder. Üstelik Faruk'a haber verdim, destek olmak için geliyorlar, Araf'ı kurtarırlar. Biz de senin anneni kurtaracağız. Hadi koş!"
Araf'ın yanına dönmekle annemin peşinden gitmek arasında kalmıştım. Bir eve, bir ormana baktım.
Abim bana düşünme fırsatı vermeden elimden tuttu ve ormana doğru koşmaya başladı, onunla beraber ben de harekete geçtim ama ara ara dönüp eve bakmadan edemiyordum. Araf'a bir şey olmasından çok korkuyordum. Annemi kurtarmak isterken onu kaybedemezdim!
Abimle el ele koşarken ilerideki karartıyı gördüm. Sadece iki kişiydi, adamlar yoktu. Babam, Evrim annemle beraber koşuyordu.
Tüm gücümle "BABA!" diye bağırdım. Duraksayıp arkasına baktı, aramızdaki mesafe büyüktü. Önüne döndü, koşarken Evrim annemi resmen sürüklüyordu, Evrim annem onu yavaşlatıyordu ve biz yaklaşıyorduk.
Evrim annem düştüğünde babam durmak zorunda kaldı. Annemi sürükleyerek kaldırmaya çalıştı ama annem kalkmadı. Babam iyice öfkelenmişti. Bir bize, bir Evrim anneme baktıktan sonra birkaç adım geriledi ve silahını anneme doğrulttu.
Yanlarına çoktan gelmiştik ama durmak zorunda kaldım. Ani bir hareketim, annemin ölümüne neden olurdu. "Baba hayır!" Dedim.
"Neye hayır!?" Diye bağırdı karşılık olarak. "Sana bir seçim sundum! Sen kabul etmedin! Neden şimdi sıkmayayım ki kafasına!? Kaybedecek neyim var!?"
"Benden annemi aldın yetmedi mi!?" Diye bağırdı abim. "O senin kızın! Senin kızın! Hani uğruna sevgini benden esirgediğin kızın! Sahip olamadığın için bana nefret kustuğun kızın! Yapamazsın bunu ona!"
"Az önce söyledim." Dedi babam bana dönüp. Abimi duyuyordu ama onu dikkate almıyordu. Abim onun için yoktu. "Ben sadece seni seviyorum; bu senin değer verdiklerin ve sevdiklerini seveceğim anlamına gelmiyor. Sadece sana dokunmam, çevrendekilereyse acımam."
"Bu sevgi değil!" Dedim çileden çıkmış gibi. "Benden diğer annemi de alacaksan eğer, bu sevgi falan değil! Beni sevseydin acı çekmemi istemezdin!"
"Ben sana hep adım attım, Nefes! Şu an elini tuttuğun abin senden ölesiye nefret ederken, kolundan tutup evden atmak isterken ben engel oldum! Seni arkama aldım tüm aileme karşı durdum! Seni kazanmak için her şeye göz yumdum! Kimseye olmadığım kadar merhametli oldum ben! Bir tek sana baba oldum! Sen ne yaptın, Nefes? Hatırlasana hadi, babacığım? Bugün bunlar yaşanıyorsa sorumlusu ben değilim, sensin. Seni öldürmem, sana fiziki hiçbir zararı asla vermem. Ama vicdanının sesinden her gün, her gece acı çekmeni sağlayabilirim."
"Çekmediğimi mi sanıyorsun!? Her şeyin sebebi olmadığımı düşündüğümü mü sanıyorsun!? Baba ben siz benim hayatıma girdiğinizden beri uyuyamıyorum!" Babam duraksadı. "İki saat, bilemedin üç saat! Sonrası kâbuslar! Uyku ilaçları fayda etmiyor, hepsinin yan etkisini çekiyorum! Sabah akşam hep aynı şeyi düşünüyorum! O kadar çok düşünüyorum ki, düşünmemek için sürekli kendimi meşgul etmek istiyorum! Kâbus görmemek için, uyumamak için ilaçlar kullanıyorum ben artık! Kafamı işten kaldıramıyorum! Ben ne doğru düzgün eş oldum, ne evlat oldum, ne kardeş oldum, baba! Sen bana hâlâ vicdandan mı bahsediyorsun!?"
Babam gözlerimdeki acıyı okuyabildi. Yaşarken can çekiştiğimi görebildi. Yüzündeki tüm kaslar gevşedi ve silahın namlusu istemsizce annemden ayrılıp yeri buldu.
"Seni sevmediğimi, takıntılı olduğumu düşünüyorsun." Dedi. Sevgiyle kafayı bozmuştu, o cidden iyi değildi. "Aynı şekilde anneni de sevmediğimi... Her şeyin fazlası zarardır, ya hasta eder ya da delirtir. Ben aklımı, anneni kaybettiğimde yitirdim, seninle bulurum sandım ama birbirimize şifa olamadık, kızım. Beni son nefesinde bile affetmeyeceksin, içten içe sevsen de kabul etmeyeceksin. Beni sevsen bile nefretin hep daha ağır basacak. Ben kabullendim. Seni hiçbir zaman kazanamayacağım."
"Bunu çok erken fark etmedin mi sence de?" Dedi abim alay ederek. "Senin ne oğlun, ne de kızın var, Oğuz Karaslan."
Babamın bakışları ilk kez abime döndü.
"Kardeşini ne kadar seviyorsam seni o kadar sevmediğimi düşünüyorsun, değil mi?"
Abimle babamın yüzleşmesiydi bu.
"Seni de sevdim, Baha." Abim komik bir şey duymuş gibi gülmeye başladı. "Ta ki Yağmur anneme kadar, değil mi?" Babam donup kaldı. Yüzünde öyle büyük bir şaşkınlık vardı ki, silahı bile elinden düşüreceğini sandım bir an.
"Sen Yağmur'a anne mi diyorsun?" Dedi ama sesinde rahatsızlık yoktu. Aksine şaşkınlık ve biraz da mutluluk vardı.
"Onu kendi annem olarak gördüğüm için değil." Dedi abim. Bana baktı. "Onu doğuran bir kadın kötü birisi olamaz. Hem... Biz öz kardeşiz. Benim annem onun annesi, onun annesi benim annem." Abime sessizce bakarken gözlerim dolmuştu. Doğruyu söylüyordu. Annelerimizle babamız arasındaki mevzular bizi bağlamıyordu. Biz kardeştik, öz kardeş.
"Senin yüzünden hep onu suçladım." Benden bahsediyordu. "Odanda annesinin fotoğraflarını gördüm hep. Benim elimden annemin küçük bir vesikalığını bile alırken, onun annesiyle olan anılarını en değerli şeyinmiş gibi çelik kasada sakladın. Onun peşinden koşarken beni hep dövdün, baba. Bana vermediğin sevgiyi fazlasıyla ona verdin. Sen benim annemi aldattın, öldürdün. Ama onun annesi yaşasın diye kendi ömrünü feda etmeye hazırdın." Abim içini döküyordu ama elimi de bırakmıyordu. Şu an öyle düşünmediğini hissettirmek ister gibi sıkıyordu elimi.
"Onu hiç merak etmedim, gidip bakmadım, aramadım, sormadım. Sanki hiç yokmuş, senin tek çocuğun benmişim gibi davrandım. Ama günü geldi, amcam onu evimize getirdi, karşıma çıktı. Karşımdakinin Nefes olduğunu anlayamadım bile. Yağmur anne sandım başta, dondum kaldım, baba. Ölmedi de karşımıza çıktı, sandım. Amcam tanıttıktan ve ona dikkatli bakınca anladım o olmadığını." Bana baktı, gözlerinde pişmanlık vardı ama pişman olması için sebep yoktu. Haklı tepkiler vermişti, ben olsam ben de aynısını yapardım.
"Çok kıskandım." Dedi gözlerimin içine bakarak. "Uzakta olduğunda her şey daha kolaydı, kendimi daha kolay kandırabiliyordum. O kadar fazla acıtmıyordu. Ama yakınımızda, hemen gözümün önünde olunca aynısı olmadı." Tekrar babama döndü. Babam pür dikkat dinliyordu. "Onu, yani Nefes'i tanımaya başladıktan sonra düşündüğüm gibi biri olmadığını, sorunun tamamen sende olduğunu anladım. Nefes sevilmeyecek bir kız değildi." Güldü. "Hatta biliyor musun? Yer yer onu kendime bile benzettim. Sanki aynı anadan doğma kardeşmişiz gibi. Bu hayattan onun da memnun olmadığını, canının yandığını gördüm. O her annesinin toprağına sarıldığında ben kendimi gördüm, baba. Her ağladığında onun canını yakanları kendi ellerimle öldürmek istedim. Bana sarıldığında onu sarıp hiç bırakmamak, her şeyden korumak istedim. Olaylar büyümeden elinden tutup kaçırmak istedim, yapamayacağımı bilmeme rağmen." Derin bir soluk verdi. "Anlayacağın; aramıza nifak tohumu serpmeye sakın kalkışma. Seni o tohumla boğarım. Kız kardeşimden de, onun ailesinden de uzak duracaksın. Yoksa buradan sağ çıkamazsın. Derhal bırak o kadını."
Nutkum tutulmuş gibi öylece abime bakıyordum. Ne hissedeceğimi bilemiyordum ama derin bir mutluluk hissi vardı ondan yana. Hiçbir şey söylemedim ama karşılık olarak elini sıktım.
Benim arkamda abim vardı.
"Çok dokunaklıydı." Dedi babam. "Seni de sevdim, oğlum. Ama bu sevgi, annene kadardı. Annen ne zaman ki seni bahane ederek benden ayrılmayı kabul etmedi, sürekli seni ortaya sürüp gözüme soktu... O zaman kinlenmeye başladım ben sana. Herkes Yağmur'u suçladı ama asıl masum olmayan senin annendi. Seni bir evlat değil, bir koz olarak gördü sadece. Bana takıntılıydı, önce seni kullanıp binbir entrika çevirip benimle evlendi. Sonrasında da oyunları devam etti. Bizim aramızı bozan da, beni senden soğutan da annendi. Beni Yağmur'un canıyla tehdit edecek kadar ileriye gittiğinde ne yapmamı bekliyordun?"
Annemi çok düşünüyor olsaydın sikik bir hisse uğruna ondan vazgeçmezdin, diye bas bas bağırmak istedim ama sürekli başa dönmekten bıkmıştım. Şu an istediğim tek şey Evrim annemi bırakmasıydı. Abimin elini bırakıp Evrim anneme baktım. Bir şey yapacaktım ama ne yapacağımı kestiremiyordum. Yerden kalkmıştı ve ağzındaki kumaşı çekmişti ama babama ya da bize yaklaşamıyordu. Konuşmuyordu da. Sadece sessizce ağlıyordu. Acaba o gün beni hastaneden çaldığı için pişman mıydı?
"Her oyunun bir sonu vardır, kızım." Dedi babam. "Karaslan ve Pakgör oyununu bilemem de... Bizim oyunumuz sona erecek."
Babam silahını Evrim anneme doğrulttuğunda bir an bile düşünmedim. Anneme doğru koşup kendimi siper ederken silaha eşlik ederek ormanda yankılanan tek ses benim çığlığımdı.
"ANNE!"
Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Hiçbir şey hissetmeyişimi şoka yordum. Annem kollarımın arasında ve güvendeydi, onu kurtarmıştım.
Gözlerimi usulca araladığımda hayatımda hiç yaşamadığıma emin olduğum, bana yabancı olacak şiddette bir şokla bakakaldım. Gözlerim ve dudaklarım dehşetle aralanmış, nefes almayı bırakmıştım. Fakat öyle bir boşluktaydım ki, nefessizliğin ciğerlerime yaptığı baskı ve acıyı da hissetmiyordum.
Karla kaplı ormandaki bir kuyudan bahsetmiştim eskiden. Henüz birkaç ay öncesiydi, fakat bana seneler kadar uzun geliyordu.
Karanlık, sonu görünmeyen bir kuyu. Gittikçe genişleyen ve beni içine hapseden bir kuyu. O kuyuya Araf'la birlikte düştüğümü hissederdim. Sonrasında Araf gözden kaybolmuştu ve tek başıma düşmeye başlamıştım. Işık tamamen kaybolmuştu, göz gözü görmüyordu. Hissettiğim şeyse havaleye benziyordu. Ben sıcaktım, aşırı sıcaktım ama orası o kadar soğuktu ki, titriyordum.
Çukurun sonunun esfel olduğunu düşünmüştüm. Fakat sonu mevtti.
Öne doğru ne ara atıldığımı fark etmemiştim.
Abim kollarıma düşerken bense hâlâ dehşetle ona bakıyordum. Kaymaya başlayan gözleri beni bulduğunda gülümsemeye çalıştı. Dehşetten irileşmiş gözlerimden gözyaşları kendiliğinden dökülüyordu. Ellerim titriyordu, rüzgar bile esmiyordu ama ben çok üşüyordum.
Babamın silahından ateşlenen kurşun, abimi delmişti.
Abim bana siper olmuştu.
Babam abimi vurmuştu.
Ama onun da benden farkı yoktu. Benim annemin, abiminse benim önüme atlayacağını kestirememişti. Olanları tıpkı benim gibi o da idrak edemiyordu. Tıpkı benim gibi onun da elleri titriyordu. Sıkıca tuttuğu silahı elinden toprağa düşerken tok bir ses çıkarmıştı.
Dudaklarımdan fısıltı tonunda bir mırıldanma döküldü. "A...Abi."
Abim cevap veremedi ama gözünden bir damla yaş şakağından akıp dizime düştü.
"Abi sen de ölme." Dedim titreyen ağlamaklı sesimle. Yüzüm buruştu, gözyaşlarım arttı.
"Abi!" Dedim sesim yükselirken. "Sen de ölürsen ben kimsesiz kalırım! Abi yalvarırım dayan. Abi yalvarırım dayan. Abi lütfen!"
Annem de yanıma çökmüştü ve ince hırkasını çıkarmış, abimin yarasına bastırıyordu. O da en az benim kadar dehşetteydi ama soğukkanlılığını koruyabilmişti. Dönüp babama bağırdı. "Ambulansı arasana! Oğlunu vurdun! Oğlun ölecek, ambulansı ara!"
Oğlunu vurdun, oğlun ölecek.
"Abi!" Diye bağırdım bir anda bulduğum güçle. Gözleri kaymaya başladı. Hızla sarstım onu. "Uyuma! Abi uyuma! Abi dayan! Abi beni bırakma! Bırakma beni yalvarırım bırakma ben bununla yaşayamam abi yapma bana bunu!" Gözleri kapandı. Hıçkırıklarım arttı, neredeyse bağıra bağıra ağlıyordum. Annemin de ağladığını göz ucuyla gördüm.
"ABİ!" Çığlığım yankılandı, eko yaptı. Sesim her yere gitti ama bir abime ulaşmadı. Abim ilk defa bana cevap vermedi.
"Abi yalvarırım kalk! Abi sen de bırakma beni! Abi her şeyimi kaybettim zaten! Lütfen, yalvarırım! Ne istersen yaparım söz veriyorum!"
Annem çaresizce beni tutmaya çalıştı. "Eda!" Neden abimi bırakmıştı? Neden yarasına artık bası yapmıyordu? İnanamayarak ona baktım. "Neden bıraktın? Niye bıraktın, kan kaybediyor!" Annemi itip ben bastırdım hırkayı abimin yarasına. Hırka tamamen kana bulandı, kan ellerime de bulaştı. "Abim gitmez. Söz verdi bana. Söz verdi beni bırakmaz o!"
"Koruyamadım." dedi, ağlıyor muydu? "Kurtaramadım. Kaçıramadım! Sen de gitme. Yalvarırım sen de gitme." Gülmek istedim ama gözlerimden yaşlar boşaldı. "Gitmem." dedim. Serçe parmağımı uzattım. "Söz ver. Sen de gitmeyeceksin. Sen gitmeden ben gitmem." Serçe parmağını serçe parmağıma sardı. "Söz."
"Söz verdi." Diye sayıkladım. "Abim sözünü tutar. Benim abim verdiği sözü tutar."
"Nefes!" Araf'ın sesini duyduğumda başımı kaldırıp baktım. Kaşı patlamıştı ve kanıyordu, adamların elinden kurtulmuştu. Durdu. Abime baktı ve olduğu yerde donup kaldı. "Araf ambulansı ara. Ambulansı ara hastaneye gitmemiz lazım!"
Araf babamı itip yanıma geldi ve zorlukla abimin nabzına baktı. Yüzü kireç gibi olduğunda öfkelendim. Deliler gibi öfkelendim. Ayağa fırladım ve kolundan tutup benden beklenmeyecek bir güçle kaldırdım. Sonra da ittim. "Ne duruyorsun!?" Diye bağırdım. "Arasana ambulansı! Vakit kaybediyoruz, arasana!"
"Nefes..."
Tekrar ittim. "Sus! Ambulansı ara hadi!"
Kollarımdan tutup durdurdu. "Nefes nabzı durmuş!"
Durdum, gözlerim irileşti. Araf'tan kurtulup abimin yanına çöktüm ve kalp masajı yapmaya çalıştım. "Hayır... Bu işe yarayacak. Evet, yarayacak. Yaramasa neden böyle bir hareket olsun. Abim yaşayacak. Abim gitmez."
Araf narince omzuma dokundu. Sanki sert davranırsa kırılacak cam bir bardaktım. "Nefesim..." Omzumdaki elini itip devam ettim. İçimden sayıyordum. Lisede boşuna ilk yardım eğitimi vermemişlerdi, değil mi?
Tabi hiçbirinin sebebinin böyle bir anda kullanılması için olduğunu sanmıyordum ama olsun. Ne fark ederdi ki?
"Sevgilim." Dedi Araf çaresizce. Annem bir köşeye çökmüş ağlıyordu. "Soğumaya başlamış, çok geç..."
"Kapa çeneni!"
"Nefes-"
"SUS! ABİM ÖLMEDİ BENİM!"
"Eda." Annem ve Araf'tan farklı bir ses, bana eski kimliğimle seslendiğinde ellerim abimin göğsünde donup kaldı. Onun varlığını bile unutmuştum.
Babam.
"Eda... Abin öldü kızım."
Abim öldü.
Baha Karaslan öldü.
Gözlerimden öfke bir anlığına silindi ve yaşlar doldu. Yavaşça ayağa kalkıp babama döndüm. O da yere çökmüştü ve kıpkırmızı gözleriyle bana bakıyordu. Silahı hemen birkaç adım ilerisindeydi. Bana daha yakındı.
Neredeyse koşarak ilerleyip silahı yerden aldım ve ona doğrulttum. Annemin çığlığı, Araf'ın bana seslenişine karıştı.
Benimse gözlerimdeki tek duygu nefretti. Saf nefret.
"Abimi öldürdün."
Gözyaşları yanaklarına süzülüp uzamış ve hafifçe ağarmış sakallarına karışırken başını yavaşça iki yana salladı.
"Sen benim abimi öldürdün! Sen benden annemi aldın, kardeşimi aldın! Abimi de aldın benden! Sen neden yaşıyorsun!?"
"Eda... Yemin ederim bilerek yapmadım. Bir baba evladını nasıl öldürsün?"
"Benden her şeyimi aldın." Dedim cansızca. "Vedalaş, baba. Bu sabah ölen üç kişi var burada. Biri abim. Biri Eda. Diğeri de..." Sen demek üzereydim, silahı ateşleyecektim ki Araf kolumu itti. Silah patladığında kurşun, babamın kalbine değil karnına saplandı.
Araf'ın dengemi sarsmasıyla düşmek üzereydim ki kollarında olduğum için kolayca yakaladı beni. Ne ayaktaydım, ne yerdeydim.
Ben boşluktaydım.
Bir Mayıs sabahıydı.
Ben abimi kollarımda kaybetmiştim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro