50 | Zehirli Rutubet ve Yaşam Çiçeği
*Merhabalaar!
*Ciddi ciddi 50 bölüm olduk. Yayınladığım her bölümde finale daha da yaklaşıyoruz. Uzatmak için hiçbir şey yapmayacağım, kurgu en başından olması gereken neyse o şekilde devam edip bitecek. Yani uzatmak için ekstra yaptığım bir şey yok.
*Final tam bölüm olarak hazır değil, sadece tahmini bir bölüm sayısı verebilirim size: Yetmişleri görmeyiz.
*Arka planda çok yoğunum arkadaşlar. Hem okulla, hem ailemle hem de kitaplarımla alakalı bazı şeylerle uğraşıyorum. Taslakta yeni kurgularım da var, sürpriz de var.
Sürpriz YN'yle ilgili, ama ne olduğunu söylemek için henüz erken.
*Düzenlemeden bahsetmiştim, düzenlemelere çoktan başladım arkadaşlar. Zuhur'un düzenlemesi bitti, Esfel'deyim şu anda. Taslakta falan değil, bizzat düzenlenmiş haliyle güncelledim. Neredeyse hiçbir fark yok, bazı ufak tefek farklar belki.
Tekrar okumanızı gerektirecek hiçbir şey yok. Yeni sahne eklemedim, onları ancak kitap olursak yaparım.
Ay inşallah oluruz, dua edin ayol.
*Oy ve yorumları unutmayın, iyi okumalar 🩸
***
Farazi - Dobro Vecer
RAYE - Escapism
Çağan Şengül - Yansın
50. BÖLÜM
BAHA KARASLAN
Azabın sızısını bir insan yaşarken nasıl hissedebilirdi? Bunun için ölmesi ve sonsuzluğa erişmiş olması gerekmez miydi? Hepimize öğretilen bu değil miydi? Öyleyse ben henüz yaşarken- can çekişiyor dahi olsam- bu azap ateşini nasıl hissedebiliyordum?
Aynada gördüğüm suretim değildi, sonsuz derinlikteki bir ölüm kuyusuydu. Bense o kuyudaki kapkara rutubet lekesiydim. Kan tutsa gözükmeyecek kadar katran karası bir rutubetten ibarettim. Belki de rutubet değildim, beni buna inandırmışlardı. Lakin sonuç değişir miydi? Günün sonunda ben benim için yine bir rutubettim.
O kadar kötü kokuyordum ki, ölüm kuyusunda hayatta kalmak için mücadele eden o çiçeği kokumla zehirlemiştim.
Çiçeğimi benim hayatım zehirlemişti.
Kol düğmelerimde gezindi parmaklarım. Beyaz altından, ustalık işi işlemelerle bezenmiş minyatür birer çiçekten ibaretti kol düğmelerim. Normal şartlarda olsa Eflin'e haksızlık, belki de saygısızlık olurdu. Ama ben bunu onunla en başından konuşmuştum, kabul etmişti. Dolayısıyla beni alakadar eden bir durum yoktu.
Ne papyon, ne de kravat taktım. Üstten iki düğmemi açık bıraktım. Baştan aşağı siyah giyindim. O masada evet dediğim an bir, imzayı atıp evlendiğim ansa bin kurşun delip geçecekti yüreğimi. O yaranın lekesi görünsün istemedim. Tüm yaralarım gibi o yaram da bana gizli kalsın.
Tabi artık gizli değildi, kardeşimle aramızdaki bir sırdı.
Nefes yoktu, gelmeyecekti. Hoş, bunu ondan isteyemezdim de. Her ne kadar abisi olsam da, Açelya'ya ihanet olacağını düşünüyordu sanırım. Ben de öyle düşünürdüm. Bugüne kadar çok fazla sahte dostum olmuştu. Çoğunluğu yalnızca vakit geçirmek için benimle takılırken, bir kısmı da benden faydalanmak için yanımdaydı. Dostluğu tatmamıştım hiç.
Ta ki düşmanımın dostum olduğu o güne kadar.
Yaşıtlarımla takılmıştım, benden büyüklerle de takılmıştım. Ama gerçek dostumun benden üç-dört yaş küçük, ama zihin olarak iki beden büyük birinin olacağını bilemezdim. Kaldı ki bu kişi düşmanımızın oğlu olan Araf Pakgör'den başkası değildi.
Ona karşı ön yargılıydım. Buna en büyük sebepse elbette ailemdi. Araf'la hiç karşılıklı oturup birbirimizi tanımamıştık. Zaten kim düşmanını tanımak isterdi ki, amına koyayım? Buna da Nefes vesile olmuştu. İzmir'de, Cansu meselesi vasıtasıyla ilk kez Araf'la karşılıklı oturmuştuk. O günden sonra da karşı sandalyemde hep onu görür olmuştum. Benim için inanılır gibi değildi.
Kibirli, kendini bir bok sanan, yeni yetme bir çocuk olduğunu zannediyordum. Hatta belki de kardeşime oyun oynuyordu, onu aslında sevmiyordu. Düşman saftaydı ve onu parmağında oynatıp kandırıyordu.
Herkes bunu düşünürdü. Ama beni Açelya'mdan sonra saf aşka inandıran bir diğer şey de Nefes ve Araf'tı. İmkansızlığın tam ortasındayken gerçek aşkı ortaya koymuşlardı. Ne oyun, ne yalan, ne ihanet vardı. Her durumda, her şartta birbirlerini sevmişlerdi. Birbirlerinden vazgeçme noktasına gelseler bile bunu sürdüremeyip yine birbirlerine toslamışlardı.
Gerçekten imkansızlardı.
En başta kan bağları vardı- çocukları öyle kolay olamazdı, Nefes'in annesini Araf'ın babası evden kovmuştu, Nefes'in hayatını mahveden ve onu öldürmek için peşine düşen de yine Araf'ın babasıydı. Belki de Araf bilmeden Nefes'i defalarca kez ölüme, babasına yaklaştırmıştı. Bunun vicdan azabıyla yaşanmazdı. Nefes, Araf'ın babasını öldürmüştü. Dahası bu iki aile zaten ezelden beri düşmandı, kıvılcımlanan tek bir aşk olmuştu o da ölümle sonuçlanmıştı. Sayamadığım daha o kadar çok şey vardı ki... Tüm bunlardan sonra aşklarıyla galip gelmişlerdi.
İkisi de çok şanslıydı. Zira ben, tek soluk kaynağım olan çiçeğimi toprağa vermiştim.
Şimdiyse anlaşmalı bir evliliğe hazırlanıyordum. Birkaç dakika sonra evli bir adam olacaktım.
Kapı tıklatıldığında duraksadım. Beklediğim kimse yoktu, zaten kimse de gelmeyecekti.
Kapı açıldı ve en az benim kadar siyah bir adam girdi. Yorgun ve uykusuz gözlerine rağmen bana gülümsedi. "Benden habersiz mi evleniyorsun lan? Tü senin kalıbına." dedi elini bana doğru savurarak.
"Senin ne işin var, amına koyayım?" dedim şaşkınlıkla.
"İkinci ve son aşkımın son bekar dakikalarında yanında olmak istedim." dedi alayla. "Belki benimle son kez çılgınca şeyler yapmak istersin." Göz devirdim. "İşin boku çıktı, Araf. Hem sen izahat ver, gece neredeydin? Kardeşimin gözü yolda kaldı, it herif."
"Kardeşinin gözlerine kurban olurum ama önemli işlerim vardı."
"Niye haber vermiyorsun o zaman?"
"Ne diyeyim? Karıcığım senden habersiz masa lideri oldum, bana hazırlanan suikast Sadık Balaban'ı bulunca ben de CIA'e bürünüp şerefsizi aramaya başladım. Bunları senden sakladığım bir de üstüne profiterol bulamadığım için yüzüne bakmaya utanıp eve gelemedim, mi diyeyim?" Sıkıntılı bir nefes verdim. "En azından tek ayak üstünde kırk yalan atıp merakta bırakmasaydın."
"İnan bana ona yalan söylemektense merakta kalmasını tercih ederim, Baha."
Gülümsedim.
Birkaç dakika önce onlar hakkında düşündüklerim geldi aklıma. Nefes'i o kadar seviyor ve saygı duyuyordu ki, tek yalana tahammülü yoktu. Ama bilmiyordu ki, saklamak da yalan söylemekle eş değerdi. Nefes öğrendiğinde her türlü sarsılacaktı. Çünkü bu gerçeği kocasından değil de başkasından öğreneceği bariz belliydi. Araf'ı sikseler gidip de Nefes'e her şeyi anlatmazdı. Bir nevi o da onu korumaya çalışıyordu, anlaşılabilirdi.
Ama ben anlardım işte. Nefes anlamazdı.
Ayrılacaklarını sanmıyordum ama mesafe gireceğinden emindim.
Göt herif, illa kendini sakatlayacak bir durumun içine düşmeyi başarıyordu.
"Madem yalan söylemeyeceksin, dün gecenin hesabını nasıl vereceksin?" diye sordum gözlerimi kısarak. Omuz silkti. "Yalan söylemem ama eksik söylerim." dedi.
"Eksik söylemek de yalandır."
"Değildir."
"Sen bir kere sıçtın, Araf. Öyle kolay kolay toparlayamazsın." Gözleri boşluğa daldı. Sanırım cenaze törenini hayal ediyordu.
"Nikah şahidin var mı?" dedi durgun bir şekilde. "Artık var." dedim gülümseyerek. Ben onun nikah şahidi olmuştum, sıra ondaydı. Bu cümlemle kara bulutları dağıldı ve gülümsedi. "Hasiktir lan oradan." dedi şakayla karışık.
"Bu devirde her şey karşılıklı be Araf." dedim imayla. "Ben yaptım, sıra sende."
"Ödenmeyen borç kalmasın, diyorsun yani?"
"Aynen öyle."
🩸
NEFES KARASLAN
Kapı açıldığında direkt içeri girdim. Bu eve daha önce gelmemiştim ama iç güdülerimle sanki yolu biliyordum. Zaten her yalı gibi bu yalının da salonu açıktaydı. Kızıl saçlara sahip güzeller güzeli tanıdık kadını görünce saniyelik duraksadım ama burada olacağını zaten biliyordum.
Beni şahsen hiç görmemişti, sadece ismen biliyordu. Bu yüzden bana yabancı gözlerle bakıyordu. "Buyurun?" dedi ayağa kalkarken. Gerçekten de evin hanımı gibi duruyordu. Narin bir kızdı fakat çabuk ayak uydurmuştu.
Eski halime benzetiyordum. Sessiz sakin hayatımdan çıkarılıp silahların, kanın gövdeyi götürdüğü bir kuyuya atılmıştım. O kuyudan düşen kan damlasıydım.
Lakin artık kar tanesi yanımda değildi. Onu göremiyordum.
"Merhaba, Tuğba." dedim hafifçe gülümseyerek. "Görmeyeli daha da güzelleşmişsin." Afalladı. "Sizi tanıyor muyum? Affedersiniz, çıkaramadım." dedi karşıma geçerken. Boyu benden hayli kısa duruyordu. Rahmetli Furkan Duymaz'la benzerlikleri vardı.
Maalesef kocam öldürmüştü onu da.
"Sen beni sadece ismen tanıyorsun, güzelim." dedim samimi bir şekilde. Herhangi bir kendini beğenmişlik ya da alay yoktu. Hatırlamaya çalışır gibi kaşlarını çattı.
"Ercüment evde mi?" dedim direkt konuyu değiştirerek. "Ben bizzat onu görmek için geldim çünkü." Huzursuzlanarak beni inceledi. Soğuk bir şekilde "Yok." dedi. "Kim olduğunuzu derhal söyleyin, kocamla ne yapacaksınız?" Elimi havada salladım. "Ay yok, hiçbir şey. Sadece birkaç hesap göreceğim." Masadakilerin beni haberdar etmesini engelleyen bizzat Ercüment'in ta kendisiydi. Bunu öğrendiğim gibi de ziyaret etmek istemiştim. Onu, o yoksa da pek sevgili karısını.
"Madem yok, o halde geldiğinde bana haber verirsen sevinirim." dedim ve kartımı uzattım. Bu karttaki numara bizzat bana değil, Cemal'deki diğer telefona aitti. Benden önce onunla görüşebilirlerdi. Direkt bana ulaşmaları pek de mümkün değildi.
Parmaklarımın arasından kartımı alıp baktığında donup kaldı.
Kartta yazan ismi görmüştü çünkü. Eda Nefes Karaslan. Bizzat kendisini kaçırıp, abisini öldürten o kadın.
Kılına zarar vermelerine izin vermemiştim, lakin bu onun- haklı olarak- zerre umurunda olmayacaktı. Biri beni kaçırıp abimi öldürse şehri ateşe verirdim.
Gerçi doğru, bunu ben yapardım. Çünkü ben Nefes Karaslan'dım.
Tuğba şokunu kolay atlatacak gibi durmuyordu. Ne kadar güçlü dursa da o hala narin, kolayca kırılabilecek bir kızdı. İçinde olmaması gereken bir hayatın tam ortasındaydı.
"Görüşürüz, bebeğim." dedim ve arkamı dönüp çıkışa ilerledim. güneş gözlüğümü takarken beni bekleyen adamlarımla birlikte çıkışa ilerledik. Ercüment'in korumaları da yanımızdaydı. Bahçeden çıktıktan sonra peşimizi bıraktılar ve arabama bindim. Cemal'e dönüp bir bakış attım. "Plan tamam. Şimdi Ercüment'in kendi ayaklarıyla bana gelmesini bekleyelim, Cemal."
"Şimdi ne yapacağız?" Güneş gözlüğümü saçlarıma taktım. Bugün hava hayli sıcaktı. Allah'tan ceket almamıştım. "
"Şimdi hastaneye gidelim. Sadık abiyi bizzat ben göreyim, doktoru hemşiresi hepsini görmem lazım. Sonrasında iş sana düşüyor. Hastanenin güvenlik kameralarına bakacaksın. Şüpheli herhangi bir durumda görüntü alıp bana gönder. Şirkete gideceğim. İnşallah Araf oradadır da ağzına-" Duraksadım. "Pardon boş bulundum, geri al."
"Efendim canlı yayındayız." dediğinde gülmeye başladım. Siyasi espriler nedense hep daha komik geliyordu. "Cemal... Seni boşuna sevmiyorum."
❄️
ARAF PAKGÖR
"Peki siz, Oğuz oğlu Baha Karaslan. Eflin Erkoçer'i eş olarak kabul ediyor musunuz?"
Hayır, de, amına koyayım. Hayır, de! Çocuklarımızı düşün!
"Evet." dedi Baha. Sesi çok da yüksek çıkmamıştı ama kabul gördü. Yanımda Eflin'in bir arkadaşı oturuyordu ve hiç olmadığım kadar rahatsızdım.
Ben nikah masasına yalnızca karımla otururum, bu da ne böyle? Rezalet!
İmzalar atıldığında ve fotoğraf çekimi gerçekleştiğinde onlardan olabilecek en uzakta duruyordum. Çok çirkinlerdi. Tamam, tamam, objektif baktığınızda yakışıyorlardı. Ama ben Baha'ya Açelya'dan başka bir kadını yakıştıramıyordum. Aynı bana karımdan başka hiçbir kadının yakışmadığı gibi.
Ve karımın yanına da benden başka erkek yakışmazdı. Ne yakışması, amına koyayım? Yakışmasa bile olmazdı! Uzaktan da olmazdı!
Öhöm. Pek de kıskanç bir herif değilimdir aslında.
Cidden.
Telefonum çaldığında cebimden çıkarttım. Faruk arıyordu. "Evet?" dedim cevaplayarak. Salonun uzak köşesine doğru ilerlemiştim. "Abi yenge hastaneye gitmiş." dedi. "Cemal'i güvenlik odasına girerken görmüşler. Kamera görüntülerini istemiş."
"İstesin?" dedim gayet normal bir şekilde. "Zaten yokuz kayıtlarda, oğlum, neyden tırstın da beni arıyorsun?"
"Abi yengeyi tanıdım ben." dediğinde kaşlarım çatıldı. "Cemal de eski polis. Anlarlar oynama olduğunu." Aslında doğru söylüyordu. Şüphelenirlerse Nefes peşine daha çok düşecekti. Karımı biliyordum, gerekirse yurt dışından işinin en iyisini bulur yine de o görüntülere ulaşırdı. Dolayısıyla beni ve adamlarımı da görürdü. Ondan sakladığım bu sır, her geçen gün patlamaya daha da yaklaşıyordu ve ben karımdan korkuyordum.
Tabi bunu dışarıya gösterecek değildim.
"Abi bir de.." Gözlerimi yumdum. "Yine ne var, amına koyayım?"
"Ercüment Çamlı seni öğrenmiş." Durdum. Vücudum öfkeden kasılırken ne tepki vereceğimi şaşırdım. "Nasıl?" dedim sadece. "İmkansız, amına koyayım! Nasıl öğrenmiş!?"
"Bilmiyorum, abi."
"Bileceksiniz!" Diye bağırdığımda ve sesim salonda yankılandığında burada bulunan beş kişi de dönüp bana bakmıştı. Baha, Eflin, Eflin'in arkadaşı, fotoğrafçı ve yardımcısı.
"Beni zıvanadan çıkartma, Faruk! Hem Sadık'a saldıran piçi bulamadık, hem de kimliğim ortaya çıktı. Ercüment'i derhal paket ettir. Ben gelene kadar öldürmeden sorgulayın. Duydun mu beni?"
"Tamamdır, abi, hallediyorum." Telefonu direkt suratına kapattım. Salona yüzümü dönmeden önce iyice sıvazlayıp sakin kalmaya çalıştım.
Ne mümkündü, amına koyayım?
Az çok daha iyi hissettiğimde diğerlerine doğru dönüp ilerledim. Baha, bakışlarıyla ne olduğunu soruyordu. Ona sadece öfkeli olduğumu belli edecek şekilde baktım.
Bu saçma sapan çekim bittiğinde dördümüz kalmıştık sadece. Eflin bir şey sormadı, belki de çekindi ama umurumda değildi.
"Hayırlı olsun, kardeşim." Dedim Baha'ya sadece. Vedalaştığımızda istemeyerek oradan ayrılmak zorunda kaldım.
Telefonum çaldı.
Bir kötü haber daha gelirse-
Nefesim arıyor...
Bir anda afalladım. Bekletmeden anında cevapladım. "Sevgilim?"
"Eğer tam şu anda ağzına sıçıp ortalığı yıkmıyorsam bunun tek sebebi özel hayatımla gündeme gelmemek, Araf. Şirkette yoksun, gece gelmedin. Nerede ne bok yiyorsun bilmiyorum ama şimdi derhal eve gelmezsen büyük kıyamet kopartacağım."
Sesi son derece öfkeli geliyordu.
Alt dudağımı ısırdım. Sıçtık.
"Birazdan geleceğim, sevgilim. Sakin o-"
"Birazdan değil, Araf! Şimdi!" Gözlerimi yumarak nefes verdim. Lanet olsun.
"Tamam ama-" Suratıma kapattı. Kısa bir afallamanın ardından oflayarak arabama bindim. Kaderin cilvesi midir nedir, radyoda "Kendim ettim kendim buldum" çalıyordu.
Yol boyunca yalan söylemeden kendimi nasıl kurtaracağımı düşündüm durdum. Hastanede olduğumu söyleyemezdim. Hem kayıtları sildirmiştim, hem de neden orada olduğumu kurcalayacaktı bu sefer de. Şirkette olduğumu da söyleyemezdim. Patron oydu, orada olup olmadığımı kolayca öğrenebilirdi.
Eve geçmeden önce profiterol aldım.
Bahçe kapısından içeri girdiğimde Nefes'in benden önce geldiğini arabasından anlamıştım. Arabamı garajın önünde bırakıp eve girdim. Alt katta görünmüyordu. Profiterolü mutfağa bırakıp yukarı çıktım. Önce yatak odamıza baktım, orada da yoktu. Yatak odamızdan çıkınca çalışma odasının kapısının açık olduğunu fark ettim. İçeri girdiğimde karımı camın önünce buldum. Kollarını bağlamış, bahçeye bakıyordu. Kaskatı duruyordu, gerçekten çok öfkeliydi.
Hiçbir hizmetlinin duymaması için kapıyı kapatıp oldukça geniş odada ilerledim. "Sevgilim?"
Üstünde kırmızı uzun bir elbise vardı. Halter yaka elbisenin sırtı tamamen açıktı ve saçları toplu olduğu için dekoltesi net bir şekilde gözüküyordu. Ruju da kırmızıydı. Onu uzun zamandır bu kadar kırmızıyla görmüyordum. İlk günler sürekli kırmızı giyerdi fakat bu kendi isteğiyle olmazdı. Babamın bir oyunuydu. Karakter gelişimi tamamlanıp ruhu kırmızıya dönene kadar bedeninde taşıyacaktı bu rengi. İlk zamanlarda sürekli kırmızıya çekilmesinin sebebi buydu. Sonradan kırmızıdan uzaklaşmıştı çünkü artık ruhu kırmızıydı. Eda bir renk olsaydı bu renk yeşil olurdu. Nefes ise kırmızı, en koyu kırmızı.
Yanına gittim, arkasından sarılıp omzundan öptüm. "Neredesin?"
"İşim vardı."
"Ne işi? Şirkette değildin, Araf. Bunu biliyorum. Başka ne işin var senin?"
Ellerimi bedeninden ayırdım ve ceplerime sokup yerimde dikleştim. Camın yansımasından göz göze geldik. "Nefes benim tek işimin şirket olmadığını biliyorsun."
Güldü ve bana döndü. "Mafyacılıktan bahsediyorsan, sen sadece babanın işlerini yapıyordun, Araf. Baban öldü, senin yapacağın işi de kalmadı." Doğru söylüyordu. O sadece beni bir piyon olarak biliyordu. Babamın nasıl bir konumu olduğunu bilmiyordu, o öldükten sonra bana geçeceğini bilmiyordu. Onun gözünde babam, masada yeri dahi olmayacak kadar önemsiz biriydi. Öldükten sonra benim yapacağım hiçbir şey kalmayacaktı.
Keşke öyle olsaydı.
Onu yargılayamazdım.
Belki de şu an en doğru zamandı. Ona doğruyu söylememin en doğru zamanı. Ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü. İki sonuç da birbirinden beter.
"Araf!" diye bağırdı bir anda. Bağırmasıyla kaşlarım çatıldı. "Sana bir soru soruyorum! Neredeydin dün gece!? Ve ondan önceki günlerde! Hiçbir zaman söylediğin yerde değildin, sürekli yalan söyledin ve bana açıklama yapmadın. Aksine hep geçiştirdin! Bir haltlar karıştırdığını anlayabiliyorum ama benden neden saklıyorsun!? Neden benden sürekli bir şeyler saklıyorsun!? Benim seninle aylarım geçti ama senin benimle yılların var, Araf. Hiç mi güvenini kazanamadım ben senin? Beni bu kadar merakta bırakmaya ne hakkın var senin!?" Bir anda ittiğinde beklemediğim bir şekilde çok güçlü itmişti. Birkaç adım gerilemek zorunda kaldım.
"Ben senin karın değil miyim!? Biz evli değil miyiz!? Bu ev bizim yuvamız değil mi!? Neden beni yuvamızda yalnız bırakmanın açıklamasını yapmıyorsun!? Sen böyle yaptıkça her geçen gün daha da dibe battığımızı görmüyor musun!?"
Dün gece eve neden gelmediğimi sakladığımda bu kadar çıldırıyorsa, ondan asıl sakladığım şeyi öğrense ortalığı nasıl yıkacaktı? Belki de bağıra bağıra yuvamız dediği bu evi biz içindeyken yakıp kül ederdi. Belki beni bile öldürürdü, gözü dönünce her şeyi yapabilirdi.
Üstüne bir de bu gerçeği abisinin de bildiğini öğrenirse?
"Kafana silah dayayıp seni konuşturacak değilim." dedi. "Son kez soruyorum, sonrasına ben karışmam; dün gece neredeydin?"
🩸
NEFES KARASLAN
Benden her seferinde bir şeyler saklaması ve benim de her seferinde bunu en kötü şekilde öğrenmem, tarihin tekerrür etmesi değil miydi?
Ben onun karısıydım, eve gelmeyecekse bile beni bilgilendirmesi gerekmez miydi?
"Son kez soruyorum, sonrasına ben karışmam; dün gece neredeydin?" Gözleri arkamdaki pencereye kaydı. Ben inatla bir cevap bekleyerek onu izlerken, o bir süre dışarı baktı. Sonrasında derin bir nefes alıp bana döndü. Gözlerinde tuhaf bir ifade vardı. Bu ifadeyi günlerdir onda görüyordum ve bir kere bile söküp atamamıştım.
Aldattığını düşünmüyordum, hatta aklıma bile gelmemişti. Bir şey saklıyordu. Yine. Yine. Ve yine!
"Baha'ylaydım." dediğinde donup kaldım. Yüzümdeki öfkeli ifade bile sendeledi ve dondu. Ellerim uyuştu, ona bakakaldım. "Bana ihtiyacı vardı ve onunlaydım. Sana söylemeye fırsatım olmadı. Sonrasında da açık pastane bulamadığım için gelmedim. Çünkü ilk defa benden eve gelirken bir şey almamı istedin, profiterol aradım sabaha kadar. Sabah da işim çıkınca işte... Neyse! Duydun işte."
Baha'ylaydım?
Abim dün gece evdeydi. Beraber ağlamıştık, beraber sarılıp uyumuştuk.
Araf bana ayan beyan yalan söylüyordu.
Araf, donmuş bir şekilde ona bakışımı izledi. Sonrasında şüpheyle kaşları çatıldı ve başını eğdi. "Nefesim?" Yutkunup başımı salladım. Sakin, hatta inanılmaz sakin bir şekilde "Neden bunu daha önce söylemedin?" diye sordum. Sonra güldüm. İşkence gibi geldi. "Neden beni merakta bırakıyorsunuz, Araf? Abimin de alacağı olsun! Hiç mi demedi 'lan evli barklı adamsın ara da haber versene karına' diye?"
Yalanla ihanet eş değerdi.
Araf, gözlerimin içine bakarak söylediği bu yalanla güvenime ihanet etmişti.
"E sen de hiç aramadın, sevgilim?" dedi gülümsemeye çalışarak. Ama o benden daha kötü bir oyuncuydu. Yalan söylediğini hissettiriyordu.
Kocaman güldüm. Neredeyse kahkaha attım.
"Dizi izlemeye dalmışım, fark etmedim. Hem gelmeyecek olan sensin, senin haber vermen lazım."
Kolunu sırtıma uzattı ve kendisine çekip sarıldı. Yüzümdeki gülen ifade solarken dişlerimi sıktım. Ağlamak istemiyordum.
Sesli ve derin bir nefes alarak geri çekildim. "Neyse! Senin işlerin vardır, git sen." Merakla yüzüme baktı. "Emin misin? İyi miyiz?" Zor. "Tabi iyiyiz." dedim gülümseyerek. Uzanıp yanağından öptüm. "Mesele kalmadı, git hadi." Bir süre daha durup ifademi inceledi ama hiçbir şey göremedi. Saçlarımdan öpüp gittiğinde çalışma odasında yalnız kaldım. Kapıya sırtımı dönerek bahçeye baktım. Kolumu cama, alnımı da koluma koyup gözlerimi kapattım.
Başım ağrıyordu. Öyle bir şeydi ki, çekiçle kafama vurma isteği yaratıyordu. Yüzümü buruşturarak köşedeki içki şişesine ilerledim. Araf'ın huyuydu, tepesi atınca bir şeyler içerdi. Bu yüzden çalışma odasında, yatak odamızda ve salonda içki şişeleri vardı.
Eskiden olsa dan diye kafama vururdu. Ama aylar öyle bir içimden geçmişti ki, neredeyse alkoliktim.
Üçüncü bardağı devirdiğimde kapı çaldı. "Gel!" dedim diğer bacağımın üstüne attığım bacağımı indirirken. Büyük ihtimalle Ercüment'ti. Bekleyeceğim başka biri yoktu. Araf gitmişti, abimse evlenmekle meşguldü. Açelya zaten ölmüştü.
Güldüm.
Kapı açıldı ve gelen hizmetliye keyifli bir şekilde güldüm. "Efendim?"
"Nefes Hanım, Ercüment adında bir bey geldi. Sizi soruyorlar." Aradığımı bulmuş gibi gözlerim parladı. "Şahane!" dedim çöktüğüm koltuktan kalkarken. Hizmetlinin yanından geçerken göz kırptım. "Bugün çok güzelsin." Kız şaşırdı ama sonra gülümsedi. "Teşekkür ederim."
"Sen kendine bir kahve yap bahçeye çık, güzelim." dedim. "Biraz dinlen, kafa dinle. Sosyal medyada falan gezin. Hatta kulaklık da tak." Hizmetli kız daha büyük şaşırdı. "Ta-tamam, Nefes Hanım."
"E hadi?" dedim elimle işaret ederek. Benden önce indi ve kahvesini hazırlaması için bir süre bekledim. Aşağı indiğimde kimse yoktu, sadece salonda Ercüment ve Cemal vardı.
"Oo kimleri görüyorum!" dedim son basamağı da inerken. Sesimi duyduğunda öfkeyle bana döndü. "Seni öldürürüm!" diye bağırarak üstüme gelirken Cemal onu yakalayıp ittirdi. Silahını çıkartıp ona doğrulttu. Ercüment'in bu bağırışıyla bahçedeki adamlardan da eve girenler vardı. Ercüment'in adamları ise tek tek avlanmış, hareket etmeleri engellenmişti. Ercüment yalnızdı.
Onlara doğru ilerlerken Cemal'in omzuna iki kez vurdum. "Sakin ol, koçum." Ercüment'e baktım. "Benim evimde beni öldürmeye cesaret edecek değil ya? Yemez zaten, şaka yaptı, şaka."
"Benim evime gelip benim karımla nasıl konuşursun sen!?" Yapay bir şaşkınlıkla iç çekerek baktım. "Hi, niye? Yasak mı yoksa?"
"Yasak!"
"Hadi canım!" dedim. "E niye baştan söylemiyorsun, Ercüment 'çiğim. Hem karını tanıyorum ben zaten. Bi ziyaret edeyim ayıp olmasın, dedim. İnsanlık öldü mü?"
"Sen öleceksin sen! Bırakın lan beni!" Elimi kaldırdım. "Bırakın." Ercüment'i derdest eden adamlarım onu bıraktıklarında yaka silkip öfkeyle bana baktı. "Ona bir daha yaklaşmayacaksın. Değil ona, evimin on metre yakınına gelmeyeceksin!"
"Oo anlaşma kısmına ne çabuk geçtik ya?" dedim alayla. "Madem öyle, ben de sıralayayım isteklerimi;" bir anda ciddileştim. "Haddini bileceksin. Sen kimsin de beni yok saymaya cüret edebiliyorsun? Masadakilere durumun bana bildirilmemesini söylemek de ne demek!? Sen kimsin!?" Yaklaştım. "Bu sana son ikazım, Ercüment. Tekrarı yaşanırsa, senin başına geleceklerinin bin mislini karın yaşar."
"Karımın adını ağzına alma!"
"Eh bu ne be!?" dedim huysuzca. "Sen de ne hanımcıymışsın! Karının zaafın olduğunu bu kadar belli edersen yakın zamanda onu senden alırlar, emin ol. Süs köpeği gibi havlamayı kes!"
"Bana hiçbir bok yapamazsın!" dedi bu sefer okları kendisine çevirerek. "Öyle mi? Nedenmiş o?" dedim rahat bir şekilde kollarımı bağlayarak.
"Kocana sor." dedi bu sefer o alayla gülerek. Yüzümü buruşturdum. "Kocam ne alaka?"
"Sen sor." dedi gülmeye devam ederek. "Söylerse söyler." Göz devirdim. "Oyun mu oynuyorsun benimle, amına koyayım?"
"Oynayan ben değilim." dedi.
"Kocam mı?" dedim sıkılmış bir şekilde. "Eline yüreğine sağlık. Az bile." Araf benden her ne saklıyorsa bunu Ercüment de biliyordu. İşte bu cidden can sıkıcıydı.
Kollarımı çözdüm. "Yeter bu kadar tatava. Bunun tekrarı olmayacak, Ercüment. Eğer bana tekrar saygısızlık edersen, hele ki masada! Bedelini karınla ödersin. Sonra yine yaparsan, bu sefer de kendi canınla. Bilmem anlatabildim mi? Şu saçma sapan hal hareketlerinden vazgeç kardeş kardeş geçinelim! Ha sen zorlayacaksan, ben de zorlarım. Ve ben zorlamayı çok severim."
"Bilirim." dedi. "Kendi ailesini katleden birisin sen." Yumruklarımı sıkma isteği doğdu ama buna engel oldum. Arkamdaki çekmeceden gümüş rengi silahımı çıkardım. "Doğrudur." dedim ve ona döndüm. "Kendi aileme acımadım," Çünkü acımaya değecek insanlar değillerdi. Hepsi it sürüsüydü. "Sana hiç acımam." Silahımı doğrulttuğum gibi topuğuna sıktığımda adamlarım sayesinde kaçamamıştı. Acıyla bağırarak yere çöktüğünde ona yaklaşıp tepesinde dikildim.
"Ne diyordun? Sana hiçbir bok yapamaz mıyım? Öyleyse neden şimdi yerde inliyorsun, Ercüment?" Rahat bir nefes verip başımı kaldırdım ve adamlarıma baktım. "Neyse. Ne de olsa ben vicdansız bir kadın değilim. Çok merhametliyimdir. Ercüment Bey'i evine bırakın. Mümkünse en çok trafik olan yollardan gidin, otobandan geçmeyin. Paranıza yazık." Ercüment'e döndüm. "Görüyorsun değil mi? Hem kendi adamlarıma hem de sana kıyamıyorum. Masanızda benim gibi bir kadın var hala havlıyorsunuz. Alın bunu." Adamlarım, Ercüment'i götürürlerken hala tehdit savuruyordu fakat umurumda değildi.
Şu an umurumda olan tek şey, kocamın kırdığı kalbimdi.
🍁
BAHA KARASLAN
Zile bastım.
Elini tutuyor olduğum kadın- Eflin- o kadar gergindi ki, elinin titreyişini hissedebiliyordum. Haklıydı, gergin olmalıydı da zaten. Çünkü gerçekten kıyamet kopacaktı.
Gelinliğini çıkarmış, yerine lacivert, şifon bir elbise giymişti. Elbise fırfırlı ve V yakaydı. Beline oturuyordu, kısa eteği pileliydi. Tam yaşını gösteren bir elbiseydi ve ona yakışmıştı.
"Benimle olmak istiyorsan kabullenmek zorunda olduğun şeyler var, Eflin." Demiştim iki yıl önce, birlikte olmadan önce. "Bir, hiçbir zaman şu kapıdan senin elini tutarak girmeyeceğim. Hiçbir zaman birlikteliğimizi duyurmayacağız. Ve hiçbir zaman seninle evlenmeyeceğim."
"Neden?" Demişti alayla. "Hizmetçi olduğum için mi?"
"Mesleğin benim umurumda değil, Eflin. Kimseyi işiyle yadırgamam. İlişkimize hiçbir zaman müsaade etmezler, engellemek için her şeyi yaparlar. Seni öldürürler bile. Huzurlu olmak istiyorsan her şey gizli ve gayriresmi olacak."
Kaderin ironisi. Asla dediğim şeyi yapıyordum. Eflin'in elinden tutmuştum ve eve giriyorduk. Dahası, birkaç saat evvel evlenmiştik.
Bir fark vardı; ondan etkilenmiyordum, hoşlanmıyordum.
Benim ilk, tek ve ölüme kadar sürecek olan aşkım Açelya'ydı.
Yarım kalan sevgilim.
Kapı açıldığında Eflin'in de iş arkadaşı olan hizmetlimizle göz göze geldik. Bizi gördüğünde şaşkınlıktan gözleri kocaman olmuştu. Arkadan bağırış sesleri geliyordu. Yine ne oluyordu, amına koyayım?
Eflin'le bir an birbirimize baktık. Bu sesler, onun daha da korkmasına neden olmuştu. Onu telkin edecek hiçbir şey söylemedim.
İçeri girdiğimde Eflin de benimle beraber ilerlemek zorunda kalmıştı ama bir-iki adım arkamdan geliyordu.
Amcam ve babam karşı karşıyaydı ve birbirlerini öldürmek üzere gibi duruyorlardı. Öyle ki bizi fark etmediler.
"Bugüne kadar yapmadım ama andım olsun yaparım, Gökhan!" Diye bağırdı babam. Abi, demedi. İsmiyle hitap etti.
"Geri zekalı kardeşim! Kız sana neler yaptı sen hâlâ onun derdindesin! Gözün kör senin, kör! Biz onu öldürmezsek o bizi öldürecek, görmüyor musun!? Günden güne daha da güçleniyor! Evimizi patlatmış evimizi!"
Babam onu duymuyordu.
"Kızımın katli için seninle el sıkışmam, Gökhan! O elini kopartırım! Duydun mu beni!? Hep arkasından iş çevirdin, sustum! Ama bu sefer çok ileri gittin! Onun canı benim canım!"
"Öyleyse önce seni öldürmem gerek, kardeşim." Dedi amcam alayla.
Babam ağzını açmıştı ki göz ucuyla bizi fark etti. Sonra tamamen döndü. Onun bakışıyla amcam da bize döndü.
Babam yalnızca bana ve Eflin'e bakarken, amcam ikimizi de süzdü. Önce ellerimize, sonra Eflin'in parmağındaki yüzüğe baktı. Kaşları çatılırken önce ona, sonra bana çevirdi bakışlarını. "Ne yaptınız siz?" Dedi sakin bir sesle. Ama gözleri hiç de sakin değildi, öfkeyle alev alev yanıyordu.
"Biz evlendik." Dedim kısa ve net bir şekilde. "Eflin benim karım, bu evin de hanımı. Bir hizmetçi değil. Dilenci değil. Size boyun eğmek zorunda olan hiç kimse değil. Sizinle denk, eşit."
"Ne saçmalıyorsun sen!?" Diye bağırdı amcam aniden. Eflin irkildi ama tuttuğum elini sıktım. "Kime sordun da verdin bu kararı!?"
"Kimseye!" dedim ben de bağırarak. "Kimseye hesap vermem, izin almam! İstedim, oldu! Siz de saygı duymak zorundasınız!" Güldüm. "Ne o? Ceza mı vereceksin bana? Arabamı mı alacaksın? Ya da kartlarımı? Üzgünüm amca, ama ben büyüdüm. Her şeyiniz bana ait!"
Babam sessizdi.
"Sen iyice haddini aştın!" dedi amcam. Sonra Eflin'e döndü. "Sanırım seni fazla hafife almışım! Çok merhametli davrandım! Direkt öldürmem gerekirken ben ne yaptım!? Sana bir şans verip yolladım!" Babama döndü. "Tabi benim sevgili, çok vicdanlı, yufka yürekli kardeşim dayanamadı! Seni tuttu tekrar getirdi! Ne kadar arsız, yüzsüz, onursuz, gurursuz bir kadınsın se-"
"AMCA!" Kükrer gibi bağırışım, evde yankılandı. "Karımla doğru konuş! O senin çalışanın değil! Bir Karaslan! Ailenin gelini! Halama, kardeşime, anneme yapmadığın saygısızlığı ona yapamazsın! Aksi halde sonuna ben karışmam!"
"Ne yaparsın?"
"İnan bana; beni çizgimden çıkarırsan, kardeşimden daha aşağısını yapmam." Eflin'in elini bırakıp amcama yaklaştım. Aramızdaki mesafe oldukça azaldı. "Seni bitiririm."
Amcam gözünü ayırmadan bakmaya devam etti. "Sizin hakimiyetiniz bitti." dedim. "Oğuz ve Gökhan kardeşlerin," derken babama baktım, sonra tekrar amcama döndüm. "hakimiyeti sona erdi. Elinizde kalan güç, sizi buradan banyoya bile götürmez. Baha ve Nefes devri çoktan başladı bile." Amcama hitaben küçümseyerek güldüm. "O götünden ayrılmadığın, girebilmek için her boku yediğin büyük masa var ya amca? Ben üyesi olmadan, o masanın gücünü arkama aldım. Sakın ha bir daha beni ya da karımı ezmeye kalkışmayın. Hepinizi inim inim inletirim."
Amcam şaşkın görünüyordu. "Ne?" Sonra güldü. "Nefes mi vesile oldu?"
"Aksine, haberi bile yok." dedim. Bilinmezliğe düştüler. Arkamda kimin olduğunu merak ettiler. Ama hiçbir zaman akıllarına gelmeyecekti, öğrenemeyeceklerdi.
"Koltuğun da gücün de sende kalsın. Ben sadece istediğim anda benim için orada olmanı istiyorum. Ne olursa olsun. Kabul ediyorsan ben de kabul ederim." Araf bir süre yüzüme baktı. Kafasında tartıyor olmalıydı. Çünkü 'ne olursa olsun' çok geniş bir kavramdı. Eğrisiyle doğrusuyla düşünmek istemesi kötü bir şey değildi.
"Tamam."
Ben, artık o pasif Baha değildim. Babasından dayak yiyen, amcasıyla sindirilen, aklı bir karış havada, yalnızca içip eğlence düşünen Baha Karaslan değildim.
Ben, onlarca yıllık Karaslan soyunun sonuydum. Zira bir çocuğum hiçbir zaman olmayacaktı.
Finali ve kapanışı ben yapacaktım.
❄️
ARAF PAKGÖR
Şirkete gelmiş, dosyaların arasına gömülmüştüm ama bir türlü odaklanamıyordum.
Nefesime yalan söylemek zorunda kalmış olmaktan nefret ediyordum. Bu durum, sırtımda bir yüke dönüşmüştü ve zaten kambur olan sırtım, daha da kamburlaşmış gibi hissediyordum. Yüzüne bakmaya utanıyordum. Yalanım ortaya çıkarsa ne yapardım onu da bilmiyordum.
Dahası hemen arkamdan Ercüment eve gelmişti. Ben onunla karşılaşmamıştım, adamlarım haber vermişti. Ben de paket etmeleri emrini geri çekmiştim. İçeride her ne olduysa Nefes, Ercüment'i vurmuştu.
Ercüment, kim olduğumu biliyordu. Nefes'e söylemiş olma ihtimali kaçtı?
Kapı çaldı ve Deniz girdi. "Araf Bey, Baha Bey geldiler."
"Gelsin." dedim elimdeki kağıtları bırakarak.
Deniz çıktı, arkasından Baha ve Eflin girdiler. Eflin'i görünce bir an duraksasam da toparladım. Karşıma oturdular. "Ne oldu?" dedim Baha'ya dönüp. Canı oldukça sıkkın görünüyordu. "Gittiniz mi eve?" Başını salladı. "Gittik. Babam bir şey demedi ama amcam köpürdü."
"Baha da kükredi." dedi Eflin hafifçe gülümseyerek. "Onu ilk defa aile bireylerinin önünde dimdik dururken gördüm. Susmadı, kendini bastırmadı. Beni de kendisini de korudu."
Çünkü kaybedecek hiçbir şeyi yoktu.
Baha'ya takılabilirdim ama keyfim sıfırdı. Bu yüzden sadece gülümseyip baş sallamakla yetindim. "Ne diyeyim... Mutluluklar."
"Dalga mı geçiyorsun, amına koyayım?" dedi Baha gergince. Göz devirdim. "Ne diyeyim? Bu durumda söylenecek söz var mı sence?" Burnundan soluyarak sessiz kaldı. Eflin de sessizdi.
Açelya'dan sonra Eflin'le Baha'yı yan yana oturtamıyordum. Olmuyordu. Hiç kimse onun yerini tutamaz gibi geliyordu. Sanırım gerçekten de öyleydi.
"Senin neyin var?" dedi Baha ruh halimi fark ederek. Oflayarak geriye yaslandım ve boynumu çıtlattım. "Nefes'le konuştuk. Haklı olarak çok öfkeliydi. Bi seçim sundu."
"Ne seçimi?"
"Ya söylersin, ya da karışmam, dedi." Yüzünü buruşturdu. "Nefes bunu dediyse durum ciddidir. Ne yaptın kıza da bu kadar delirttin?"
"Gerçekleri hepimiz sakladık." dedim. "Ama en çok bana kırgın. Her gün yeni bir şey öğreniyor. Üstüne bir de Cenk'i öğrendi, ondan sonra şu işler karışıp da eve gidemez olunca..."
"Aldattığını falan düşünmüyor, değil mi?" dedi Eflin endişeli bir merakla. Masanın başı olduğumu bilmiyordu, Nefes'ten ne sakladığımı da bilmiyordu ama mafyatik şeyler olduğunu anlamıştı.
Baha "Yok ebesinin..." diyordu ki duraksadı. "Lan cidden düşünüyor mu yoksa?"
"Yok ya düşünmüyordur." dedim ihtimal vermiyormuş gibi. Ama sonra şüpheye düştüm. "Düşünüyor mudur lan?"
"Neyse sen ne dedin?" dedi Baha öne doğru eğilerek.
"Doğruyu söyleyemezdim, kıvıracak bir yol da bulamadım... Yalan söyledim."
"Pollyanna'nın İstanbul şubesi, iyilik timsali, doğrucu Davut Araf Pakgör yalan mı söyledi?" dedi Baha hayretle. Elini kaldırdı. "Bir saniye, bunu bi' sindirmem lazım."
"Aferin." dedi Eflin. "Şimdi yalan söylediğini öğrenince daha kötü olacak. Siz erkekler niye böylesiniz ya?"
"Pardon?" dedi Baha Eflin' dönerek. "Ne yalanımı gördün?"
"Saydırtma şimdi bana, matematiğim yetmez." dedi Eflin de kaşlarını çatarak.
Baha göz devirip bana döndü. "Sen söyle, amına koyayım. Ne dedin?"
"Baha'ylaydık, dedim başka ne diyeyim? Takıldığım arkadaşlarım mı var benim?"
Baha, mavi ekran vermiş gibi bana bakakaldı.
"Senin beyin öz sıvını kafatasına çarpa çarpa sikeyim e mi ben!" diye bağırdı bir anda. Eflin'le aynı anda irkilmiştik. "Mal, amına koyayım, vallahi mal! Ben boşuna demiyorum kardeşim zeki ama erkek seçiminde IQ'su düşüyor diye! Bulmuş böyle malı... Lan dün gece ben Nefes'in yanındaydım! Beraber uyuduk!"
Hassiktir.
Bunu söylediğimde Nefes bir an donup kalmıştı.
"Neden bunu daha önce söylemedin?" diye sordu ve güldü. "Neden beni merakta bırakıyorsunuz, Araf? Abimin de alacağı olsun! Hiç mi demedi 'lan evli barklı adamsın ara da haber versene karına' diye?"
"Ne?" dedim.
Nefes yalan söylediğimi biliyordu, hiç bozmamıştı. Siktir, siktir, siktir!
"Şimdi ayıkla pirincin taşını." dedi Baha. "Söylememek bence de en iyisiydi ama şu şartlarda söylememen, bile bile intihar olur, Araf. Artık söylemelisin."
"Yapamam lan!" diye sesimi yükselttim çaresizce. "Bunun benim için ne kadar zor olduğunu anlamıyor musun?"
"Öyleyse öğrenmesinin başka bir yolunu bul, amına koyayım! Ama bilsin!"
Bilecekti.
🩸
NEFES KARASLAN
Sandalyeyi pencerenin önüne çekmiş, yağan yağmuru izlerken kupamdaki bitki çayını yudumluyordum. Sabah topladığım saçlarımı açmıştım ve dipleri sızlıyordu.
İşimin başından daha henüz kalkmıştım. Üstüme aldığım mal varlığımın tümünün yönetimini ele aldığımda vaktimin neredeyse tamamını alacağını biliyordum.
Gönül isterdi ki arta kalan vakitlerimde ailemle vakit geçireyim; ama ailem bana yalan söylemeyi ve geceyi dışarıda geçirmeyi tercih ediyordu. Ne diyebilirdim ki? Artık ben de bir mafya olsam da, sevdiklerime doğruyu silah doğrultarak söyletemezdim.
Kırgındım, kızgındım. Ama en çok da üzgündüm. Ağlamayı denesem de tek damla yaş dökememiştim. Sanırım göz yaşlarım da tükenmişti.
Ne kadar yorulduğumu neden kimse göremiyordu? Yüreğimde kapkara bir huzursuzlukla yaşamaya çalıştığımı neden göremiyorlardı? Dik duruyorum diye, işlerimin başındayım diye, gülümseyebiliyorum diye iyi mi oluyordum? İlla yatak döşek yatıp içim çıkana kadar ağlamam mı gerekiyordu anlamaları için?
Eskiden olsa bunu yapabileceğime inanırdım. Ama şimdi söz konusu ağlamaksa, içim boştu. Acı eşiğim oldukça yükselmişti. Tekrar ağlayabilmem için gerçekten paramparça olmam gerekiyordu.
Gerçekten.
Masaya attığım kirli sarı zarfa baktım. Büyük masadan gelmişti. Büyük ihtimalle toplantı falan vardı. Açıkçası hevessizdim. Zaten o masaya da isteyerek oturmamıştım. Kocam sağ olsun, canıma karşılık koltuk vermişti. Ben reddetmeme rağmen, yardım karşılığında benim üyeliğimi vermişti.
Yorgun bir nefes verdim.
Tam şu an bu kattan, şu camdan aşağıya atlasam başıma en fazla ne gelebilirdi ki?
Büyük ihtimalle sakatlanırdım. Ölmek istiyorsam çatı katından atlamam gerekiyordu.
Beyaz üstüne mavi desenli kupayı sehpaya bırakıp ayağa kalktım. Masadan zarfı alıp tekrar yerime oturdum. Kapanma kısmında lacivert bir mühür vardı. Mühür, B ve M harflerinin iç içe geçmesiyle oluşan Büyük Masa amblemine sahipti.
Mühürü kırıp zarfı açtım. Adıma yazılmış davetiyeyi çıkarttım.
Yarın akşam toplantı, gecesinde de davet vardı. Kaşlarım çatıldı. İlk defa BM'nin davet verdiğini görüyordum. Sanırım önceden de vardı ama ilgilenmediğim için bilmiyordum.
Elbisem ayakkabım hiçbir şeyim yoktu. Çıkıp almak ya da sipariş vermek için de zerre hevesim yoktu.
Boş vermiş bir şekilde davetiye ve zarfı kenardaki siyah kanepeye fırlattım. Kupamdaki yarım bitki çayına baktım. İçine biraz alkol ekleyip bardağı çevirerek birbirine karıştırdım ve yudumladım. Değişik bir tat olmuştu. Normal gündelik hayatımda tercih edeceğim bir combo değildi ama şu an ciddi manada kafayı bulmak istiyordum.
Belki o zaman unuturdum.
Kupa bitti, biten kupaya sadece alkol doldurdum bu sefer.
Bir, iki, üç, dört... Bir yerden sonra saymayı bıraktım.
Kafam karman çormandı, tamamen geriye yaslandım ve başımı yatırıp gözlerimi kapattım.
Aşağıdan sesler gelmeye başladı. Birileri gelmişti.
Kesin Baha'dır. Kocam gelmez, kesin abimin klonuyla birlikte takılıyordur. Ya da benden yine ve yine sakladığı çok önemli işleri vardır.
Doğrulup ayağa kalktığımda sendeledim. Hızla cama tutunup ayakta kalmaya çalıştım. Topuklularla alkollüyken yürümek gerçekten daha zordu. Ama yine de çıkarmadım, belki lazım olurdu.
Mesela bana bir yalan daha söylerse kocamın kafasına fırlatabilirdim. İş görürdü.
Kapıyı açıp merdivenlere doğru ilerledim. Trabzanlardan sıkıca tutunup düşmemeye çalışarak yavaşça indim. Kapının önünde, beklediğimin aksine üç kişi görünce gülümsedim. "Ooo, kocacığım! Bu gece işin yok muydu?" Dedim kocaman gülümseyerek. Ayaklarım burkulurken sendeleyerek yanlarına gittim. Hepsi donakalmış bir şekilde bana bakıyordu. Niye ayol? Benim evimde beni mi beklemiyorlardı yoksa?
"Hoş geldin, taze gelin!" Dedim Eflin'e. "Ne o? Babam sizi eve almadı mı?" Dedim ve kahkaha attım.
"Nefes sen içtin mi? Leş gibi kokuyorsun." Dedi abim şaşkınlıkla. Normaldi, beni ilk defa böyle görüyordu. Aslında ilk sarhoş olup dağıttığımda yanımda abim vardı. Ama şu an artık nasıl darmadağınsam, abim şaşırmıştı. Kocamsa alışkındı; Açelya'nın ölümünden sonra, psikiyatriye gidene kadarki süreçte iyice alkole düşmüştüm çünkü.
"Sen hiç flamingo gördün mü abi?" Dedim gülerek. Abim anlamadı, anlamazdı tabii. Kör kütük sarhoştu o gece. Öyle ki, kahveyi telvesiyle birlikte yutmuştu.
Ben de abim gibi muhtemel aşk iiçiiinnn diye bağıra bağıra şarkı söylese miydim?
"Ne diyorsun, amına koyayım?" Dedi şaşkınlıkla. Bense onun yüz ifadesine daha büyük bir kahkaha attım. Kafamın içi boşmuş gibi hissediyordum. Sanki kafamı açıp beynimi çıkarıp masaya koymuştum ve sonra buraya gelmiştim.
"Eflin'le gidecek bir yerimiz yoktu, bu yüzden buraya getirmek zorunda kaldım. Araf bir problem olmaz dedi ama sana da sormak istedim. Tabi kafan normal olsaydı!"
Omuz silktim. "Yo, niye sorun olsun? Misafir odalarından birini ayarlarız. Elbette birlikte kalmanıza izin vermeyeceğim." Eflin'e baktım. "Sonuçta Açelya'dan sonra seni asla kabul etmeyeceğim. Anlaşmalı bir evlilikte aynı odada kalınmaz." Eflin'den nefret etmiyordum. Aksine onu seviyordum. Ama söz konusu abimse onu asla kabul etmezdim. Zira Açelya benim kız kardeşimdi. Onun yerini doldurmaya kalkacak herkesi çiğner atardım. Bencillikse bencillik, zerre sikimde değildi. Zaten sikim de yoktu.
Araf "Nefes-" diyordu ki ona baktım. Yine kocaman gülümsedim. Kalbim ağrıyordu, çünkü onu yaralayan kişi tam da karşımda bana bakıyordu. Acımı gösterir gibi güldüm ama yine kimse bir şey anlamadı. "Sevgilim! Bu sefer cidden abimleymişsin!" Dedim ve kahkaha attım. Araf'la abim kaskatı olmuş bir şekilde birbirlerine baktılar. Abim başını çevirirken homurdanıyordu. Araf'sa bana döndü ama gözlerime bakmıyordu.
"Sevgilim?" Dedim yalpalayarak ona doğru yaklaşırken. "Sen benim gözlerimi çok seversin, niye bakmıyorsun? Bakamıyor musun yoksa? Niye bakamayasın ki?" Bileğim burkulup topuğum kırıldığında Araf beni havada yakalamıştı. Kolu, belime sımsıkı sarılırken düşmeme engel oldu. "Nefes!? İyi misin!?"
Baş parmağımı "okay" dercesine kaldırdım. "Sorun yok, hanımlar beyler! Nefes her zaman iyi!"
Ayakkabılarımı topuk kısmından tutup çıkardım. Bileğim ağrıyordu. Üstüne bastığımda ani sancıyla inledim. Araf beni bırakmadı. "Baha, siz geçin." Derken diğer kolunu da bacaklarımın altından geçirip kucağına aldı. Sol kolumu başının arkasından sırtına attım ve gülerek abime el salladım.
Beraber yukarı çıkarken şarkı söylüyordum.
"Oyunun adı aşk, kan ve gül.
Sen katilsin bense maktül.
Çek hançerini,
Son kez öp ve beni öldür."
"Ne bu senin halin?" Dedi Araf. Sesi yargılayıcı değildi, aksine üzgündü. Yatak odamıza girdiğimizde ayağıyla iterek kapıyı kapattı.
"Senin eserin, sevgilim." Dedim ama bu sefer gülmemiştim. Başımı omzuna koymuş, kokusuyla mayışmıştım. Odadaki banyoya girdiğimizde Araf beni banyo tezgahına oturttu. Elbisemin fermuarını indirip üzerimden çıkardı. İç çamaşırıma uzanırken onu durdurdum. "Onlar dursun."
"Neden?" Dedi garipseyerek. "Duşa gireceksin, Nefes. Yapışır üstüne."
Omuz silktim. "Bana ne. Şu an görmeyi hak etmiyorsun." Gülmekle tepkisiz kalmak arasında kalmış gibi baktı, sonrasında isteğime saygı duyup çıkarmadı. Sadece ceketini çıkardı ve kenara attı. Duş kabinine benimle birlikte girip ılık suyu açtı. Su ılık olmasına rağmen yüzüme vuruşu iğne batması gibiydi. Yüzümü buruşturup Araf'ın göğsüne gömdüm.
"Soğuk açmam gerekirdi ama kıyamadım." Dedi saçlarımı okşarken.
"Gözlerimin içine baka baka yalan söylerken kıydın ama."
Yalanı zaten sevmezdim. Bir de bunu yapan kişi, ömrümü adadığım, sevdiğim adamsa duygusal ağırlığı daha büyük oluyordu.
Ağlar gibi iç çektim ama ağlamıyordum. Araf yüzümü göğsünden ayırdı, yapışmış ıslak saçları kulağımın arkasına çekti. O da ıslanmıştı ve ıslak saçları alnına düşüyordu.
"Bundan ne zaman vazgeçeceksin?" Dediğimde sesim buram buram kırgınlık ve hüzün kokuyordu. Güçsüzdüm. "Bana anlatmak yerine sürekli susmaktan ne zaman vazgeçeceksin? Saklayacak bir şey kalmadı, Araf. Ben dibine kadar karanlığa battım. Kuyunun dibindeyim, ışık görmüyorum. Neden inatla devam ediyorsun buna?"
"Kasten yapmıyorum." Dedi. "Her ne yapıyorsam hepsinin bir sebebi var."
"Bana yalan söyletecek kadar büyük mü sebep?"
"Ne kadar büyük olduğunu inan bana sen bile anlayamazsın."
Kaşlarım çatıldı. Kırışan alnımdan öptü. "Özür dilerim." Yanağımdan öptü. "Özür dilerim." Boynumdan öptü. "Özür dilerim." En son dudaklarımı öptü. "Özür dilerim." Tekrar dudaklarımdan öptü, bu sefer bırakmadı. Öpüşüne karşılık vermek, benim için bir tercih değildi. Yasaydı. Uygulanması zorunlu bir maddeydi.
Özrün hiçbir anlam ifade etmiyor, diyebilirdim. Ama bu sefer demedim.
Parmaklarım gömleğinin düğmelerini açmak için uzandı. Siyah gömlek, duşakabinin su birikintisi oluşmuş zeminine düştü. Atlet giyme huyunun olmamasını seviyordum.
Yavaş, ama ağzına kadar hisle dolu öpüşmemiz sonlandığında Araf'ın dudakları boynuma, omzuma kaydı. Hâlâ dengesizdim, kollarımı boynuna sarıp dengede kaldım.
(+18 Cinsel içerikli sahne)
Eğilerek göğüslerime ulaştığında çok narin davranıyordu. Önceki sevişmelerimizden çok farklıydı, çünkü biz farklıydık. Kalbi kırık bir kadın ve mahcup bir adam vardı. Kalbimin atışının en çok hissedildiği o sol noktamda fazladan kalması da en büyük kanıtlardan birisiydi.
Isırmasa da emdi, başımı geriye atıp hafifçe iç geçirdim. Beni kucaklayıp duştan çıkardı. Banyodan çıktığımızda beyaz perdelerle sarılı siyah yatağımıza ulaştık. Beni yatağa yavaşça yatırdı ve üstümdeki yerini aldı. Özellikle havada durdu, yarama herhangi bir temasta bulunmadı. Bir süre göz göze birbirimize baktıktan sonra eğilip yaramdan öptü. Yaramın durumu kötü değildi, hatta dış dikişleri tamamen iyileşmişti. Ama iç dikişlerimde sızlama olabiliyordu. Bu yüzden ani ve ağır hareket etmemem gerekiyordu. Haricinde problem yoktu.
Ben sevişmemizi ertelemiştim, çünkü onunla ani ve ağır hareket edecek şekilde sevişmek istemiştim. Ama şimdi bu duygu yüklü sakin sevişmemizde hissediyordum ki, şu an ruhumun ihtiyacı olan buydu, fazlası değil.
Islak iç çamaşırımı çıkarıp yere bıraktı. Bacaklarımı ayırırken birazdan hissedeceklerimi bilerek başımı yatağa yasladım. Dudakları ve dilini hissetmek benim için yabancı bir şey değildi. Ama her seferinde ilkmiş gibi şiddetli bir şehvete sürüklüyordu. Bacaklarımı ayrık bir şekilde tutmakta yorulduğumda bana yardımcı olarak kendisi tuttu ve kendimi bıraktım. Elim saçlarına ulaştı. Koyu kahverengi ele gelen saçlarını parmaklarımın arasına sıkıştırıp hafifçe çekiştirdim. Nefes nefese kalmıştım ama büyük bir tatmin hissiyatı da vardı. Daha fazlasını istiyordum. Onu çok özlemiştim.
Biz, sevişirken sohbet eden ya da dirty talk yapan çiftlerden değildik. Odada sadece inlemelerimiz, tenlerimiz ve nefeslerimiz duyulurdu.
İyice ıslandığımı hissediyordum ama boşalacak kadar değildim. Araf kalktı ve pantolonunu çıkardı. İç çamaşırını da çıkardığında mutlak sona hazırlanıyorduk. Çekmeceden prezervatif aldığını görünce uzanıp bileğini tuttum. "O olmasın." Araf arada kalarak bana baktığında tereddüdünü anlıyordum.
"Merak etme, ben halledeceğim." Başını salladı ve geri bıraktı. "Nasıl istersen."
Bacaklarımın arasına girdiğinde bacaklarımı ona sardım. Önce onu hissettim; sabırsız inlemem, içime girmesiyle bölündü. Bu hissi nasıl da özlemiştim!
Tırnaklarımı sırtına bastırırken hiç şikayetçi gibi durmuyordu. Yavaş tempoyla birbirimize karışırken kulağıma fısıldadı. "Hızlanayım mı?"
"Sadece biraz. Bu sefer böyle olsun. Seni hissetmeyi özledim." Kulağımın arkasına bir öpücük kondurup hızlandı. Bir süre sonra sırtındaki ellerimi çekip yatağa bastırdı ve parmaklarını parmaklarıma kenetledi.
Önce o, sonra ben boşaldığımda hareketleri yavaşladı. Sonrasında az önceki hızına geri döndü. Biraz daha devam ettikten sonra içimden çıktı ve yanıma yattı. Bana dönüp alnımdan öptüğünde gözlerimi kapattım.
(+18 Cinsel içerikli sahne sonu)
Eli yüzüme kaydı ve parmağı usulca yanağımı okşadı. "Senin tek damla göz yaşına da, saliselik soluğuna da ölürüm. Düşmesin yüzün öyle, kurbanın olayım." Yanağımdaki elini tuttum ama çekmedim. "Düşürme o zaman, Araf. Beni en çok kıran üzen sensin, farkında değil misin bunun?"
"Yemin olsun bilerek yapmıyorum."
"Yapma, Araf. Gerekirse paramparça olayım ama sen bunu bana yapma!" Sessiz kalıp gözlerime baktı. "Son." Dedi. "Son bir kaldı."
Kaşlarım çatıldı. "Ne son bir kaldı? İşinle ilgili mi? Söyle, Araf."
"Şimdi değil." Dedi. "Ama çok yakın." Huzursuzlanarak gözlerimi kırpıştırdım. Beni kendine çekip alnımdan bir kez daha öptü ve göğsüne çekip sarıldı. Uzanıp yorganı üstümüze çektiğinde "Önce duş almak mı istersin yoksa uyumak mı?" Diye sordu. Çok yorgun hissediyordum. O duşa tekrar giremezdim. "Uyumak." Dediğimde güldü.
"Uykuya ne kadar aşık olduğunu biliyorum. Öylesine bir soruydu."
🩸
Sabah uyandığımda Araf yoktu. Yine gelmemiş miydi gece?
Oflayarak sırtüstü döndüğümde fazla rahat hissediyordum. Başımı eğip üstüme baktığımda çırılçıplak olduğumu gördüm. Gözlerim büyürken yatakta zıplayarak doğruldum. Etrafa bakındım ama hiçbir şey yoktu, her yer tertemizdi.
Fantezi olsun diye çıplak mı yattım, yoksa gece kocam geldi de biz seviştik mi?
Hiçbir şey hatırlamıyordum! En son çalışma odasında içiyordum. Kesin sarhoş olup götü başı dağıtmıştım. Bazen bokunu çıkartıyordum.
Araf da böyle ceza vermişti herhalde. Lanet olsun keşke hatırlasaydım.
Çırılçıplak bir şekilde ayağa kalktım. Banyoya ilerlerken kapı bir anda açıldığında yerimde sıçradım. Ama Araf'tan başkası olmayacağını da biliyordum. Abim, uyuyor olsam bile kapıyı tıklatırdı. Sahi ya, o da dün evlenmişti.
Hazırlanmış bir şekilde Araf duruyordu. Üstünde pahalı ve kaliteli olduğu belli olan şık bir takım elbise vardı. Yine baştan aşağı siyahtı. O kadar çekici ve karizmatikti ki...
Beni çıplak yakaladığını fark edince sırıtmaya başladı. Kendimi bakire genç bir kız gibi hissetmiştim. Utangaç, çekingen. Amına koyayım ben bakireyken de hiç utanmamıştım. Ne utanmaz, arlanmaz, terbiyesiz bir kızdım!
Bana doğru yaklaştığında hareketsiz kalarak onu izledim. Beni kendine çektiğinde bedenim yap-boz parçası gibi bedenine yapıştı. Vücutlarımız bile tam birbirine uygundu. Kader buydu sanırım. "Günaydın, karıcığım. Kahvaltıyı kaçırmadın merak etme, seni bekledik."
"Biz dün seviştik mi?" Diye sordum direkt. Araf gülmeye başladı. Yüzünü yüzüme yaklaştırırken belimdeki elleri kalçalarıma indi. Sıkıp bırakırken manidar bir ifadeyle baktı. "Sen önümde öyle soyununca dayanamadım."
Ha?
"Ya bi' git, yapmam ben öyle şey." Dedim elimi omzuna vururken. Güldü. "Yani yaparım ama sana sinirli, öfkeli ve kırgınken yapmam. Gerçi öfkeliyken yine yaparım evet ama kırgınken yapmam!"
"Sen bile kendinden emin değilsin, güzelim." Dedi keyifle gülerken.
"Beni kızdırma, bi' soyunursam-"
"Sevgilim zaten çıplaksın." Lafımı yutarak bir süre yüzüne baktım. Yüz ifadem ne haldeyse kahkaha atmıştı.
Komik mi?
"Hiçbir şey hatırlamıyorum." dedim huzursuzca. "Yine de sana kırgın, kızgın ve öfkeliyken sevişmiş olmam hiç etik değil." Güldü. "Biz ne zaman etikleri umursadık ki?"
Hiçbir zaman.
Her şeye ve herkese bir sınır koyabilirdim ama Araf'a koyamıyordum. O benim sınırsızlığımın sınırıydı.
"Kahvaltı sofrasını kurdurayım ben." dedi kaçar gibi. "Sen de hazırlanırsın hem." Odadan çıkıp gittiğinde bir süre arkasından baktım. Banyoya girdiğimde köşede kırmızı elbisemi ve Araf'ın ceketini gördüm. Ellenmemiş bir şekilde öylece duruyorlardı. Onları kirli sepetine atıp duşa girdim.
Çıktığımda bakım malzemelerimi kullanıp tüm vücudumu nemlendirdim. Özellikle bir şeylerle uğraşmak istiyordum ki düşünmeyeyim.
Akşam toplantı vardı, tekrar eve dönüp üstümü değiştirme imkanım olmayabilirdi, bu yüzden akşam giyeceklerimi şimdi giyecektim.
Henüz hiç giymediğim, etiketi dahi üstünde duran siyah elbisemi askısıyla birlikte çıkarıp yatağa koydum. Siyah bir iç çamaşırı giydim, elbisenin dekoltesi gereği sutyen takmadım. Göğüs gerdirici bantlarımdan ikisini çıkardım. Dik durmaları için vücuduma yapıştırdım ve elbiseyi elime aldım.
Saten kumaştan tam kalıp bir elbiseydi. Tamamı vücuduma yapışacak kadar dar olan bir modeldi. Eteği miniydi, omuzları vatkalı, asimetrik derin V dekolteye sahipti. Kolları yarım koldu, dirseğimin aşağısında bitiyordu.
Banyoda kuruttuğum saçlarımı hoş bir topuzla bağladım. Sade bir göz makyajı yapıp eyeliner çektim ve kırmızı ruj sürdüm. Aksesuar olarak sadece küpe taktım. İnce bantlı siyah topuklu ayakkabılarımı giyip beyaz spor ayakkabılarımı da plastik ayakkabı kutusuna koyup kenara bıraktım. Bagaja koyacaktım ve ayaklarım ağrıdığında değiştirecektim.
Sadece telefonumu alarak odadan çıktım ve aşağı indim. Merdivenleri inerken topuklu ayakkabımın çıkardığı ses sayesinde herkes geldiğimi anlamıştı. Basamaklar bittiğinde salona doğru döndüm, herkes bana bakıyordu. Araf gülümsedi. Gözlerinde hayranlık vardı. Ne kadar zaman geçerse geçsin, aramızda ne yaşanırsa yaşansın bana yine böyle bakıyordu ve bıkmıyordu.
Ayrıyken bile karşılaştığımızda gözlerinde hayranlığı, sonrasında ifadesizliği görürdüm. Belki de nefreti. Ama o hayranlık illa ki hep olurdu.
Bakışlarım, Araf'tan abime kaydığında hafifçe gülümsedi ama çok bir tepki vermedi. Dün gece ne olduğunu daha çok merak etmeye başladım.
Eflin de buradaydı. Abimle apayrı koltuklara oturmuşlardı ve mesafe vardı. Bu durumun içten içe hoşuma gittiğini fark edince boğazımı temizleme gereği duydum. "Günaydın, abi. Hoş geldin, Eflin." Eflin çok durgun görünüyordu. Benimle göz teması kurmadan başını salladı. Yemek masasında kahvaltı çoktan hazırdı ama kimse oturmamıştı, beni beklemişlerdi.
"Kahvaltıya geçelim mi?" diye sordum garip sessizliği bozarak. Bir şey demeden hepsi kalkıp sofraya ilerlediğinde ben masaya daha yakın olduğum için önce ben oturmuştum. Baştaki sandalye artık yoktu, dayım hep ona otururdu ama artık o olmadığına göre kimsenin oturmasına da gerek yoktu. Hiyerarşinin anlamı yoktu. Ben başa, Araf yanıma, Eflin karşıma, abim de Araf'ın karşısına oturdu.
Kahvaltı oldukça sessiz geçerken ben her geçen saniye daha da geriliyordum. Zaten içimde de garip bir huzursuzluk vardı. Bir şey olacak gibi geliyordu. Umarım sevdiklerime olmazdı.
"Neden bu kadar sessizsiniz?" diye sordum kafamdaki gürültüden kaçmak için. "O kadar mı kötüydü?"
"Ne kötüydü?" dedi Araf bana dönüp. Bir an güleceğimi sandım ama kendimi tuttum. "Dün gece." dedim. "Sarhoş olmuşum. O kadar mı kötü dağıttım?"
"Yani..." dedi abim. "Bana değil de Eflin'le Araf'a biraz. Tabii Araf'a istediğini yapmakta özgür ve haklısın. Yardım ve yataklık da ederim." Eflin'e döndüğümde bana bakmıyordu. "Ne dedim?" diye sordum Eflin'i kastederek.
"Birazcık yatak iması yaptın, sonrasında da onu asla kabul etmeyeceğini, bu evliliğin zaten anlaşmadan ibaret olduğunu söyledin." dedi Araf.
Dudak büzdüm.
"Ee? Yanlış bir şey söylememişim?"
"Mesele söylediklerin değil zaten, söyleme biçimin." 'Ben bilmem' dercesine dudak büzüp önüme döndüm. İçecekler geldiğinde Eflin, Araf ve ben çay aldık, abimse kahve istedi. Karaslan kurallarından sıyrılamamıştı sanırım. O eve gittiğim ilk gün çay istediğimde öcü görmüş gibi bakmışlardı.
Sahi ya, babam ne yapmıştı acaba? Malum, anılarının olduğu evi patlatmıştım.
Kahvaltı sonuna kadar bir daha konuşmadık. "Akşam gelmeyebilirim, toplantı varmış." dediğimde abim, Araf'a bakıp sonra tekrar bana döndü. "Aman dikkat et yine saldırmasınlar sana."
"Merak etme." dedim. "Bu saatten sonra bana saldırmak isteyecekleri tek konu yatak olur." Zeytin, Araf'ın boğazında kaldığında öksürmeye başladı. Sırtını sıvazlarken "Neyse ki evliyim ve kocamı çok seviyorum." diye ekledim.
"Sağ ol ya." dedi Araf boğuk bir sesle. "Önce öldür, sonra Allah rahmet eylesin, de."
Elim omzundayken ona doğru eğildim. "Biliyor musun? Tam benlik hareket!" Araf göz devirirken gülüyordum. Onunla uğraşmak ve kızdırmak hoşuma gidiyordu. Altmış yaşımıza da gelsek onu böyle kızdıracaktım.
"Neyse!" dedim ve kalktım. "Size doyum olmaz, bugün çok fazla işim var. Önce şirket, sonra kulüp, bir de otele uğramam gerekiyormuş. Akşam olunca da toplantıya geçeceğim, toplantıdan sonra balo-" derken derin bir nefes aldım. Nefes nefese kalmıştım sayarken. Abim güldü. "İyice iş kadını oldu bizimki."
"Ne sandın ya-" diyordum ki abim bana yeşil zeytin fırlattı. Hızla yana kaçtığımda zeytin yanımdan sıyrılıp yere düştü. Ayıplayarak cıkladım ve "Nimetle oyun olur mu hiç?" dedim. Abimse eliyle yallah yaparak "Hadi hadi." dedi.
Kocamın yanağına öpücük bırakıp doğruldum ve üst kata çıktım. Çantamı ve ayakkabı kutusunu alıp evden çıktım.
Bugün gerçekten çok yorucu geçecekti.
🩸
Bihter gibi "Ölüyorum anlasana!" diye ağlamama şu kadar kalmıştı.
Günün yarısında spor ayakkabıya geçmiştim ama şimdi mecbur topuklu giymem gerekiyordu.
Arka koltukta uyuklayarak BM toplantısına gidiyordum. Önde şoförüm ve Cemal'im vardı. Cemal olmadan sıçmaya gitmeyecektim neredeyse.
Radyoda Murat Kekilli'den Bu Akşam Ölürüm çalıyordu ve bu da kesinlikle Cemal'in işiydi. Karısıyla ayrılmışlardı, karısı beni kıskanmıştı. Cemal de 'Nefes Hanım dururken sen kimsin' deyip boşanmıştı.
Şaka tabi.
Aralarında anlaşmazlık zaten varmış, Cemal işi dolayısıyla eve uğramaz olunca da katlanarak artmıştı. Benim yapabileceğim bir şey yoktu, bu Cemal'in işiydi ve mesele de ikisinin arasındaydı.
Otele yaklaşırken rujumu tazeledim. Geldiğimizde de topuklularımı giyip araçtan indim. Önce otele girdim sonrasında asansörle aşağı indim. Hep yaşanan şeyler yine yaşanırken dik durmakta zorlanıyordum. Çünkü gerçekten çok yorgundum. Mental miydi, fiziksel miydi bunu ben de bilmiyordum.
İçeri girdiğimde birkaç kişi buradaydı. Yerime geçerken neredeyse hepsiyle selamlaşmıştım.
Masa dolarken en son Ercüment girdi içeri. Topallayarak yürüyordu. Manidar bir ifadeyle sırıttığımda yanıma oturdu. "Geçmiş olsun, ayağınıza ne oldu?" diye sordum oyuncu bir merakla. Oysa ters ters bakıyordu.
"Geçiş olsun, Çamlı." dedi Sedat. "Yine kimin damarına bastın da patladı?" Elimde olmadan güldüm. "Vukuat çok olunca tabi... Ummadık damar, ayak yararmış."
Birkaç kişi güldü ama gülmeyenler de vardı. "Senin işin mi, Desise?" dedi genç kadın. İsmini öğrenme gereği duymamıştım.
"Belki." dedim geriye yaslanarak.
"Bu masa, güçlü mafyaların bir arada kalıp birbirine saldırmaması, savaşın önlenmesi için var, Desise. Sen böyle yaparsan bu masanın bir anlamı kalmaz."
"Keyiften yaptığımı mı düşünüyorsun?" dedim ciddileşerek. "Taraf tutarak ateşi körükleyen kişiye, vezirin kendisi olmadığını gösterdim sadece."
"Vezir sen olabilirsin." dedi Ercüment. "Şah ben olduğumda hesaplaşacağız."
"Şah koltuğu dolu, Çamlı." dedi Sedat. "Dikkat et, koltuğunda gözün olduğunu düşünmesin." Ercüment ve Sedat arasında uzun bir bakışma geçti. Ercüment imayla "Sen misin?" diye sorduğunda Sedat gülerek başını iki yana salladı. "Hayır. Bu geceki konuk."
Hepimizin kaşları çatıldı. Ne konuğu?
Sedat ayağa kalktı ve masanın başına geçti, oturmadı, ayakta kaldı. Bir konuşma yapacak gibi.
"Bugün masaya hiçbirinizin beklemediği biri katılacak." Dedi. "Katılacak kişi, onlarca yıllık liderlik hakimiyetinin son varisi. Babasının vefatının hemen ardından yerine geçti."
Ne?
Bildiğim kadarıyla Sadık Balaban'ın bir kızı vardı ama bu işlerde tarağı yoktu. Aksine babasından köşe bucak kaçıyordu. Kaldı ki Sadık ölmemişti bile.
"Ne? Lider Sadık Balaban değil mi?" Dedi genç kadın.
"O sadece bir dublör." Dediğinde şaşkınlık, ben dahil masadaki herkesi esir aldı.
"Gerçek lider hiçbir zaman kendisini göstermedi. Doğru olan da buydu. Eğer kendisini gösterseydi neler olurdu, bunu Sadık Balaban'la bizzat gördük. Lakin artık doğru olanın ortaya çıkmak ve bizzat yönetmek olduğunu düşünüyor. Çünkü birbirinize girmeye başlıyorsunuz ve masa amacından taşıyor." Son cümlesini Ercüment ve bana bakarak söylemişti. Göz devirip masaya tırnaklarımı vurarak ritim tuttum. "Kim peki bu meşhur lider? Kendilerini onlarca yıl gizli tuttuklarına göre çok güçlü bir soyada sahip olmalılar."
"Aslında öyleler. Ama bunu bilen kimse yoktu. Şimdi herkes öğrenecek. Gerçi... Siz yakinen tanıyorsunuz, Desise. " Gözlerimi kıstım. "Öyle mi?"
Yakinen tanıdığım kim olabilirdi?
Arkasındaki kapı açıldı ama gelen yoktu. Sedat önce arkasındaki kapıya baktı, sonrasında masanın etrafında dolaşarak yerine oturdu. Hepimiz merakla kapıya baktık.
İçeri bir adam girdi.
Simsiyah takım elbisesi ve hafif kambur sırtına rağmen dik duran, bakışları ve mimikleriyle gücün kimde olduğunu gösteren bir adam.
Evet, yakinen tanıyordum. O kadar yakındı ki, daha dün gece yatağımızda birbirimize karışıyorduk. Çünkü giren adam, kocamdan başkası değildi.
Dudaklarım aralanırken rengimin attığını, odanın bir anda buz kestiğini hissettim.
Katılacak kişi, onlarca yıllık liderlik hakimiyetinin son varisi. Babasının vefatının hemen ardından yerine geçti.
Babasının vefatının hemen ardından mı?
"Ben gidiyorum, Akın." Dedi Yiğit ayağa kalkarak. Konuşmamız doğal olarak hoşuna gitmemişti. Sonuçta zamanında aramızda bir yakınlık geçmişti.
"Bence de git de yalnız kalalım lan artık!" Dedi Akın isyan edercesine. Yiğit öfkeyle, ben şaşkınlıkla Akın'a baktım. "Ne? Uzun zamandır bu anı bekliyorum!" Dedi savunmaya geçerek. "Ben de Akın Kara'ysam, seni bu gece tavlarım." Geriye yaslandım ve sırıttım, "İyi şanslar o zaman sana."
"Beni de tavlasana, çok merak ettim."
Şaşkınlıkla ne ara geldiğini görmediğimiz Araf'a döndük. Yanında bir kaç tane adamı da vardı. Araf... İlk defa bu kadar karanlık, ulaşılmaz ve tehlikeli görünüyordu. Üzerindeki siyah takım, onu daha ciddi ve resmi göstermişti. Hep rahat takılan Araf'a alıştığım için bu görüntü beni çok şaşırtmıştı. Halbuki en son görüşmemizin üstünden saatler geçmişti.
Hep rahat giyinen ve yalnız gezen Araf'ın babasının ölümünden ve beni suçlayıp ayrıldıktan sonraki zamanlardan birisiydi. Belki saat, belki gün. Zaman kavramım kalmadığı için hatırlayamıyordum.
Takım elbiseler, resmiyetler, beyazdan siyah maskeye geçmek, adamlarla gezmek ve korumaları ekstra artırmak.
Korumaları artırmasının sebebinin, Aksel'in beni vurmasından dolayı olduğunu sanıyordum. Diğerlerineyse çok anlam veremesem de takılmamıştım. Takılmam gerekiyormuş.
Kocamın kim olduğunu bilmiyordum.
Dayımın kim olduğunu bilmiyordum.
Ben hiçbir şey bilmiyordum.
Ve tüm büyük masanın önünde; Desise, kocasının kim olduğunu ilk kez öğreniyordu
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro