47 | Acı
*Herkese merhabalar.
*Bekletmeyeceğim dediğim her seferinde beklettiğimin farkındayım. Bu yüzden net bir açıklamayla geldim.
*Mimarlık fakültesi öğrencisiyim ve her hafta beşer altışar çizim ödevlerim oluyor. Ayrıca diğer sözel derslerin notlarına da bakıp ders çalışmam gerekiyor. Bir de sınav haftamdan yeni çıktım. Bu süreçte bölüm yazabileceğim aralık azalıyor ve azar azar yazabiliyorum. Bu da uzun sürmesine sebep oluyor.
*Açık ve net bir şekilde tek cümleyle söyleyeceğim; bölüm aralıkları böyle uzun olmaya devam edecek.
Bu süreç ne kadar sürer bilemiyorum, net bir zaman vermem imkânsız. Sadece şunu söyleyeyim; bölümler gelecek, ama aralıkları uzun olacak. Bu yüzden elimden geldiğince kısa bölüm de yazmamaya çalışacağım.
Umarım anlayışla karşılarsınız, çünkü bu süreçte ben de çok yoruluyorum.
*Sizleri gerçekten seviyorum, ve bırakmayı da hiç düşünmüyorum. Benden kolay kurtulamazsınız aodjowhdoahs
*Bu arada biraz az sövün bana, kulaklarım alev topuna döndü OQHSOWHSOWHSOWHSOHAOSHA
Ulan tek ciddi açıklamamı da buraya yaptım ya amk qphepqhdoqhsoqhskwbd
Benden bu kadar, bir yay kadını olarak daha da ciddi kalamıyorum aşkolar, oy vermeyi ve yorumlar yapmayı unutmayın
Sizleri seviyoree ❤️❤️
***
Soner Akalın - Yaslı (Mournful)
Mithat Körler - Güneşimi Kaybettim (Akustik)
Çağan Şengül - Bir Deli Hasret "Ölüm"
47. Bölüm
Nisan yağmuruyla gelen rüzgarların fısıltısı, bir cinayetin en süslü gülümsemesine benziyordu.
Cinayet, en yakınınızı bulmadığında daha masum bir kelimeydi. Ama bulduğunda, her bir tarafı keskin bir hançer oluyordu. Hançerin kulpu yoktu ve onu tutarken elleriniz yara içinde kalıyordu.
Sert bir rüzgar dalgası suratıma tokat gibi çarptığında siyah saçlarım geriye doğru savruldu. Omuzlarımdaki şala sarılırken, yıldızsız gökyüzünün şehir ışıklarına karışmış görüntüsünü izliyordum.
"Desise?"
Dönüp baktım. Ercüment Çamlı. Yakın zamanda babasının vefaatının ardından koltuğunu devralmış, büyük masa üyesi. Henüz yirmilerinin sonlarında sayılırdı. Genç yaşı yüzünden onu pek ciddiye almazlardı ama kendisini kanıtlamak ve saygı kazanmak için her şeyi yapacak gözü kara bir adamdı.
Hakkında daha çok bilgim vardı. Tıpkı diğer büyük masa üyeleri gibi.
"Merhaba, Ercüment Bey." Dedim nazikçe gülümseyerek. İsmini biliyor olmama bir anlık şaşırsa da durumu çabuk toparladı. "Burada yalnız ne yapıyorsunuz?"
"Hava alıyordum." Dedim yüzüme gelen saç tutamlarını çekerken. "İçerisi biraz sıktı açıkçası."
Tarih, 27 Nisan'ı gösteriyordu. Açelya'nın cenazesinin ardından yaklaşık on gün kadar geçmişti.
Şimdi gülümseyebiliyorsam, bunun sebebi kullanmaya başladığım antidepresan ilaçlarıydı. Onlar olmadığında yataktan kalkacak gücü bulamıyordum. Bunu, Araf'tan başka kimse bilmiyordu.
"Eşinizi göremedim." Dedi. "Gelmedi mi?"
"Gelmeyi tercih etmedi." Dedim. Yüz ifadesi garip bir hâl aldı. "Sizi yalnız mı gönderdi?" Onların zihniyetine göre bu durum anormaldi tabii. Alışkındılar eşlerini evcil hayvan sahiplenir gibi sahiplenmeye, ancak izin verdikleri ölçüde yaşama hakları olduğuna...
"Birincisi; o beni hiçbir yere göndermedi. Ben gönderilmem, gönderirim." Sesim sertleşti. "Ve eğer bir yere gitmek istiyorsam da kimseye bunun hesabını verecek değilim." Başımı hafif bir açıyla sallayarak saçlarımın sırtıma iyice düşmesine sebep oldum. "İkincisi, kocam da tıpkı benim gibi istediği yere gidip gitmemekte özgür. Ayrıca belirtmek isterim ki; Araf Pakgör, zamane mafyaları gibi yüzünü eskitmeyi pek sevmez. Her çağırılan yere de gitmez. Canı isterse... Tıpkı benim gibi."
Ercüment Çamlı, kendisine attığım taşı fark etmiş gibi bir an afalladı ve kaşları çatıldı. Tek elimle omuzlarımdaki şalı tek seferde kaldırdım. Şalı, Ercüment Çamlı sanki davetli değil de bir garsonmuş gibi kucağına tutuşturup "İyi geceler dilerim." Dedikten sonra yanından geçip içeri girdim. Sivri ve yüksek topuk stilettomun sesi yankı yaparken onu ardımda bırakıp aşağı indim.
Ataerkil düzenden nefret ediyordum.
Beni yalnız mı göndermişmiş! Asıl ben onu evde bırakmıştım! Ne demek göndermek falan?
Ben değil de Araf gelseydi aynı cümle kurulmazdı, eminim. Hatta adım dahi geçmezdi.
Siktiğimin piç kuruları.
Ben soruyor muyum "karın seni nasıl oldu da saldı" diye?
Açık omzumdan sarkan, elbisenin sıkı kayık yakasını elimle hafifçe çekerek düzelttim.
Kayık yaka sarı elbisemin yakası göğüslerimde aşağı doğru sivrilerek birleşiyordu. Ufak bir göğüs dekoltesi ve transparan bel dekoltesi vardı. Etek boyu oldukça kısaydı fakat yandan dizlerime kadar uzanan dikdörtgen opak bir kumaşı vardı. Stilettom ise transparan, sivri burnunda ve kenar diplerinde parıltılı işleme detayları olan tasarım bir modeldi. Boynumda şık bir gerdanlık ve kulağımda da onun eşi olan küpeleri vardı. Bileğime pırlanta bir künye takmıştım. Diğerinde ise Açelya'nın hediyesi mor ip bileklik vardı. Sol elimde de evlilik yüzüklerim vardı.
Kalabalığın içine yeniden karıştığımda yalnızlığı dibine kadar hissediyordum. Açelya'nın ve abimin yokluğunda kendimi kimsesiz hissediyordum.
"Def ol git!" Diye bağırdı. "Senin yüzünden oldu her şey! Def ol! Sakın çıkma bir daha karşıma! Benim artık bir kardeşim yok!"
Bana gülümseyen tanıdıklara aynı şekilde karşılık verdim ve birinin masasına gittim. Nasıl olduğumu sordular, çok iyi olduğumu söyledim...
"Sen beni anlayamazsın, Araf Pakgör. Sen beni ancak ne zaman anlarsın biliyor musun? Sevdiğin kadını kendi kollarında kaybettiğinde, ve kendi ellerinle toprağa verdiğinde. Kokusunu, sesini, gülüşünü, gözlerini özlediğin an bir avuç toprağa muhtaç kaldığında. Beni ancak o zaman anlarsın."
Mutlaka görüşmemiz gerektiğini söylediler. Böyle bir şeyin hiçbir zaman olmayacağının bilincinde olmama rağmen "Tabii." Dedim. Kocaman gülümsedim. Öyle gülümsedim ki, benim çok mutlu ve keyifli olduğumu düşündüler.
"Emin ol, Araf. Benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı! Kendi kalbimi gömdüm ben bugün! Kalbim, bu toprağın altında! Sevgilim bu toprağın altında! Çekip çıkarmak istiyorum ama yapamıyorum! Bunun intikamını en önce o hayatımı siken sikik heriften, sonra da senin karından alacağım!"
Parmaklarımdaki güç çekildiğinde, elimde tuttuğum şampanya bardağı yere, ayaklarımın dibine düşerek tuzla buz oldu. Bir iki adım geri atıp yaptığım şeye afallayarak baktım. Görevlilerden biri hızlıca cam parçalarını temizlerken, başka biri de paspasla ıslaklığı aldı ve hızlıca gittiler. Bana bakanlara hafifçe gülümsedim ve masaya döndüm. "Afedersiniz, elimden kaydı bir an."
"Sorun değil, canım. Olur öyle şeyler. Şirket işleri nasıl?"
Onlara, özel bir proje için başlatılan büyük bir ihaleye hazırlandığımızı söylemedim. "Her zamanki gibi." Dedim. "Stabil devam ediyor her şey."
"Siz daha üniversiteden mezun olmamıştınız, değil mi?" Dedi orta yaşlı olan kadın. İsmini söylemişti ama aklımda kalmamıştı. "Evet. Açıktan okuyorum." Dedim.
Başından beri sessiz olan kadın konuştu, "On dokuz yaşındaydınız, değil mi?" Sesinde hasetlik vardı. Bu beni rahatsız etti ama en sinir bozucu gülümsememi takınarak ona baktım. "Aynen. Yaşın bir şeylere engel olmadığının en büyük kanıtıyım. Gerçekten istersen ve çabalarsan her türlü senindir."
"Daha çok gençsin." Dedi memnuniyetsizliğini gizlemeye çalışarak. "On dokuz yaşındaki bir çocuğa koca şirketi nasıl bıraktılar anlamıyorum. Başında bir büyük olmalıydı bence."
"Kırk iki yaşında olmana rağmen senin ne başarın var da millete çamur atıyorsun, Zümra?" Dedi benimle sohbet eden genç kadın.
"Bir de karşındaki kişi Desise." Dedi esmer tene sahip, simsiyah dalgalı saçları omuzlarından dökülen kadın. "Yerinde olsam sözlerime dikkat ederdim. Yol kenarında dilin kesilmiş bir şekilde cesedinin bulunmasını istemeyiz."
Ağzımı açmama gerek kalmadan benim yerime beni savunuşları dudaklarımda sinsi bir gülümseme oluşmasına sebep oldu. Dik duran duruşumu biraz daha dikleştirip bakışlarımı çevrede gezdirdim.
"Desise'nin bir olayı olduğunu sanmıyorum." Dedi Zümra teyze. "İçi şişirilmiş balondan ibaret. Baba parası harcayan ve etrafına üstünlük taslayan, ergenlikten daha yeni çıkan bir genç kız sadece. Canı mafyacılık oynamak istemiş, oynuyor. Bizimkiler de çocukcağız hevesini alıp otursun diye bir şey yapmıyor. Cidden bu çocuktan korkuyor musunuz?" Kahkaha attı.
"Siz şey değil misiniz ya?" Dedim Zümra teyze'ye dönüp. Hatırlamaya çalışır gibi yüzümü buruşturdum. "Şey işte... Şu Recai Pekyol'un milf teyzesi? İşleri kesatmış sanırım. Onunla yatarak geçimini siz sağlıyormuşsunuz." Pot kırmışım gibi mahçubiyete büründüm. "Ay... Çok pardon... Bir an ağzımdan kaçtı."
"Ne!?" Dedi esmer kadın şokla. "Recai'nin, Gülbahar'ı aldattığı kadın sen miydin!? Bir de abla nasihati veriyordun kadına!" Suratına tükürdü. "Rezil!"
Bu esmer kadının, bahsi geçen Gülbahar'ın çok yakın arkadaşı olduğunu biliyordum.
Bu sahneden keyif alırken, yanımdan geçen garsonun tepsisinden bir viski kaptım ve bir yudum aldım. Tanıdık tat damağımda kendini belli etmişti.
"İftira atıyor!" Dedi Zümra teyze.
"Üstüme iyilik sağlık!" Dedim. "Zümra teyzeciğim, ben daha çocuk değil miyim? Neden size iftira atayım? Hem... İftira atacaksam bile, nereden bilebilirim ki Recai Pekyol'un işlerinin durumunu ve sizinle ne yaptığını? Çocuğum ben daha." Garsona seslenir gibi yaptım. "Pardon, garson bey! Neden bana viski verdiniz? Süt istiyorum!"
Sohbetinin sardığı sarışın kadın gülmeye başladı. Esmer olan hâlâ Zümra teyzeye öfkeliydi. Zümra teyze ise sıçtığını idrak etmeye başlamıştı anlaşılan.
"Yaşından utan be! Azdın kudurdun mu sen!?"
"Terbiyesiz! Böyle bir ortamda bana bu şekilde bağıramazsın!"
"İğrençsiniz! Duyun! Recai Pekyol, geçinemediği için karısını göz ardı edip jigolo olma kararı vermiş!"
Usulca ve sessizce yanlarından sıyrılıp onlardan uzaklaştım. Sırtımı kolonlardan birine verirken bu manzarayı uzaktan izlemeye karar vermiştim.
Açelya'sız tadı olmuyordu.
Keşke o da olsaydı.
Bileğimdeki mor ipe sarıldım ve onun için dua ettim.
Işıklar içinde uyu, güzel kardeşim.
Bu görkemli davet, büyük bir skandalla çalkalanmaya başlamıştı. Herkes şaşırıp dehşete düşmüş, sonrasında birbirleriyle konuşmaya başlamışlardı.
Bahçe kapısından giren Recai Pekyol ve Sadık Balaban'ı gördüğümde, onları fark eden yalnızca ben değildim. Recai Pekyol'u gördükleri gibi uğultu daha da artmıştı. Recai Pekyol anlam veremezken, Sadık Balaban kuşkuyla etrafta gezdirdi bakışlarını. Sonrasında göz göze geldik. Kadehimi kaldırarak onu selamladığımda belli belirsiz başını eğerek selamımı aldı.
Kendimi öne doğru iterek sırtımı kolondan ayırdım ve tok adımlarla yanlarına ilerledim. Sadık Balaban'a elimi uzattım. "Merhaba, Sadık Bey." Burada abi diyemezdim. Bu duruşuma hakaret sayılırdı. Ona saygı duyduğum için değil, cidden bir abi gibi yaklaştığı için 'Sadık abi' diyordum.
Elimi tuttu ve centilmence öptü. "Merhaba, Desise. Recai. Seni Desise'ye takdim edeyim. Desise, bu Recai Pekyol. İpek-"
"İpekhasır sitesinin sahibi." Diyerek tamamladım onu. "Siz gelmeden önce kendisini tanımayan kalmadı."
Kaşları çatıldı. "Nasıl?" Dedi. Recai Pekyol'un da kaşları çatılmıştı.
"Üzgünüm, Recai Bey. Ne kadar doğru bilmiyorum ama sanırım bir ilişkiniz varmış. Herkes bunu konuşuyor." Dedim mahçubiyetle gülümseyerek. Recai Pekyol bir an dondu kaldı. Sonrasında burnundan solumaya başladı. "Kim söyledi bunu!?"
"Bilmiyorum. Bir anda herkes konuşmaya başladı. Onların yalancısıyım."
Sadık Balaban, bana gözlerini kısarak bir süre baktı. Sonrasında belli belirsiz gülümseyerek Recai'ye döndü. "Madem böyle bir halt yiyeceksin, neden yeterli güvenlik önlemi almıyorsun? Nasıl duyuldu bu?"
"Kim söyledi-"
"Kimin söylediği mi önemli olan? Yoksa senin nerede açık verdiğin mi? Aptal herif." Recai Pekyol'un bakışları bir an bana çevrilip sonra tekrar Sadık Balaban'a döndü. Benim yanımda hakarete uğramak onuruna dokunmuş olmalıydı.
Sadık Balaban'ın telefonunun sesi yükseldiğinde, bakışlarını Recai'nin gözlerinden ayırmadan iç cebinden çıkardı. Ekrana bakıp yanıtladı. "Evet, Arnaldo?" Diyerek yanımızdan uzaklaştı.
Arnaldo. Arnaldo Berat. Uyuşturucu ticareti ile ilgilenen büyük masa üyesi. Aynı zamanda Kuzey Berat'ın da kuzeni. Yapışık ikiz gibi gezerlerdi ve bu kimlikleri hâline gelmişti. Yeraltı işlerinin işleyişi boyutuyla Arnaldo, cezalandırma boyutuyla da Kuzey ilgilenirdi. Ve cezalandırma tarzı pek de bilindik bir yöntem değildi.
Ondan Kazıklı Voyvoda diye bahsettiklerini duyduğum olmuştu.
Aynı zamanda Kuzey'le geçtiğimiz hafta bir iş anlaşması da yapmıştık. Alacalı Holding'den ayrılmış, güçlü ortaklarla beraber kendi şirketini kurmuştu. Ona güvenim tamdı.
Recai Pekyol burnundan solumaya devam ederken o da yanımdan uzaklaştı. Arkasından kısık gözlerimle bir süre baktım. Elimdeki kadehi sallarken ağır adımlarla gittiği yöne doğru ilerledim.
Zümra teyzeciğimin de onun peşinden gittiğini görünce durdum ve sırıtarak geldiğim yöne geri döndüm.
Telefonumun sesi yükseldiğinde el çantamdan çıkardım.
Araf, söz verdiği gibi, kırdığı telefonumun aynısından almıştı.
Cevapladım. "Efendim, kocam adam?"
"Kocaman adam der gibi, o ne Nefes?" Dedi Araf garipsemiş bir sesle.
"Pek kocaman sayılmazsın ama istersen benim kocaman adamım olabilirsin, yakışıklı." Dedim gülerek.
"Sağ ol ya." Dedi kinayeyle. "Saat gece yarısını geçiyor. Ne zaman geleceksin?"
"Neden sordun?"
"Sensiz uyumak istemiyorum. Sen gelmediğinde o yatak mezar oluyor bana."
Tebessümüme engel olamadım. Bu herifin kalbime zoru vardı.
"Hemen tavladın ama beni. Hoş mu?" Dedim alınmış gibi. Araf güldü. "Senin kadar olmasa da hoş." İstemsizce gözlerimi yumdum ve sıcak bir gülümseme oluştu. İç çektim. "Gece gece aşkın mı depreşti, Araf?"
"Evet. Gel beraber olsun." İması kaşlarımı kaldırmama neden oldu. "Beraber, diyorsun?" Dedim aynı imayla.
"Evet." Dedi. "Özledim seni."
Etrafımda kimse olmadığına emin olduktan sonra "Sen şuna kısaca azdım seni istiyorum, karıcığım desene, Araf? Sensiz uyumak istemiyorum falan filan geç hikâyeyi." Dedim. Araf kahkaha attı. "Eğer böyle söylememi istiyorsan tamam, ona da tamam. Evet, azdım ve seni istiyorum, sevgilim. Oldu mu?"
"Oldu oldu." Dedim sırıtarak. "Çıkıyorum birazdan."
"Bekliyorum."
Telefonu kapatıp çantama yerleştirdim. Çıkışa doğru ilerledim. Davet sahibine teşekkür edip baharlık siyah trençkotumu giydim. Evden çıkıp arabamı park ettiğim yere doğru ilerledim. Geçen gün almıştım ehliyetimi sonunda. Bu on gün, benim için hem çok zor, hem de çok yorucu geçmişti.
Bir kere bile Açelya için bağıra bağıra ağlayamamıştım. Konu o olduğunda hep suskundum. Sessizdim. Çünkü suçluydum.
Arabama bindim ve çevre yoluna doğru sürdüm. Evimiz, İstanbul'un başka bir semtindeydi.
Camı açtım ve gece rüzgarı suratıma çarptı. Çevre yoluna girdiğimde ve hızlandığımda çarpan rüzgarın şiddeti artmıştı. Spotify hesabımdan canlı bir müzik açtım.
Bir bakarsa izi kalır gözleri ne kadar da güzel
Kızdırırsan ezer geçer öfkesi ne kadar da güzel
Sevinince yankılanır gülüşü yağmur misali
Üzülürse buğulanır gözleri sonbahar misali
Yeganedir, şahanedir, mucizedir her hali
"Öyle de güzel, böyle de güzel
Öyle de güzel, böyle de güzel
Öyle de güzel, böyle de güzel
Öyle de güzel, böyle de güzel."
Şarkıya eşlik ederken kendimi kandırıyordum, mutluymuş gibi hissetmeye çalışıyordum. Öyle değildi, ama öyleymiş gibi yapmak zorundaydım.
Beni çevre yolundan çıkaracak olan sapaktan döndüm ve şehir merkezine girdim.
Bu sırada başka bir şarkı çalmaya başlamıştı. Bu sefer de ona eşlik ettim.
"Sonuna kadar, gideceğim sonuna kadar. Manitalar paparazzi gibi yakalar..."
Şehir merkezinden çıktım, biraz ilerledikten sonra kasabaya giriş yapmıştım. Kasabayı da geçtikten sonra birkaç yüz metre ilerdeki yol ayrımına geldim. Asfalt yoldan çıkıp toprak yola girdiğimde araç biraz sarsılmıştı. Dikiz aynasına baktığımda, toprak yol yüzünden arka tarafın tamamen toz duman olduğunu gördüm. İçeri girmemesi için camı kapattım.
Evin arazisine açılan siyah kapıya geldim. Otomatik kapı açıldı ve içeri girdim. Aracı park edip indim. Adamlardan biri eve girene kadar bana eşlik etmişti. Kapı açıldı ve eve girdim. Kapıyı kapatıp holde ilerledim. Topuk sesim sessiz evde yankılanırken etrafı dinledim. Araf yukarıda olmalıydı.
Ağır adımlarla merdivenlere ilerledim. Gözüm, koridorun sonundaki odanın kapısına takıldı. Annemin odasının.
Annemin yaşadığı ev yanıp kül olduysa ve öncesinde de babamla tanışmıyorlarsa o dolaptaki dizelerin anlamı neydi? Ne işi vardı orada?
O oda nasıl anneme ait olabilirdi?
Gözlerim kısıldı ve oraya doğru ilerledim. Yeniden incelememde bir fayda olabilirdi sanırım.
Kapıyı açıp içeri girdim. Beni karanlık oda karşılamıştı. Bizzat aldığım yeni perdeler takılıydı. Odada hiçbir şey değişmemişti. Dediğim gibi, bir iğnenin bile yerini değiştirmemişlerdi.
Kapıyı kapattım ve ışığı yaktım.
Küçük oda aydınlandığında bir süre hareket etmeden odayı izledim.
Annem buraya aslında hiç gelmemişti. Annem bu mobilyalara hiç dokunmamıştı.
Dolaba ilerledim ve oradaki ufak şiire tekrar baktım. Elimi üzerinde gezdirdim, pürüzsüzdü. Elimi dolaba sürterek çektim. Son anda parmağıma bir pürüz takılmıştı.
Yaklaşıp yakından baktığımda taşlar yerine oturdu.
Bu şiir anneme aitti ve annemin yazısıydı, evet.
Fakat stickera çevrilmiş hâli.
Asaf Pakgör denen herifin amacı beni kandırmaktı. Ve de başarmıştı.
Ateşi bol olsun.
Umarım o da babam gibi bir anda hortlayıp gelmezdi.
Sıkıntılı bir soluk verirken doğruldum. Hiçbir anlamı yoktu. Bu oda annemin olabilirdi ama onun tek bir ayak izi, tek bir nefes zerreciği dahi yoktu. Onun bu odadan haberi bile yoktu çünkü ölmüştü!
"Lanet şeyler." Diye homurdanarak ışığı kapattım ve kapıyı çekerek dışarı çıktım. Yatak odamıza ilerledim.
Araf, yatağımızda ışıklı gözlüğüyle kitap okuyordu. Bakışları bana çevrildi. Gözlüğü çıkarıp baş ucu lambaderini açtı. "Hoş geldin. Nasıldı davet?"
"Sanki bilmiyorsun." Diyerek göz devirdim ve gardropa ilerledim.
"Evet, biliyorum. Yine katmışsın ortalığı birbirine."
"Yeni kankan mı söyledi?" Dedim geceliğimi askıdan alırken. Siyah kadife sandık taburenin üstüne atıp ceketimden ve elbiseden kurtuldum. Çıplak kaldığımda Araf hiç çekinmeden arsızca beni izliyordu, pek de takılmadım. O kadar mutsuz ve keyifsiz hissediyordum ki... Sanki birazdan ölecektim. Antidepresanın etkisi geçmiş olmalıydı. O varken daha insaniydim.
"Yeni kankam senin patronun, biliyorsun, değil mi?" Geceliği giymek üzere elime almıştım ki duraksadım. Dişlerimi sıkarken kaşlarım çatılmıştı. "Nasıl unuturum!? Sayende!"
"Nefes... Mecbur kaldığımı biliyorsun."
"İş işten geçtikten sonra kimin neye mecbur kaldığının zerre önemi yok, biliyor musun? Benim planım bu değildi! O masaya o kadar kolay girmeyecektim! Benim yerime karar vermemeliydin!"
En az benim kadar sinirlenmişti. Yerinden doğruldu. "Eğer senin yerine karar vermeseydim şu an ölüydün! Kendi baban öldürmüştü seni! Kusura bakma, aşkından geberdiğim karımı ölüme terk edemedim(!)"
Gözlerimi yumarak sakinleşmeye çalıştım. Daha ılımlı konuşmalıydım.
"Pakgör'lerin gücüyle o kadar övündünüz... Karaslan'lara nasıl bu kadar kolay yenildin de Sadık Balaban'a mecbur kaldın? Her yerde adamınız var, Araf! Akla gelen gelmeyen her yerde! Çok da güçlüsün, fakat bu gücü kullanmıyorsun! Neden!?"
Araf sustu. Bir süre gözlerime baktıktan sonra geri çekildi ve kitap okumaya geri döndü.
Delirecektim.
Eğer şimdi o kitabı çekip kenara atmıyorsam, kitaplara olan sonsuz saygımdandı! Tek sayfasının dahi zedelenmesine tahammül edemezdim ve başkasına da bunu yapmayacaktım.
"Araf, sana bir soru sordum!"
Cevap vermedi.
"Araf Bey, teşrif ederseniz eğer, karınız size bir soru sordu!" Dedim sesimi değiştirerek kibarca.
"Kendisine meşgul olduğumu ve sakinleşmedikçe de ona cevap vermeyeceğimi söyleyin lütfen." Dedi mesafeli bir şekilde.
"Peki benimle konuşmak ister misiniz?" Dedim aynı ses ve üslupla. Bu sırada geceliğimi giymiştim.
Araf'ın dudağının kenarı kıvrıldı. "Olur, ama karım duymasın."
Bir an kaşlarım çatıldı.
Sonra saçmaladığımı fark edip silkelendim.
Yatağa, ona doğru yaklaştığımda göz ucuyla bana baktı. Sırtını yatak başlığına dayayarak oturmuştu. Elindeki kitabı nazikçe alıp arasına ayracı koydum ve komodine yerleştirdim. Geceliğin fazla uzun olmayan eteğini kaldırıp kucağına yerleştiğimde onu net bir şekilde hissetmiştim. Avuçlarım göğsündeydi. "Duyarsa çok mu kızar?"
"Ayrı olduğumuz dönemde sevgilim olduğunu düşündüğü bir kadınla seviştiğimi sandığı için gecenin üçünde kapıya dayanıp binayı ayağa kaldırmıştı. Bence siz düşünün ne kadar kızacağını."
"O da kendini duvardan duvara vurup inlemeseymiş!" Dedim bir anda kendi sesime dönerek. Araf'ın kaşları havaya kalktığında duraksayıp boğazımı temizledim ve yeniden sesimi değiştirdim. "Ya? Sonra ne oldu peki? İkinizin de hayatını- yani ikinizi de mahvetti mi?"
"Yok, hayır. Çok zeki ve çok seksi olan karım, sadece yüz ifademe bakıp her şeyi anladı. Olay büyümedi."
"Peki kadın?"
"İşte onu öldürdü." Dedi gözlerini kaçırarak.
Gözlerim kısıldı. "Sizin için mi öldürdü peki?" Dedim ağzını arayarak. Umarım öyle olduğunu düşünmüyordur, çünkü öyle değildi. Sırf sevdiğim adamla bir şeyler yaşadığı için bir insanı öldürmezdim.
Benim onunla meselem kişiseldi. Ayağımı kaydırmaya fırsat arayan hastanın tekiydi ve defalarca uyarmama rağmen ciddiye almamıştı.
"Başta öyle olduğunu sandım, ama öyle değilmiş. Ben mevzuyu tam bilmiyordum."
"Bunu nasıl anladınız?"
"Abisi söyledi."
Nefesim kesildi ve isabetinden inatla kaçtığım hançer, bir yapboz parçası gibi göğsüme saplandı.
Abisi...
Baha Karaslan.
"Abimi hiç gördün mü?" Diye sordum ciddileşerek. Onu hiç görmemiştim ve haber de alamıyordum. Onu gizlice takip ettirip korumalarını sağlıyordum ama onlar da kaybetmişlerdi onu. Çok merak ediyordum. Şu an her yerde arıyorlardı.
Araf da durgunlaştı. "Görmedim. Ben de merak ediyorum onu. Fakat bulabilecek birini biliyorum." Göz devirdim, "Sadık Balaban deme bana!"
Güldü, "Hayır değil. Pek sevmediğim, hatta tipine bile ayar olduğum bir lavu- yani adam."
"Araf..." Dedim düşünceli bir şekilde. "Sen... Gerçekten neden kullanmıyorsun hiçbir gücünü?"
Araf yine sustu.
Emin oldum, bir şeyler dönüyordu. Araf hiçbir zaman mevcut güçlerini kullanmamış, hep başka güçlü isimlerden yardım almıştı.
Aklıma düşen tahminle dudaklarım aralandı. Araf, anlamış olmamdan ürker gibi baktı. Bu bakışı beni susturdu.
Babası, o yetkiyi elinden almıştı.
Peki o gücü kullanabilmenin yetkisini oğlundan aldıysa, kim kullanacaktı?
Detayları bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Avukatı ziyaret etmem gerekecekti yeniden.
Tabii... Abimi bulduktan sonra...
🍁
BAHA.
Güneşimi kaybettim.
Yaşam ışığımı kaybettim.
Önümden geçip giden insanların tuhaf bakışlarını üzerimde hissederken oturduğum yerden bir saniyeliğine bile kalkmadım.
Açelya'nın babası Aykut amca, Açelya'nın cenazesinden sonra bu şehri terk etmişti. Annesi Semra teyze ise bu evi satmıştı.
Bana.
Ama aldığım günden beridir bir adım bile atmamıştım bahçesinden.
Binayı çevreleyen bahçe duvarına sırtımı vermiş, yerde oturmuş asfaltı izliyordum.
İnsanların ilgisini çeken yüzümdeki ifade değildi, ifadesizlikti. Bitiklikti. Uzamış kızıl kahve saçlarım ve sakallarımdı. Bitkin görünen bedenimdi.
O heybetli duruşuyla ortamların içinden geçen Baha Karaslan artık yoktu. O'nu bulduğumda, onu kaybetmiştim. O'nu kaybetmiştim, şimdi geride kalan hiçlikti.
Göğsümü yırta yırta "Ah" diye bağırmak istedim de sustum.
Ah sevgilim, ah güzelim, ah mavim.
Giderken keşke beni de götürseydi. Onu götüren kurşun, benim kalbimi paramparça etseydi. Sürüm sürüm süründürseydi de ona dokunmasaydı.
Titrek bir nefes alırken gözlerimi kaldırdım. Sanki gözümün önünde arabam belirdi. Binadan kıvırcık siyah saçları ve lensli kahverengi gözleriyle Açelya çıktı, onu ben karşıladım. Bavulunu kaçamak bakışlarla bana uzattı, bense söylenerek ve onunla alay ederek bagaja koydum.
Onunla alay etmemek elimde değildi. Çünkü sinirlendiğinde çok tatlı oluyordu.
Nefes önde otururken, o arkaya geçiyordu. Ben koltuğuma geçip aracı sürmeye başlıyordum.
Ya da sil.
Açelya yine o kapıdan çıkıyordu, bu sefer mavi gözleriyle. Yine kapıda ben, ayakta gülümseyerek onu bekliyorum. Beni görünce gözleri büyüyor, kocaman gülüyor, koşup boynuma atlıyor.
Avucumu boş boynuma sardım. Çarpan nabzımı avucumda hissettim. Lanet ettim. Halbuki onunki sessizdi. Başımı göğsüne koyduğumda kalp atışları ve nefes sesleri kulağıma dolmamıştı, soğuktu. Çok soğuktu.
"Yalvarırım yükseltin dereceyi. Çok üşümüş, hasta olacak. O zor atlatır hastalığı."
"Baha Bey..."
"Sus. Tamam... Sus."
Yutkundum.
"Açsana mavi gözlerini, doyamadım zaten. Bir kez bakayım sadece, söz sonra yine kapatırsın. Hadi, sevgilim."
Yutkunamadım.
Uzun süre betonda oturduğum için karnımda rahatsız edici bir ağrı vardı. Fakat göğsümdeki ağrının yanında bir hiçti, umursamadım.
"Neden sevdiğim herkes ölüyor?" Diye mırıldandım karşımdaki ağacın köklerine bakarken. "Annemi çok seviyordum, öldü. Annemi sever gibi sevdiğim kadın vardı, o da öldü." Başımı gökyüzüne kaldırdım.
"Neden hak etmeyenlerin canını alıyorsun ki? Bak, çok üzüldüm ben... Mahvoldum ben... Valla mahvoldum, öldüm de nefes alıyorum diye kimse gömmüyor."
"Baha?"
Gelen sesi tanıyordum. Bu yüzden bakmadım. Beni nereden bulmuştu? Üstelik neden o?
"Sonunda, amına koyayım!" Yanıma kadar geldiğini duydum. Başımda dikildi ve bir süre bana baktı. Elini uzattı, boş bakışlarım eline çıktı. "Gel, kalkalım."
Yüzüne bakmadım. Elindeki gözlerimi yeniden yere indirdim. Yine de uzatmaya devam etti. Sonunda pes edip yanıma çöktü.
"Herkes seni arıyor."
"Ben de birini arıyorum ama her arayan aradığını bulamıyor işte."
Sessizlik.
"Araf seni bir yere kadar anlayabilir. Çünkü sevdiğini kaybetmenin yalnızca eşiğinden döndü."
Ruhsuzca gülümsedim. "Sen mi anlayacaksın beni? Kaybettin mi sevdiğin kadını?"
"Şükür ki nefes alıyor ama benim yanımda değil. Ben onu sonsuza kadar kaybettim."
"En azından nefes alıyor."
Derin bir nefes. "Çok şükür."
Çok şükür.
Onun açısından bakarak izleyenlerin yüzünde bir gülümseme oluşurdu. Fakat benim açımdan izlendiğinde ağlama isteğiyle başa çıkmaya çalışırlardı.
Gülümsedim.
Kendime acıdım.
"Niye buradasın?"
"Hem uzaktan akraban, hem enişten olan şahsiyet bana muhtaç kalmış(!)" Diyerek övündü. Gerim gerim geriniyordu, ona tip tip baktım.
"Yüzünü ilk kez gördüm." Dedi. "Neden onca zaman maske kullandığını anlamış oldum. Ve neden şimdi çıkardığını da anladım." Buruk bir tebessüm yüzündeki yerini aldı. "Sevdiği kadın için. Nefes ona ne söylediyse, hayatı boyunca taktığı maskeden vazgeçmiş. Anlaması zor değil."
Canım yanıyordu.
Canını yakmak istedim. Bu isteğe engel olamadım.
"Araf'ın maskesi düştüğünde sevdiği onu kabullendi. Peki senin sevdiğin kadın, senin masken düştüğünde ne yaptı?"
Yüzündeki tebessüm tuzla buz oldu.
"Gitti." Dedim yüzüne vurarak.
"Olsun. Hak ettim. Onun ne kadar kinci ve yalandan nefret eden biri olduğunu bilmeme rağmen saklamak benim suçumdu. Hayallerini yıkan bendim. O gece... İtiraf ettiğimdeki yüz ifadesini göreceğime keşke ölseydim."
"Ölme." Dedim rahatsız olarak.
Kuzey şaşırarak baktı.
Birbirimizi zerre sevmezdik; Kuzey, Karaslan'lardan nefret ederdi. İkimiz de birimiz ölecek olsak karşıdan bir sigara yakıp keyifle izlerdik. Ama şimdi bunu istemediğimi söylüyordum, mucize gibi bir şey.
"Ne?" Dedi afallamasını sesine de yansıtarak.
"Ölme." Dedim yeniden, tersleyerek. "Bade dayanamaz." Bakışları dondu. Sanki kışın ortasındaymışız ve sert bir ayaz bizi vurmuş gibi ürperdi. Gözleri asfalta düştü.
"Sen git kendini toparla önce, amına koyayım." Diyerek homurdandım. "Beni rahat bırak."
"Benim toparlanmam pek mümkün görünmüyor." Diye mırıldandı.
"Bade'ye git." Dediğimde aniden kafasını kaldırıp bana baktı. "Ne?"
"Ne duyduysan o." Dedim bakışlarımı ağaca sabitleyerek. "Hâlâ nefes alıyorken, gözlerini hâlâ görebiliyorken gir gör. Sevgilimin gözleri de maviydi. O yumduktan sonra gökyüzü de deniz de fayda etmedi. Onun mavisine benzemiyor hiçbiri. Eminim Bade'nin mavisine de benzemiyordur. Git gör. Kavga edecek olsa bile sarıl." Ona baktım. "Sonucunda onunla kavga etmek, mezarına sarıldıktan sonra sessizliğe mahkum olmaktan daha iyidir."
Kuzey'in rengi attı. Bana acıyla baktı. Sanırım ne kadar acınası bir hâlde olduğumu yeni idrak ediyordu.
Yerden destek alarak kalktım. "Nereye?" Dedi hızla.
"Sana ne ulan? Beni bi' rahat bırakın artık! O Nefes'e de söyle, peşime daha zeki adamlar taksın takacaksa."
Dediğimi duymazdan gelerek "Eve mi gidiyorsun?" Diye sordu. Hangisinden bahsettiğini anlamadım ama önemi de yoktu.
"Benim bir evim yok." Dedim çok absürt bir şey söylemiş gibi.
Neyden bahsettiğimi anladı.
Evim yok.
Baha Karaslan. Karaslan ailesinin tek ve son erkek varisi. Yirmi dört yaşında deli dolu, gece kulüplerinin müdavimi, kadın milletine aşık, hovarda, genç bir adam.
O adam yirmi dört yaşında yaşadı ilk kez.
O adam yirmi dört yaşında öldü.
Dolmuşlara binerek gittim o kadar yolu. Beni her gören çocuğunu kendine çekip benden uzaklaştırdı. Beni her gören sevgilisini kendine yaklaştırıp bana dik dik baktı.
Diyemedim.
Ben serseri değilim, sadece canımı gömdüm diyemedim.
Son dolmuştan indiğimde ellerimi ceplerime sokup kaldırım kenarından yürümeye başladım.
Hep fön çektiğim için düz görünen saçlarım şu an doğal kıvırcık halindeydi ve olmadığı kadar uzundu. Sakallarımla birbirlerine karışmışlardı, zayıflamıştım. Sürekli bir yerlere çöktüğüm için üstüm başım kir çamur içindeydi.
Darmadağındım. Ve toparlanmam imkânsızdı.
Parmaklıklı demir kapıdan geçip yokuşu çıkmaya başladım.
Yağmur Pakgör'ün mezarı buradaydı. Yeri çoktan ifşa olmuştu bile. Nefes, kaybettiği her canını buraya, annesinin yanına, gömmüştü. Sanki ona emanet eder gibi.
Açelya da buradaydı.
Uzakta durdum ve mezarına uzaktan baktım. Yeni yapılmış mezar taşı çok temiz ve parlak görünüyordu.
Onunla konuştuğum an, içim içimden kopacaktı. Ben benden kopacaktım. Bunu geciktirmek istedim.
Yağmur Pakgör'ün mezarına ilişti gözlerim. Beni duyacağına inanıyordum.
"Sen ölmeseydin bunlar olmazdı." Dedim. "Her şeyi başlatan sizsiniz. Babam ve sen. Sizin hastalıklı aşk hikâyeniz... Sen ölmeseydin, Nefes seninle olacaktı. Böyle bir oyun olmayacaktı. Böyle bir vahşet olmayacaktı. Annem ölmeyecekti, Açelya ölmeyecekti. Her şeyin temeli sensin, Yağmur Pakgör." Bir iki adım atıp mezara yaklaştım ama asla yanına gitmedim.
"Senin yaşayıp kızına sahip çıkman, onu koruman gerekiyordu. Onu koruyamadılar. Onu kararttılar, beyniyle oynadılar. Nefes gerçek değil, o bir obsesyon. O bir oyun. O insan ürünü. Gerçek olan tek kişi Eda. Bu kadın gerçek değil. Ve gerçek olmayan bir kimlik, hepimizi yok ediyor."
İç çekene kadar ağladığımın farkında değildim. Dizlerimin üstüne çöktüm.
"Beni kardeşime düşman ettiler, anne."
Dudaklarımı dişledim. "Sen yaşasan olmazdım. Olamazdık."
Emin olduğum bir şey vardı. Yağmur Pakgör, kızını bizden korumak için her şeyi yapardı.
Her şeyi.
Gerekirse onu sonsuza dek saklardı, gerekirse kimliğini değiştirip yurt dışında bir aileye bile verirdi. Ama mutlaka ona ulaşmamalarını sağlardı. Kendisi hasretinden ölürdü, yine de kızını riske atmazdı.
Keşke yaşasaydın, Yağmur Pakgör. Hepimiz bu kadar dağılmazdık.
İğne ucu kadar bir nokta, kaderi ters düz edebilirdi. Yağmur Pakgör'ün kanser hastası olması, hepimizi bugüne getirmişti.
Oturduğum yerden kalkarken elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Bakışlarım bu sefer de Mavi'nin mezarına takıldı. Sarsak adımlarla ona doğru ilerlerken ceketimin iç cebinden sapı kısa, mavi bir lale çıkardım. Buraya gelirken yoldaki çiçekçi kadından almıştım. Bu mezarlığa her gelişimde bir tane mavi lale almadan gelmiyordum. Ne hâlde olursam olayım, o laleyi Mavi'nin mezarına koymadan gitmiyordum.
Mavi laleyi Mavi'nin toprağına koydum. Ona sadece gülümsedim, başka hiçbir şey yapmadım.
Nefes'in, Mavi'yi öğrendiği günkü feryadı kulaklarımla çınladı. Ürperdim.
Akraba evliliklerinde çocuklar hasta doğabiliyordu, ya da hiç doğmayabiliyordu. Ama bu öyle bir şey değildi. Mavi'yi Nefes'ten başkası almıştı.
Nefes ve Araf kuzen olabilirdi. Fakat aşık olmak onların tercihi değildi. Ve kaderin her seferinde onları birbirlerine toslatması da onların tercihi değildi. Onların tercihi olabilecek tek şey, çocuktu.
Ve bildiğim bir şey vardı ki, Nefes artık çocuk istemiyordu. Çünkü bu bataktan hiçbir şekilde kurtulamayacağının farkındaydı. Ayrıca böyle bir hayatın içine masum bir bebek getiremezdi. Getirecek olsa bile sağlıklı olacağından emin olamazdı. Sırf kendi istekleri uğruna masum bir canın can çekişmesini kabul etmezdi.
Bu yüzden ne zaman kucağında bebeğiyle bir kadın geçse, Nefes sadece bakıyordu. Çünkü sadece bakabilecekti.
Nefes için bir çocuğu vardı zaten. Ölmüş olabilirdi, ama biri ona "Çocuğun var mı?" diye sorsa "Yok." demezdi. "Vardı." derdi. Ya da "Var ama kaybettim." derdi. Veya açıklama yapmaz, sadece "Var." derdi. Ama hiçbir zaman "Yok." demezdi.
Mavi, annesi için hep vardı. Hep de var olacaktı.
Tıpkı benim için var olacağı gibi.
Yağmur Pakgör ve Mavi'nin mezarının bulunduğu toprak havuz kısımdan çıkıp taş yola geçtim. Çekinir ve zor adımlarla o korktuğum yöne doğru ilerledim.
Nihayetinde ne kadar uzamasını istesem de o mesafe uzamadı. Kendimi o mezarın başında buldum içinde olmayı umarken.
Kalın harflerle Açelya Bostan yazıyordu.
Doğum tarihi, 8 Temmuz 2001.
Ölüm tarihi, 13 Nisan 2021.
Çöküp nemli toprağa oturdum. Ceketimin cebinden kadife koyu lacivert kutuyu çıkardığımda ellerim titriyordu. Kutuyu avucumda sımsıkı sıktım.
"Yokluğun... İşkence gibi." Dedim kısık sesle. "Böyle hayal etmemiştim. Hiç hayal etmemiştim. Belki de hatalı olan benimdir. Sana geç kaldım, geç kalmakla da kalmadım. Defalarca canını yaktım. Şerefsizin teki olduğumu kabul ediyorum. Ama hangi insan geçmişinden bir çırpıda kurtulabilir ki? Emin olduğum ve inanmanı deli gibi istediğim tek şey; ben seni üzmeyi hiçbir zaman istemedim. İsteyemem, kıyabilir miyim lan ben? Yapamam."
Kutuyu açtım.
Halkanın kenarlarında ince işlemelere sahip, ortasında ise orta boyda pırlanta çiçek detayı olan yüzük, kutunun ışığıyla ışıl ışıl parladı. Zarif bir yüzüktü. Ne sade, ne abartılıydı. Çiçek lotusa benziyordu ama lotus olmadığını biliyordum.
"Eğer... Gidişin bu kadar ani olmasaydı... Hayalimizi gerçekleştirecektim. Sadece senin hayalin olduğunu mu sanmıştın? Seninle evlenmeyi nasıl istemem ki? Sadece korktum, sevgilim. Korkaklığım bana pahalıya patladı. Elimde bu yüzükle kalakaldım. Halbuki sana ait değil mi?" İç çektim ve elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim.
"Bu yüzük bende kaldıkça... Acı çekiyorum. Uyuyamıyorum, yemek yiyemiyorum, oturamıyorum, kalkamıyorum... Yaşayamıyorum. Belki de sana ait olduğu için bana bu kadar işkence ediyor." Yüzüğe son kez bakıp kutuyu kapattım. Toprağı elimden geldiğince açıp kutuyu gömdüm ve kapattım. "Bu sana ait. Sende kalmalı, güzelliğim." Tekrar iç çektim ve alnımı mezar taşına yasladım. "Seni çok seviyorum. Çok. Bu ağrının hakkından gelemeyecek kadar çok."
Gözlerimi yumdum, gözyaşlarım tenimi yakarak yanaklarımdan süzülmeye, bense iç çekmeye devam ettim.
Bildiğim bir şey vardı.
Ona bir gün kavuşacaktım.
🩸
NEFES.
"Böyle mi dedi sana?" Dedim yumruğumu sıkarken.
Öfkeli bir sıkma değildi, acı veren bir sıkmaydı.
Sabah saatleriydi, şirkete gelmiştim ve çok geçmeden Kuzey de gelmişti. Önce Araf'la konuşmuş, sonra bana gelmişti. Bitkin görünüyordu ama sebebini sormadım, beni ilgilendirmiyordu.
"Evet. Kendine bir şey yapmaması için onu uzaktan takip ettir, Nefes. Başka bir amaçla değil. Ve cidden fark edilmeyecek kadar profesyonel adamlar olmalı. Tüm bunların dışında... Onu yalnız bırakın. Acısıyla baş başa kalıp hesaplaşması gerekiyor. Siz onu yalnız bırakmadıkça o daha kötü oluyor." Derin bir nefes verirken geriye yaslanıp pencereden dışarı baktım.
"O aynı Baha." Dedi. "O gün gördüm kardeşliğinizi, seni canından çok seviyor. Sadece acı çekiyor ve öfkeli. Bir sorumlu arıyor. Seni sorumlu tutması, sevmediğini göstermez. Bugün tehlikede olsan yine en önce o koşacak. Neden, biliyor musun?"
Çünkü benden başka kimsesi kalmamıştı.
Gerçekten kalmamıştı.
Babası varken yoktu. Bu da yetmemişti, sevdiği kadını ve annesini almıştı elinden. Yaren'le araları pek yoktu ama yine de Yaren'in ona destek olduğu anlar illa ki olmuştu. Yaren ölmüştü. Amcasının ise harcayacağı ilk kişi Baha'ydı. Çünkü şirketin hisseleri artık Baha'daydı. Oraya gitmese de, yönetime katılmasa da, şirketin sahibi oydu. Gökhan ondan o hisseleri almaya çalışacaktı.
Abim yalnızdı. Abimin sadece sevdiği kadının ölümünden suçladığı kız kardeşi vardı elinde.
Hoş.
Kız kardeşi de kendini suçluyordu zaten.
Yine hiçbir yere sığamıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Derin soluklar alarak yerimden kalktım. Kuzey beni izliyordu.
"Teşekkür ederim. Hava almam lazım biraz." Baharlık ceketimi omuzlarıma alıp odadan çıktım, asansöre bindim ve holdingin terasına çıktım.
Gökdelenin tepesi olduğu için sert esen bir rüzgar hâkimdi buraya. Omuzlarımdaki cekete sarılarak uca yaklaştım.
Başıma ağır gelen siyah saçlarım rüzgarla deli gibi uçuşuyordu. Birkaçı suratıma tokat gibi çarpsa da gözlerimi yummaktan başka bir şey yapmadım.
Ceketi tutan ellerim yumruk oldu, fazla uzun olmayan takma tırnaklarımın hafif bir eğimle büküldüğünü hissettim.
"Eda! Ne bu hâlin!?" Annemin telaşla mutfaktan koşup geldiğini gördüm, abim kenara çekilmişti. Dizlerinin üzerine çöküp benimle aynı boya geldi. "Acıyor mu? Ne oldu!? Düştün mü!?"
Okul eteğimin altından görünen pembe çorabım yırtılmıştı ve kan olmuştu. Beyaz gömleğimde de ufak kırmızı ve siyah lekeler vardı. Dizim, kolum ve elim yanıyordu ama ağlamadım.
"Özür dilerim." Dedi arkamda duran Açelya. Kıvırcık siyah saçları başının üstünde sıkı bir at kuyruğuyla toplanmıştı. Mavi gözlerinde suçluluk vardı ama bunu istemedim. O sorumlu değildi ki?
"Ne oldu, Açelya?" Dedi annem bu sefer de ona dönerek.
"Beni itince kendi düştü." Dedi Açelya başını öne eğerek.
"Arkadaşını niye ittin ki?" Dedi abim bana salakmışım gibi bakarken.
"Araba geliyordu. Gitme, dedim dinlemedi." Dedim omuz silkerek.
"Ne!?" Diye bağırdı annem. "Siz yola mı atladınız!? Ya çarpsaydı size!? Ne olacaktı!?"
"Araba bana çarpacaktı." Dedi Açelya titrek sesiyle. Gözleri dolmuştu. "Eda beni itince ben duvara çarptım, o da düştü."
Annem ikna olmamış, daha da dehşete düşmüştü. "Ne işiniz vardı orada!? Eda!? Sana kaç kere dedim okul bahçesinden dışarı adım atmayacaksın, güvenlik abilerin yanından ayrılmayacaksın diye!? Bir de yola atlamışsın! Ya sana bir şey olsaydı!? Peki sen!?" Açelya'ya döndü. "Sana olsa ne olacaktı!? Allah korusun ya ölseydiniz!?"
Allah korusun, ya ölseydik?
Açelya'yı bir kez ölümün elinden alan ben olmuştum. Fakat sonrasında istemeden de olsa onu ölüme iten yine bendim.
Boktan bir insandım.
Gözyaşları yanaklarımdan süzülürken altından kalkamayacağım bir yük omuzlarımdaydı. Ben bu yükten ölsem de kurtulamazdım.
Dudaklarımı birbirine bastırıp dişledim. Gözlerimi açıp başımı havaya kaldırdım ve gökyüzüne baktım.
Bir zamanlar en sevdiğim renk maviydi. Şimdiyse bana en fazla acı veren renkti. Sanki bir renk değil, işkence aletiydi ve ben altında can çekişiyordum.
"Sizden özür dileyemem." Diye mırıldandım. "Çünkü hiçbir özür sizi bana geri vermeyecek. İkiniz de benim yüzümden öldünüz ve aynı hatamdan. Daha önce fark edememek."
"Sen bir insansın." Araf'ın sesi, terasın girişinden geliyordu. Sanırım ona Kuzey haber vermişti ve o da peşimden gelmişti. Bana doğru yaklaştığını duydum ama ona doğru dönmedim. Yanaklarım ıslak, gözlerim kırmızıydı. Bundan emindim çünkü yanıyorlardı.
"İlahi bir güç sana dokunup olacakları haber vermeyecekti, Eda." Elini omzumda, kolunu sırtımda hissettim. Bana yandan sarılıyordu. "Emin ol. Böyle bir şey mümkün olsaydı, en önce ben kullanırdım." Başımı eğip gözlerimi yeniden yumdum. Bu hareketimle yaşlar daha hızlı akmaya başladı.
"İlaçlarım nerde?" Dedim ağlamaya devam ederken.
"Bugünkü ilacını aldın, sevgilim."
"Ama işe yaramadı. Hâlâ acı çekiyorum. Böyle olmamalıydım."
"Nefesim yine söylüyorum, sen insansın. Antidepresan senden duygularını söküp alamaz, sadece az da olsa hafifletir. Sen önce on dokuz yıllık aileni, sonra hiç kazanamadığın anneni, sonra iki yüzlü katil dayını, sonra bebeğini, sonra babanı, sonra da çocukluğunu kaybettin. Robot değilsin, herkesin bir kopma noktası vardır. Bastırma, gözünü seveyim. Sen bastırdıkça daha kötü olduğunu görmüyor musun?"
İç çektim ve bu hıçkırığa dönüştü. "Bir kez düştüm." Dedim sesim acizliğimi gösterirken. "O düşüş, kayıplarımı daha da artırdı. İyi olmadım. Tekrar düşmeyeceğim." Yüz ifadesi sarsıldı ve gözlerini kaçırdı. "O kayıp... Ben miyim? Eğer tekrar düşersen seni tekrardan bırakacağımı mı düşünüyorsun?"
Islak gözlerimi sımsıkı yumdum. Sanki gök gürültüsünden korkan küçük bir kız çocuğuydum ve gözlerimi kapatırsam ondan saklanacaktım.
"Her şey bu evde başladı. Bu evde bitsin."
O anı yeniden yaşıyormuşum gibi hissetmem ne kadar normaldi ki?
"Bebek katili olmak için bunu yapmak gerekmez. Cüret etmek de yeterlidir. Ve benim babam bir bebek, bir çocuk, bir genç kız ve bir kadın katili. Senin tüm yaşlarının katili. Sevdiğim kadının katili. Ve ben de o katilin oğluyum." Duraksadı ve güldü. "Ah, pardon. Oğlu değilim, piyonuyum. Onun emrinden çıkamayan, onun iki dudağının arasından çıkacak şeyleri duymadan ne yapacağını bilmeyecek kadar aciz bir piyonum. Ve, Eda; o katil ölürse, ben kimsesiz kalacağım. Ve yine inan bana, sen bile dindiremeyeceksin o kimsesizliğimi."
Ben, annemin intikamını alırken yaşayan sevdiklerimin de canını yakıyordum.
"Ve babama bu denli bağlı oluşum, sana ettiğim en büyük ihanet."
Bağlı olduğu dalı bizzat kesmeme rağmen hâlâ yanımdaydı.
"Baban belki başaramadı..." Dedim titreyen acı dolu sesimle. Bir hıçkırık koptu boğazımdan. "Ama beni öldüren sen oldun, Araf Pakgör. Baban yapmasın diye sen yaptın."
Babasını direkt ortadan kaldırmam, bir nevi Araf'tan da intikam alıyormuşum gibi değil miydi? Halbuki böyle bir amacım hiç olmamıştı.
O herif benim gözümde Araf'ın babası değildi. Anneme eziyet eden ve çocukluğumdan beri beni öldürmek için çabalayan ruh hastası bir katildi.
Kendi hıçkırık sesim beni düşüncelerimden kopardı. Ne ara yere çöktüğümüzü fark etmemiştim. Araf beni kendine çekip, kendine saklamak ister gibi sımsıkı sarıldı. "Özür dilerim."
Özrün hiçbir anlam ifade etmiyor, demek istedim. Çünkü gerçek çaresizlik, özürle ölçülemiyordu. Bunu şu an bile hissediyordum. Ve bu his, dünya üzerindeki en boktan his olabilirdi.
Gerçek çaresizlik.
Gideni döndüremeyeceğindeki çaresizlik, öleni diriltemeyeceğindeki çaresizlik, sonuna doğru yürüdüğünü fark edip de dur diyemediğin çaresizlik.
Küçük şeyler değil, büyük şeyler. İnsan içine sığmayacak kadar büyük şeyler.
"Annem benden utanıyordur." Dedim yorgun bir sesle. Hıçkırıklarım ve gözyaşlarım dinmişti, şu an sadece Araf'ın göğsünde yatıyor, boş boş duvarı izliyordum.
"Annen seninle gurur duyuyordur." Dedi.
Güldüm. "Ölüm makinesine dönüştüğüm için mi?"
"Hayır. Kimse onun için kılını kıpırdatmamışken, kendi kızı sırf annesi için ortalığı birbirine kattığı için. Sırf annesi için, annesinin canını yakmış herkesi acımasızca cezalandırıp yaptıkları her şeyi misliyle ödettiği için."
Duraksadım. "Araf..."
"Efendim."
"İkimiz de normal değiliz, biliyorsun değil mi?" Omuz silkti. "Belki de."
Saçlarımdan öptüğünde gözlerim huzurla kapandı. Bu huzur, her zaman hissettiğim huzura benzemiyordu. Benim huzurum bile huzursuzdu artık. "Annenin seni gördüğüne ve hissettiğine eminim, nefesim. Hatta o kadar eminim ki... Başka hiçbir şeyden bu kadar emin olmamışımdır."
"O zaman baban da seni izliyordur." Dedim. Sesim kısık çıkıyordu.
"Umarım izlemiyordur."
"Neden?" Cevap vermedi.
Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre terasta öylece oturmuştuk. Kimsenin aramaması ya da gelmemesi, Araf'ın uyardığını gösteriyordu.
"Yarın gece ilk kez büyük masa toplantısına gideceksin, biliyorsun değil mi?" Dedi saçlarımı okşarken. Başımı göğsünden ayırıp oturur pozisyona geldim ve yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. Makyajımın akmadığına emindim, çünkü ne zaman geleceğini bilmediğim ataklarımın olduğunu biliyordum. Bu yüzden suya dayanıklı malzemelerle makyaj yapmaya başlamıştım.
"Maalesef evet." Dedim huysuzca. Elini yanağımda hissettiğimde ona baktım. "Bu kadar istemiyorsan, seni temsilen ben gidebilirim istersen."
Başımı iki yana salladım. "Hayır. İlk kez gideceğim oraya, hem görmem hem de görünmem gerek." Anlayışla başını salladı. "Sen nasıl istersen."
Duvardan destek alarak ayağa kalktım. "Tamam yeter bu kadar duygusallık. İşlerimizi bitirip çıkalım. Yorgunum ben."
Araf bir an bir şey diyecek gibi oldu ama sustu. Sanırım ne diyeceğini biliyordum. Henüz hâlâ sabah saatleri olduğunu ve nasıl yorgun olabileceğimi soracaktı. Ağlamamdan hariç.
Mental sağlığım tamamen çökmüştü ama ben süslenip herkese gülücük saçıyordum.
Araf'la beraber şirkete girdiğimizde üşüdüğümü ancak fark etmiştim. Teras fazla rüzgarlı olduğu için üşümem normaldi.
Saçlarımdan son kez öpüp odasına geçtiğinde ben de hemen yanındaki odama geçtim.
Babamdan hiçbir iz ya da işaret yoktu. Sanki gerçekten ölmüştü.
Oğuz Karaslan'ın yaşadığı haberi yayılmıştı. Kendisini öldü göstermek, adam kaçırıp onu da öldü göstermek, zoraki madde kullandırmak, cinayet ve diğer birkaç suçtan daha aranıyordu. Polisler zaten arıyordu fakat gizlice ayrı etten ben de aratıyordum. Fakat şu ana kadar hiçbir ses seda yoktu.
Gökhan Karaslan da sessizdi. O sadece şirkete odaklanmıştı, çünkü şu an şirketin başında ondan başka kimse yoktu. Ancak biliyordum ki, yarınki toplantıdan sonra yine kendini belli edecekti. Büyük masa onun hayaliyken ben sahip olmuştum. Bunu hiç istememe rağmen hem de.
Devretme imkânımız olsaydı zevkle verirdim. Eğer Gökhan Karaslan da düşmanım olmasaydı.
Onun eline böyle bir gücü kendi ellerimle vermeyecektim.
🩸
Kan kırmızısı, düz ama şık bir elbise giymiştim. Ayağıma giydiğim açık, ince uzun topuklu siyah ayakkabıların iplerini yavaşça bileğime sarmaya başladım. Kumaş olan kısımları deri yapıdaydı. Bir buçuk saat kadar önce duştan çıktığımda ayak tırnaklarıma da koyu kırmızı oje sürmüştüm.
Kısalan ipin uçlarını birbirine bağlayıp aynı işlemi diğerine de uyguladım ve ayağa kalktım. Ayak topuğumu bir çivi eziyormuş gibi hissetsem de güzellik acısız olmuyordu.
Dalgalandırdığım hacimli siyah saçlarımı omuzlarımdan geriye atıp boy aynasında kendime baktım. İp askıları elbiseyle aynı renkti ve belimde biten bir sırt dekoltesi vardı. Göğüs dekoltesi ne derin, ne hafifti. Tam ayarındaydı fakat göğüslerimin taşmış bir görüntüsü vardı, bu görüntü kötü değil, iddialıydı.
Göz makyajımı hafif tutup eyeliner çekmiştim. Bülent Ersoy'un yelpazesi gibi durmayan, doğal duruşlu takma kirpik takmıştım. Göz makyajımın sadeliğinin aksine dudaklarımda kırmızı ruj vardı. Kıyafetime uygun takı setimi çıkardım. Önce gerdanlığı, sonrasında ince küpeleri taktım. Takıma ait, tam tur pırlanta yüzüğü de sağ elime taktım.
Siyah deri trençkotumu üzerime geçirip kuşağını bağladım. Siyah el çantamın içi zaten hazırdı, son olarak içine rujumu ekleyip kapattım ve elimde tuttum. Boştaki elimle son kez saçlarımı düzeltip odamızdan çıktım.
İçinde bulunduğum durumun yararıma olan tek yanı paraydı sanırım. Kafama estikçe internetten bir şeyler sipariş veriyordum, evdeki koruma veya hizmetliler teslim alıp odama yerleştiriyordu.
Merdivenlerden inerken salona doğru baktım. Araf kanepede oturuyordu. Orta sehpayı önüne çekmiş, bilgisayarını üstüne koymuştu. Kaşlarını çatmış bir şeyler izliyordu.
"Hayırdır Fenerbahçe maçı mı izliyorsun, çılgın men?" Dedim ona takılarak.
"Ben Galatasaray'lıyım." Dedi burun kıvırarak.
Göz devirdim. "Allah'ın zevksizi."
Yanına gittiğimde bakışları bana döndü. "Çok güzel olmuşsun. Acaba gitmesen mi?"
"Bu ahlaksız bir teklif mi?"
"Eğer gitmeyeceksen evet." Gülüp yanına oturdum. "Beni bu durumun içine sokan sensin, sevgilim. Şimdi ise yapmak zorunda olduğum sorumluluklar var." Bilgisayar ekranına baktım. Bir çeşit harita vardı. "Bu ne?"
"Yazılım şefimizin gönderdiği istatistik."
Aradığımız ya da takip ettirdiğimiz birine aitti. Peki kim? Babam mı yoksa abim mi?"
"Kime ait peki?"
Araf'ın bakışları bilgisayardan bana çevrildi. Bir cevap aradım ama o bana sadece uzun uzun baktı.
"Cenk'e."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro