42 ~ Teklif
Indila - Ainsi Bas La Vida
***
42. Bölüm
Alarmın kulak öldüren sesiyle yüzümü buruşturdum.
Araf'ın bedenine sardığım kolumu çekip yüzümdeki saçlarımı çektikten sonra gözlerimi ovuşturdum.
Baş ucumdaki telefona uzanıp alarmı kapattım. Bu telefona hala alışamamıştım. Kırmızı telefonumu özlemiştim ve Araf adındaki tek hücreli varlık, onu kırmıştı.
Bir kaç dakika yatak keyfi yapıp Araf'ın şapşal suratını izledim. Sonunda kalktığımda banyoya girdim. İhtiyacımı görüp elimi yüzümü yıkadım. Yüz jellerimi, kremlerimi ve serumlarımı sürüp odaya geçtim.
Hâlâ Pakgör Holding'in üstündeki evdeydik. Açıkçası net bir evimiz yoktu, bizim olan her ev bizimdi ve sabit bir yerimiz yoktu.
Bu durum bana biraz sorun çıkarmıyor değildi.
Dolapta önceden var olan kıyafetlere baktım. Çoğu spor tarzdaydı ve ben en son ne zaman bu tarz giyinip dışarı çıktığımı hatırlamıyordum.
İlk geldiğim zamanlarda giydiğim, kenarları bağcıklı kırmızı deri eteği bulduğumda gözlerim büyüdü. Hevesle dolaptan çıkarıp yatağın üzerine koydum. Beyaz bir bluz çıkarıp onu da üstüne koydum ve uyumlarına baktım. Çok fazla koyu renk giyiniyordum, biraz açık giyinmekten zarar geleceğini sanmıyordum.
Eteği ve bluzu giydiğimde aynada kendime baktım. Bluzun eteklerini eteğin içine sokup pürüzsüz bir görünüm oluşturmak için çabaladım. Kalın bir kemeri etek ve bluzun birleşme noktasına takıp o görüntüyü gizledim.
Kemik rengi, bantlı ince topuklu ayakkabı bulduğumda hiç giymediğimi fark ettim. Araf bunu ne zaman almıştı ve benim neden haberim yoktu?
Haberim olmadan bana giysi alınmasından hoşlanmıyordum.
Makyajı tamamladıktan sonra saçlarımı taradım. Dalgalı duruşunu bozmadım ama saç bakım yağıyla kabarıklığını alarak masaj yaptım.
Ayakkabıyla aynı tonlarda baharlık blazer ceketi askısıyla beraber çıkarıp dolabın kulpuna astım.
Mutfağa geçip kahvaltı hazırladıktan sonra Araf'ı uyandırmaya gittim. Hep o mu kahvaltı hazırlayacaktı?
Yatak odasına girdiğimde Araf'ın hâlâ fosur fosur uyuduğunu görmek göz devirmeme neden oldu. Artık uyanmalıydı.
Sinsice yatağın etrafını dolaştım, yanına yaklaşıp üstüne eğildim. Tüm oyunculuk yeteneğimle telaşla "Araf atlılar geldi!" diye bağırdım.
Ben korkmasını beklerken asıl o bir anda kolunu belime sarıp beni çekti ve yatağa düşürdü. Sırtım yatağa yaslanırken üstüme çıktı. "Benim beyaz atım burada, bana ne atlılardan?"
Suratına bakakaldım.
"Beyaz at mı?" Dedim şaşkınlıkla. "Araf saçmalama istersen beyaz at sensin! Ben de kızıl şövalye." Dedim saçımı geriye atmaya çalışarak. Güldü ve yüzüme doğru eğildi. "Ha diyorsun ki senin üstüne bir ben otururum."
Kollarımı boynuna sardım. "Sadece oturmam." Kaşları kalktı.
"Nefes Hanım, ben bu konuyu tam anlayamadım. Uygulamalı gösterir misiniz lütfen?"
"Eğer hazırlanmak için bu kadar uğraşmamış olsaydım zevkle gösterirdim." Dedim. "Şimdi asıl sen kalk, yakışıklı."
Onu üstümden itip yataktan kalktığımda sırtını yatak başına yaslayıp beni baştan aşağı inceledi. O sırada ben de üzerimi düzeltiyordum.
"Bu eteği giydiğini ilk kez gördüğümde ne düşündüm, biliyor musun?" Dedi beni incelemeye devam ederken.
"Yırtmayı mı?" Dedim oyuncu bir bakış atarak.
Gözleri büyüdü, "Sen ne kadar azgın bir kadın oldun böyle?" Kahkaha attım. "Yeni bir şey değil bu, Araf? Bu evde, daha tanışalı bir kaç gün olmuşken küvette kucağına oturan kimdi?" Gözünün önüne o görüntüler düşmüş olacak ki bakışları değişmişti. "Kalbim duracaktı." Dedi gözlerini kaçırarak.
"Araf hiç de aşık gibi davranmıyordun bana." Dedim tamamen yönümü ona dönerek. "Aksine, zerre hoşlanmadığın biriymişim gibi davranıyordun. Senin için sadece bir mecburiyetmişim gibi. Laf sokmalar falan."
"İki sebebi var bunun." Dedi ellerini karnında birleştirerek.
"Birincisi klasik; erkekler hoşlandıkları kadınlarla uğraşırlar. İkincisi; ilk kez karşımdaydın. İlk kez bana bakıyordun, ilk kez benimle konuşuyordun, ilk kez temas ediyorduk. Belki alay edebilirsin benimle, ama çekiniyordum işte. Yanlış bir şey yapmaktan ve yanlış bir davranışımla benden tamamen uzaklaşmandan."
"Bu mantıksız." Dedim başımı ağır ağır iki yana sallarken. "Asıl bu davranışlarınla uzaklaşabilirdim. Büyük bir kumar oynadın resmen."
"Biliyorum." Dedi. "Ama her halükarda yine bana geldin. Bana geldiğin ilk gün kendimi sorgulamıştım. Sana layık olmadığımı ve bende ne bulduğunu düşünmüştüm. Kim yüzünün yarısı olmayan birini ister ki?"
"Ben istedim." Dedim ona yaklaşarak. Elimi pürüzlü yüzünde gezdirdim. "Ben hep isterim seni." Bileğimi tutup nabzımın olduğu yeri okşadı ve kendisine çekti. Yatağın kenarına oturup başımı göğsüne yasladım. Kolları anında bedenimi sardı ve ben evimde hissettim. Ait olduğum yerdeymiş gibi.
Kahvaltının ardından evden beraber çıktığımızda hemen alttaki şirkete geçmiştik. Asansörde yalnızken Araf'a yaklaştım. "Bugün Akın seninle görüşmek isteyebilir."
"Biliyorum." Dedi başını sallarken. "Her şey konuştuğumuz gibi olacak. Ani tepki vermeyeceğim, söz veriyorum."
"Bu aralar çok fazla söz vermeye başladın." Dedim gülümserken. "Yeni telefon sözün vardı hani?" Bana imalı bir bakış attı, "Sözünü tutmayan bir adam olduğumu mu düşünüyorsun?" Başımı salladım. "Yanlış düşünüyorsun."
Asansörden inerken odalarımıza yöneldik. Zeynep arkamdan gelirken odama beraber girmiştik.
Masamın üzerindeki karton çanta dikkatimi çekti. Yerime yerleşirken karton çantayı masanın altına koydum.
İki günde rutin haline getirdiğimiz programı özet geçtikten sonra Selçuk Bey'in gönderdiği birkaç dosyayı verdi. Ardından çıktığında raporların bulunduğu dosyaları masaya bırakıp çantayı aldım.
İçindeki kutuyu çıkardığımda bunun bir telefon kutusu olduğunu görmüştüm. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken çantayı kenara koyup kutuyu inceledim.
Eski telefonumun aynısıydı. Ve hatta aynı renkti. Araf bu telefonu ne ara almıştı ki?
Ambalajını yırtıp kutuyu açtığımda telefonun parlak kırmızı yüzeyi beni karşıladı. Beyaz aparatı çekerek telefonu kutusundan çıkardığımda beyaz bir kağıt düştü.
Kutunun ambalajını yeni açmıştım, bir not yerleştirilmesi nasıl mümkün olabilirdi?
Telefonu bırakıp kağıdı açtım.
"16 Kasım 2020.
Bu tarih senin hayatını tepetaklak, seni de yerle bir eden tarih, öyle değil mi, Nefes?
Bu tarihten sonra Eda'yı kendi içine hapsettin.
Bir kaç gün.
Bir kaç gün içerisinde hayatın yeniden tepetaklak olacak. Sen de yerle bir olacaksın. Öyle bir olacaksın ki, parmaklıkların ardına hapsettiğin Eda'yı kendi ellerinle öldüreceksin.
Bir kuklayı değil, insanlığını öldüreceksin."
Birbiri ardına sıralanmış harflerin oluşturduğu kelimeler sona erdiğinde öylece nota bakakaldım.
Telefona baktım.
Bu telefonu Araf almamıştı. Ve alan kişi, bu telefonu kendisi yaptırmıştı. Aksi hâlde bu notun içinde olmasının başka açıklaması yoktu.
Bu telefon hemen yok edilmeliydi, hemen!
İnsanlığını öldüreceksin.
Kendi ellerinle.
Not, ellerim arasında buruşurken burnumdan solumaya başladım.
Bana anonim bir şekilde bu notları gönderenin kim olduğunu bulmalıydım! Birisi benimle açık açık oynuyordu. Ya bilmiyorlardı, ya da aptallardı; Desise'yle oyun olmazdı. Çünkü Desise zaten oyunun ta kendisiydi.
***
Kayayla ezip paramparça ettiğim telefonun içinden yabancı bir disk çıkmıştı. Yabancı olduğunu anlamak için parçaları bilmem şart değildi, bakıldığında anında anlaşılıyordu bir şeylerin yolunda olmadığı.
Paramparça olmuş cihazı ateşe verip uzaklaştım.
Nadiren yaktığım sigaralardan biri yine elimdeydi. Parmağımla vurarak külünün düşmesini sağladım.
Sert esen rüzgar saçlarımı birbirine karıştırıyordu. Bir kaç geri adım atıp arabama yöneldim. Ehliyet sınavına bir kaç gün vardı. Sonrasında rahat rahat arabamı kullanabilecektim. Şu anlık ise yakalanmamaya çalışıyordum.
Parlak siyah arabamın kapısını açıp yerleştim ve kapı tok bir ses bırakarak kapandı. Vanilyalı oto parfümünün kokusu anında burnuma dolmuştu.
Yedek telefonum çalmaya başladığında arayana baktım. Araf'ın aramasını cevaplayıp hoparlöre aldım.
"Nefes, neredesin?"
"Son dönemin popüler sorusu oldu herhalde bu?" Dedim alay ederek. "Ne kadar çok seviliyor ve merak ediliyormuşum meğer!"
"Akın aradı, görüşmeye çağırıyor. Bir kaç adamla birlikte attığı konuma gidiyorum."
"O konumu bana da at, Araf. Ben neyim burada, saksı mı?"
"Senin neyin var?" Dedi sinirlenerek. Gergin olduğumu anlamıştı. "Daha sonra, Araf. Daha sonra." Aramayı sonlandırıp şirkete sürdüm.
Geldiğimde arabayı park edip içeri geçtim. Güvenlik odasına geçtim. Kameraları takip eden görevliler beni görünce ayaklandı. "Buyurun, Nefes Hanım?"
"Dün ben çıktıktan sonra ve sabah gelene kadarki sürede B blok yönetim katında kimler bulundu, odama kimler girdi. Tüm görüntüler bana lazım." Bir an duraksadılar. "Bir sorun mu var, efendim? Daha iyi yardımcı olabiliriz."
"Hayır." Dedim. "Siz sadece görüntüleri gönderin. Üstünde oynama olup olmadığına bizzat dikkat edin. Ve ayrıca siz oynama yaparsanız da öğrenirim ve sonucu ağır olur. Anlaşıldı mı?" Birbirlerine bakıp yeniden bana döndüler. "Anlaşıldı, Nefes Hanım."
"Güzel." dedim ve odadan çıktım. Odama çıkıp girdim ve kapıyı kapattım.
Yerime yerleştiğimde çalışan kadrosunun hepsini fotoğraflarıyla beraber liste şeklinde bir sekmede açtım. Görüntüler şirket sistemi aracılığıyla mail geldiğinde dikkatle incelemeye başladım.
Her şey olağan görünüyordu. Bu sabaha kadar odama giren olmamıştı. Bu sabah yedi civarı ise Zeynep, elinde karton çantayla odama girmiş, saniyeler sonra ise çıkmıştı.
Bu durumda iki olasılık vardı; ya Zeynep de işin içindeydi, ya da birisi adıma göndermişti, Zeynep'in tek rolü bana gelen bir çantayı odama bırakmaktı.
Odamın telefonunu yuvasından çıkarıp kulağıma götürdüm. Rakamlardan uygun olanı tuşladım. "Buyurun, Nefes Hanım."
"Odama gel, Zeynep." Telefonu direkt kapatıp yuvasına yerleştirdim. Bir süre sonra kapım çalındı ve Zeynep içeri girdi.
"Sabah kaçta geldin, Zeynep?" dedim gayet rahat bir şekilde geriye yaslanarak.
"Her zamanki gibi sekizde, Nefes Hanım. Bir sorun mu var?" Tek kaşım havaya kalktı.
"Madem sekizde geldin; nasıl yedi yirmide odama bir çanta bıraktın? İkizin mi var?" Duraksadı. "Nasıl olur? Gerçekten sekizde geldim ben!"
"Kanıtın var mı?" dedim bilgisayardaki görüntüde yer alan detaylarda göz gezdirirken. "Bilmiyorum." dedi. "Şirkete girerken arkadaşımla mesajlaşıyordum. Geldiğimi ona söyleyerek konuşmayı sonlandırmıştım. Mesajlardaki saat göstergesi yeterli olmaz mı?"
"Olmaz." dedim. "Pekala da bana bu yalanı atabilmek için bilerek arkadaşına öyle söylemiş olabilirsin." Kendini ispatlayacak bir yol bulamıyordu ve çaresizdi. Gözlerinin dolduğunu gördüm.
"Üzülme. Senin suçun olmadığını biliyorum." derken ayağa kalktım. Zeynep'e doğru yaklaştım. "Şüpheleri uzaklaştırmak için seni kurban seçtiler. Asıl oynanan saat, görüntülerdeki saat. Çünkü görüntülerde, tam da koridordaki saat sekiz otuz beşi gösteriyordu. Kayıtta ise yedi yirmiyi." Zeynep suratıma bakakaldı. "Beni denemek istediniz yani?"
"Aynen öyle. Çünkü eğer sekizde değil de yedide geldiğini söyleseydin, sen de onlarla ortak olmuş olurdun. Ve sana veda etmek zorunda kalırdık, beni anlıyor musun?" Hızla başını salladı. "E-evet, efendim."
"Şimdi seninle bir oyun oynayacağız." dedim kalçamı masama yaslarken. "Hiç göz yaşlarını silme. Bu odadan ağlayarak çık ve ne olduğunu soranlara açıklama yapmadan kaç. Şirketten, ben haber verene kadar, bir süre uzaklaş ve gerisini bana bırak."
"Ama neden-" Elimi kaldırdım. "Bunun bir ücreti olacak, Zeynep. Ödemeni fazlasıyla alacaksın. Şimdi dediğimi yap. Kendini ağlatman için sana biraz zaman veriyorum. Sonrasında çık ve git."
Derin bir nefes vererek yerime geçtim. Gelen bir kaç maile ve mesaja cevap verirken Zeynep ise ağlayarak odadan çıkmıştı.
Ayağa kalktım. Öfkeli bir görüntüye bürünerek sertçe kapıyı açtım. Bakışlar bana dönerken burnumdan soluyarak Araf'ın odasına daldım. Tabi ki burada değildi. Akın'la görüşmeye gittiğini biliyordum. Kapıyı aralık bırakmıştım ki ne yaptığımı duyabilsinler.
Seslice çekmeceleri ve kağıtları karıştırdım. En sonunda çıktım ve kapıyı çarparak kapattım. Odamdan çantamı alıp çıktım. Hala bana bakan çalışanlara "İşinize dönün!" şeklinde bir ikazda bulunup asansörlere bindim. Arabama binene kadar bu oyunu sürdürdüm.
Araf'ın gönderdiği konumu navigasyona girip tarif edilen yolda ilerledim.
Tabi ki bir mafya klişesi olarak, depoya gelmiş olmam beni şaşırtmadı. Önü kalabalıktı. Yarısı Araf'ın, diğer yarısı Akın'ın adamlarıydı. Çok yaklaşmadım ve yol kenarında sağa çekerek durdum. Arabadan inmeden kulaklığımı taktım. Araf'ın üstüne yerleştirdiğim böcek sayesinde konuşmalarını duyuyordum.
"Bütün bunları neden anlatıyorsun bana? Dertleşmek için mi çağırdın beni?" dedi Araf. Sanırım biraz gecikmiştim ve kaçırdığım noktalar vardı. Araf'ı aradım. Kulağının içine yerleştirilmiş mini Bluetooth kulaklığı vardı ve plana göre kulağını kaşıma bahanesiyle aramayı cevaplaması gerekiyordu. Çok dikkatli bakılmadıkça fark edilmeyecek profesyonel ajan kulaklıklarından birisiydi.
Öyle de yaptı. Artık beni duyabilirdi.
"Neden anlatıyorum... Mantıklı bir soru aslında. Direkt konuya geçmek lazım." dedi Akın. "Aslında bunu yapmayacaktım ama Nefes ile evlendiğinizi öğrenince hemcinsime bir iyilik yapmak istedim. Erkek erkeğe."
"Karımın adını ağzına alma." dedi Araf sinirlenmeye başlayarak.
"Sakin ol." dedim. "Sakin ol, sevgilim."
"Karının adı mı?" dedi Akın gülerek. "Karının ağzıma aldığım tek şeyi adı olsaydı keşke, Araf?"
Araf buna sakin kalamazdı.
"Araf sakin olmak zorundasın, bilerek yapıyor! Onunla yatmadığımı ve yalan söylediğini biliyorsun. Sakin olmalısın!" Araf'ın verdiği tepkiyi ne yazık ki göremiyordum.
"Amına koyarım senin, amcık hoşafı." dediğini duydum uzun saniyelerin ardından. Rahat bir nefes verdim. En azından boğuşma sesleri gelmiyordu.
"Olmuşla ölmüşe çare yok be Araf." dedi, gevşek Akın. "Karınla yattım. Ve biliyor musun, değişik fantezileri varmış. Daha önce sana da seks sırasında video çekmeyi teklif etti mi?"
"Evet, de. Rahat ol, Araf. Seni çağırma sebebi zaten öfkelenmen ve aramızın bozulması." dedim hızla. Bunları o da biliyordu ama sık sık hatırlatmam gerekiyordu.
"Evet, seviyor videoya almayı. Kendine özel mi sanmıştın yoksa?" dedi ondan beklemediğim bir performansla. "Ayrıca seninle yattığından da haberim var. O zaman ayrıydık. Uçan sinekten dahi haberim olurken bundan olmayacağını mı sandın?" Gülümsedim. Anlaştığımız gibiydi her şey.
Saati kontrol ettim. "Araf biraz daha acele edin." dedim.
"Kendi adıma korkmalı mıyım?" dedi Akın, Araf'ı kaale almazken. "Her zaman." dedi Araf. Sesi düz gelse de ince bir tehdit detayı vardı.
"Nefes'e aşığım." Beni bile dumura uğratan bu cümle karşısında Araf'ın vereceği tepkiyi kestiremiyordum.
"Zekasından ve gücünden etkilenmiştim." dedi. "Hayranlıktı. Fakat onunla zaman geçirmeye başladıktan sonra fark ettim ki, hayranlık çok basit. Ona karşı hissettiklerimi açıklayabilmem imkansız. O da bana karşı boş olsaydı eğer, beni senin gözlerinin önünde tutup götürmezdi. Benimle yatmazdı. Bunu ikimiz de çok iyi biliyoruz, Araf. Sözlerime inanmayabilirsin. Fakat gördüklerinden sonra inanmaktan başka çaren kalmayacak."
"Öyle mi?" dedi Araf. "Karımı dinlemek yerine sikik bir adama mı inanacağım? Ayrıca duygularını da sikerim, cibilliyetine de sokarım. Beni daha fazla zıvanadan çıkartma!"
Gülümsemeden edemesem de yine de "Sakin ol, Araf." dedim. "Anlamıyorum ki nasıl balıksın sen? Koç öfkesi var sende!" Amacım öfkesini biraz olsun dizginlemesini sağlamaktı.
"Gerçekler seni öfkelendiriyor, anlıyorum." dedi Akın. Sesi öylesine keyifli geliyordu ki, o keyfi zevkle söküp alacaktım yüzünden. Saati yeniden kontrol ettim. Az kalmıştı.
"O zaman direkt son vuruşa geçelim." dedi Akın. "Kusura bakma, karını teşhir ediyor gibi olacağım ama sorun etmezsin herhalde." Neyden bahsettiğini anlamıyordum ama bir süre sonra o videonun tanıdık sesi benim de kulaklarımı doldurdu. Yankılanıyor gibiydi.
Herkesin içinde büyük ekranda açmıştı.
Alev'in inlemeleri, Akın'ın inlemelerine karışıyordu. Alev'in sesi o kadar boğuk geliyordu ki, kim olduğu kolay anlaşılamazdı.
Araf sessizdi.
Dakikalar geçti. Sesler sona erdi ve sessizlik oluştu. Umarım Araf plana sadık kalır...
Araf'ın derin bir nefes verdiğini duydum. "Bu ücretsiz porno seyri için sana teşekkürler, Akın Kara. Fena değilmişsin." Sesi son derece eğlenceliydi. Rahat bir nefes verdim.
"Ne saçmalıyorsun, Araf Boynuzlugil?"
Silahımı eteğimin beline sıkıştırıp ceketimle gizledim ve arabadan indim. Yaklaştığımı gören adamlar anında güvenlik çemberi oluşturdu.
"O kadın Nefes değil." dedi Araf keyifle. "Nefes'in belinde ve göğsünde dövmeleri var. Ayrıca sol uyluğunda da beni var. Bu kadının uyluğu pürüzsüz, hiçbir leke ya da ben yok. Dövme desen hak getire. Tabi... Nefes'le hiç yatmadığın için sen bunları bilemezdin, öyle değil mi? Ne de olsa karımı bir ve tek olarak ben çıplak gördüm. Demem o ki, Akın. Hayalini kurman dahi infaz sebebi." Çok kısa bir sessizlik oldu. "Şimdi söyle, canını nasıl almamı istersin? Bu lükse herkes kolay kolay erişemiyor, kıymetimi bil."
Depoya havalı bir giriş yaptım. "Ölüsü işe yaramaz, sevgilim. Bana bırak.""
Herkesin bakışları bana döndüğünde Araf gururlu bir tebessümle ayağa kalktı. "İşte bahsi geçen güzeller güzeli karım."
"Beni karın olarak takdim etmene gerek yoktu, Araf." dedim yüzümdeki sinsi gülümsemeyle. "Desise'yi tanımayan yok sonuçta."
"Sen." Dedim Akın'a dönerek. "Aklınca bana oyun mu oynayacaktın?" Akın'a doğru yaklaşırken topuklu ayakkabının tok ve gerici sesi depoda yankılanıyordu.
"Nasıl haberin oldu?" Dedi şüpheyle. Alev'den şüphelenmeye başlıyordu. "Benim her an her şeyden haberim olur zaten. Bu yüzden oyunun ta kendisi değil miyim? Baş rolü olduğum bu hikayede bana oyun oynayamazsın, Akın Kara."
"Özgüvenine hayranım, Nefes Karaslan." Dedi misilleme yaparcasına. "Fazla güveniyorsun kendine. Neden sana oyun oynayamayayım? Seni en başından uyarmamış mıydım?"
Dudak büzdüm ve başımı iki yana yatırdım. "Aslına bakarsan, benim uyarım daha etkiliydi. Dikkate almalıydın." Neyden bahsettiğimi anlamış olacak ki yüzündeki gülümseme yavaş yavaş son buldu.
Yeni adım sesleri depoda yankılandığında benim dışımda hepsi gelenlere baktı.
Ben kimin geldiğini zaten biliyordum. Ve davetimi reddetmeyeceğinden de emindim zaten. Çünkü beni, bahsi geçen büyük masaya davet eden kişinin ta kendisiydi.
Sadık Balaban.
Akın Kara'yı yeryüzünden silecek kanıtların olduğu belgeler, Sadık Balaban'ın sağ kolu ve kardeş gibi olduğu Murat Alçın'ın ellerindeydi.
Eğer rahat dursaydı bunlar başına gelmezdi.
Dün Açelya ve Baha gittiğinde tüm günümü işlerime harcamıştım. Tabi bu iş, şirketten ibaret değildi. Ve şimdi de meyvelerini veriyordu.
Akın Kara'nın bakışları bana döndü. "Desene, bir devrin sonu geldi." Dedim onunla alay ederek. Gözleri, Sadık'tan ayrılırken bana döndü. "Adil." dedi. "Sözünün erisin, Desise."
"Bunu yeni anladığını söylersen kalbimi kırarsın." dedim avucumu kalbime koyarak.
Ayaklarımın üzerinde döndüm ve Sadık Balaban'a doğru yürüdüm. "Teşrif ettiğiniz için teşekkürler, Sadık Bey." dedim elimi uzatarak. Elimi tutup kibarca öptü. "Asıl ben teşekkür ederim, Desise. Bu piçi bizzat bana teslim ettiniz."
"Açıkçası siz büyük bir kozdunuz benim için. Fakat Akın burnunun dikine giden bir adam, mantıklı düşünmedi."
"Murat." dedi yanındaki siyah saçlı adama dönerek. Boyu hayli uzundu ve düz siyah saçlarını fönle hacimlendirmişti. Yakışıklı bir adamdı. Onunla bizzat görüşmemiştim, Cemal birini görevlendirmişti ve o görüşmüştü.
Cemal şu an Emniyette olmalıydı, büyük ihtimalle Furkan abimle beraberdi. Furkan abim sık sık onunla uğraşsa da birbirlerini sevdiklerini biliyordum.
"Paketleyin şu köpeği ve sürüsünü. Akın sağlam kalacak, mekana götürün hepsini." Murat başını sallayıp adamlara direktif verdi ve adeta keklik gibi avlandılar. Sadık Balaban'a karşı koyamayacaklarını biliyorlardı.
Hepsi götürüldüğünde bana döndü. "Reddettiniz ama ben bir kez de yüz yüze teklifte bulunmak isterim, Desise." Araf da yaklaşıp yanımda durmuştu. "Sizi büyük masada görmek isterim, lütfen düşünün. Bizimle olursanız yeraltında daha da güçleneceksiniz. Arkanızda her zaman biz olacağız."
"Size saygım sonsuz, Sadık Bey. Lakin ben de aynı saygıyı bekliyorum. Katılmak istemiyorum, ayrıca birine arkamı yaslamaya da ihtiyaç duymuyorum. Amacım hiçbir zaman yer altı liderliğini ele geçirmek ya da çok yüksek forslu temeli sağlam bir mafya olmak olmadı. Belli amaçlarım var ve hepsi tamamlandığında çekileceğim. Bireyselliği tercih ederim."
Sadık, büyük bir dikkatle sonuna kadar beni dinlemişti. Başını sallayarak onayladı. "Anlıyorum. Fakat fikrini değiştirirsen bana ulaşabilirsin."
"Şu an buna gerek görmüyorum ama yine de teşekkürler. Gidelim, sevgilim." Araf'ın elini tuttum. Araf da Sadık'a başıyla selam verdi ve aradan sıyrılarak depodan el ele çıktık.
Adamlardan biri benim arabamı alırken ben Araf'ın arabasına geçtim. "Sana olan hayranlığım sonsuza kadar katlanarak artacak sanırım." dediğinde yoldaki bakışlarım ona döndü. "Neden?"
"Ne istediğini biliyorsun, ayartmalara kanmıyorsun, açgözlü değilsin, sahip olduğun gücü ve saygınlığı nasıl daha fazla katlayacağını iyi biliyorsun. O teklifi kabul etmeyişinin, ilgiyi daha fazla üzerine çekeceğini ve merak uyandıracağını biliyordun. Çünkü Sadık Balaban kolay kolay kimseye teklif götürmez. Babamdan öğrendiğim kadarıyla amcan çok çabalamış ama hiçbir zaman o masaya kabul edilmemiş." Yüzümde oluşan tehlikeli gülümseye engel olamadım.
Haklıydı, Sadık Balaban'ın bizzat yüz yüze yaptığı teklifini reddederek büyük masanın tüm ilgisini üzerime çekmiştim. Söylediklerim blöf veya yalan değildi. Gerçek duygularımı fırsata çevirmeyi kullanmıştım. Büyük masanın ilgisi demek, adımdan bi' hayli söz ettirmek demekti. Bu da istediğim yolda büyük bir adımdı.
İstedikleri kişi yapmaya çalışırlarken istemeye korkacakları kişiyi bulacaklardı.
Güldüm.
"Desene, Gökhan Karaslan'ın baş düşmanı olmak üzereyim..."
***
"Yani? Ne istiyorsun?" dedi abim şüpheyle.
Masanın üzerine doğru eğildim. "Abi, kas kafalı mısın? Senden tüm silah ve mühimmat depolarının tapusunu alacağım ve karşılığında Karaslan Holding'in yüzde yetmiş beşlik en büyük hissesini vereceğim. Nasıl anlamadın hala?"
"Sana bunu yapacağımı nasıl düşündün peki, sivri zeka? Hangi abi kardeşini yakmak ister?"
Araf'a imayla bakıp abime döndüm. "Siz insanı hasta edersiniz. Bir kere olsun bana güvenmeyi dener misiniz lütfen!?"
Abim dik dik bakıp kahvesini yudumladı. Yanında oturan Açelya ise bir bana, bir abime bakıp olayı dinliyordu. "Hadi diyelim ben geri zekalıyım ve kabul ettim-"
"Ki, geri zekalısın ve kabul edeceksin. Evet?" dedim lafını keserek. "Sus, Nefes." dediğinde göz devirdim.
"Şirketin yüzde yetmiş beş hissesi diye bir şey yok. Sende sadece yirmi beşlik hisse var. Yetmiş beş olmasının tek yolu babamın hisselerinin sana geçmesi, ki ölmedikçe bu asla olma-" durdu ve bir iki saniye sonra gözleri büyüdü. "Hay babasını hamamda gondikleyeyim!" Araf'ın içtiği çay burnundan geldi.
Açelya şokla abime baktıktan sonra kahkaha attı. "Küfürde bir ileri seviye nedir, diye merak ediyordum sonunda öğrendim."
Abim onları umursamadı, "Nefes saçmalama istersen!?" Boş boş bir süre suratına baktım, gerçekten sabır diliyordum artık.
"Delireceğim.." diye mırıldandım ellerimle yüzümü kapatırken. "Sadık Balaban'ı ayağıma getirdim ama kendi abimi yola getiremiyorum. Sokayım böyle işin içine dışına." Açelya'nın kahkahaları artarken Araf da gülmüştü. Abim ise göz devirmişti.
"Sence söylediğinin mantıklı bir yanı var mı, Nefes? Neden öldürüyorsun babamızı!? Sana ne yaptı!?" Ellerim yüzümden inerken sinirlenmeye başlamıştım.
"Ben bu yola annem için çıktım, Baha." Dedim bastıra bastıra. "Annem ölmedi, öldürüldü! El birliğiyle mezarını kazdılar! Bu günahtaki en büyük pay ise babana ait! Beni sevmesi ya da sevmemesi umurumda değil. Şu yaşadığımız hayata baksana? Yaşadığım hayata bak! Ben bunu hak ettim mi!?" Bir süre sessiz kaldı.
"Ama bu yine de onu öldürmen için sebep değil. Anneni terk etmesinin bir nedeni illa ki vardır. Ayrıca adam pişman, Nefes. Ben hayatım boyunca babamın annemin değil de başka bir kadının fotoğraflarını saklayıp onlarla uyuduğunu gördüm. Annemin adını dahi evde andırmazken, sırf annemin oğluyum diye bana hayatı dar ederken, kızım diye o kadının kızını çekip getirdi eve. Benden nefret ederken, o kıza adeta tapıyor. Tüm pis işlerini bana bırakıp geleceğimi mahvederken, o kıza temiz kalan her şeyi verdi. Sence ben bunu hak ettim mi?" Bu sefer sessiz kalan ben oldum.
Uzanıp masanın üstündeki elini tuttum. "Baha... Bak tam da bundan bahsediyorum, anlamak istemiyorsun. Ben bittim, Baha. Doğduğum gün değil, var olduğum gün saplanmışım ben bu bataklığa. Seni, sizi kurtarmak istiyorum. Seni, abimi, tüm pislikten arındırıp daha temiz bir yola sokmak istiyorum. Hayatını değiştirmek, geleceğini güzelleştirmek istiyorum. Bunu beraber yapalım istiyorum. Yoksa ben de bilirim zorla veya habersiz yapmayı. Lütfen, abi."
Elini çekti. Bakışları tanıdıktı, ama yakın zamandan değil.
"Şımarıksın. Nasıl bir kadına dönüştün sen, Nefes? Güç ve öldürme hırsı doldun? Sırf birini öldürdün diye güçlü olacağını mı sanıyorsun? Dayın öldü, ortaklardan birisi öldü, diğeri de babandı. Babanı öldürünce her şey bitecek mi? Geçmişini ve geleceğini kendin mi şekillendireceksin? Kendin mi olacaksın?" Ayağa kalktı.
"Şu an bile kendin olduğunu zannediyorsun ama babanla dayının bizzat yarattığı şeytanın ta kendisisin. Sen onların kuklasısın ve de bunu kanıtlıyorsun."
"Baha! Çok ağır konuşuyorsun, sözlerine dikkat et." Dedi Araf.
"Baha, o senin kardeşin. Düşmanın değil." Dedi Açelya.
Ben ise sadece baktım.
Ama nefes almayı bırakmıştım. Kalbime kuvvetli bir hançer saplanmıştı, saplayan ise öz abimin ta kendisiydi.
Sebebi ise annesinin katili olan babasını öldürmek isteyişimdi. Ve annemin katilini.
Odadan çıkmak üzereyken ona bakmadan konuştum, "Baban hakkındaki gerçeği öğrendiğinde de aynı düşünecek misin, abi?"
Açelya'nın bakışları telaşla bana döndü. Gözleri büyümüştü. Başını yavaşça iki yana salladı. Abimse olduğu yerde durmuş şüpheyle bana bakıyordu.
Baha'nın annesini, savunduğu babası kendi elleriyle öldürmüştü. Kendi elleriyle otobana itmiş ve korkunç bir kazaya kurban gitmesine sebep olmuştu. Zeynep Karaslan'ın o kazadan sonra yaşaması zaten imkânsızdı.
Yutkundum. Elim masanın altında sıkı bir yumruk halini aldı, tırnaklarım avuçlarıma battı.
"Baban beni sattı." Dedim.
Yapamadım, ona annesi hakkındaki gerçeği söyleyemezdim. Onu kendi ellerimle paramparça edemezdim. Her şeye rağmen o benim abimdi.
Abimin bakışlarında bir şaşkınlık geçti. Sadece o değil, Açelya ve Araf da bana bakıyordu ama ben sadece abime odaklanmıştım, onları görmüyordum. "Nasıl yani?" Dedi.
Gözlerimin yanmaya başladığını hissettiğimde yumruğumu daha da sıktım ve bastırmaya çalıştım.
"Hisse için." Dedim. Söylemesi zordu ama kolaymış gibi söylemeye çalışıyordum. "Annemi ve beni hisse uğruna sattı. Ölüme gönderdi, acımadı. Annem gözlerinin önünde acısından haykırırken o sadece izledi. Ortadan kaybolduğumda bunu öğrenmiştim." Ayağa kalktım. "Şimdi alın bu bilgiyi, ne yaparsanız yapın."
Abimin yanından geçerek portmantodan ceketimi aldıktan sonra çıktım dışarı.
Bundan hiçbirinin haberi yoktu. Ve dolayısıyla anın şaşkınlığıyla ne bir şey söyleyebildiler, ne de hareket edebildiler.
Abimin canı yanmasın diye yine kendimi yaktım. Olsun.
***
AÇELYA
Baban beni sattı.
Eda'nın geldiğinden beri babasına olan nefretinin artışının sebebini hepimiz öğrenmiştik. Ama keşke öğrenmeseydik.
Yandığımı hissettim. İçim kavruluyor gibiydi. Eda'nın tüm bunları yaşarken bizsiz ve yalnız oluşu ruhuma ağır bir yüktü.
Kapıyı çarpıp çıktığında hepimiz şokun etkisindeydik ve hareket edemedik.
Bakışlarım Baha'ya çevrildi. Öfke, damarlarımı zorlayarak gözlerimi yaktı.
"Baha Karaslan." Dedim ayağa kalkarak. Boşluğa düşmüşe dönmüş bakışları bana çevrildi. "Karşında sevgilin değil, kalbini kırdığın kızın kardeşi var." Dedim ve bir kaç adım yaklaştım.
"Biliyor musun? Korkağın tekisin. Senin hayatını sikmiş bir adamı hâlâ koruyacak ve hatta onun uğruna her an yanında olan, senin geleceğin için kendini feda eden kız kardeşinin kalbini kıracak kadar korkaksın. Babandan korkuyorsun, amcandan korkuyorsun, halandan bile korkuyorsun, evlilikten korkuyorsun, kardeşlikten korkuyorsun, aşktan bile korkuyorsun! Kendin için bir şey yapmaya korkuyorsun! Babanın asıl kuklası sen olmuşsun. Nefes'i asla hak etmiyorsun. Çünkü o, babanın aksine senin için uğraşıyor." Ceketimi ve çantamı alıp ben de Eda'nın peşinden çıktım.
Nereye gittiğini biliyordum.
***
NEFES
Oturduğum mezar taşı bu sefer anneme ait değildi.
Elimi toprakta gezdirdim.
"Burada olmadığını biliyorum. Ama buradaymışsın gibi farz edeceğim. Zaten bu mezarı baban bu yüzden yaptırmadı mı?" Dudaklarımı ısırıp ne diyeceğimi düşündüm, aslına bakılırsa biraz çekingendim. Sanki çok ciddi birinin önünde konuşma yapacaktım.
Gözlerimi kaldırıp gökyüzüne baktım. "Herkes... Hata yapabilir. Bu hataların bedelleri bazen fazlasıyla ağır olur, bazen de ufak sıyrıklarla atlatırsın. Benim hatam, dikkatli olmamaktı. Her anlamda. Mesela sana karşı ilk hatam, o sabah doğum kontrol hapını kullanmamak oldu. Böyle bir hayatın içinde doğamazdın. Üzülüyorum evet, ama bir yandan da seviniyorum. Çünkü eğer doğsaydın... Büyük ihtimalle benimle aynı kaderi yaşayacaktın. İçinde bulunduğumuz bu boktan hayat böyle, bebeğim. Sen... Bir şeytanın çocuğusun." Gözlerimin dolacağını düşündüm ama aksine boştu, bomboş.
Dönüp sağımda kalan büyük, annemin mezarına baktım. "Buraya her geldiğimde bir evlat olarak gelir, annemle konuşurdum, biliyor musun? Ama bu biraz farklı oldu sanki. Anne olarak evladımla konuşuyorum. Sanırım benim kaderim bu... Kara toprakla konuşmak... Bu mezarlık evim gibi oldu cidden."
Parmaklarım, taşa benzeyen kalıplaşmış topraklarla oynarken zihnim doluydu.
Evde olanlar benim için acı vericiydi, bunu düşünmek, aklıma getirmek istemiyordum.
Bu yüzden bana daha da acı verecek şeyleri düşündüm.
"Doğsaydın kız olurdun bence." Dedim. "Ben öyle hissediyorum en azından. Galiba baban da böyle düşünüyor. Beni sever miydin, yoksa nefret mi ederdin, bilmiyorum." Dedim ve yutkundum.
"Ama bildiğim tek bir şey var. Nefes'in kızı olurdun. Güçlü, zeki, kurnaz... Bana benzerdin. Baban gibi gamzelerin, baban gibi kumral tenin olurdu bence. Gözlerin ya yeşil olurdu ya da kahverengi, bunu tahmin etmek çok güç. Saçların kömür gibi siyah olurdu. Neden bilmiyorum, öyle hissediyorum sadece. Gözlerin iri olurdu, boncuk boncuk bakardın. İlk kelimen 'baba' olurdu. Babasına aşık bir kız çocuğu olurdun. Çok şanslısın, baban seni yakıp yıkacak hiçbir şey yapmazdı. Kendisini kül ederdi ama sana zarar verecek bir şey asla yapmazdı. Benim babam gibi olmazdı yani." Burukça gülümsedim.
"Annen zalim bir kadın, beni sevmezdin. Ama ben seni gözümden bile sakınırdım, Mavi'm. Gökyüzü gibi uçsuz bucaksız olman için canımı bile verirdim. Sen iyi olsaydın, varsın benden nefret et." Keşke yaşasaydın. Sen güvende ol, mutlu büyü diye varımı yoğumu koyardım ortaya.
"Burada olduğunu biliyordum."
Duyduğum tanıdık ince sesin sahibine dönüp bakma gereği duymadım. Kendisi yaklaşıp karşıma, annemin mezar taşına oturdu.
"Aslında Araf ve Baha da gelecekti ama ben istemedim. Özellikle Baha'nın gelmesini hiç istemedim. Daha iyi misin?"
"Ben hiçbir zaman iyi değilim ki zaten, Açelya?" Dedim gözlerine bakarak. Oturduğum bebek mezarını işaret ettim. "Sence mümkün mü? Elimden alınan onca şeyden sonra ne bekliyorsunuz? Aman boş ver deyip hayatıma devam mı edeyim? Ben bu değilim, hiçbir zaman olmadım." Elimi tuttu.
"Bunu bana mı söylüyorsun? Seni benden daha iyi ve uzun kimse tanıyamaz, Eda. Sen benim her şeyimsin, tüm varlığımsın. Biz arkadaş değil, kardeşiz." Elimin üstündeki elinin üstüne diğer elimi koydum ve burukça gülümsedim. "Kız kardeşiz." Dedim.
"Çok istersen erkek de olabilirim."
Kendimi tutamadan güldüğümde bir anda gözlerim doldu. Açelya bunu bildiği için hemen sarıldı. "Canın yanıyor, biliyorum. Yanmasın, ben sarılırsam geçer."
Başımı omzuna yaslayıp gözlerimi yumdum ve sarılmayı asla bırakmadım.
"Seni bir yere götürmek istiyorum." Diyerek ayağa kalktığında gözaltlarımı silerek ona baktım. "Nereye? Baha'nın yanına falan götüreceksen-"
"Ay sıçarım Baha'ya!" Dedi atarlanarak. "Bana ne Baha'dan? Başka bir yere gideceğiz." Ayağa kalkarken koluma girdi ve beraber çıkışa ilerlemeye başladık.
"Abime sinirlisin, kavga mı ettiniz?"
"Kavga denemez. Sadece hak ettiği lafları saydım. Sevgili için dost satan kaşarlardan değilim."
"Biliyorum." Dedim gülümserken.
Taksiyle gelmiş olmalıydı, beraber arabama bindiğimizde aklımıza gelen anıyla beraber birbirimize baktık, aynı anda güldüğümüzde aracı çalıştırdım.
"Onları bulmak zorundayız. Zo-run-da-yız." Dedi bastıra bastıra. Şüpheyle ona baktım. "Niye?"
"Şey." Dedi gözlerini kaçırarak. Tamamen ona döndüm ve üstüne gidecek bakışlarımı yönlendirdim. "Anahtar evde kaldı. Eve giremem yani. Ve sen de giremezsin çünkü Araf'ın evinin anahtarı sende yok." Şokla bakakaldım. Sakin kalmak için gözlerimi yumdum ve derin derin nefesler almaya başladım. Sonra Açelya'ya döndüm. "Açelya senin kafanda beyin yerine-"
"Bok mu var, diyeceksin. Hayır kanka ikisi de yok. 19 yıldır aynı soruyu soruyorsun."
Kahkaha atarken yola çıkmıştık. Açelya navigasyonu ayarlayarak gideceğimiz yerin yolunu bana göstermişti. "Ama ne yapayım, kendimi bildim bileli aynı soruyu sordun hep." Dedi savunmaya geçerek.
"Haksız mıydım peki?" Dedim göz ucuyla ona bakarak.
"Pek sayılmaz."
"Bu ne biçim yol ya! Bir de korna çalıyorlar sürekli. NE VAR LAN DÜDÜK!" Dedim söylenerek. İnadına ben de korna çaldım. Direksiyonu öyle sıkı tutuyordum ki sanki bıraksam camdan fırlayıp kaçacaktı. "Çevre yolunda 20 kilometre saat hızla giden tek gerizekalı sensin, Eda." diye uyardı Açelya.
"Çok biliyorsan gel sen geç direksiyona!" Diye Açelya'ya patladım bu sefer.
"Bu ne ya? Dümdüz yol yaptıracağım buraya!" Dedim yolun kıvrımlarına olan öfkemi dillendirerek. "Virajsız yollar için oylar Eda Nefes Karaslan'a." Dedi Açelya gülerek.
"Ben genel kurmay cumhurbaşkanı başbakanınızım." Dediğimde kahkaha attı.
"Ay acaba aday olsan parti müziğin ne olurdu?" Dedi merakla.
Aklıma gelenle güldüm. "Virajsız yolda gider yıllardır beklenen lider Eda Nefes Kaaa-ras-lan." Dedim. Açelya ise kahkaha atarak torpidoyu yumrukluyordu. Nefesi kesilmişti. Bir anda domuz sesi çıkardığında gözlerim kocaman oldu ve şokla ona baktım. "Alın bu yabani hayvanı buradan." Dedim şok içinde.
Kahkahalarımız yeniden arabayı inletiyordu. Dejavu hissiydi bu. Ama bu sefer bir fark vardı ki, ben araba kullanmayı biliyordum. Ehliyetimi almama ise az kalmıştı.
"Sonra senin yüzünden kaza yapmıştık. Abimin dehşet dolu çığlıkları hâlâ kulağımda çınlıyor." Dedim göz devirerek.
"Merak adamı öldürür, diyorlar ya hani?" Dedi. "O merak bu merakmış, anladım." Dedi. E tabi, uygulamalı öğrenmek her zaman daha kalıcıydı.
Ağaca girdiğimizde Açelya çığlık çığlığa kafasını korumaya çalışmıştı. Anın ivmesiyle kafam direksiyondaki koluma çarparken gözlerimi yummuştum. Bir süre öyle kalıp kendime gelmeyi bekledikten sonra açtım ve kafamı kaldırdım. Arabanın hurdaya dönmüş kaportasından dumanlar yükseliyordu ve ön cam çatlamıştı. Bayağı dayanıklıydı anlaşılan.
Açelya'ya döndüğümde iyiden öte domuz gibi olduğunu görmek beni delirtmişti. "Madem bize kaza yaptırıyorsun, niye ölmüyorsun!?" Diye bağırdım öfke nöbeti geçirir gibi.
"Aşk olsun be o ne biçim laf!?" Diye bağırdı o da.
"Açelya kes sesini! Ne bakıyorsun ağzını ayırıp, anasını satayım ya! Direksiyonu tut dedim sana, yola bakacaktın bana değil! Beyinsiz!"
"Ne yapayım be boşluğuma geldi!"
"Senin boşluğuna-" diyordum ki ağzımı kapattı. "Kötü pis kelimelere hayır." Dedi ve okul müdürü gibi işaret parmağını iki yana sallayarak cık cık çekti.
"İyi tarafından bakalım. Can sağlığımız şu an tehlikede değil. Araba kullanmayı bilen bir insan evladı var." Dedi.
"Ve o insan evladı maalesef ki yine benim." Dedim başımı iki yana sallayarak.
"Ya kanka söylenme bu kadar! Güzel anı oldu işte."
"Ya, hiç sorma! O kaza yüzünden gevşek Akın'la tanışmıştık."
"Ha, doğru." Dedi kelimeleri uzatarak. "Akın işi ne oldu, bu arada?" Yol boyunca Açelya'ya Akın'la olan biten her şeyi anlattığımda dikkatle beni dinlemiş, aralarda yükselerek büyük tepkiler vermişti.
Yolun sonu ise başka bir mezarlığa dayanıyordu. Kaşlarım çatılırken Açelya'ya döndüm. "Yine kim öldü be?"
"Ben." Dedi boş boş bakarak.
Koluna bir tane geçirdim. "Salak salak konuşma."
"Çok konuşma da in arabadan." Dedi ve benden önce indi.
Daha önce gelmediğim mezarlıkta Açelya'nın önderliğinde ilerlediğimizde büyük ve heybetli yapılmış mezar taşına doğru ilerliyorduk. Tasarımı büyük ve güzeldi. Bu tarz mezar taşlarını çoğunlukla varlıklı aileler yaptırırdı.
Mezara geldiğimizde yazan yazıyı okumak, yutkunamayışıma sebep oldu.
Seçil Kovan
DT 28.06.1998
ÖT 16.11.2020
Doğum tarihi 28 Haziran, ölüm tarihi 16 Kasım. Ve katili de ben.
"Seçil senin için her zaman kapanmayacak bir yara, biliyorum." Dedi. "Daha önce mezarına hiç gelmediğini ve yerini dahi bilmediğini de biliyorum. Yüzleşmen gerekiyordu, bunun vakti gelmişti ama uygun bir an hiç bulamadım." Bakışları ismin yazılı olduğu mermer taşa çevrildi. "Ama şimdi tam sırası. Yüklerinin birinden kurtul."
En son böyle hissettiğimde, annemin mezarına ilk kez gitmiştim. Onu öldüren de bendim. O zaman daha bir bebektim, yeni doğmuş bir bebek. Seçil'i öldürdüğümde ise on dokuz yaşındaydım.
Şimdi ise yirmi. Görünüşte değişen hiçbir şey yoktu, sadece bir rakam. Ama açıp içime baktığınızda kararmaya başlamış bir kalp görürdünüz.
Seçil'i öldürdüğüm an zihnimde kazılıydı.
Ellerimin titreyişi, içimden çığlıklar atarak kendimi durdurmak isterken bedenimin beni dinlemiyor oluşu, aynaya baktığımda karşılaştığım o donuk ve acımasız yüz ifadesi...
Çok küçük yaştan beri düzenli olarak hipnoz seanslarına götürülüyordum ve hafızamdan silmek için bana hep ilaç vermişlerdi. O ilaçlar beynimde kalıcı etki bırakmış olsa gerekti, hâlâ hatırlamıyordum.
"Gīzē" demiştik Araf'la. Bu kelime, o hipnozun etkisini açığa çıkaracak kelimeydi. Ben, bu kelimeden sonra değişmeye başlamıştım.
Gīzē, Habeşçe'de "zaman" anlamına geliyordu. Zamanın geldiğini belirtecek bir kelimeydi. Habeşçe yaygın bir dil değildi, böylelikle anlayabilen de çıkmayacaktı.
16 Kasım, annemin babamla tanışması ve her şeyi başlatan gündü. Ve o gün, annem on dokuz yaşındaydı. Tıpkı benim gibi.
Seçil, iki tarafa da ihanet etmiş bir haindi. Ayrıca kocama da aşıktı, her gün telefonda bana ona olan aşkını ve hayallerini anlatmıştı. Bu benim için kişisel bir mevzuydu tabi. Asıl mevzu, ihanetiydi.
Cezası zaten infaz olacaktı. Fakat Asaf Pakgör ve Gökhan Karaslan, bunu da oyuna alet etmişti. Bana yapılan tek şeyin hipnoz olmadığı ortadaydı. Ritüel falan mı uygulamışlardı? Daha karanlık ve kötü bir şeyler?
Diğer kişiliğimin açığa çıkması için bir kurban vermek zorundaydım. Bu kurban da Seçil olmuştu. Hem Desise doğmuştu, hem de Seçil cezasını çekmişti.
"Sana neden bir şey yapmadıklarını bilmiyorum ama nolur bana yardım et."
Bal gibi de biliyordu. Hatta en iyi o biliyordu, sadece hâlâ kurban vermediğim ve Eda olduğum için onu bırakacağıma inanıyordu.
Fakat atladığı bir şey vardı, Asaf Pakgör bunu da düşünmüştü ve bu anı bile hipnozla iradesizleştirmişti. Yani Seçil her şekilde benim elimden ölecekti zaten.
Zekice ve her gün üzerine farklı bir şey konulmuş bir plandı.
Arslan ailesine gelirsek; her şey ortadaydı. İsmini dahi anmak istemediğim adam, üvey babam, benim hakkımdaki her şeyi o gece öğrenmişti. 16 Kasım gecesi, Araf beni eve getirip Evrim anneme teslim ettiğinde. Ama rol yapmıştı, geçici bir süreliğine.
Öz olmadığımı öğrendiği an beni silmişti aslında. Çünkü ona göre önemli olan büyütmek değil, maneviyat değil, kan bağıydı. Ben onun kızı değil, Oğuz Karaslan'ın kızıydım. Bu onun gözünde böyleydi. Evrim annemle aralarındaki ilişki çatırdamıştı, işte olmadığı saatler içinde nadiren eve gelip gidiyordu ve evdeysem yüzüme asla bakmıyordu. Hatta misafir muamelesi yapıyordu.
O evden ayrılıp Karaslan'ların evine gittiğim gün bırakmıştı aslında rol yapmayı. Bu yüzden hiç düşmemişti peşime, hiç aramamıştı beni. Umurunda olmamıştım.
O aileden, beni her türlü kabul eden iki kişi Furkan abim ve Evrim annemdi. Ara ara yine onlarla görüşüyordum.
16 Kasım'ın sırrı çözülmüştü, Karaslan ailesi ve annem arasında geçenlerin sırrı çözülmüştü, Pakgör ailesi ve annem arasında geçenlerin sırrı çözülmüştü, Arslan ailesinin sırrı da çözülmüştü. Tüm sırlar çözülmüştü.
Bundan sonrası ise tam bir vahşet olacaktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro