40 ~ Koz
Suzan Hacigarip - Yağmur
Aliye Mutlu - Zajdi Zajdi
Cem Adrian, Hande Mehan - Sen Benim Şarkılarımsın
***
40. Bölüm
Kayıp.
Bozuk bir pusulanın bitmek bilmeyen turlarında kendi penceresinden bakarken düşen ve ölen bir kız çocuğu gizliydi.
Annesinin rahminden doğmak uğruna annesinin nefesini kesen bir çocuk; ölüme elbet mahkumdu.
Bilmeden defalarca ölümün soğuk nefesini hissetmişti, onu her seferinde kurtarmışlardı.
Bazen düşünmeden edemiyordum; belki de o günlerden birinde ölseydim daha iyi olurdu. Bugünleri yaşamak istemiyordum. Sahip olduğum güç beni beslese de, içimdeki cesedi çürümüş çocuğu daha da zehirliyordu. O ceset zehirlendikçe daha da kokuyordu. O koku benim nefesimi kesiyordu, tıpkı benim annemin nefesini kestiğim gibi.
Yirmi beş gün.
Bugün yirmi beşinci gündü.
Ortadan kayboluşumun yirmi beşinci günü.
Şubat bitmiş, Mart'a girmiştik.
Yakınlarımdan yalnızca abimle arada konuşuyor, onu da kısa tutup kapatıyordum.
Bakışlarım hâlâ karla kaplı olan Uludağ'dan ayrılırken, külü parmaklarıma yaklaşmış sigarayı dudaklarımdan ayırıp siyah küllükte söndürdüm ve içinde bıraktım. Sanırım bu yirmi beş günde sigara bağımlısı olmuştum. O kadar içmiştim ki... Bunun iyi bir şey olmadığı bir gerçekti, ama engel olamamak da acı gerçekler arasındaydı.
Haluk Karaslan, babamı manipüle etmişti. Fakat babamın ne olursa olsun bir baba olarak sevdiği kadından ve çocuğundan vazgeçmemesi gerekirdi. Ne uğruna? Bir şirket uğruna mı? Zeki bir adamdı, kendi tırnaklarıyla yeniden kurabilirdi de.
Camın önünden ayrılıp bej rengi tay tüyü kanepeye oturdum. Telefonumu elime alıp Pekin Bey'i aradım.
"Buyurun, Nefes Hanım."
Hiç duymadığı kadar boş ve ciddi bir sesle "Notu derhal gönderin Karaslan'lara." Dedim. Bir kaç saniye sessizlik oldu. "Emin misiniz, efendim?"
"Hiç olmadığım kadar. Lütfen söylenileni yapın, Pekin Bey." Telefon kapandı.
Karaslan'lar o mezarlığa gidecekti. Annemin mezarını kazacak ve hançeri bulacaklardı. Elde edilen zafer mutluluğuyla kibre kapılacaklar, göz dağı vereceklerdi.
İstediğim buydu. Çünkü bu hamle, onların hata yapmasını sağlayacaktı. Yenilmez olduğunu düşünecekti Gökhan Karaslan. Tüm sektöre duyuracak, hançeri elde ettiklerini, hançerin onlara ait olduğunu haykıracaktı. Pakgör'lerin kaybettiğini söyleyecekti.
Ama bilmeyecekti ki, elindeki hançer orijinal hançer olmayacaktı.
O da bir hançerdi, hatta aynısıydı. Fakat asırlar önceden kalma değil, eskitme yöntemi kullanılarak yeni yapılmış bir hançerdi. İmalatını yakından takip ettiğim bir hançerdi, orijinalinden hiçbir farkı yoktu, farkı anlamaları imkânsızdı. Titiz çalışmıştım ve çalıştırmıştım.
Peki orijinal hançer neredeydi?
Pakgör ailesi ve Karaslan ailesinin birleştiği toprak parçasında, derinlerde gömülüydü.
Ben yaşıyordum.
Öyleyse geriye tek bir isim kalıyordu; Mavi'm.
O hançerin gerçek olmadığını anlasalar dahi orijinali bu kadar yakında aramazlardı. Akıllarına gelmezdi, çünkü çok ciddi bir şeydi. Gözüm gibi koruduğumu, kimsenin bilmediği bir yere götürdüğümü düşünürlerdi. Ah, tabi onların aklına ben gelmeyecektim. Araf'ın yaptığını düşüneceklerdi. Çünkü benim gerçekte onların düşmanı olduğumu bilmiyorlardı.
Öte yandan başka şeylerle daha ilgilenmiştim. Kurslarım tamamlanmıştı. Babamdan alacağım intikamın zeminini dahi hazırlamıştım.
Karaslan Holding'in bodrum katına menzili uzak olmayan bombalar yerleştirilmişti ve hepsi gizlenmiş, koruma altına alınmıştı. Kendi kendilerine patlamaları imkânsızdı. Şirkette kimsenin olmadığı bir akşam vakti patlayacaktı hepsi. Fakat tarihi henüz belli değildi. Bizzat kendim yapacak, ve hemen sonrasında düşmanlığımı ilan edecektim.
Babamdan sonra ise sıra Yaren karısına gelecekti. Vicdan yoktu, acıma yoktu! Çirkinleşecektim.
Bu süreçte ortalarda gezinmiştim evet ama yakın olduğum kimseyle görüşmemiştim. Araf, Açelya, Baha, Furkan abim veya Evrim annem. Hiçbiri. Çünkü biriyle bile görüşürsem süngüm düşerdi, duruşum düşerdi. Göğsüne sokulur ve ağlardım.
Benim şu an ihtiyacım olan şey bu değildi. İntikamdı. Kanata kanata alınacak bir intikam! Acımasız bir intikam! Zira beni bu hâle kendileri getirmişti.
Hemen orta sehpada duran votka şişesini kafama diktim. Artık alışmıştım. İnsan çoğu şeye alışmak zorunda kalıyordu.
Kanepede yayıldım, başım kanepe sırtına gelirken ayaklarımı da sehpaya uzattım. Rahat olduğumdan emin olduğumda gözlerimi yumup sessizliği dinledim.
Kapı çaldığında oflayarak kalktım. Oda servisinden bir şeyler istemiştim ve ancak gelmişti.
Oda kapısını açtım. Görevli, servis arabasını sürerek içeri girdi ve masanın yanına bıraktı. Baş hareketlerinden, bakışlarını etraftaki boş şişelerde gezdirdiğini gördüm. "Teşekkürler, çıkabilirsiniz." Dedim mesafeli bir soğuklukla. Son yirmi beş gündür tek ses tonumdu bu. Gülmüyordum, gülemiyordum.
Görevli masayı bırakarak dikleşti. Boyu hayli uzundu. Bir anda başındaki şapkayı çıkarak bana döndüğünde şaşkınlıkla bakakaldım. Dudaklarım aralanırken ne diyeceğimi bilemedim.
Mavi gözleri şaşkın suratımı zevkle izledi ve sırıtarak kalçasını hemen arkasındaki ahşap yemek masasına yasladı.
Şaşkınlıktan sıyrıldığımda duruşumu düzelttim. "Senin ne işin var burada?" Dudak büzdü. Bu mimikle koca bir çocuk gibi gözükmüştü. "Anladığım kadarıyla sen yakın olduklarından kaçıyorsun. Ben de yakın olmadığımız için ben geleyim dedim." Dik dik baktım.
"Yerimi nereden buldun?" Gerim gerim gerindi. "Akın Kara'yı hafife mi aldın sen? Duymamış olayım." Göz devirdim. "Sen bulduysan Araf da bulmuştur." Dedim sıkıntıyla biraz ilerideki halıya bakarak.
"O kısmı biraz halletmiş olabilirim." Dediğinde tekrar ona baktım. "Nasıl?"
"Bulmuş sayılırdı zaten. Fakat ben uzaklaştırdım, farklı bir noktada seni arıyor şu an." Akın'a bakakaldım. Son zamanlardaki hâlleri tuhaftı. Arkadaşmışız gibi davranıyordu ve bana sorgu sualsiz her zaman ayak uyduruyordu. "Akın, ciddi soruyorum. Derdin ne benimle? Neden bunu yapıyorsun?"
"Çünkü ortağız?" Dedi nefes alıyorum der gibi. Sonra ciddileşti. "İyi olmak zorundasın! Oğuz Karaslan'a karşı birlik olduğumuzu unutuyorsun. Neredeyse bir aydır kaçıyorsun herkesten." Kollarımı göğsümde bağladım. "Peki bu süreçte boş mu durdum, Akın? Gerçekten mi?"
"O malum hançeri buldular. Güçlendiler, Nefes! İtibarları arttı! Bu bizim için dezavantaj. Bizim onları bitirmemiz gerekirken senin triplerin yüzünden tam tersi gerçekleşiyor!" Gülüp aptallıklarıyla dalga geçmemek için kendimi tuttum. O hançerin gerçek olmadığını Akın bile bilmeyecekti.
"Bırak güçlensinler. Ne kadar yükselirlerse, düşüşleri o kadar sert olur." Dedim sülalem rahatmışçasına. "Ayrıca beni hâlâ tanıyamamış olduğun için teessüflerimi bildiriyorum. Bir planım elbette var. Karaslan'ları sarsacak bir plan." Bakışları değişti. "Ve bana söylemeye tenezzül etmedin? Sorumsuz davranıyorsun."
Bakışlarım sertleşti. "Benim hiç kimseye karşı bir yükümlülüğüm yok, Akın! Bunu o aklına kazırsan iyi edersin! Ben sana ortaklık teklifi ettim ama her adımımı rapor edeceğime dair hiçbir şey söylemedim. Patronculuk oynamayı kes ve beni hafife almayı da bırak." Bir süre suratıma baktıktan sonra sonunda pes etti ve sıkıntıyla ofladı. "Pekâlâ! Planın nedir?"
"Abim Baha Karaslan'dan alacağım yerler var. Karaslan'ların şu meşhur kaçak silah deposu da buna dahil. Haluk Karaslan pis bir oyun oynamış. Amaçları abimi yem olarak kullanmak. Onu harcadılar. Fakat ben ona hakkı olanı geri vereceğim." Güldü. İmalı bir gülüştü bu. "Zamanında sana yapılan gibi mi? Araf Pakgör de sana hakkın olanı geri vermişti."
"Araf vermedi." Dedim karşı çıkarak. "Araf yalnızca aracı oldu ve yardım etti. Her şeyi öğrendikten sonra tırnaklarıyla kazıyarak tüm mallarını ele geçiren benim."
Anlamsız bir gururla baktı. "İşte bu yüzden ismin anılıyor, Desise. Asaf Pakgör'ün ölümü konusunda da senden şüpheleniyorlar. Art niyetli bir şüphe değil bu, korkulu bir şüphe. Çünkü seni gösteren hiçbir ok yok. Sıranın kime geleceği belli olmaz sonuçta?" Gülümsedim. Evet. Gerçekten de sıranın kime geleceği hiç belli olmaz.
"Korku iyidir, diri tutar." Dedim alayla. İlerledim ve az önce oturuyor olduğum kanepeye attım kendimi. "Baha Karaslan'dan alacaklarını aldıktan sonra ne yapacaksın?"
"Ne mi yapacağım? Tabiki devlet desteğiyle silahların tek tek ruhsatlarını alıp yasal yapacağım. Belki satışlardan sonra fabrika bile kurarım. Milyarder olduğumu bir düşünsene!" Dedim kollarımı iki yana açarak.
"Nefes sen benimle dalga mı geçiyorsun?" Dedi hoşnutsuz bir şekilde ellerini kalçasının iki yanına koyarak.
"Yo, geçmiyorum. Neden geçeyim?"
"Hisseni bana vereceğini söylemiştin!" Hafifçe gülümsedim. "Evet söyledim, ama bunu senede geçirdik mi? Yazılı bir kanıtı var mı? Veya söz verdim mi? Hayır. Korkulduğundan bahsettiğin bir kadına bu kadar güvenmemelisin, Akın Kara!" Yüz hatları sertleşti ve yerinden doğruldu. Hızlı adımlarla bana yaklaşıp üzerime eğildiğinde rahatlığımı bozmadan ona baktım. "Seni öldürürüm!"
Eğlenen bakışlarımı bir an olsun ondan ayırmadım, "İnan bana, nah öldürürsün." Dedim onunla dalga geçerek. Üslubum alaylı olsa da cümlemde ciddi olduğum da ortadaydı.
Avucunu boğazıma sardı ve sıkmaya başladı.
İşte şimdi beni kızdırmıştı. Ön kol kısmımda gücümü toplayıp boynunun hassas yerine sertçe geçirdiğimde bir an afalladı, fırsattan istifade yumruğumu suratına yapıştırdım. O kadar hızlı hareket etmiştim ki bir iki adım sendelemişti, o sırada ayağa kalktım.
Kaldırdığı elini havada yakaladım. Diğer kolunu kıstırdım ve bacaklarımı ona dolayarak güç kullandım. Heybeti dolayısıyla zorlanmıştım ama hırsım beni yönlendirmişti. Yere devrildiğinde yanına düştüm. Yuvarlanarak ondan uzaklaştım ve ondan önce ayağa kalktım. Saçlarım birbirine karışmıştı ve nefes nefese kalmıştım. Ona tepeden baktım. Kalkacakken suratına bir tekme geçirdim. Burnundan kan boşalırken inleyerek burnunu tuttu.
Hıncımı alamayarak erkekliğine de sert bir tekme geçirdim. İyice iki büklüm hâle geldiğinde bornoz kuşağıyla ellerini sıkıca bağladım, kör düğüm yaptım. Üç fularımı da birbirine bağlayıp uzattıktan sonra onlarla da ayaklarını bağladım. Geriye doğru bir kaç adım atıp hediye paketi ettiğim koskoca Akın Kara'ya baktım. Sırıtarak arkamdaki sandalyeye oturdum ve masadaki viski şişesini bardağıma doldurup keyifle yudumladım.
"Söylüyorum söylüyorum anlamıyorsunuz. Paket olunca da ağlıyorsunuz. Kendin kaşındın." Dedim ona dik dik bakarak. Defalarca kez hafife almamasını söylemişken o bana saldırmaya cüret etmişti.
Senelerce savunma eğitimi aldığımdan haberi yok olamazdı, değil mi?
Aslında düşünüyordum da... Ben çocukluğumdan beri bugünler için eğitilmiştim. Yoğun savunma eğitimleri, dövüş kursları, atış poligonları... Abim kendimi savunmamı istediği için bunları yaptırıyor diye düşünmüştüm. Ama aslında ondan bunu isteyen Evrim Arslan'ın ta kendisiydi. Ve ondan bunu isteyen de ya Asaf Pakgör'dü ya da Oğuz Karaslan.
Çok da güçlü bir bedenim yoktu. Fakat tüm gücümü tek bir noktada toplayarak hamle yapmayı öğrenmiştim, bu da fazlasıyla işime yarıyordu zaten.
"Derhal çöz beni! Doğduğuna pişman edeceğim seni!"
"Emredersin! Zeki bir şey sanırdım seni, Akın? Gerçekten hiç mi düşünemedin blöf yaptığımı? Sence ben elimde böyle bir şey varken harcar mıyım? Pakgör Holding ve Karaslan Holding'de aynı anda hisse sahibiyken bunu neden harcayayım?"
Sadece bu da değildi.
Gökhan Karaslan ile ortak olduklarını da biliyordum. Gökhan Karaslan, şirketin peşindeydi. Babası Haluk Karaslan'ın, şirketi kendisine vereceğini düşünmüştü ama öyle olmamıştı. Esrarengiz bir şekilde şirket sahibi babam Oğuz Karaslan olmuştu. Gökhan Karaslan bunu hazmedememişti ve işin aslını araştırmaya başlamıştı. Nihayetinde görüntülere ulaşarak her şeyi çözmüştü.
Kardeşi Oğuz Karaslan'ın aleyhine olan her kamera görüntüsünü toplamış ve bir hard diskte bir araya getirmişti. Videoların hepsine şifreler koymuştu ve bu şifreler bir mesaj niteliğindeydi.
Kardeşinin ölümünü istiyordu, yok olmasını istiyordu. Bunu da hiç şüphe çekmeden yapıyordu. Hard diskin benim ele geçmesini sağladıktan sonra yavaş yavaş şifreleri vermeye başlamıştı. Babamı benim öldürmemi istiyordu.
Bütün bunların yanı sıra, babamın baş düşmanlarından birisi olan Akın Kara'yla da ortak olmuştu. Akın'ın bizi kaçırması hard disk için falan değildi, tamamen blöftü.
Değer verdiklerime zarar vererek ona benim bir anlaşmayla gitmemi sağlamıştı. Ben ona hissemi vereceğimi söylediğimde ise adeta gözlerinin içi parlamıştı. Çünkü amacı zaten buydu.
Amcam Gökhan Karaslan'ın hissesi %25'ti. Benim de öyle. Fakat babamınki %50'ydi ve söz, yönetim hakkı onundu. Akın ve amcam birlikte hareket ederek babamla aynı söz hakkına sahip olmak istiyorlardı. Eşit olmak, şirkette gerçek bir hak sahibi olmak. Ben babamı öldürdüğümde de yönetici amcam olacaktı.
Gökhan Karaslan zekiydi evet, ama ultra zeki değildi. Mesela benim onları oyuna getirdiğimi sonradan anlamamıştı, zaten biliyordu. Bana telefonda yaptığı o ima tehdit falan değildi, mesaj veriyordu.
En iyi benimle anlaşmaya çalışması da bir başka kanıttı. O benden nefret ediyordu, o görüntülerde de bu gayet net ortadaydı. Annemden de benden de nefret ederken neden mükemmel amca rolleri oynayacaktı ki? Çünkü çıkarı vardı.
Bir gün benim karşıma da çıkıp ortaklık teklif edecekti. Çünkü Karaslan ailesinin temiz tarafındaki tüm gücü benim elimdeydi, onları kazanmaya çalışacaktı. Aksi hâlde işler yolunda gitmediğinde beş parasız kalacaktı.
Akın Kara da masum değildi. Amacı beni kullanmaktı zaten. Fakat ben buna pabuç bırakmazdım, bırakmamıştım.
Onlar beni aptal yerine koydukça ben daha da keyif oluyordum.
Yerimden kalktım ve gardropu açtım. Bilgisayar çantamdan mavi bir dosya çıkarıp dolabı kapattım. Akın'a yaklaştım. Sırtüstü yatıyordu. Dosyayı ona doğru salladım. "Şimdi, Akın Kara! Anlaşmamızı bizzat kendi ellerinle fesh edip bana tazminatı ödemezsen, bu dosyadaki bilgilerden herkes haberdar olur." Bana düşmancıl bir bakış attı. "Asla! Senin gibi bir kaltağa boyun eğmem!"
Güldüm ve dosyayı açıp inceledim. "Bu dosyanın ne olduğunu bilseydin böyle konuşur muydun?" Dedim keyifli bir şekilde. Kalçamı masaya rahat bir şekilde yasladım. Gözlerimi kağıtlardan ayırmadan konuştum, "Sadık Balaban! Sektörde bilinen en tehlikeli ve güçlü mafya babalarından birisi! Sen de güçlüsün eyvallah, ama onun karşısında hiç şansın yok." Dedim ve göz ucuyla tepkisine baktım. Elimdeki dosyanın neye ait olduğunu sonunda anlamış olacak ki korkuyla bakıyordu.
"Sadık Balaban, ona ağır bir ihanet içerisinde olduğunu öğrenseydi sana ne yapardı, Akın Kara?" Dedim dosyayı indirirken.
"Sakın! Seni yaşatmam!" Ona acıyarak baktım. "Seni aptal! Çoktan ölmüş olacaksın, kaldı ki yaşasan dahi kılıma bile dokunamazsın. Şimdi boş çeneyi bırak ve yalvarma kısmına geçelim. Zamanım kıymetli, oyalama beni!"
"Asla yalvarmam!"
"Demek ki direkt icraate geçiyorum diyorsun? O da olur." Ona yaklaşıp elimi ceketinin iç cebine soktum. Çek banknotunu bulduğum gibi çektim ve çıkardım. "Aah ah! Hep bir tehdit, hep bir şantaj, hep bir rüşvet! Yanılmamışım, cidden yanında çek banknotu taşıyormuşsun." Bir kalem alıp ismimi yazdım ve miktar kısmına da yirmi milyon dolar yazdım. Bağlı kanlı eline kalemi uzattım. "İmzala bakalım şurayı, yakışıklı!"
"Ben bunu hayatta ödeyemem!" Dedi kabullenişle. Sırıttım, "Merak etme, Sadık abin yardım eder!" Telefonumu alıp sadık yavrum Cemal'i görüntülü aradım. Bugün izin günüydü. Hemen açtığında ekranı Akın'a çevirdim. "Hemen imzalamazsan dosyanın bir kopyası şu anda Sadık Balaban'a ulaşmak üzere." Dedim. Görüntüde Sadık Balaban'ın ini vardı.
"Tamam! Tamam verme! İmzalayacağım." Ekranı kendime çevirdim, "Teşekkür ederim, Cemal'im! Sen evine dönebilirsin." Aramayı sonlandırdım. Akın Kara çeki imzaladığında nur topu gibi bir yirmi milyon dolarım olmuştu.
"Güzel." Dedim ve telefonumdan birine mesaj attım. Bir kaç dakika içinde adamlarım odaya geldi. İçeri aldım. Akın Kara'yı kaldırdılar. "Nereye!? Nereye götürüyorsunuz beni!?"
"Gökhan Karaslan'ın kapısına atın ve gelin. Hadi, aslanlarım!" Dedim ellerimi birbirine vurarak. Odadan çıktılar ve Akın'ı da götürdüler. Yerdeki kan lekesine bakıp yüzümü buruşturdum.
"Sanırım dönme vaktim gelmiş."
🩸
Bavulumu bıraktığımda anahtarımla kapıyı açtım ve ittim. Bavulumu tekrar alıp içeri soktum ve kapıyı kapattım. Eşyalarımı yerleştirip bavulu ortadan kaldırdım. Önemli dosyaları çelik kasaya yerleştirip kilitledim.
Duş aldıktan sonra saçlarımı kurutup düzleştirdim. Beyaz bir gömlek giydikten sonra siyah ispanyol paça kumaş pantolon giydim. Bağcıklı korse kemer taktım. Belimin inceliğini vurgulamıştı. Gömleğin bir kaç düğmesini açık bıraktığımda hafif bir dekolte oluşmuştu. Siyah topuklu ayakkabı giydiğimde paçaların altında kayboldu fakat burnu gözüküyordu. Bu görüntü hoşuma gitmişti.
Abimin aldığı mikail meleğinin yanı sıra çoklu kolyelerden de taktım, gömleğin altında bıraktım. Küpeleri de taktıktan sonra makyajı yapıp parfüm sıktım. Boy aynasının karşısına geçip son kez kendime baktım. Baharlık trençkotumu koluma astığımda işte şimdi iş kadını gibi görünüyordum.
Yaşımdan büyük, yirmilerimin sonunda gösteriyordum ama umurumda değildi. İtici durmuyordu.
Kol çantamı alıp evden çıktım. Cesur'un geldiğimden haberi yoktu. Yeni aldığım ve evimin önüne kadar getirttiğim arabama ilerledim. Başında bekleyen adam anahtarı bana teslim edip gitti. Araca binip çantamı ve trençkotumu yan koltuğa koydum. Şu an tek dileğim, çevirmeye yakalanmamaktı.
Küçük riskler güzeldi.
Kursum tamamlanmış olsa bile ehliyeti henüz almamıştım. Sınava daha vardı.
Telefonumu arabaya bağladım ve Spotify listemi açtım.
Arabayı çıkardım ve dikkatli bir şekilde sürmeye başladım.
Abimin eski Maserati'sinin başına gelenler aklıma geldiğinde dudağımda bir gülümseme oluştu. O zamanlar bok gibiydi ama şimdi dönüp bakınca insan gülüyordu.
Yabancı bir şarkı çalmaya başladı ve eşlik ettim.
Araf'ın şu an eski evlerinde olduğuna neredeyse emindim. Uzun zamandır holdingdeki rezidansına ayak basmıyordu.
Boş yolda daha rahat sürüyordum. Bu yüzden çevre yolundan çıktığımda içim rahatladı. Çevirmeye yakalanmamış olmam mucizeydi.
"Mother, looking at me.
Tell me, what do you see?
Yes, I've lost my mind.
Daddy looking at me.
Will I ever be free?
Have I crossed the line?
All the things she said, all the things she said
Running through my head, running through my head."
(Anne, bana bak.
Söyle, ne görüyorsun?
Evet, aklımı kaybettim.
Baba, bana bak.
Hiç özgür olacak mıyım?
Sınırımı aştım mı?
Söylediği her şey, söylediği her şey
Kafamda dönüyor, kafamda dönüyor.)
Masumiyetini kaybetmiş bir kadın, kazanmaya mahkumdur. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır.
Araziye girdiğimde beyaz maskeler beni karşıladı. Arabayı durdurdum ve eşyalarımı alıp indim. Abimin arabası da buradaydı. Bunlar bildiğin kanka olmuştu herhalde? Her an dip dibelerdi.
Adamlardan biri kapıyı açtı ve içeri girdim. Trençkotumu ve çantamı vestiyere bırakıp evi dinlemeye başladım. Nerede olduklarını anlamam lazımdı. Umarım ki orası yatak odası değildi.
Parmağımdaki yüzüklerle oynayarak yukarı çıktım yavaş yavaş.
Sesleri yatak odasından geliyordu.
Bu ihaneti kaldıramazdım! Birisi abim, diğeri nişanlım!
"Madem farkındaydın, niye inanmış gibi yaptın?" Abimin sesiyle durdum. Gözlerim kısılırken neyden bahsettiklerini anlamaya çalıştım.
"Çünkü bana ihtiyacı olsaydı bana gelirdi, Baha. O gece saatlerce bekledim onu ama gelmedi. Diğer günlerde de gelmediği gibi. Ne oldu bilmiyorum ama Nefes'in kötü olduğu ortada. Yine de saygı duymak zorundayım."
"Nefes senin nişanlın, salak!" Açelya? "Akın değil! Neden ona izin verdin ki? Üstelik daha önce aralarında geçenleri bilmene rağmen!" Evet, herkes hâlâ Akın ile yattığımızı düşünüyordu.
"Saçma sapan konuşma, Açelya!" Diye bağırdı Araf bir anda. "Nefes benimleyken asla yapmaz öyle bir şey! Ona kendimden daha fazla güveniyorum!" Gülümsedim. İşte bu hoşuma gitmişti. Bana gerçekten güvenmesi ve buna imkân bile vermemesi...
"Ben de Nefes yapar demedim, Araf, sakin ol! Neyden bahsettiğimi gayet de iyi anladın!"
"O piçte bir şeyler var. Başından beri hoşuma gitmiyor." Dedi abim kuşkuyla. İşte şimdi görünebilirdim.
Kapıya yaklaşıp çerçeveye yaslandım ve rahat bir tavırla kollarımı bağlayıp onlara baktım. "Çünkü o piç gerçekten de tam anlamıyla bir piç, abiciğim!" Sesimi duymalarıyla aniden irkildiler ve şaşkınlıkla bana bakakaldılar.
"Nefes!?" Açelya kalktı ve koşarak gelip bir anda boynuma atladı. Sendeleyerek duvara çarptık. "Oha, yavaş!" Diye bağırdım elimde olmadan.
"Nerelerdesin sen!?" Diye cırladı kulağımın dibinde. "Öldüm öldüm dirildim! Bari haber verseydin!" Konuyu anında değiştirdim. "Sen bana ne zamandan beri Nefes diyorsun?"
"Yokluğunda herkes sürekli Nefes dediği için dilim şey olmuş." Dedi saçlarını çekerek.
"Neden haber vermiyorsun, Nefes?" Dedi abim ciddi bir şekilde. Gerçekten bana kızgındı. "Herkesin bir süre ortadan kaybolmaya ihtiyacı olabilir, abi. Benim imkânım vardı ve bunu gerçekleştirdim, uzatmaya gerek yok."
"Tabi ki herkesin buna ihtiyacı olabilir! Fakat şu sıralar olmazdı, Nefes! Çok duygusal davranmaya başladın." Göz devirmemek için zor durdum fakat haklı olduğunu biliyordum. Ancak benim de uzaklaşmak zorunda olduğumu anlayamazlardı. Çünkü izlediğim görüntülerden ve bende bıraktığı etkiden hepsi bir haberdi.
"Sen olmadığın için tarih ertelendi. Liste nedenini bilmediğimiz bir şekilde yok edildi. Siyah saçlı biri ölecek. Belli bir kişi yok, kötülüğü ortada olan birini öldüreceksin." Bu oyunu kim yönetiyordu?
Güldüm. "Desene, Desise yine saç boyatacak. Siyah yakışır bana ya, koyu renkler daha çok yakışıyor." Dedim kızıl saçlarımı savurarak. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak benim için daha iyiydi.
Araf sessizdi.
Kırılmış olduğunu görebiliyordum ama bunu yansıtmamaya çalışıyordu, sonuçtan daha çok nedenle ilgileniyordu. Neden gelmediğimi, neler olduğunu sorgulayacaktı yalnız kaldığımızda. Sevgilimi tanırdım. Beni daha önce bir kez sonuçla yargılamıştı ve bu bir buçuk ayımıza mâl olmuştu. Aynısını yapmayacaktı.
"Lütfen!" Dedi Açelya. "Buradaki tek siyah saçlı ben olmalıyım, sakın siyah falan yapma!" Sırıttım, "Ne oldu, kıskandın mı, Kara Cadı?" Daha neler der gibi güldü ve göz devirdi.
Abim bir Araf'a, bir bana baktı. "Açelya." Dedi Açelya'ya dönerek. "Sevgilim seninle bir işimiz vardı bizim. Geç kalmayalım, hadi gel." Açelya'nın tek kelime dahi etmesine izin vermeden elinden tutup zorla çıkardı evden. Araf ile baş başa kaldık.
Abimden beklenmedik davranışlardı bunlar.
Araf hiçbir şey demeden sadece gözlerime baktı. Evde mutlak bir sessizlik hâkim olduğunda ona doğru ilerleyip karşısındaki siyah koltuğa oturdum. "Sormayacak mısın?"
Yüzüme bakmaya devam etti. En sonunda "Neyi?" Diye sorduğunda yaklaşık bir ay sonra sesini ilk kez duymuştum. İfadesiz, düzdü. "Neden gelmediğimi?"
"Vardır mutlaka bir sebebi, yargılamıyorum." Bunu söyleyeceğini zaten biliyordum ama yine de şaşırmama engel olamamıştım. Hafifçe güldü. "Sana bir kez güvenmedim ve kıyametim oldu, nefesim. Sen ne yapıyorsan bir bildiğin illa ki vardır."
"Peki o sebebin ne olduğunu sormayacak mısın?" Dedim sormasını içten içe isteyerek. Beklentiyle baktım gözlerine. Ama o gülümsemekten vazgeçmedi. "Hayır, sormayacağım. İstersen sen anlatırsın zaten." Hiçbir şey söylemedim. Elini uzattı. "Şimdi her şeyi siktir et ve gel sarıl, özledim."
Bu sefer ben de hasretle gülümsedim. Ben de özlemiştim. Yerimden kalkıp Araf'a ilerledim. Kucağına oturtup sımsıkı sarıldı. Kızıl saçlarımı koklarken yüzü buruştu. "Saçını boyatmandan memnun değilim. Kokunu alamıyorum, leş gibi boya kokuyor." Güldüğümde sesim boğuk çıktı. "Çünkü yeni boyattım. Dibim gelmişti."
"Gelsin. Boyatma boş ver." Başımı kaldırıp tuhaf tuhaf baktım. "Araf saçmalama çok kötü durur." Çocuk gibi omuz silkti. "Bana ne? En azından oradan alayım kokunu, boyatma." İflah olmazsın dercesine gülüp yüzümü göğsüne gömdüm. Ayaklarını ortadaki sehpaya uzatıp beni de kendi üzerine uzandırdığında bu sefer daha rahat sarılmıştık. Bana öyle bir sarılıyordu ki, yalnız olmadığıma inandırıyordu.
"Seni seviyorum, bunu sakın unutma." Kalbim kuş gibi çırpınırken aptal aptal gülümsememek için zor tuttum kendimi. Gözlerimi kaldırıp onu görmeye çalıştım. "Dibi görene kadar mı?" Dedim. Biz bir kuyuda aşağı düşen iki farklı maddeydik. Sıcak kan ve soğuk kar. "Dip, kavuşacağımız tek yer olur, sevgilim. El ele can verene kadar."
"Sen beni harbi seviyorsun ha, yakışıklı." Dediğimde kahkaha attı. "Yakışıklı? Bu yüzle mi?" Kaşlarım çatıldı. "O ne biçim laf be?" Dedim elimde olmadan çirkefleşerek.
Araf'ın yüzünün yandığı yangının görüntüleri gözümün önünden zaten hiç gitmiyordu. Babamın kayıtsız kalması, amcamın aldığı zevk... Midemi bulandırıyordu.
Onun babası beni öldürmek istemişti, benim babam onu canlı canlı yakmıştı.
"Gerçek bu maalesef, Nefes. Yüzümün düzeltilmesi imkânsız. Nasıl bakabiliyorsun onu da anlamıyorum. Ben bile bakamıyorum." Göğsümün tam ortasına bir yangın düştü ve orada ne var ne yoksa kül etti. Araf'ın kucağında doğruldum ve bacaklarımı indirip bacağına oturdum. Durgun bir ifadeyle hareketlerimi izledi.
Yüzünü avuçlarım arasına aldım. "Sen, benim gördüğüm en yakışıklı adamsın. Ve ben bu en yakışıklı adamla evleniyorum. Bir daha kendine bu şekilde hakaret edersen benden sağlam bir tokat yersin. Anla artık, yüzün bir problem değil; ben senin her zerrene aşığım." Dudaklarımı yüzünün yanık yarısına bastırdım. Dudaklarımda hissettiğim pürüzlü yanık ten beni iğrendirmedi, tuhaf hissettirmedi. Ben bu adama aşıktım, yüzünden kime neydi ki?
"Nasıl bu kadar koca yüreklisin?" Diye sorduğunda güldüm. Bu gülüş acılı bir gülüşten farklı değildi. "Yüreğim bir tek sana geniş, Araf Pakgör. Karşında acımasız bir kadın var." Şakağından öptüm ve fısıldadım, "Herkese katran, sana şarap." Dokunuşlarım ve öpücüklerimin altında gözlerini kapatmış, kendisini adeta bana bırakmıştı.
"Hayatlarımız darmadağın bir hâlde." Dedi kısık sesle. "Senden başka kimsem yok. Açelya ve Baha bile sırf acıdığı için yanımdalar. İşler bok gibi, her cinayette kendimden daha da eksiliyorum. Suçluluk duygusu ayrı bir yandan sıkıştırıyor, okula gidemiyorum büyük ihtimalle sınıf tekrarına kalacağım... Daha sayamadığım pek çok şey daha. Kaldı ki senin yüklerin daha fazla." Benim yüklerim daha mı fazlaydı? Bilmiyordum, başımı çevirip de bakamamıştım, aksi hâlde boynum kırılabilirdi.
"Bu hayatta hepimizin yükleri var." Dedim yumuşak bir sesle. "Hepimizin zorunlulukları var, hepimizin yaşanmışlıkları var. Önemli olan pes etmemek. Ben inanıyorum, daha ileriye gittikçe kader bize gülecek."
"Bence gülmeye şimdiden başlamalı." Beni kucağından indirip ayağa kalktı. Telefonunu çıkarıp birine mesaj attı ve bana döndü.
"Ne yapıyorsun?"
"Aslında planlarım farklıydı, fakat artık iyi bir şeyler olmak zorunda. Bu yüzden radikal bir kararla, bugün gerçekleştireceğim." Dolaptan ceketini aldı ve elimden tuttuğu gibi odadan çıkardı. Aşağı indiğimizde eşyalarımı aldım ve evden çıktık.
"Araba mı aldın?" Dedi arabama bakarken. "Evet. Henüz ehliyetimi alamadım ama araba kullanabiliyorum."
"Araban burada kalsın, benimkiyle gidelim." Dedi ve arabasına bindi. Ben de yanına binerken gözüm istemsizce tavana çıktı. Yaptırmıştı, en ufak bir iz bile yoktu. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken kemerimi taktım ve geriye yaslandım.
Araç hareket ettiğinde Araf geri geri giderek direksiyonu çevirdi ve dönerek evin avlusundan çıktı. Hemen arkamızdan iki araba daha bizi takip etmeye başladı. Beyaz maskelerden bir kaç kişi vardı içinde. Nereye gidiyor olduğumuzu daha fazla merak etmeye başlamıştım.
Gün batımının turuncu ışıkları yüzümüze vururken Araf güneş gözlüğünü takmıştı.
"Bir şey soracağım." Dedim sessizliği bozarak. "Tamam arabanı değiştirmek istedin. Ama neden Range Rover?"
"Çünkü çok havalı." Dedi gerinerek. Sesinden buram buram yapmacık bir ego kokusu geliyordu. "Ayrıca Range Rover'ı olmayan zengin, zengin değildir. Altın kural." Güldüm. "Ne yani benim de mi Range Rover almam lazım? Malum... Karaslan işletmelerini ve Pakgör Holdingi üzerime aldıktan sonra para babası oldum."
"Para anasıdır o, babası olsa duramazsın."
"Ne kadar verimli bir konuşma böyle?" Dedim keyifli bir şekilde. "Herhalde, bebeğim. Yanında koskoca Yağmur Araf Pakgör var. Nişanlın hani?"
"Tamam yeter bu kadar ego, sus." Dedim elimle geçiştirerek. Radyonun sesini artırdım. Kaan Boşnak, Bırakma Kendini çalıyordu.
"Bilmem kime gücendin? Hadi gel anlat bana!" Araf bir anda havaya girerek bağıra bağıra şarkıyı söylemeye başladığında anın şaşkınlığıyla ona bakakaldım. Gözündeki güneş gözlüğü ve yüzüne vuran turuncu ışıkla çok havalı görünüyordu. "Değişmem gülüşünü, tüm dünya benim olsa da!" Bana ithaf edercesine beni gösteriyordu ve sırıtıyordu. Elimde olmadan kahkaha attığımda başımı arkaya yasladım.
"Her kimse seni üzüp, üstüne ağlatırsa! Bir damla su vermem çöllerde kavrulsa da!"
Sonraki nakarata ben de eşlik ettim. Beraber düet yapıyorduk adeta. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar mutlu ve keyifli hissediyordum. Araf benim en kıymetli hediyemdi.
"Kime gücendin? Anlat hadi bana." Dedi şarkı bitiminde bana dönüp. Sonrasında hemen tekrar yola döndü. Aklıma düşen görüntülerle keyfim yeniden kaçmıştı.
"Hadi değiştirelim." Dokunmatik ekranda gezinerek radyo kanalını değiştirdim.
"Savurur saçlarını, eser rüzgarla. Bir deli sevdaya salar çingenem..." Sinsi sinsi sırıtarak Araf'a baktığımda o da gülmeye başladı. Gülüşüne ölüp bittiğim adam.
"Çingenem çingenem kara gözlü çingenem, ruhumu koparıp aldın çingenem..."
"Ya Araf nereye gidiyoruz ya? Saatlerdir yoldayız! Kaybedecek vakit kalmadı!"
"Bence de kalmadı." Dedi ama benim bahsettiğim şeyden bahseder gibi bir hâli yoktu. "Ne o? Yıldırım nikahı kıymaya falan mı gidiyoruz?" Dedim alay ederek.
"Evet. Gelinliğin bile hazır." Ben dalga geçmiştim ama o ciddiydi. Araf'a bakarken donakalmıştım. Açık kalmış ağzıma bakıp güldü ve yine gamzeleri ortaya çıktı.
"Araf şaka yapıyorsun, değil mi? Bir şeyimiz de normal olsun, Allah aşkına!"
"Bu pek mümkün gibi görünmüyor." Derken son derece keyifliydi.
Ciddi ciddi evlenmeye götürüyordu beni...
Radyonun sesini daha da yükseltti. Adeta lütfen keyfimizi kaçıracak ani bir tepki verme der gibiydi.
Slow bir Karadeniz müziği çalıyordu. Bilindik ve sevilen şarkılardandı. Ben de severdim.
"Evumuzun önünde
Dere akar denize
Yaşlansayduk sevduğum
Senun ile diz dize
Karayemiş dalinun
Açti beyaz çiçeği
Bu sevdadan fayda
Geçirmişiz zamani
Yüce dağ değilidum
Duman sardi başumi
Sevduğum beni ağlar
Ah ben da sevduğumi
Kayık gelir uzaktan
Dalgalara karişmiş
Daha kavuşamadan
Mevlam ayriluk yazmiş
Daha kavuşamadan
Mevlam akriluk yazmiş"
"Evlenmeye giderken dinlediğimiz şarkıya bak." Diye homurdandı kendi kendine. Ona bakıp güldüm. Kendi kendine sinirlenmiş gibiydi. Uzanıp şarkıyı değiştirdi. Daha canlı bir melodi arabanın içini doldurduğunda rahatlamış bir nefes verdi. Sözleri girdiğinde bu şarkıyı bilmiyordum, fakat Araf ezbere biliyor olmalıydı eşlik etmeye başladı. Şaşkınlıkla onu izledim.
"Güzellerin de güzeli,
Hem de en özeli.
Su dökemezler eline,
Tamam tamam.
Bir cazibe, bir asalet
Bir endam, bir nezaket
On parmağında marifet
Tamam tamam.
Kimin kızı kimin nesi
Aşka var mıdır hevesi?
Gönüllerin prensesi
Yıllar oldu yoruldum
Peşinde koşmaktan
Güzel güzel çok güzel
Kimle nerde n'apar diye
Ona buna sormaktan
Güzel güzel, güzel güzel çok güzel
Yeter
Bekledim yeterince gel
Bir şey olmaz gel gel
Son verelim şansa
Yol verelim aşka"
Arada bana bakarak söylemişti. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp yumruğumu dudaklarıma dayadım ve cama döndüm.
Nakarat kısmında sesini yükseltti ve bağırarak söylemeye başladı.
"Ver Allah!
Onu bana ver Allah!
Bak halimden anla.
Hiçbir şey istemem,
Senden başka.
Susamışım aşka.
Ne olursun ver Allah!
Günahıyla sevabıyla."
Elimdeki yüzükleri göstererek verdi zaten demeye çalıştım. Bu onu daha da keyiflendirdi. Uzun zaman sonra mutlu hissediyordum. Ben sadece Araf'ın yanındayken mutlu hissediyordum.
Araf ile uzun yol yolculuğu bir başkaydı. Bir adamın her şeyine ayrı aşık olunabilir miydi? Köpek gibi aşıktım.
***
Saatler boyunca şarkılar eşliğinde yolculuk yaptığımızda hâlâ yoldaydık. Hava iyice kararmıştı ve saat gece yarısını çoktan geçmişti. Akdeniz bölgesine doğru gelmiştik fakat tam olarak nereye gittiğimizi halen daha bilmiyordum. Araf söylememekte çok ısrarcıydı ve benim de dil dökmekten dilimde tüy bitmişti.
Bir ara durmuştuk ve Araf dinlenmişti. Sonrasında yola devam etmiştik.
Şu an ise ben uyukluyordum.
Araba durduğunda gözlerimi aralayıp etrafa bakındım. Sokak lambaları ve önünde bulunduğumuz otelin ışığı gözlerimi alırken bir süre alışmak için kendime zaman verdim.
Araçtan indiğimizde Araf yanıma gelip elimden tuttu ve beraber otelden içeri girdik. Lüks bir tasarıma sahipti, koyu kahverengi renklerinden oluşsa da ahşap tasarımlı değildi. Araf, resepsiyonist ile konuşurken kulak misafiri olduğum kadarıyla önceden rezervasyon yaptırmıştı. Anahtar kartı alıp bana göz kırptı ve asansöre yöneldik. Gecenin bir yarısı olması sebebiyle ortalık tamamen sessizdi ve kimse yoktu.
Sekizinci kata bastı. Ve kapılar kapandı. Asansör yukarı doğru hareket etmeye başladı. "Araf, neredeyiz?" Yorgun bir gülümsemeyle bana baktı. "Birazdan öğreneceksin, güzelim. Az daha sabret." Saatlerdir hiçbir şey söylemediği gibi hâlâ söylemiyordu. Oflayarak sırtımı asansöre yasladığım sırada kapılar açıldı. Asansörden indik, sessiz ve çıtın çıkmadığı koridorda ilerledik. Odamızın önüne geldiğimizde kapıyı açtı ve içeri girdik.
Son bir kaç ayda hayatımda gitmediğim kadar otele gitmiştim. Evde durduğum an sayılıydı resmen ve bu da yorucu bir tempo demekti.
Atölye çalışmaları sona ermişti ve henüz Araf'a gösterememiştim bile. Sanırım düğün hediyem olacaktı.
"Yanımıza hiçbir şey almadık bile. Ne giyeceğiz?"
"Çıplak yat." Dedi sırıtarak. Ona dik dik baksam da içten içe gülüyordum. "Araf, ben ciddiyim."
"Ben de öyle." Dedi ve yaklaşıp gömleğin açıkta bıraktığı boynumdan koklayarak öptü. "Bu gece böyle idare edelim. Sabah olunca asıl gitmemiz gereken eve gideceğiz. Yatalım artık." Asıl gitmemiz gereken ev mi? Umarım bir bu kadar daha yol gitmeyecektik?
"Doğru söyle, dünya turu mu yapıyoruz?" Güldü ve elimden tutup yatağa sürükledi. "Hayır ama sözüm olsun. Bir gün yapacağız."
Üzerimdekileri çıkarıp yatağa girdim. O da benimle beraber girdiğinde birbirimize sarıldık. Yatak yabancı hissettirse de sarıldığım adam evimde gibi hissettirmeye yetiyordu. Çok geçmeden uykuya dalmıştım.
Heybetiyle yukarı doğru sivrilen, diğer ağaçlara oranla daha ince olan ağacın dibine, çimlere oturmuştum. Ağaca sırtımı yaslayarak daha rahat bir pozisyona geçtim. Elimdeki kitabı dikkat ve özenle okurken usul usul esen rüzgar, gözümün önüne düşen siyah saçlarımı geriye doğru yavaşça savuruyordu.
Kolumdaki saate baktım. Siyah metal saatin içi kırmızıydı ve pırlanta işlenmelerle şık hâle getirilmişti. Dışı siyah, içi kan kırmızısı bir saatti. Saniyeler hızla dönüyordu. O kadar hızlıydı ki, yükselerek uçup gidecek ve saatten ayrılacak gibiydi. Yelkovan saniye yerine geçmiş, usul usul dönüyordu sayıların etrafında. Akrep ise zehrini akıtıyordu birleştikleri noktaya.
O noktadan başlayarak yavaş yavaş yayılmaya başlayan lekeyi fark edince kaşlarım çatıldı. Gümüş rengi, cıvaya benzeyen bir lekeydi bu. Akrebin zehri gümüş rengiydi.
Başımı kaldırdığımda rüzgarın yüzüme çarptığı saçlarım yüzümden çekildi. Tam karşımda boş bir arazi vardı. Boş, bomboş. Bir çiçek dahi yoktu.
Elimdeki kitabın arasına kalın saplı güzel çiçeği yerleştirdim. Kitap kapandığında yeşil sapı arasında, kırmızı çiçeği dışında kaldı. Krizantem.
Yerden destek alarak ayağa kalktım. Düz uzun siyah saçlarım sırtıma döküldü. Rüzgarın ve sallanan ağaçların sesi dışında hiç ses yoktu. Yaslandığım ağacın yüzlercesi sıralı dizilmiş, sonsuzluğa gidiyordu.
Bu ağacın Mezarlık Servisi diye geçtiğini biliyordum. Genellikle mezarlıkları kaplarlardı bu ağaçlarla.
Siyah kot pantolonumun kalça kısmını elimle silkeleyip üzerimdeki kare yaka büzgülü bluzu düzelttim. Etrafa bakındım, birini arıyordum ama kimi aradığımı bilmiyordum.
Kitabı orada öylece bıraktım ve ağaçlar boyunca yolda ilerlemeye başladım. Uzun uzun yürüdüm.
Tam önüme bir kan damlası düştü.
Kaşlarım çatılırken başımı kaldırdım.
Mezarlık Servisi ağacının üstünde kanlı bir gelinlik vardı.
"Nefesim, kalkman lazım artık." Gözlerimi araladığımda nefes nefeseydim. Ağzım kurumuştu ve gergindim. Araf bir süre yüzüme baktıktan sonra yaklaşıp yanıma oturdu. Elini alnıma koydu. "İyi misin sen? Betin benzin atmış."
"Bence evlenmeyelim." Dedim bir anda. Gördüğüm rüyayı neye yorabilirdim onu bile düşünemiyordum şu an.
"Anlamadım?" Dedi şaşkınlıkla. Sonra güldü. "Kâbus mu gördün?" Bana destek olarak doğrulmama yardım etti ve sarıldı. "Korkma, hiçbir şey olmayacak. Her şeyi düşündüm."
"Araf korkuyorum." Dedim gözlerimi Araf'ın gözlerine çıkararak. Kızıl saçlarım kabarmış ve dağılmıştı fakat umurumda olmadı. "Kaybetmeye başladım ben. Ya seni kaybedersem? Ya kendimi kaybedersem? İnsanlığımı tamamen kaybetmek istemiyorum." Kolları beni daha sıkı sardı.
"Bak dinle... Kalbim atıyor, kalbin atıyor. Hepimiz iyiyiz, hepimiz iyi olacağız. Gördüklerin bilinçaltının oyunu sadece. Korkularını rüya yoluyla somutlaştırıp önüne sunan senin zihnin. Onların hiçbiri gerçek değil." Bir eli sırtımdan inerek elimi kavradı ve parmaklarımızı kenetledi. "Sadece iki kişi. Duydun mu? Sadece iki kişi kaldı. Sonra bu oyun da dava da sonsuza kadar bitecek. Tüm bu pislikten beraber kurtulacağız. Yeni bir hayat kuracağız. Mutlu olacağız. Sırf bunun umudu bile yaşamaya yeter." Alnımdan uzunca öptü ve saçlarımı düzeltti. "Ben hiçbir şeyden korkmuyorum, sen de korkma. Kendini en yetersiz hissettiğin anda dahi yanında ben olacağım. Unutma, kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadı."
"Birbirimizden başka." Diyerek ekledim.
"Senin gitmeyeceğinden emin olduğum kadar hiçbir şeyden emin olmadım ben. Peki sen? Şüphen var mı?" Araf beni bırakmazdı, bıraksa dahi bu yine benim için olurdu. O zaman da ben bırakmazdım ve yine ayrılmamış olurduk, hep olmuştu.
"Yok. Ama ya ölüm? Ona nasıl karşı koyabiliriz? Koyamayız, Araf. Seni kaybedersem her şeyi kaybederim. En başta da kendimi. Ve kendimi kaybedişim inan bana, bir felaket olur. Elimdeki gücü kötüye kullanırsam taş üstünde taş kalmaz. Ve ben bugüne kadar kötüye kullanmayı hiç denemedim bile." Her şeyin bir ilki olurdu. Bunun ilkinin olmasını istemiyordum.
"Gerçekten kötü etkilenmişsin sen kâbustan." Dedi merhametle yüzümü okşarken. "Her şey çok güzel olacak, inan bana. Sen benim can damarımsın, sevgilim. Sana bir şey olmadıkça bana hiçbir şey olmaz. Hadi şimdi hazırlan da çıkalım. Kendi nikahımıza gecikmeyelim." Yaş akmayan ama dolu olan gözlerimi silip başımı salladım ve yataktan çıktım. Kıyafetlerimi ve ayakkabılarımı giyip eşyalarımı aldıktan sonra Araf'la beraber odadan çıktık. Kartı teslim etti ve ödemeyi yaptıktan sonra çıktık.
Arabaya bindiğimizde yola çıktık. Gündüz gözüyle bulunduğumuz şehire göz gezdirirken nerede olduğumuza dair bir ipucu umuduyla etrafa bakınıyordum.
Manavgat Belediyesi.
Saparak sahil yoluna çıktığında şaşkınlıkla Araf'a baktım. "Manavgat mı!?" Gamzelerini göstere göstere güldü. "Günaydın." Gönoydon.
"Neden Manavgat? Canın aksiyon mu istiyor, nişanlım adam?" Dedim kinayeyle.
"Canım aksiyon değil, seni istiyor, nişanlım kadın." Dedi bastıra bastıra. "Manavgat'ı çok severim. Daha önce defalarca kez tatilimi burada yapmışlığım var. O zaman bir yemin etmiştim, Eda'yla burada evleneceğim demiştim. Yeminimi gerçekleştiriyorum." Kaşlarım havaya kalktı.
"Benimle burada evleneceğine seneler evvel yemin mi ettin? Ya ben sana aşık olmasaydım? Hatta nefret etseydim, hiç sevmeseydim. Ya da arkadaş olarak görseydim ne yapacaktın? Başka birine aşık olsaydım?"
Adnan Ziyagil gülüşü yaptı. "Daha neler. Öyle bir ihtimal yoktu."
"Ne yani? Kaçırıp zorla mı evlenecektin?" Dedim dikkatimi Araf'tan ayırmayarak. Umarım evleneceğim adamın içinde takıntılı bir psikopat yatmıyor olurdu. Bunu nikaha giderken öğrenirsem kötü olurdu.
"Yo." Dedi gayet normal bir şeyden bahseder gibi. "Neden yapayım? Eşkiya mıyım ben? Bugün olmasa başka bir gün olurdu ama sen illa ki bana aşık olurdun, bebeğim." Ay ay egoya bak.
"Hele hele şunun tipine bak hele." Dedim gülerek. Bu dediğime büyük bir kahkaha attı.
Çok geçmeden araba durduğunda sahile sıfır müstakil bir evin önündeydik. "Burada ayrılıyoruz." Dediğinde gözlerimi evden alıp Araf'a çevirdim. "Nereye? Kahvaltı bile yapmadık daha!"
"Nikahtan sonra yedireceğim ben sana bir şeyler, takma kafana." Dedi ve göz kırpıp arabasına geri bindi. Beni burada bırakıp gittiğinde aracı kaybolana kadar arkasından baktım. Önünde durduğum eve şöyle bir bakıp yaklaştım ve zile bastım. Bir süre sonra bir afet tarafından açıldı.
Ha pardon, Açelya'ymış.
Açelya ne ara gelmişti? Şaşkınlıkla ona bakarken gözlerimi üzerinde gezdirdim.
Saks mavisi saten elbisesi, onun üzerinde inanılmaz güzel duruyordu. Belden itibaren salaş bir şekilde yere kadar uzanıyordu. Yırtmacı ve göğüs dekoltesi vardı. İp askılıydı.
Siyah uzun saçlarını düzleştirmiş ve maşayla hacimli şekiller vermişti. Makyajı tam gelinin kız kardeşi makyajıydı. Bileğindeki çiçek detayı anında dikkatimi çekti. Beyaz bir çiçek bilekliği takmıştı. Çiçek sayesinde nedime olduğu anında belli oluyordu.
"Geç kaldınız, gelin hanım! Sizi bekliyoruz saatlerdir! Baş nedime olarak buradaki tüm organizasyon benden sorulur, bu yüzden doğruca yukarı gidiyorsunuz." Kolumdan tutup sertçe içeri soktu ve kapıyı kapattı. Diğer eliyle de eteğine basmamak için kenara çekiştirip düzeltti.
Üst kata çıktığımızda koca bir ekibin olduğunu görmek beni gafil avladı. Şaşkın bakışlarım Açelya'ya çevrildi. Ne ara gelmişti ne ara uyum sağlamıştı da tüm bunları organize etmişti? Hele Araf?
"Evet biliyorum bebeğim, harikayım. Ağda işin varsa hemen halledelim, yoksa doğruca duşa. Marş marş! Ay bu gelin hiç söz dinlemiyor ayol!"
Ağdayı yakın zamanda hallettiğim için sadece duşa girdim. Hızlı bir cilt bakımından sonra üzerime giydirilmiş saten sabahlığa baktım. Arkasında ismim yazıyordu.
Hoparlörden müzik açılmıştı. Canlı şarkılar eşliğinde bir yanda makyajım, bir yanda saçım yapılıyordu. Ben ise şaşkınlığı duştayken atlatmış, şimdiyse keyfime bakıyordum. Açelya'nın ara ara yaptığı şakalar kahkahalara sebep oluyordu. Bir yandan şakalaşıyor, bir yandan da işini yavaş yapanları uyararak kızıyordu. Beğenmediği şeyleri anında değiştirtiyor, her şeyin mükemmel olması için çabalıyordu.
"Kasım'da tanıştınız, Mart'ta evleniyorsunuz. Biz kendimizi bildiğimizden beri tanışıyoruz ama Baha Bey hâlâ öpücük istiyor! Öpücük ya! Hani yüzük!? Biz bi on sene daha sevgili kalacağız heralde. Gençliğim çürüdü gençliğim!" Açelya yeşilçam filmlerini aratmayacak şekilde elinin tersini alnına koymuş yakınıyordu. Onun bu haline sırıtmadan edemedim.
"Abim hiç evlilik adamı değildir, Açelya."
"Ederiz anam, sorun mu bu da?" Dedi dedikoducu kadınlar gibi koluma vurarak.
Saçım ve makyajım tamamlandığında yüzüme ve saçlarıma sabitleyici sıkıldı. Nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir fikrimin olmadığı gelinliği giymek için yan odaya giderken yardım için kızlardan biri benimle geldi. Açelya ise elinde telefon, her şeyin ne durumda olduğunu kontrol ediyordu.
Kılıfından çıkarılan gelinliği gördüğümde ağzım açık kaldı. Fakat asıl hayran oluşum giydikten sonraydı. Çünkü detaylar, giydikten sonra daha net ortaya çıkıyordu.
Balık model gelinliğin üzeri fransız dantelleriyle kaplıydı. Eteği dizlerden itibaren açılıyordu. İnce askıları pırlantaya eş değerdi. Bunun yanı sıra koltukaltı çizgisinden bileklere kadar uzanan dantel işlemeli uzun kol detayı vardı. Danteller o kadar ince ve mükemmel işlenmişti ki, sırf bu detay için bile günlerce çalışıldığı ortadaydı. Göğüs kısmı öpücük yaka şeklindeydi ve hafif v şekilde dekolte veriyordu. Kar beyazıydı, bembeyaz.
Gözlerimin dolmaması için kendimi tutmaya çalıştım.
Araf ne zamandan beri bu gelinlik için çalıştırıyordu herkesi? Belki de yıldır.
Benimle gelen kızın yardımıyla gelinliği giydiğimde arkasındaki ipleri sıktı ve bağladı.
Açelya'nın sesi yeniden gelmeye başladı fakat bu sefer ilgimi çeken bir şeyden bahsediyordu. "Sağdıçtan haber var mı?" Sağdıç kimdi?
Abim mi lan yoksa? Oha. Baha Karaslan ve Araf Pakgör'ün sağdıçlığını yapmak!?
"Yok, Açelya Hanım. Henüz aramadılar." Açelya sıkıntıyla ellerini beline koydu. "İnşallah dozunu kaçırmaz o salak." Neyin dozu?
Kapıya takılmış lacivert kadife perdeyi çekip hışımla çıktım. "Neyin dozu!?" Açelya şok içerisinde bana baktı. Uzun uzun beni süzdüğünde gözleri dolmuştu. Elleriyle kendisine yel yapmaya çalıştı.
"Ağlamayacağım... Hayır... Daha dün beşikteydik evet ama bu ağlamamı gerektirmez... Evet daha çocukken nikah şahidi sözü vermişti ve tutuyor ama buna ağlanmaz... Sus Açelya, ağlama Açelya..." Bir anda aklım uçarken omuzlarım düştü. Gelinliğin eteğini kaldırıp ona doğru ilerledim ve kendime çekip sıkıca sarıldım. Bana sarıldığı gibi bir hıçkırık koptu boğazından. Bu hâli benim de gözlerimi doldurduğunda ağlamamak için derin nefesler aldım. Bugün ağlamayacaktık, hayır.
"Kardeşim..." Dedi titrek sesiyle. "Hayallerimiz gerçek oluyor... Ve olurken de beraberiz..." Güldü, "Başardık."
"Lütfen hiç küsmeyelim! Küsersek hayallerimizi gerçekleştiremeyiz. Onları özel yapan, beraber yapacak olmamız."
Yaşımız kaçtı? Yedi veya sekiz mi?
Şimdi kaç yaşındaydık peki?
Yirmi.
"Ay aman be!" Diyerek bir anda beni ittirdi. Geriye doğru sendelerken ona geri zekalı mısın bakışları atıyordum. "Makyajımı akıtacaksın, çirkin şey seni! Bok gibi olmuşsun şu tipe bak!" Gülmeye başladım. Ne zaman çok güzel olduğumu düşünse hakaretler yağdırırdı. Bu, onun nazar değmesin deme biçimiydi ve ben bunu ezbere biliyordum.
"Necla makyajım bozuldu!" Dedi Açelya kumral kıza dönerken.
"Adım Nesrin, Açelya Hanım."
"Tamam Makbule, şimdi rica ediyorum pandaya dönmüş makyajımı insana benzet."
"Nesrin!"
"Tamam, Kezban."
İkisinin seviyeli didişmesini gülerek izlerken bana yardımcı olan diğer kız da elinde mücevher kutusuyla gelmişti. Boy aynasının önüne geçerken o da kutuyu açıyordu.
Kızıl saçlarımın önleri salaş ama oldukça şık bir şekilde arkada toplanmıştı. Maşa yapıldığı için açıkta kalan kısmın uçları bukle bukleydi ve çıplak sırtıma dökülüyordu. Saçların birleştiği noktaya gelin tokası takılarak şıklaştırılmıştı. Tokanın hemen altına da çok uzun olmayan, kenarları dantel işlemeli beyaz duvağı sabitlemişlerdi.
Koyu pembe ve goldun karıştığı koyu göz makyajım ben gelinim diye bas bas bağırıyordu. Cildime yapılan porselen makyaj yüz hatlarımı tamamen ortaya çıkarmıştı. Mat ruj sürmek istememiştim, renkli bir gloss sürmüşlerdi. Takma kirpikler abartılı değildi, liftingli doğal kirpik gibi duruyordu.
İnce pırlanta gerdanlık boynumdaki yerini alırken aynadan takip ediyordum. Takımın küpeleri de kulaklarımdaki yerini aldığında hazırdım.
Gözlerim boynumdaki dövmede gezindi. İtalik bir el yazısıyla Desise yazıyordu. Özellikle oraya yazmıştım. Araf'ın bedenimde izini bıraktığı ilk yer tam orasıydı.
Seçim gecesinde. Her şeyin resmi olarak başladığı gecede.
"Bu ne biçim gelin!?"
Gözlerim büyürken hızla arkama döndüm.
Abim!
"Çiçeği nerede bu sinsinin!?" Üzerindeki siyah smokini o kadar yakışmıştı ki, suratına tükürmemek için zor duruyordum. Nineler gibi tükürüp 'Maşallah' diyesim vardı. Yakasında saks mavisi mendiliyle, benim baş nedimemin kavalyesi olduğu belliydi. Cebin kenarında gizlenmiş tek demet minik çiçeğe bakınca gülmemek için zor durdum. Açelya zorla takmış ve abim de gizlemeye çalışmış olmalıydı.
"Ben varım ya?" Dedi Açelya cilveli cilveli abime gülümseyerek. Abimin bakışları kız kardeşime döndü, "Sen benim çiçeğimsin. Ben Nefes'in çiçeğini soruyorum." Hayda...
Açelya'nın gözleri muz görmüş maymun gibi parladı. "Çiçeğin miyim gerçekten?" Burada bulunan tüm kızlar gülmeye başladığında ben ise sırıtarak onları izliyordum.
"Şu an vazgeçtim." Dedi abim yüzünü buruşturarak.
"Öküzsün, Baha."
Abimin dikkati tamamen bana çevrildiğinde ona tüm sıcaklığımla ve sevgimle gülümsedim. Bana şöyle bir baktığında durgunlaşmıştı.
Onu ilk gördüğüm an ve bu an arasında ne de büyük fark vardı...
Parke merdivenlerden tok sesler yükseldiğinde istemsizce dönüp oraya baktım. Önce uzun bacaklar bakış açıma girdi, sonra yapılı beden, en son yüzü. Baha Karaslan. Yüzü ifadesiz, bakışları donuktu. Çehresi keskin ve belirgindi. Dudakları dolgundu. Fotoğrafta olduğundan daha farklıydı. Daha... Karizmatik.
"Amca?" Kadife gibi sesi vardı. Amcası ona döndü. "Baha. Gel." Ağır adımlarla aşağı indi ve yanımıza geldi. Yaklaşık 24 yaşlarında birisi için baya olgun gösteriyordu. Kızıl kahve saçları fönle taranmıştı. "Tanışın." Diyerek eliyle beni gösterdi. Baha'nın bakışları tekrar bana döndüğünde kaşları çatıldı. Gözlerinde adeta bir kıvılcım patlamıştı. İlk defa görür gibi değil de anlam vermeye çalışır gibi bakıyordu. "Eda Nefes."
Bana dönüp Baha'yı gösterdi. "Tanımışsındır. Baha. Abin." Abin. Baha, bu sözcük kafasında yankılanmışçasına afallayarak bir amcasına, bir bana baktı. Az önceki ifadesi tuzla buz olmuş, yerini bariz bir şaşkınlığa bırakmıştı. "Abi mi?" Dedi şaşkınlığını sesine yansıtmaktan gocunmadan.
Amcası onu görmezden gelerek bana döndü. "Hangi ismini kullanmak istersin?" Dudaklarım, kendi isteğim dışı aralandı, "Nefes."
Adam yine hafifçe gülümsedi. Zevk alır gibi bir hâli vardı. "Nefes, Baha. Baha, Nefes. Çabuk tanışın. Ben de Oğuz ile ufak bir konuşma yapıp geliyorum." Asil bir hareketle blazer ceketini düzeltip yukarı yöneldi. Baha ile yalnız kaldığımızda az önceki kızın şaşkınlıkla ikimize baktığını gördüm.
"Bakma öyle salak salak." Dedi Baha kabaca. Bana mı diyor, diye döndüğümde o kıza baktığını gördüm. Kız ise kaşlarını çattı. "Sonra görüşeceğiz nasılsa." Diyerek bir odaya girdi ve kayboldu.
"O kadının kızı mısın?" Bir an duraksadım. Ne bekliyordum ki? Babasının metresinden olma çocuğunu benimseyeceğini mi?
"Sanırım." Dedim durgunca. "Sanırım? Basbaya onun kızısın işte. Aynısınız. Sana abilik yapacağımı sanma, kardeşimmiş gibi de davranma. Babamın basit bir hatasının sonucusun sen. Başka bir şey değil. Seni de istemediler zaten." Seni de istemediler zaten. O hâlde neden buradaydım? Gökhan Karaslan neden peşimdeydi?
"Baha!" Gökhan Bey'in öfkeli sesini duyduğumda gerildim. Yanımıza ulaştı. "Nefes, sen yukarıya çık. Eflin! Nefes'i Oğuz'un yanına götür! Baha Bey, siz de benimle geliyorsunuz." Gökhan Bey, Baha'yı ensesinden kavradığı gibi evden çıkarınca bir müddet arkalarından baktım.
Baha'nın da aklına aynı an gelmiş olmalı ki burukça gülümsedi. Bana doğru yaklaştı. Ellerini yüzümün iki yanında hissettim, sonrasında alnımdan öptü. "Ailemizin her bir ferdi pisliğin teki. Biz ise onların pisliğinden doğan masum çocuklarız, Nefes. Sen benim kız kardeşimsin ve her zaman da kız kardeşim olacaksın. Bu asla değişmeyecek."
Dudaklarımı birbirine bastırdım, sonrasında ise ben içimi dökmeye başladım. "Seni tanıyana kadar benim bir tane abim vardı. Öz değildi ama öz olduğunu zannederek büyüdük beraber. Seni tanıdıktan sonra eksiklik hissettim. Çünkü seninle büyüyemedik, öz abimle büyüyemedim. Ve biliyor musun? Şu hayattaki ikinci keşkem sensin. Keşke beraber büyüseydik, abi."
"Ağzınıza sıçtırmayın, daha yeni tazelettim makyajımı, yine ağlatacaksınız." Açelya'nın isyanıyla gülmeye başladım. Abim ise göz devirmişti. "Sıçtın ortama, bebeğim."
"Bebeğin miyim gerçekten?"
"Açelya!" Dedik abimle aynı anda. "Tamam be dalga geçiyordum." Diyerek burun kıvırdı Açelya.
"Buyurun çiçeğiniz, Nefes Hanım." Uzatılan çiçeğe baktım. Siyah yumuşak tüle sarılmış kırmızı güllere baktım. Bir an neden siyah olduğunu sorgulasam da sonrasında anlamıştım. Anlamı derindi.
"Ay dur! En önemli şeyi unuttuk!" Diye bağırdı Açelya telaşla. Onun telaşıyla ben de endişelenirken aklımdan yaptıklarımı geçiriyor, bir şey unutup unutmadığımı kontrol ediyordum.
"Otur!" Beyaz pufa zorla oturtup ayağıma uzandı ve gelinliğin eteğini kaldırıp ayakkabımın tekini çıkardı. Kenardan kalem alıp geldi. "Hemen ismimi başa yazıyorsun." Sonra ters ters abime bakarak bastıra bastıra "Açelya Bostan! Aynen böyle yaz ki Açelya'lar karışmasın." Abime öfkeyle evlilik iması yaparken kahkaha atmamak için zor duruyordum.
Ayakkabımın tersini çevirdim. Açelya'nın istediği gibi adını soy adıyla beraber en başa yazdığımda memnun olmuştu. Hazırlığa yardım eden kızların bir kaçının daha ismini yazmıştım. Sonrasında kalemi geri Açelya'ya verip ayakkabımı giydim.
Aşağıdan korna sesi geldiğinde Açelya yerinde zıpladı.
"Ay! Geldi taze damat! Yürü, dünyanın en çirkin gelini." Abimin koluna girdim. Açelya da eteğimi tutup bana yardım ederken evden çıktık. Heyecanlı hissediyordum. Kalbim yerinden çıkacaktı.
Araf'ın böyle bir sürpriz yapacağını tahmin etmemiştim. Her şeye beraber karar veririz sanmıştım. Fakat o tek başına bile benim neyi isteyeceğimi biliyordu. Ayrıca organizasyonu çocukluk arkadaşıma vermek gibi harika bir detayı da gerçekleştirmişti.
Araf'ın siyah arabası hemen önümüzdeydi. Süslenmemişti ve gayet düzdü. Buna sevinmiştim, süslenmesini ben de istemezdim.
Araf şoför kapısını açıp indiğinde onu inceledim. Nefesim kesildi.
Beyaz gömleğinin düğmeleri siyahtı. Siyah saten kuşak ve abartısız papyon takmıştı. Jilet gibi duran ceketiyle birlikte bir bütün halindeydi. Saç sakal traşıyla daha derli toplu ve özenli görünüyordu.
Ona bakarken hayran olduğum kadar bana bakarken hayran olmuştu. Karşısında beni değil de hayallerini görüyor gibiydi. Yıllarca kurduğu hayallerini. O benim hayatımda bir kaç aydır vardı, ama ben yıllardır onun hayatında ve kalbindeydim.
"Ayak üstü yedi kardeşimi." Abimin mırıldanışını sadece ben duymuştum, o da kolunda olduğum içindi.
Araf bana yaklaştı. Bana yaklaşırken onu izledim.
Bugün hırs, kin, kan, kavga, entrika ve nefret istemiyordum. Bugün sadece mutlu olmak istiyordum. En azından sadece bugün mutlu olmak istiyordum.
Abimin kolundan çıkıp Araf'ın koluna girdim. Arabaya kadar eşlik ederken yüzünde aptal bir gülümseme vardı. Hem tatlı, hem yakışıklı, hem karizmatik...
Binmeme yardım edip eteğimi içeri aldığında kapıyı kapattı ve şoför koltuğuna geçti. Direksiyonu tutup gaza bastığında araba haraket etmedi. Şaşkınlıkla Araf'a baktım.
"Araf? Sevgilim önce arabayı çalıştırmayı mı denesen? Gaza sonra basarsın."
"Ha? Ha." Dedi ve arabayı çalıştırdıktan sonra tekrar gaza bastı. Bu sefer araba hareket etmişti. Elimde olmadan güldüğümde utanmıştı, şapşal şapşal karşıya bakarken kızardığını gördüm.
Abim ve Açelya arkadan bizi takip ediyordu. Yolculuk uzun sürmemişti. Sahil kenarına arabayı park ettiğinde hemen ilerideki kurulu alanı görünce gözlerim kocaman oldu.
Bu... Gerçekten çok özeldi. Her anlamda.
Elimi yumruk yaparken özenle manikür yapılmış tırnaklarım avucuma battı. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve bu detaya ağlamamak için zor durdum.
Gökyüzü ve deniz. İki mavinin birleştiği yerde nikâhımız kıyılacaktı.
Araf inmedi, bana baktı. Anladığımı anlamıştı. Avucunu elimin üstüna kapattığında kızarmış gözlerimi ona çevirdim. Beni kendisine çektiğinde hiç reddetmeden can havliyle sevdiğim adama sarıldım. Ölen bebeğimin babasına.
Alnımı omzuna yaslayıp yüzümü göğsüne gizledim. Her şeye rağmen yine ağlamamak için kendimi sıktım. Araf'ın kokusu bana hiç yardımcı olmasa da.
Açelya, makyajımı özellikle suya dayanıklı yaptırmıştı ama ben yine de ağlamak istemiyordum.
"Sevgilim." Dedi. Beni geriye çekip yüzümü elleri arasına aldı ve alnımdan öptü. "Mavi bizim için hep olacak, hep içimizde olacak. Doğmamış olması onun var olmadığını göstermezdi. O göğe ve denize karıştı, ben de annesiyle babasının nikahına böyle şahit olmasını istedim. Lütfen... Lütfen ağlayıp da beni buna pişman etme. İçim gidiyor ağladığında."
"Ben... Anne olmanın hayalini kurdum hep." Dedim. Sesim kısık çıkıyordu. "Bir gün sevdiğim adamdan bir bebeğimin olacağına inandım. Sonra seni tanıdım, bu hayata girdim. Bu sefer de bir bebeğimiz olacak ve hepimizi çekip kurtaracak diye içten içe umut ettim. Çünkü kurtulmak için bir nedene, bir umuda ihtiyacım vardı. Aksi hâlde kurtulma şansım olsa bile kurtulmayacaktım. Çünkü yeminim var, Araf. Herkese bu dünyayı dar etmeden ölmeyeceğim. Ama o gittiğinde... Tüm umutlarım söndü. Benim haberim dahi olmadan." Yutkundum.
"Bu hayatta hep bir şeylere benim yerime karar verildi. Ailem, ismim, çevrem, arkadaşlarım, okulum, mesleğim, karakterim... Ben ben değilim, Araf. Beni onlar yarattı, ben ben olmak istemedim. Bebeğimi dahi ben istemeden aldılar. Onu bile ben isteyemedim." Araf'ın gözünden bir damla düştü.
Araf'ım, benim yerime de ağladı.
"Seninle evlenmemi kimse istemiyordu. Evlenmek şöyle dursun seninle olan ilişkimi dahi istemiyorlardı. Bugün..." Dedim ve camdan ileriye baktım. "İşte bugün ilk kez kendim istediğim için bir şey yapacağım. İlk defa ben olacağım. İlk defa hayatımla ilgili ciddi bir şeye ben karar vereceğim. Sen zaten özelsin, ama bugün apayrı özelsin, sevgilim."
Elimi tutup öptü ve gözlerini sildi. "Hadi inelim o zaman, sevgilim."
Anlaşmış gibi aynı anda arabadan indik ve aynı anda kapıları kapattık.
Denizden vuran rüzgarla oradan oraya savrulan beyaz tüllerle süslenmiş sahil düğünü alanına ilerlerken ayakkabılarımızı çıkardık. Rüzgar duvağımı ve saçlarımı uçuşturuyordu. Alana yaklaştıkça oradaki insanları daha net görebildim ve şaşırdım.
Babam.
Gökhan amcam.
Furkan abim.
Evrim annem.
Yaren karısı bile.
Tanıdığım herkes buradaydı. Karaslan'lar buradaydı. Pakgör'lerden kimse yoktu.
Sadece Araf'ın tanımadığım eski arkadaşları vardı, fakat şahit abimdi.
Üç boş sandalye fark ettim. Fotoğraf yapıştırılmıştı. İkisi, babamın iki yanındaydı. Sağındaki boş sandalyede Zeynep Karaslan'ın resmi vardı, solunda ise annemin fotoğrafı. Annemin yanındaki sandalyede ise Asaf Pakgör'ün fotoğrafı.
Fotoğraf olarak bile babamın solunda duruyordu annem.
Babamı affedemiyordum, affetmem imkânsızdı.
O görüntüler yine gözlerimin önündeydi.
Baha abim Furkan abimle bir şey konuşurken Açelya seke seke koşarak yanımıza geldi. "Nefes! Enişte! Şu çirkinin makyajı bozulmadan sizi DERHAL fotoğraf çekimine almam lazım. Hiç yaklaşmayın nikah alanına, fotoğrafçı sizi şurada bekliyor. Ben benim öküzü alıp geliyorum." Dedi ve tekrar koşa koşa diğerlerinin yanına gitti. Bir an Araf'la bakıştık, sonra gülüp Açelya'nın işaret ettiği yere doğru ilerledik.
Açelya ve abim gelene kadar bir kaç poz çekinmiştik. Araf fotoğraflarda inatla maske takmak ve yüzünü gizlemek istemişti ama katiyyen izin vermemiştim. Sonrasında ise ya Açelya ya da abim tabiri caizse ota boka müdahale ederek pozlarımıza karışmıştı. Açelya mükemmel pozlar olması için çabalıyor, abimse beni kıskandığı için fazla yakın olmamızı istemiyordu. Açelya ise bunun bizim düğünümüz olduğunu ve gecesinin zaten nerede biteceğinin belli olduğunu, aptalca triplerinden vazgeçmesini söylemeye çalışıyordu. Sonunda tabiki kavgaya tutuşmuşlardı, biz de bu bahaneyle rahat rahat istediğimiz pozları verebilmiştik.
Bizim çekimimiz bittiğinde Açelya ve abim de beraber fotoğraf çektirmişlerdi. Hatta Açelya bir ara abimi kovup model pozları vermeye kalkmıştı ve abim de buna devam ederse fotoğrafçıyı döveceğini söyleyip onu sürükleyerek uzaklaştırmıştı.
Uzaklaşırlarken hâlâ sesleri geliyordu.
"Ya adamı niye dövüyorsun, dağ ayısı!"
"Lan senin saçını okşamaya kıyamıyorum ben daha, seni mi döveyim, salak kadın!"
"Üstüme iyilik sağlık! Götün yiyorsa denesene!"
"Ben onu mu diyorum şimdi!? Dediğimi anlamıyorsun, sonra Bihi ökiz! Ağlama. "
"Öküzsün ama! Olmayan bir şeyden bahsetmiyoruz, Evlilikle Arası Olmayan Öküz Baha!"
Nikah memuru geldiğinde de biz de nikah alanına yaklaşmıştık. Küçük çaplı alkışlar eşliğinde nikah masasına geçerken- iki kişi dışında- buradaki herkes o kadar isteksizdi ki, kahkaha atasım geliyordu.
"İsimlerinizi alabilir miyim?"
"Nefes Karaslan."
"Araf Pakgör."
Heyecandan Araf'la el ele tutuşmuş, birbirimizin elini sıkıyorduk. Acaba önce hangimizinki kırılacaktı?
Nikah memuru klişelerini sıralarken sonunda sonuca geldi. "Oğuz Karaslan kızı Nefes, Araf Bey'i eş olarak kabul ediyor musunuz?"
"Düşünmem lazım, bunlar ciddi şeyler." Dediğimde Araf aniden elimi sıktı. Omzumu eğip "Ah!" Diye inlediğimde Açelya ve Araf'ın arkadaşları gülmüştü. Abim ise o elini siktirme bakışı atıyordu Araf'a.
"Evet evet." Dediğimde Furkan abim şerefsiz sırıtışıyla bana bakıyordu.
"Asaf Pakgör oğlu Araf, Nefes Hanım'ı eş olarak kabul ediyor musunuz?"
"Ediyor ediyor." Dedi abim. Açelya ise ona yaklaşıp, "Sen sus, hayatım. Çok istiyorsan biz de evlenelim olsun bitsin. Üç de çocuk yaparız." Dedi. "Çocuğu evlenmeden de yaparız." Dedi abim hevesle. Tabi kısık konuştukları için bizden başka kimse duymuyordu onları.
"Evet!" Dedi Araf heyecanlı çocuk edasıyla.
"Şahitlik ediyor musunuz?"
"Ay evet! Valla evet! Duy, Baha; gözün çıkmasın, Baha!" Dedi Açelya en son isyan ederek. Abim ise sırıtıp onu takmadan nikah memuruna "Evet." Dedi.
"Antalya Belediyesinin bana verdiği yetkiye dayanarak ben de sizi karı-koca ilan ediyorum."
"Allah'tan koca karı ilan etmedi, buna da şükür." Diye mırıldandı abim. Açelya ise bıyık altından gülüyordu.
İmzayı atıp kalemi Araf'a uzattım. O da imzaladı ve şahitlere uzattı.
"Bak bunlar hep prova, alış şimdiden." Dedi Açelya gözünü defterden ayırmadan imzalarken. Abim ise gülse mi ağlasa mı bilemez bir ifadeyle Açelya'ya bakıyordu. Heralde bir gün o uyurken parmak izini almasından ve uyandığında Açelya ile evli uyanmış olmasından korkuyordu.
Araf, nikah masasına gelirken kapattığım duvağımı açtığında bir süre gözlerime baktı. İkimizin de hissettiklerinin anlatılması imkânsızdı. Yalnızca yaşayan bilirdi.
Alnımdan değil, saçlarımdan öptü.
"Bana böyle bakma. Yoksa sözümü tutamam. Yoksa dudaklarımın dokunacağı ilk yer dudakların değil, saçların olur, Nefes."
Evliydik. Ve evliyken bana verdiği ilk öpücük saçlarıma olmuştu. Araf bir şekilde illa ki istediğini alıyordu. Büyülü gibiydi.
***
Nikah sona erdiğinde herkes dağılmıştı. Kayda değer bir sohbet olmamıştı kimseyle, çünkü bu evliliği hiçbiri istememişti. Özellikle de babam ve amcam.
Biz ise Araf'la sahilde baş başa kalmıştık. Gün batımı eşliğinde kumların üzerinde yürüyorduk. Rüzgar esintisi sertleştiği için Araf ceketini çıplak omuzlarıma koymuştu ve bana sarılmıştı. Başımda ağırlık yoktu, çünkü ilk işim duvaktan kurtulmak olmuştu. Daha rahattım.
Araf'ın cebi titremeye başladı. Benim telefonum da onun cebindeydi. Hangimizin telefonuydu çalan?
Durduğumuzda elimi iç cebe attım. Çıkardım, benimki çalıyordu. Kaşlarım çatıldı. Şirketteki asistanım Zeynep arıyordu. Araf'la bakıştık bir an.
Daha bu sabah özellikle bugün beni hiç aramaması gerektiğini söylemişken sanki söylememişim gibi bir anda araması ne kadar normaldi?
Açmayacaktım aslında ama önemli olabilme durumu da vardı. Bu yüzden açtım. "Zeynep? Daha bu sabah sana ne söyledim?"
"Üzgünüm, Nefes Hanım. Ama cidden önemli bir şey var." Bakışlarım Araf'a çıktı. Hâlâ onun da hisseleri vardı, şirketle ilgili bir durum varsa onu da ilgilendirirdi.
"Ne oldu?"
"Nefes Hanım bir kadın var, inatla sizinle görüşmek istiyor. Reddediyoruz ama her gün inatla geliyor, sizi aramak zorunda kaldık en sonunda." İşte bu ilginçti.
"Adı neymiş?" Dedim ciddiyetle.
"Alev. Alev Selvi."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro