Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

35 ~ Kardeşlik

"Ruhun azap içindeyken kalbin misk eyleyemez."

***

Feridun Düzağaç - Alev Alev

Andrea Bonini - The Shoot Out

***

35. Bölüm

Gök gürültüsü.

Şimşek çaktığında saniyelik bir aydınlanma oldu İstanbul'da. Bu zifiri karanlık evin içerisi bir anlığına aydınlandı ve hemen sonra geri söndü. Yüzüm aydınlandı ve hemen sonra yeniden karanlığa gömüldü.

Sokaktan bir patlama sesi geldi. Sokak lambalarından birisinden kırmızı bir ışık fışkırıp söndü. Sönerken bu bölgeyi de karanlığa mahkum etmişti. Mahallenin tüm elektriği kesilirken bu ıssız sokaklar artık daha tehlikeliydi.

Kendime çektiğim bacaklarıma daha sıkı sarıldım ve gözlerimi sımsıkı yumdum. Canım yanıyordu.

Sarı saçları omuzlarına dökülen Barbie bebeğimin pembe elbisesini çıkarmıştım. Mor elbiseyi elime aldım. Bu elbise daha güzeldi. Pembe olan fazla süslüydü ve hoş durmuyordu. Neden siyah Barbie elbisesi yoktu ki? Ya da kırmızı? Mavi? Neden hep pembeydi? Çok sıkılmıştım bu renkten.

Bir anda oda karanlığa gömüldüğünde irkildim. Hiçbir şey göremiyordum. Korkuyla yutkundum ve yerden tutunarak bebeğimle beraber ayağa kalktım.

"Anne!? Abi!? Baba!?" Öyle ya, her zaman en son yardım istediğim kişi babam olurdu. Aramız hiçbir zaman gerçek bir baba kız gibi olmamıştı. Kötü de davranmamıştı ama iyi de değildik. İkimiz de birbirimize karşı soğuktuk. Böyle böyle daha da dişlenmiştim. Beni koruyup kollamış tek kişi abim olmuştu o da yine kendisi dövmüştü. Beni bir tek kendisinden koruyamamıştı.

Ürkek adımlarla odamın kapısına ilerlerken sert bir şeye çarptım. Aylarca ağlayıp sızlanarak aldırdığım Barbie Masal Şatosuna çarpmış olmalıydım. Bacağımda elimi gezdirip ofladım ve odamın kapısına usul usul yaklaştım.

Kulpa bastırıp açtığımda annemin sesi geldi. "Eda olduğun yerde bekle, anneciğim!" Ama dinlemedim. Bekleyemezdim. Bekledikçe korkuyordum. Anneme ya da abime sarılmak istiyordum. Babam da olurdu. Hiçbiri yanımda olmayınca ben de elimdeki oyuncak bebeğime sarıldım.

Bir kaç ufak basamaktan oluşan merdivene geldim. Buradan indiğimde salona geçen koridora girecektim.

İlk basamağı duvardan tutunarak indim.

İkincisine geldiğimde zemin ıslaktı ve karanlık olduğu için ben bunu görmemiştim.

Çığlık çığlığa yere düştüğümde başımı duvar dibindeki süpürgeliğin sivri tarafına çarpmıştım. Hafif bir sızlama ve hemen sonrasında ağrı. Ağlamaya başlamıştım.

"Eda!?" Annem yanıma koşarak geldiğinde onun arsından da elinde mumla abim koşmuştu. Onun arkasında da yine elinde mum ve diğer elinde çakmak olan babam duruyordu.

Annem telaşla yanıma çöktü ve kaldırdı. Başımı göğsüne gömdüm ve ağlamaya devam ettim.

Oyuncak bebeğim kırmızı boya olmuştu, elime ıslaklık geliyordu. Ondan korktum ve hemen fırlattım.

O geceyi ve sabahını hastanede geçirmiştik. Kafama bir kaç tane dikiş atmışlardı ve nöbetçi çocuk nöroloğu olmadığı için sabaha kadar müşahede altında tutmuşlardı. Sabah doktor geldiğinde de tetkikleri kontrol etmişti. Sonrasında eve geri dönmüştük.

Alnımın sağ üstünde, saç diplerimde o iz hâlâ duruyordu ve bana karanlığın ne kadar tehlikeli olduğunu yıllardır aynaya her baktığımda hatırlatıyordu.

Ama aydınlık daha tehlikeliydi. Bazı şeyler karanlıkta kalmalıydı.

Bazı şeyler keşke karanlıkta kalsaydı. Asaf Pakgör'ün yaptıkları keşke karanlıkta kalsaydı da hiç bilmeseydik. Ne Araf, ne de ben. O zaman Araf gitmezdi.

Onu suçlamıyordum. Çünkü o zaten yeterince kendisini suçluyordu, suçlu olmamasına rağmen.

Ebeveynlerimizin hatalarının bedelini her zaman biz çocuklar ödüyorduk.

Babalarımız, ve hataları.

Araf gittiğinde sabah saatleriydi ve şu an hava karanlıktı. Saatin kaç olduğundan bir haberdim. Oturduğum yerden bir an bile kalkmamış, öylece oturup kendime sarılmıştım hayatımı kâbusa çeviren bu evde.

Tuvalet ihtiyacım var mıydı? Evet. Aç ve susuz muydum? Evet. Peki bunları ne kadar düşünebiliyordum? Hiç.

Her insanın yıkılmaya hakkı olsa da benim yoktu.

Benim değil yıkılmak, nefes almaya dahi hakkım yoktu. Soluduğum nefes bile ölen anneme aitti. Bana ait olan hiçbir şey yoktu. Karakterim bile.

Oturduğum yerden kalkmaya çalıştığımda uyuşmuş bacaklarımla ve kalçamla sendeledim. Başım dönmüştü. Hemen arkamdaki duvardan tutundum. Tuvalet ihtiyacım daha da kasıklarıma baskı uygularken yüzümü buruşturdum.

Bu katta bulunan lavaboya ilerledim usul usul. İhtiyacımı gördükten sonra ellerimi yıkamak istedim ama sular kesikti. Yakınlarda bir hayrat çeşmesi vardı, orada yıkayabilirdim.

Akmayan musluğu kapatıp başımı kaldırdığımda aynadaki yansımamla göz göze geldim.

Ağlamaktan rimelim akmış, fondötenimi de beraberinde götürerek yüzümde bir yol oluşturmuştu. Adeta bir pandaya benziyordum. Bok gibiydim.

Ellerimle sertçe yüzümdeki siyah rimel lekelerini sildim. Parmak uçlarıma bulaşmış siyah boyalara bakarken yüzümü buruşturdum ve evden çıktım.

Karanlık sokakta bir o yana, bir bu yana bakındım. Geldiğimiz yönün tersine doğru ilerlemeye başladım. Uzun uzun yürüdüm, yolda yanımdan gelen geçen insanlar yüzüme dikkatle bakıyordu. Onlar da haklıydı. Akmış makyajıyla, bir harabe gibi gezen bir insan herkesin ilgisini çekerdi.

Yüreğimde yüzüğün varlığını hissedemedim. Hissedemediğim her an daha fazla üşüdüm.

Belimde bir silah olduğunu hayal ettim. Onu kavradığımı, çıkarıp emniyetini açtığımı ve havaya sayısız ateş sıktığımı. Çığlık çığlığa haykırdığımı.

Yapamadım. Ama hayali bile güzeldi.

Belki de kafam güzeldi? Sağlıklı düşünemiyordum.

Kimin umurunda ki? Bugün sağlıklı düşünmek istemiyordum.

Çok uzun bir süre yürüdüğümü, tanıdık meydanlardan birisine geldiğimi gördüğümde fark ettim.

Köşedeki hayratta ellerimi ve yüzümü iyice yıkadım. Makyajım tamamen çıkmış, tamamen harabe bir hâl almıştım. Gözaltlarımdaki morluklar ve torbalar tüm belirginliğiyle karşımdaydı. Ağlamaktan şişmiş ve kızarmış dudaklarım, ruj yok olduğunda daha belirgindi. Ya da kızarmış burnum. Tüm yorgunluğum, hepsi...

Sen Nefes Karaslan'sın. Bacaklarındaki gücü ancak kırarak kesebilirler. Hoş, o zaman bile yürümenin yolunu kendin bulursun. Karaslan ailesinin tüm gücü senin ellerinde. Neredeyse tüm mal varlıklarını üzerine geçirdiğini ne çabuk unuttun? Sen çok zenginsin ve bu başkasına bağlı bir zenginlik değil. Senin zenginliğin, senin servetin.

Gerçekten, motive edeyim derken Firdevs Yöreoğlu'na bağlayan bir iç sesim vardı...

Sen zenginsin, Nefes Karaslan. Aptallık etme.

Tamam anladım sus.

En yakın taksi durağına internetten baktıktan sonra taksi çağırıp beklemeye başladım. Taksi geldiğinde bindim ve adresi verdim. Geriye yaslanıp camdan dışarıyı izlemeye başladım. Gecenin bir yarısı olmalıydı, çünkü yollar neredeyse boştu. Çok sakindi, yoğun bir trafik hakim değildi.

Telefonumdaki bildirimleri görmüştüm ama hepsini görmezden gelmiştim. Hiç kimseyle görüşmek istemiyordum.

"Gardım düşüyor, tutamıyorum
Korkuyorum bakışların çarpınca bana
Birbirimize birkaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık
Hep yanlış gidenlerin ardından yorulmasaydık
Birbirimize birkaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık
Hep yanlış gidenlerin ardından yorulmasaydık"

Radyoda çalan şarkı yarama tuz basar gibiydi.

"Alev alev yandığım doğru
Küllerinden doğar mıyım sana doğru
Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim
Sendeyim
Al beni
Ne yaparsan yap
Al beni
Ne yaparsan yap"

Küllerimden doğacaktım. Ve işte o zaman gerçek Desise'yi göreceklerdi. Görmek istedikleri kişiyken, görmek istemeyecekleri kişi olacaktım. Gerekirse vicdansız, acımasız birisi olacaktım. Gerekirse çirkinleşecektim ve işleri iğrenç bir boyuta taşıyacaktım. Ama beni buna mecbur bırakan da onlardı.

Öyle bir görmek istemeyeceklerdi ki beni, gözlerime bakmaya korkar olacaklardı. Karşımda titreyeceklerdi.

Desise'yi onlar, Asise'yi ben yaratmıştım. Kendi kurdukları oyun, kendi boğazlarına dayanmış bir hançer olacaktı ve ben o hançeri acımadan bastırarak çekmekten çekinmeyecektim. Kan kusturacaktım.

"Sen ışığını arayan güzel günebakan
Ben tozuna dumanına hasret bir enkaz
Alev alev yandığım doğru
Küllerinden doğar mıyım sana doğru
Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim
Sendeyim
Al beni
Ne yaparsan yap"

Canımın yanmasına alışıktım, ama canımın kanamasını ben de beklemiyordum. Çünkü benim canım araftan geçiyordu. Araf'tan.

Taksi durduğunda kartımla tutarı ödeyip indim. Karşımdaki ev, her şeyi başlatan ikinci evdi. Ve ışıkların açık olması, yanılmadığımı gösteriyordu. Araf buradaydı. Eski evlerinde.

Siyah maskeler her yerdeydi. Onlar koruma değildi, siyah maskeydi. Onlara verilmiş olan bu isim hiçbir zaman değişmeyecekti.

Siyah maskeler saygıyla başlarını eğdiler ve geçmeme izin verdiler. Hiçbirinin yüzünde şaşkın bir ifade yoktu. Karşılarında ilk defa bu kadar bitkin duruyordum ama onlar bunu normal karşılıyordu.

Mıcır taşlar arasında ilerleyerek garajın önünden geçtim. Gözlerim garaja takılmadan edememişti.

Eve geldiğimizde arabadan inecekken kapıları kilitlediğinde kaşlarım çatıldı. "Özür dilerim." Dediğinde güldüm. "Özrün hiçbir anlam ifade etmiyor." Dedikten sonra mandalı çekip arabadan indim ve kapıyı adeta çarptım.

Peşimden indiğinde eve gitmeme izin vermeyip kolumdan tuttuğu gibi garaja soktu ve ayağıyla kapıyı kapatıp duvara yasladı. "Abartma." Sinirlerim iyice bozulurken tek kaşımı kaldırdım. "Asabımı bozma."

"Ya bozarsam?" İki bileğinden kavradığım gibi sertçe yanıma devirip duvara yapıştırdım ve ellerini duvara yasladım. Dizimi de bacak arasından duvara dayadım. Çenesini kaldırdı. Maskesini indirdim ve yüz yüze bakmamızı sağladım. Karşı koyacakken bileklerinden sıkıca tutup tekrar duvara sabitledim.

"Benimle oyun oynama, Maske. Zira ben oyun bozanın ta kendisiyim."

Kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı ama sonra indi ve oyuncu bir ifadeyle gülümsedi. "İyice kıvama geliyorsun, Desise."

Başka bir deyişle; iyice babamın kuklası hâline geliyorsun, Desise.

Bu anların hepsi sadece iki ay öncesiydi ama bana asırlar kadar uzaktı.

Şimdi fark ediyordum da, çok güçlü bir erkekti. O an gerçekten isteseydi beni alt edebilirdi. Ya da başka bir an. Zayıf bir kadın değildim elbet, fakat Araf'ın gücü de ortadaydı. Ama o zamanlar bunu düşünmek hiç aklıma gelmemişti. Araf'ın belli etmese de bana hiçbir zaman kıyamadığını fark edememiştim. Araf Pakgör çok iyi bir oyuncuydu. Bana aşık olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştım.

Anılara ve düşüncelere o kadar dalmıştım ki, abim Baha Karaslan'ın arabasının da burada olduğunu fark edememiştim. Arabanın yanından geçerken fark ettiğimde duraksadım ve kaşlarım çatıldı. Eve doğru ilerledim ve siyah maskelerden birisi hemen kapıyı benim için açtı. Evin içerisine girerken sıcak olduğunu hissettim. Yukarıdan sesler geliyordu.

"Senin kafanı sikeyim ben! Beyinsiz! Ben sana ne dedim? Ne dedim lan ben sana!? Kardeşimi üzersen seni sikerim demedim mi!?" Abim.

Evin kapısı arkamdan kapandı ve koca holde yalnız kaldım.

Merdivenleri sessizce çıktım. Koridorun sonundaki çalışma odasından geliyordu sesler. Kapı açıktı.

"Kardeşin için yaptım zaten!" Diye bağırdı Araf öfkeyle. Ama öfkesinin yanında hüznünü de çok belli ediyordu. Saatler sonra sesini tekrardan duymak, kalbimin sancımasına sebep oldu.

"Ya bırak Allah aşkına! Baban yemiş bokları, senin suçun ne!? Sen de benimle birlikte öğrenmedin mi, sik akıllı!? O zaman ben de mi suçluyum?" Baha Karaslan ve öfkesi bu sefer de Araf'ı vurmuştu.

"Anlamıyorsun, Baha! Sen de benimle aynı şeyleri yaşamadın mı? Senin baban da yoğun bakıma girmedi mi? Sen de yıkılmadın mı oğlum, korkmadın mı!? Bir de babanın Açelya'yı öldürmek isteyen bir bebek katili olduğunu öğrendiğini düşün? Bakabilir miydin yüzüne? Utanmaz mıydın? Ondan daha fazla yanmaz mıydı canın? Babana arkanı dönemezken Açelya'nın yüzüne bakmaya, ona dokunmaya, koklamaya çekinmeyecek miydin!? Utanıyorum lan! Babam olacak şerefsizin yediği her boku bilmeme rağmen Eda'nın yüzüne bakmaya nasıl devam edecektim? Kokusu için ölürken benim kokumun ona zehir olmasını kaldırabilecek miydim?"

Yanılıyordu. Hem de çok yanılıyordu.
Kendisini bir piyon sanıyordu, şah olduğundan haberi bile yoktu. Hadi kendisini göremiyordu, Vezir'i yıkmaya basit bir piyonun gücünün yetmeyeceğini de mi göremiyordu?

Babasına bağımlı değildi, sadece öyle sanıyordu. Eğer gerçekten bağımlı olsaydı, onu hastanede bırakıp gidip her şeyi araştırıp bulacak iradeyi de bulamazdı.

Ama Araf'a bir piyon olduğu o kadar dayatılmıştı ki, buna kendisi de alışmıştı.

Bana "Oğlumla eşit mevkidesiniz" derken beni de piyon yerine koymuştu aklınca. Ama bilmiyordu ki o küçük gördüğü ve manipüle ederek ezmeye çalıştığı çocuklar onun sonunu getiriyordu.

"Daha bir kaç saat oldu halbuki." Dedi sessizliği bozarak. "Burnumda tütüyor, Baha. Çok özledim. Sarılmak istiyorum. Sarılıp özür dilemek, ölüm bizi ayırana kadar bir daha asla bırakmayacağımı söylemek istiyorum. Ama yapamam. Yapsam bile Nefes artık yüzüme bile bakmaz. Onu öyle bir kara kışta bıraktım ki, düşmanı bile vurmazdı onu böyle bir anında. Ben olsam ben de yüzüme bakmam." Titreyen dudaklarımı ısırıp yaşlarla dolmuş gözlerimi yumdum.

Şu an kapıda onları dinlediğimi ve ona geldiğimi görseydi yine yapar mıydı dediğini? Sarılır mıydı sımsıkı?

"Hep söylüyorum, hep de söylemeye devam edeceğim. Hiç bıkmadan yine yeni yeniden söylüyorum; harbi harbi kafanı sikeyim ben senin. Bak... Abilik hormonlarıma sahip çıkamıyorum harbi dağıtacağım yüzünü şimdi ama Allah çoktan dağıtmış seni, ben ne yapsam boş, amına koyayım. Şu tipe bak inek tepmiş gibi. Madem bu kadar çok seviyorsun kardeşimi, siktir olup gitsene lan yanına! Kızın ne halde olduğunu bilmiyorum, nerede olduğunu da bilmiyorum, söylemiyorsun da! Şimdi bir çakacağım Allah'ına kavuşacaksın. Yavşak!" Bu durumda bile tepkileriyle tebessüm ettiren abim...

"Kuzey ile bir akrabalığın var mı?" Diye sordu Araf bir anda. Bahsettiği kişinin kim olduğunu bilmiyordum ve dolayısıyla muhabbeti anlayamıyordum.

"Yok lan Allah korusun." Dedi abim bir anda sakinleşerek. Bu tepkisi beni daha da meraklandırmıştı.

Bir süre sessizlik oldu. Sonrasında hareketlilik hissettim. "Ben gidiyorum, Nefes'i bulacağım, durumuna göre de geri gelip senin ebeni sikeceğim. Hayatta kal, bana canlı lazımsın." Abim çalışma odasından çıktığında ve bu tarafa doğru döndüğünde olduğu yerde kalakaldı. Şaşkınlıkla bir müddet bana bakakaldıktan sonra yutkundu. Bakışlarındaki acı ve merhamet benim içime oturuyordu. Bir robot gibi tek ayağının üstünde dönüp tekrar hışımla odaya girdi. "Vazgeçtim amına koyayım şimdi sikeceğim ebeni. Gel ulan buraya, puşt!"

Ben de odaya koşarak girdim ama abimin Araf'a okkalı bir yumruk geçirmesine engel olamamıştım. "Abi!?" Kolundan tutup tüm gücümle geriye çektim ve oluşan boşluktan girerek aralarına girdim. Araf'ı arkama almıştım. "Abi yapma, tamam!" Abim burnundan soluyordu ve patlamak üzere olan bir volkan gibi bir öfkeyle Araf'a bakıyordu. "Sana dedim lan! Sana bin kez dedim! Kardeşim benim en kıymetli parçam! Onu tekrar üzersen seni gebertirim, dedim!" Abim kolumu kavrayıp döndürdü ve canımı yakmadan çenemi tutarak yüzümü Araf'a gösterdi. "Bu kızın bu hâlde olmasının sebebisin lan sen! Şimdi söyle, kim kurtaracak seni benim elimden!?"

Araf'ın burnu kanıyordu ama ne bunu önemsiyordu, ne de abimin sözlerini. Kulaklarını ve algılarını dış dünyaya kapatmış, pür dikkat benim yüzüme bakıyordu. Yüzü acı çeker gibi buruştu. Gözlerini çaresizlikle yumduğunda yumruklarını sıkmıştı.

"Nefes artık yüzüme bile bakmaz. Onu öyle bir kara kışta bıraktım ki, düşmanı bile vurmazdı onu böyle bir anında. Ben olsam ben de yüzüme bakmam."

Kendisini bu dünyadan silmek ister gibi yumduğu gözleri benim yaşama sebebimdi halbuki.

"Abi..." Mırıldanışımı tüm dikkati benim üzerimde olan Araf dışında kimse duymamıştı. Boğazımı temizleyip bir kez daha "Abi!" Dedim. Abimin bakışları bana döndü. "Beni arabada bekle." Dediğimde itiraz eder gibi bir öfkeyle bana baktı bu sefer. Onun ağzını açmasına izin vermeden "Lütfen!" Dedim bastıra bastıra. Çıldırmak üzereymiş gibi oflayarak gözlerini yumdu ve bir kaç kez derin nefes alıp verdi. Açelya'nın taktiğiydi bu. Gülümsemek istedim ama yapamadım.

Abim zemini titretecek öfkesiyle odadan çıkıp gittiğinde aşağıdan kapının gürültüyle çarpılma sesi geldi. Araf ile baş başa kaldık.

Çoğu tartışmamız hep sevişmeyle bitmişti. Ama bu sefer öyle bir şey olmayacaktı.

"Neden bunu bize yapıyorsun?" Dedim yorgun ve kısık bir sesle. Şu an hiç olmadığım kadar güçsüzdüm sanırım. "Sana ihanet edeceğime kafama sıkarım daha iyi." Dedi o da aynı güçsüzlükle.

Bir adım atıp ona doğru yaklaştım. "Babanın günahlarını sen sırtlanamazsın, Araf." Omuz silkti. "Hep yeğenini takip edip kolladığı için fotoğraflarını sakladığını düşünmüştüm. Çok büyük bir salakmışım. Seni öldürmek için peşinde olduğunu bilseydim hiç çekinmeden o gün yakardım tüm fotoğraflarını, Eda. Bakmasın yüzüne, görmesin seni, duymasın sesini isterdim. Şu anda da bunu istiyorum."

Burukça gülümsedim. Avuçlarım, çehresindeki yerini aldı. Avuçlarım ve yüzü yapboz parçaları gibi uyum içerisindeydi. Gözlerini yavaşça kapatmış, sonra tekrar açmıştı. "Öyle olacak zaten, sevgilim." Dedim titreyen sesimle. Gözlerim dolu doluydu. Zaten acı çekiyordum, bir de aptal bir sebepten Araf'ı kaybedersem ne yapacağımı bilmiyordum. Belki de asıl o zaman herkes benden korkmalıydı.

"O adam benim ne yüzümü görecek, ne de sesimi duyacak. Ve sen de seçim yapmak zorunda falan değilsin. Bana ihanet etmiş de olmayacaksın. Araf ben de babamın günahlarını sırtlanmak zorunda bırakıldım. Biliyorum bunu, anlıyorum seni. Ama lütfen yapma. Birbirimizden başka dayanacak kimsemizin olmadığını sen de biliyorsun." Alnını alnıma yasladığında yüzü hâlâ ellerimin arasındaydı. Sıcak gözyaşlarım buz gibi olmuş yanaklarımdan süzüldü. "Ağlama artık." Dedi yalvarırcasına. "Kaldıramıyorum, Nefes'im... Ağlama artık yalvarırım... Çek vur daha iyi yemin ederim ki."

"Sen vuruyorsun beni." Dedim titremeye devam eden sesimle. "Acımadan şarjörü boşaltıyorsun üstüme. Sen bana hani kıyamazdın? Bak, canım yanıyor..." Elleri omuzlarıma çıkıp beni kendisine çektiğinde ellerim yüzünden düşmüş, başım göğsüne yaslanmıştı. Can verir gibi sarılıyordu, canımı alır gibi bırakacaktı.

Kollarımı beline sımsıkı sardığımda onun kolları da sırtımdaydı. Sırtımda hissetmek istediğim tek yük, Araf'ın kollarıydı.

"Senin için ölürüm ben, Nefes. Bu ne ki? Senin canın daha az yanacaksa seni sonsuza kadar bırakmaya da razıyım ben." İtiraz edercesine kollarımı daha fazla sıktım. "Ama olmaz. Lütfen yapma bunu.." Sinirlendiğimi hissettim ve kollarımı çekip onu göğsünden ittirdim. "Yapmayayım mı!? Ben ne yapıyorum, Araf!? Ben sadece bize sahip çıkmaya çalışıyorum! Birisi bir şey yapıyorsa bu kişi sensin, ben değil!"

Yeşil gözlerim birer alev topu gibi yanıyor, Araf'ı kül etmeye hazırlanıyordu. "Duy lan beni! Bırakmıyorum seni! Oldu mu? İstersen ülkeden siktir ol git yine de bırakmıyorum! Öylece oturup gidişini mi izleyeceğimi sanıyordun? Kusura bak, Araf Pakgör! Senin sahip çıkmadığın ilişkiye ben gücüm yettiğince sonuna kadar sahip çıkarım! Şimdi gidiyorum ama geri geleceğim, bu saatten sonra benden nah kurtulursun!" Hışımla arkamı dönüp kapıya ilerledim. Arkamdan gülen bir sesle "Aynı abisi. Kan çekiyor işte." Dediğini duydum ama dönüp bakmadım.

Merdivenlerden hızlı hızlı inip kendimi dışarı attığımda sıcak evden aniden çıkışımın etkisiyle soğuk hava beni titretti. Saniyelik afallamanın ardından abimin arabasına bindim.

Abim yeni araba almamıştı. Geçici süreliğine babamın garajındaki eski arabayı kullanıyordu. Ona hediyemi henüz verememiştim.

Arabayı araziden çıkarırken "Tipini şaftını siktiğim." Diye homurdandığında hâlâ sakinleşememiş olduğunu anlamak zor değildi.

Karanlık tek yön yolda ilerlerken hiçbir kelime etmemiştik. Yavaş yavaş sokak lambaları belirmeye başladığında çevre yoluna çıktık. Dalgın dalgın camdan dışarıyı izlerken tanıdık gelen yolu ancak fark etmiştim. Şaşkınlıkla abime döndüm. Daha ağzımı açmadan ne demek istediğimi anlamıştı. "Açelya'yı alacağız."

"Neden?"

"Bunu daha sonra anlarsın." Dediğinde mahalleye girmiştik. Sokaklardan birisine girdi ve ilerleyip beyaz renkli apartmanın önünde durdurdu arabayı. Telefonunu çıkarıp işaret parmağının ucuyla kulağına dayadığında ve keko gibi yayılarak oturduğunda göz devirdim. "Şt Rapunzelgül; sal kız saçlarını, haşin prensin geldi." Dediğinde şokla abime dönüp ona uçan ahtapot görmüş gibi bakmaya başladım.

"Ben sarışın mıyım, Baha? Pamuk prenses de, başka bir şey de ama niye sarışın kızın ismini söylüyorsun bana?" Abim yüzünü buruşturarak bana 'iflah olmaz senin bu geri zekalı kankan' der gibi baktı. "Tamam kadın, yine başlama. Gel işte aşağı, geldik biz." Kapatmadan önce hızlıca "Kalın giyin, hasta etme. Kendini yani." Deyip kapattığında aylak aylak sırıttı telefona doğru. Maço keko hâli bir anda tuzla buz olup kaybolmuştu.

Mal.

Açelya'nın babası evde miydi değil miydi hiçbir fikrim yoktu ama neredeyse beş dakika içinde geldiğine göre babası evde değildi.

İçi yünlü, siyah, kemerli deri ceketini giyip çıkmış olmalıydı direkt. Botları ayaklarındaydı ve sekerek iniyordu. Kıvırcık uzun saçları havada savruluyordu. Önde ben oturduğum için arkaya bindi ve nefes nefese kapıyı kapattı. "Selam gençlik!" Dedi neşeyle. Özellikle de bana karşı çok merhametli davranmaya çalışıyor olması gözümden kaçmamıştı.

"Ölüm döşeğinde değilim, Açelya. Rahat ol." Dedim göz devirerek.

Abim Açelya'ya çapkınca göz kırpıp sırıttığında ona ters ters baktım. Sevgilisiyle ayrılma raddesine gelmiş kardeşinin yanında kendi sevgilisiyle mi oynaşacaktı yani?

İçimde oluşan, onların havalarını söndürmekle kalmayıp paramparça etme isteğini bastırdım ve dudaklarımı birbirine iyice bastırarak başımı çevirdim.

Araç hareket ettiğinde nereye gittiğimize dair hiçbir fikrim yoktu.

Ruhani yorgunluk üstüme çöktüğünde istemsizce gözlerimi kapatarak başımı arkaya yaslamıştım.

Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum. Abimin "Kalk lan Uyuyan Cadı." Şeklindeki homurdanmalarıyla gözlerimi araladım.

"Uyuyan Güzel demek yerine neden Uyuyan Cadı?"

"Şu Disney prenseslerini bi sal artık, güzelim." Dedi abim en sonunda Açelya'ya da homurdanarak.

Gözüme ilk çarpan aracın karanlık tavanıydı. Başımı indirdiğimde gözlerimi bir kaç kez açıp kapadım. Arabanın dijital ekranındaki saat, gece 2'yi gösteriyordu. Neredeyse 3 bile sayılabilirdi.

Şaşırmazdım. O evden çıktığımda saat zaten gece yarısını gösteriyordu. Araf, Açelya, yol derken bayağı vakit geçmişti.

Araba halen hareket ediyordu fakat abim boş yolda sola doğru döndü. Toprak yola geçmiştik. Etrafa boş boş bakındım, her yer ağaçlıktı fakat ileride ağaçlar seyrekleşiyordu.

Gözüm karanlığa alıştığında denizi ve uçurumu seçebildim. Uçurumun başında başka bir araba daha vardı ve ben uyku sersemi kimin olduğunu seçemiyordum.

Abim yavaşladıktan sonra o arabanın yanında durdu. Arabanın kaputuna oturmuş sigara içen adam bize döndüğünde gözlerim büyüdü ve şokla abime baktım.

Furkan abimin burada ne işi vardı?

Açelya'nın da haberi olmalıydı ki gayet sakindi. İkisi de arabadan indiğinde ben de şaşkınlıkla indim.

Açelya Bostan, Baha Karaslan ve Furkan Arslan? Daha berbat nasıl bir üçlü olabilirdi ki? Üstelik hepsi anlaşmış gibilerdi.

Furkan abim sigarasını yere atıp ayakkabısının burnuyla söndürdü. Bana yaklaşıp sıkıca sarıldı. Bu tanıdık sarılma, beni her zaman duygulandıracaktı. Çünkü sarıldığı kişi artık eski kardeşi değildi. "Seni çok merak ettim." dedi durgun sesiyle. Yüzüme ve gözlerime baktığında neler olduğunu anlayabilmişti, beni tanıyordu. Gözlerim dolduğunda istemsizce iç çektim. Baha'nın sıcaklığını da arkamda hissettiğimde onun da bana arkamdan sarılmış olduğunu anladım.

Sanırım uzun zamandır gerçek anlamda ilk defa yalnız hissetmiyordum. Abilerim vardı, ve kız kardeşim. O şu an bana sarılamıyordu ama sarılmak istediğini hissedebiliyordum. Bİr şey diyemezdim; biri sevgilisi, diğeri eskiden aşık olduğu adamken hepimize sarılması abes kaçardı.

Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kendimi manzarayı izlerken bulmuştum. Sağımda Furkan abim, solumda Baha abim, onun yanında da Açelya vardı. Hepimiz kaportaya yaslanmış aynı yeri izliyorduk. Hepimiz sessizdik. Baha ve Furkan sigara içerken Açelya ve ben bunu istememiştik.

Ben zaten kullanmazdım. Açelya çok nadir tek seferlik içerdi.

Mavi. Eskiden en sevdiğim renkti. Çünkü huzur verirdi. Sokakta on insandan sekizinin en sevdiği renk de maviydi. Çünkü huzura açtık.

Çok karamsardım. Şu an tam anlamıyla bir yıkık olsam bile yine ayakta durmaya çalışıyordum. İstemsizce, elimden hiçbir şey gelmezcesine. Buna alışıktım, buna alıştırılmıştım. Düşmek yoktu, düşersen dizlerin yara olurdu ve bir daha asla eskisi gibi dik yürüyemezdin.

Ellerim kalktı ve üzerimdeki montu çıkardım. Hareketlendiğimi hisseden kardeşlerim dönüp bana baktı. Soğuk hava içime içime işlerken sadece kazağımla kalmıştım. "Donacaksın, mal." dedi Baha. Furkan ise ne yapacağımı anlamış, yapma dercesine bana bakıyor, uyarıyordu. Açelya da anlamıştı ama o susuyordu. Buna ihtiyacım olduğunu biliyordu çünkü.

Kazağımı da çıkarıp siyah sporcu sutyeni ile kaldığımda Baha hareketlendi. "Yanıyor musun, kızım? Zatürre olup başıma kalacaksın." Taytımı çıkarmadım. Botlarımı çıkarıp kenara attım. Çoraplarımı da çıkarıp botların içine tıktım. "Aha delirdi." dedi Baha. Anlamıştı yapacağım şeyi ama şakaya vurup vazgeçirmeye çalışıyordu.

Uçuruma doğru koşup kendimi boşluğa bıraktım.

Adrenalin seviyesi yükselirken ve kalp atışlarım hızlanırken soğuk ve rüzgar gözlerimi yakıyordu, bu yüzden gözlerimi yumdum. Çok geçmeden bedenim buz gibi suya daldığında tüm sesler kesildi ve bir uğultu kol gezdi. Sonrasında uğultu, yerini akıntı sesine bıraktı. Boğuk bir akıntı sesi. Suyun altında kaldıkça ciğerlerim yanmaya başladı. Bir balık gibi süzülerek suyun altında ilerledim. Kendimi iyice zorladım.

Dayanamayacağımı hissettiğim an kendimi bıraktım ve su beni yukarı taşıdı. Sudan çıktığım an derin bir nefes aldım. Yüzüme yapışan bebek saçlarımı elimin tersiyle itip gözlerimdeki su damlalarını temizledim. Usulca gözlerimi araladım ve elimi saçıma atıp tokayı çıkardım. Kenara atmak istemiştim ama suyu kirletmemek için bileğime taktım. Kızıl ıslak saçlarımın kendine gelmesi için bir kez daha suya dalıp çıktım ve saçlarım düzlenerek sırtıma yapıştı. Islak kirpiklerimi kırpıştırarak yukarı baktım.

Hepsi bana bakıyordu. Baha, 'Allah cezanı vermesin' der gibi bir el hareketi yaptığında dudağımın kenarında tehlikeli bir gülümseme belirdi. Bakışlarımın dahi değiştiğine emindim.

Çünkü küllerimden doğuyordum.

Nefes, tüm acımasızlığıyla geri dönmüştü. Ve hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayacaktı.

Bakmayacaktım.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro