34 ~ Virane
"Düşmem, dediğin an çakılır; kalkmam, dediğin an göklere çıkarsın. Dikkat et, var ettiğin sürece varsın."
***
Colossal Trailer Music - Tears of War
Sena Şener - Yalnızım
Sezen Aksu - Git
***
34. Bölüm
Evren detaylarda saklıydı.
Bir su damlasının göremeyeceğimiz kadar küçük olan molekülü, belki de evrenin kendisinden büyüktü.
Bir insanın, diğerleri tarafından küçümsenmiş derdi belki de evrenin en büyük derdiydi.
Her şey birbiriyle bağlantılı ve birbiriyle uyumluydu.
Uyuma en büyük örnek karmaydı. Karma gerçekti mesela.
Annesinden yeni ayrılmış, yeni doğmuş, süt bile kokamadan annesini kaybetmiş bir bebeğin cellatı olmak isteyen adam; şimdi ölümle kendisi pençeleşiyordu. Yoğun bakımın uğursuz havasında, tek başına, kimsesiz. Nefes dahi almaktan aciz bir şekilde.
Şimdi o savunmasız bebek, bu cellattan daha büyük değil miydi? O yeni doğmuş savunmasız bebeğin aldığı nefesi bile o adam artık alamıyordu.
Belki üzülmem gerekirdi. Üzülmüyordum, sadece belki biraz buruktum. O da sadece Araf içindi.
Buz gibi havayı umursamadan kafeteryanın bahçesindeki masada oturmuş sigara içen Araf, dalgın dalgın uzakları izliyordu. Gelip geçen arabaları izliyordu, gelip geçen insanları ve gelip geçen hayatları izliyordu.
Kafeteryanın camının önündeydim ve Araf'ı izliyordum. Yanına yaklaşamıyordum. Çünkü biliyordum ki şu an yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Sadece yalnız kalmaya.
"Çaresizsin, değil mi?" Hemen yanımdan gelen sesi işittiğimde anlık ürperdim ve Açelya'ya baktım. Ne ara gelmişti yanıma kadar?
"Sevdiğin adamın acı çektiğini görüyorsun ama elinden gelen bir şey yok." Gözlerimi kaçırıp tekrar Araf'a baktım. Sağ elimdeki yüzük, yüzük parmağımı yakıyordu sanki. Yanına gitmek istiyordum. Ama bencil olamazdım, onun da yalnız kalmaya ihtiyacı vardı, ona bu hakkı tanımalıydım.
"Asaf Bey'den bir haber var mı?" Dedim. Dayım demedim.
"Durumu aynı. Doktoru zaten çalışmayı bırakmasını söylemiş ama dinlememiş. Zaten oksijen tüpüyle gezerek nereye kadar iyi kalabilirdi ki? Bir yerden sonra patlak verdi sonunda."
"Babam, Asaf Pakgör'e neden saldırdı?" Aniden sorduğum soruyla Açelya bir anlık sessiz kaldı. Neyden bahsettiğimi çok iyi biliyordu ama tereddüt etmişti. Bilip bilmediğimi bilmiyordu.
"Her şeyi biliyorum, Açelya. Rahat ol." Dedim kemik gibi sert bir sesle. Annemin her bir cümlesini hâlâ hatırlıyor olduğuma göre her şey doğruydu. Hatırlayabildiğimiz rüyalar bilgilendirici rüyalardı ve gerçekti.
"
Sen ve annen için." Dedi Açelya. Ve o an gözlerimi sımsıkı yumdum. Kabullenişle, acıyla.
Hiçbir yere sığamıyordum, hiçbir yere ait hissedemiyordum. Gitmek istiyordum ama gideceğim bir yer yoktu. Ben kimdim? Ben aslen kimdim? Neden bütün bunlar benim başıma gelmişti?
"Çok yoruldum." Diye mırıldandım. "16 Kasım'da bir kâbusla başladı her şey, ve bugün 22 Ocak. İnan bana, ben artık çok yoruldum, Açelya. Sadece iki ay bile beni mahvetti. Nefes alamıyorum, hiçbir yere sığamıyorum, kafamda tonla ses var susturamıyorum, kalbim kanıyor kapatamıyorum, dizlerim sızlıyor düşemiyorum. Düşmek ne büyük nimetmiş, Açelya? Güçlü olmak o kadar da güzel değilmiş. Güçlü olduğunda düşme lüksün olmuyor çünkü. Senin de bir insan olduğun unutuluyor. Sırtına tonlarca yük yüklüyorlar canın yanmaz sanıyorlar. Her şeyini kaybediyorsun, yeniden kalkar diyorlar. Destek olmuyorlar çünkü ihtiyacın yok sanıyorlar." Sesim titrerken "İnsanım ben de." Dedim. "Ben de insanım, Açelya. Sizin gibi, diğerleri gibi, herkes gibi. Ben de insanım, gerçekten. Yemin ederim ki ben de insanım." Dolan gözlerime engel olamamıştım. Açelya'nın beni kendine çektiğini ve hiç bırakmayacakmış gibi sımsıkı sarıldığını hissettim. Elleri sırtımı okşadı, hiçbir zaman yalnız değilsin der gibi. Sustu ve sadece sarıldı. Zaten ihtiyacım olan da tam olarak buydu.
Ben de kollarımı onun bedenine sardığımda ezbere bildiğim kokusu ciğerlerime doldu. Bu beni daha da sarstı. Gözyaşlarım boşaldığında boğazımdan bir hıçkırık kaçtı. Bir kaç bakışın üzerimizde olduğunu hissediyordum ama umurumda değildi.
Ne kadar öyle durduğumuzu bilmiyordum, zaman benim için durmuştu. Ama Açelya benden uzaklaştı ve elimi tuttu. "Gel benimle." Dedi ve önden giderek beni de peşinden sürükledi. Hastaneden çıktığımızda bir hastaneye, bir Açelya'ya baktım. "Araf-" diyordum ki "Siktirme Araf'ını, Eda!" Açelya'nın küfür etmesiyle bakışlarım şokla büyüdü. Yolun ortasında durdu ve kollarımı iki yandan sımsıkı tutup karşıma geçti. "Yeter artık! Ne zaman kendini düşüneceksin? Araf şu an seni düşünüyor mu sence? Kendi acısında! Seni her zaman düşünecek kimse yok, anlamıyor musun!? Bu yüzden sen kendini düşüneceksin! Kendini düşün, Eda, kendini! Gerçekten yeter artık! Robot değilsin sen! Araf'ın bakıcısı da değilsin! Ne dedin içeride? İnsansın! İnsansın sen! Senin de kendini düşünme hakkın var ve kimseye de bunun için hesap veremezsin! Duydun mu beni? Şimdi o büyük çeneni kapat ve benimle gel!" Bağırdığı için herkes bize bakıyordu ama ben onlara hiç bakmadım, hipnoz olmuş gibi Açelya'ya bakıyordum.
Haklıydı, ama Araf da benim canımdı.
Bir taksiye bindiğimizde elindeki telefondan bir adresi şoföre gösterdi ama ben göremedim. Nereye gittiğimizi de bilmiyordum. Başımı cama yasladım ve dalgın gözlerle yolu izledim. Bir süre sonra gözlerim yorgunlukla kendiliğinden kapandı.
Açelya kolumu dürttüğünde gözlerimi geri açtım. "Geldik." Dediğinde ona boş gözlerle bakıyordum. Yaşam enerjim yoktu ve nereye geldiğimizi de artık merak etmiyordum.
Taksiden indiğimizde gözlerim bir anlık büyüdü, sonra acıyla geri küçüldü. Dudaklarım titrer gibi oldu ama birbirine bastırarak gizledim. Ellerim yumruk oldu ve önümdeki devasa bahçeye sahip binaya baktım.
Boğaziçi Üniversitesi.
Hayallerimin üniversitesi. Uğruna güzel bir puanı çöpe atıp kendimi gece gündüz çalışmaya adadığım üniversite.
Eda'nın hayali. Normal, sıradan bir insan olan Eda'nın. Herkes gibi olan, sıradan bir öğrenci olan Eda'nın. Tek hayali mükemmel bir kariyer olan Eda'nın.
Ben üniversiteyi izlemeye daldığımda Açelya yeniden beni sürüklemeye başlamıştı. Güvenlikle bir şeyler konuşurken bile dikkatim onda değil, üniversite binasındaydı.
Savcı olma hayallerim, katil olduğum ilk gün sonsuza dek yerle bir olmuştu.
Nasıl olduğunu bilmiyordum ama Açelya bir şekilde bizi içeri sokmuştu. Bahçede ilerlerken gözlerim çevredeki öğrencilerde gezindi. Bunlardan birisi de ben olabilirdim, ama bu hayal bile ellerimden alınmıştı. Kendi hayatım, benim değildi. Benim kaderim başkaları tarafından yazılmıştı.
Ağaçlık bir yola girdiğimizde buranın tenha olduğunu gördüm. Açelya beni kenardaki bir banka oturttu ve yanıma oturdu. "Seni tanıdığım günden beri dilinden düşmeyen tek şey adaletti, Eda. Her zaman adildin, haksızlığa tahammül edemezdin. Büyüdükçe derdin ki, ben savcı olacağım! Senin arkanda her şeyiyle duran ve destekleyen üç kişi vardı. Biri bendim. Diğeri Furkan'dı. Bir diğeri de Evrim teyzeydi. Üvey baban her zaman sana ağır geleceğini savunarak avukat ol derdi. Sen de kavga çıkarırdın, benim hayatım benim geleceğim, istediğim mesleği olurum!" Çenem yeniden titremeye başladı ve gözlerim doldu. Şimdi neden herkesin karşısında durup benim hayatım, benim geleceğim! Bana karışmayın, bana artık yol çizmeye kalkışmayın! Diyemiyordum?
Yağmurun habercisi olan sert rüzgar eserek kızıl saçlarımı uçuşturdu. "Evrim teyze." Dedi. "Sana hiç üvey olduğun şüphesini işledi mi? Hiçbir zaman bu benim kızım değil, ben çaldım onu demedi. Her zaman benim kızım dedi. Evet yaptığı şey affedilemez, çok ağır. Ama yine de o sana annelik yaptı, Eda. Ne zaman ihtiyacın olsa hemen yanı başındaydı. Sorgusuz sualsiz yanında olan tek kişi. Kavga da etseniz, küs de olsanız yine dayanamaz, gelip sana sarılırdı. Evrim teyzenin anneliğinden şüphem yok benim. Ve görüyorum, Eda. Tükeniyorsun. Ona ihtiyacın var."
"Yok." Dedim kestirip atarak. Ona karşı hâlâ öfkeliydim. Minnetim de vardı evet ama öfkem daha ağırdı.
"Bence buna şimdi karar ver." Dediğinde bakışlarım ona döndü. Arkama bakıyordu.
Arkama dönüp baktığımda dolu mavi gözleri ve toplu sarı saçlarıyla Evrim Arslan karşımdaydı. Gri bir kaban giymişti ve çekinerek bana bakıyordu. Mahçuptu.
Öfkeyle Açelya'ya döndüğümde omuz silkti. "İster öfkelen, ister bağır, istersen vur. Ama sen benim kız kardeşimsin ve neye ihtiyacın olduğunu senden daha iyi biliyorum. Annene ihtiyacın var."
Benim annem öldü, diye bas bas bağırmak, saçlarımı yolmak ve çığlık çığlığa yere çökmek istiyordum.
Evrim Arslan'a sarılırsam annem küser miydi?
En büyük korkum buydu belki de. Ya annemi tekrar göremezsem, tekrar gelmezse? Bana küserse?
Yağmur Pakgör'den bahsediyoruz. Onun merhameti ve şefkatinden sual olunur mu sence? Bunu kendin görmedin mi?
Görmüştüm, ama yine de korkuyordum.
Açelya kalkıp uzaklaştığında arkasından onu izledim. Evrim Arslan ağır ağır yaklaşıp yine çekinerek yanıma oturdu.
"Eda?" Gözlerimi yumdum. Uzun zaman olmuştu sesini duymayalı. Onu en son gördüğümde kalbini kırmıştım ve Asaf Pakgör'e oyun oynamak için ona inanmamışım gibi davranmıştım.
"O gün oyundan ibaretti." Dedim yüzüne bakmadan mesafeli bir şekilde. Anlamadığını anlayabiliyordum. "Sana inandım, inanıyorum. Ama o gün Asaf Pakgör'e oyun oynamam gerekiyordu, ona inandığımı düşünmeliydi. Ama bu seni masum çıkarmaz." Diye devam ettim.
Elimi tuttuğunda çekmek istedim ama çekmedim. "Eda'm! Ben seni biliyorum, merhametini biliyorum, adaletini biliyorum. Kimseye hak etmediği bir zarar vermezsin sen. Ve emin ol, oyun bile olsa o gün dediğin her şeyi ben hak etmiştim. Ve görüyorum ki Asaf da hak ettiğini bulacak."
"İlahi adalet." Dedim. "Şu an yoğun bakımda can çekişiyor."
"Oh olsun diyemem, ondan farkım kalmaz. Ama ilahi adaletin bulduğuna sevindim." Dedi ve tuttuğu elimi sıktı. "Tenin bembeyaz ve soğuk. Düzgün beslenmiyor musun?" Beslenemiyorum.
Halen daha dün gece abimin yedirdiği çorba ve iskenderle duruyordum. Şu an saat ikindi vakitleri falan olmalıydı. Ama açlık hissetmiyordum, iştahım yoktu.
"Oluyor işte öyle..." Dedim. Yalan söyleyemedim, dürüst de olamadım. Çok arada bir cevaptı bu verdiğim. Ama her zamanki gibi yine anladı. "Gel bir şeyler yiyelim, ben de açım." Ama o yalan söylüyordu. Aç falan değildi, sadece bana yemek yedirmek istiyordu. Evrim Arslan bunu hep yapardı.
"Aç değilim, gerek yok." Dedim dürüst olarak. "Paçanga böreği yaptım, Eda. İstemezsen tavuklu pilav da var. Hem... Bu sabah sana pasta yaptım. Frambuazlı." Çatılan kaşlarımla ona döndüm. "Bu sabah mı? Benimle buluşacağını biliyordun. Planlı mıydı bu? Ne olursa olsun Açelya beni yine buraya getirecekti yani!?" Dedim sesimin hafifçe yükselmesine engel olamayarak. "Emrivaki sevmezsin biliyorum ama evet. Açelya bunu benim için değil, senin için yaptı. Teklifi sunan da oydu zaten, hemen kabul ettim. Çünkü seni çok özledim, kızım. Burnumda tütüyorsun." Bir an tereddüt ettim. Anlamış gibi hemen tekrar konuştu, "Evde bir tek Furkan var. Geceden çıktığı için uyuyor o da. Eve geç geldi, uyanmaz bir müddet daha."
Nefes, saçmalama aptal, diye bağırsa da; Eda, gidelim, diye eteğimi çekiştiriyordu.
En sonunda kendimi yine burada bulmuştum. Kürkçü dükkanı.
Gözlerimi evde gezdirirken ilk defa gelir gibiydim. Halbuki bu evden ayrılalı sadece iki ay olmuştu.
Ayakkabılarımı çıkararak eve girdiğimde burnuma dolan yemek kokuları beni çocukluğuma, gençliğime götürmüştü.
Gençlik mi? Ben henüz yirmi yaşındaydım! Peki o zaman neden otuzlarımda hissediyordum?
Evrim Arslan derin bir mutluluk içerisindeydi. Onun yerinde olsam ben de mutlu olurdum heralde.
"İstersen duş al üstünü değiştir. Bu sabah gelmişsiniz İzmir'den. Açelya öyle dedi. Uzun yolda canın çıkar senin. Biraz rahatla." Normalde olsa kesinlikle reddedeceğim bu teklif şu an cazip geliyordu. Çünkü çok yorgundum ve akan su, omuzlarımdaki tüm yükü akıtıp götürecekmiş gibi geliyordu.
Bir şey demeden bu evdeki odama ilerledim. Büyüdüğüm odaya. Şu anki siyah ve kırmızı ağırlıklı odamın aksine bembeyaz ve toz pembe ağırlıklı odaya.
Kapının kulpunu indirdim ve içeri girdim. Gözlerim özlemle bu küçük odada gezindi.
Küçük odayı daha geniş göstermek için başucumdaki duvarı aynayla kaplamıştık abimle. Furkan'la.
"Ne gerek vardı buna şimdi? Gece çişe kalkınca kalp krizi falan geçirme sonra." Abime dönüp tuhaf tuhaf baktım. "Duvarım aynayla kaplı diye niye kalp krizi geçireyim?" Güldü. "Uyku mahmuru cin çarpmışa dönüyorsun da ondan." Aynayı duvara sabitlememize yardımcı olan kuvvetli yapıştırıcı tüpünü abimin kafasına fırlattım.
Burukça gülümsedim.
Yatağımın yaslı olduğu duvarda, yatağın bitiminde bir pencere vardı. Pencerenin hemen yanında kitaplığım bulunuyordu. Onun yanında da büyük gardropum. Tam karşılarında darmadağın ve notlarla dolu çalışma masam vardı. Aynalı duvarın tam karşısındaki boş duvarda ise mantar pano ve ışıklı metal pano vardı. Metal panoda poloroid fotoğraflar asılıydı. Mantar panoda ise yine ders notları ve Boğaziçi üniversitesinin 2018'den 2020'ye kadarki taban puanları ve netlerinin tablosu vardı. O duvara yaslı, yerde pota takılmış bir çöp kutusu vardı ve kağıtlarla doluydu. Yerde tam ortada toz pembe halım olduğu gibi duruyordu. Ve çalışma masamdaki dağınıklık da en son bıraktığım gibiydi.
Odama kimse dokunmamıştı.
Adımlarım istemsizce poloroid fotoğraflara doğru ilerledi.
Seçil ile çekildiğimiz bir fotoğraf gözüme takıldı. Onun doğum günüydü. Başında Happy Birthday yazan bir taç vardı ve benim başımda da kına gecelerinde takılan tüllü taçlardan vardı. Bugünü hatırlıyordum. Bu taç fikirleri Seçil'e aitti. Doğum gününde kına yaktırmıştı hatta.
"Kıçına yak, Açelya. Bak bu sene de ölmedim!" Demişti. Ama tam da o sene ölmüştü.
Ben öldürmüştüm.
Hipnoz etkisinde olduğumu anlamak zor değildi, bunu zaten biliyordum. Ama asıl oturmayan yer; bunu ne zaman yaptıklarıydı. Hipnoz şak diye yapılan bir şey değildi, seans gerektirirdi.
Duşa girmek istemedim, vazgeçtim.
Çantamı çalışma masamın koltuğuna bıraktım.
Gardropun kapaklarını araladım. Orada Eda'yı gördüm. Elbise ve eteklerden hoşlanmayan, tayt ve pantolon aşığı Eda.
Nefes'in gardropu böyle değildi. Çeşit çeşit elbiseler, etekler, braletler, croplar, dekolteli bluzlar, deri pantolonlar ve taytlar bulunurdu. Bu gardrop çok spordu.
Bir tayt, sweat ve iç çamaşırı cıkarıp üstümü değiştirdim. Makyajımı silmek istemedim, silersem güçsüzlüğümü görürlerdi.
Gardropun kapaklarını kapattığım an gözüme kitaplığım çarptı. Rafta duran büyük kırmızı taş beni adeta büyüledi.
Her şeyi başlatan taş.
Araf tarafından atılmış, camımın kıran taş.
Taşa uzanıp elime aldım. Kırmızı taşı uzun uzun inceledim.
Doğru olduğuna emin olduğum soruya çarpı atarken öfkeden kudurmamak için zor duruyordum. Bu nasıl olabilirdi!? İmkânsızdı! Soruda hata olmalıydı!
Aniden arkamdan bir patlama sesi yükselince çığlık atarak kenara kaçtım. Pencerem tuzla buz olmuştu, kırık cam parçaları yerdeydi ve her tarafa saçılmıştı. Halımın üzerinde, camların arasında kırmızı bir taş vardı.
Güm güm çarpan kalbime elimi bastırıp korkuyla pencereye, sonra taşa baktım. Ayaklarımda kalın tabanlı ev terliklerim olduğu için rahatlıkla camların içerisine doğru ilerledim. Taşı elime alırken kapım aniden açıldı. Abim ve annem telaşla odaya daldılar. "Eda!?" Elimi taştan çekmek zorunda kalarak geri çekildim. "Abi? Anne?" Sesim korku doluydu.
Abimin bakışları yerde, ve sonra da kırık pencerede gezindi. "Ne oluyor amına koyayım!"
Ne mi oluyordu?
Araf Pakgör, yaklaşan tarihin habercisi olurcasına, beni alıştırmaya çalışırcasına bana kırmızı bir taş atmıştı. Desise'yi temsil eden kırmızıyı, Eda'nın camlarını paramparça etmek için kullanmıştı.
Telefonumun melodisi odayı doldurduğunda kırmızı taşı yerine koydum ve çantama ilerledim. Siyah, büyük çantamdan telefonumu buldum ve ekranı çevirip baktım.
Araf arıyordu.
Telaş yüreğimi kaplarken hemen cevapladım. Bir şey mi olmuştu?
"Efendim." Dedim anında. "Nefesim neredesin sen? Her yerde seni arıyorum." Dediğinde sesi endişeli geliyordu ve nefes nefeseydi. Gerçekten beni arıyordu. "İyiyim, merak etme." Dedim ve devam ettim, "Yalnız kalmaya ihtiyacın vardı, Araf. Ben de yalnız bırakmak istedim. Merak etmeni gerektirecek bir şey yok rahat ol." Sıkıntılı bir soluk verdi. "Benim bir tek sana ihtiyacım var, yalnız bile kalacaksam yine seninle yalnız kalırım. Neden gelmiyorsun?" Son cümlesini kızarcasına söylemişti.
Burukça gülümsediğimde gözlerim yeniden dolmuştu. Bugün gerçekten çok hassastım, belki de çok dolduğum içindi bu.
Belki de Eda olduğum için.
Ama bu halde onun yanına gidemezdim. O haldeyken bir de beni toparlamaya çalışmamalıydı, o kadar bencil birisi değildim.
"Babanla kal, Araf." Dedim sesimi duygusuzlaştırarak. Artık güçlü duracak ya da hiçbir şey olmamış gibi davranacak gücüm yoktu. Ya şu an bombok bir hâlde olduğumu belli edecektim ya da tamamen duygusuz görünecektim. Başka oluru yoktu.
Eda Nefes Karaslan dizlerinin tam üstüne düşmüştü; en başından onu ayağa kaldırmış ve dizlerine derman olmuş olan adamın bunu bilmesini istemiyordum. Çünkü biliyordum ki, öğrendiği an yine derman olmaya gelecekti. Kendini hiçe sayarak.
Bunu istemedim.
Araf'ın afalladığını hissettim. Bir anlığına sustu.
"Sen iyi misin?" Dediğinde yutkundum ve pencereye dönüp kasvetli havaya baktım. Yağmur yağmaya başlamıştı ve bulutlar kapkaraydı. "Gayet iyiyim, dedim zaten." Dedim yine hiçbir duygu barındırmayan bir sesle. "Lütfen, Araf. Bir kere olsun sadece kendine odaklan. Bırak beni." Bırakma beni.
"Bırakayım mı seni? Ne saçmalıyorsun sen, Nefes!? On iki yıl bıraktım mı da şimdi bırakayım!? Hemen nerede olduğunu söylüyorsun." Kaşlarım çatıldı. "Söylemiyorum! Bana emir veremezsin! Üstünlük kurmaya kalkışarak beni bastırabileceğini mi sanıyorsun? Hayır, Araf. İstediğin olmayacak. Git ve babanla kal." Telefonu kapattım. Telefonu çalışma masama fırlatırken gözüm elimdeki yüzüğe takıldı.
Kendime gelmek zorundaydım. Ve eğer kendime geleceksem de tamamen yerlebir olmam lazımdı. Bu yüzüğü gördükçe aklıma Araf düşecekti ve belki de kendime engel olamayıp dünyanın en bencilce şeyini yaparak onu arayacak, ağlaya ağlaya gelmesini isteyecektim.
Konsol çekmecesindeki kadife takı kutumdan bir kolyemi feda ettim. Zincirini alıp ucunu kutuda bıraktım. Çekmeceyi kapattıktan sonra yüzüğü parmağımdan çıkardım. Zincire geçirdikten sonra boynuma astım ve yüzük tam göğsümün üstüne düştü. Zincir uzundu ve yüzük direkt kalbimin üstüne denk geliyordu. Sweatimin içine attım ve tenimle temas etti.
Yatağıma yaklaşıp ucuna oturdum, sanki bu odaya yabancıymışım, benim değilmiş gibi. Yatağa cenin pozisyonunda, emanet gibi uzandım ve karşı duvarı izledim boş boş.
Rüyam.
Annem.
Rüyamda tam da bu odadaydık, tam da bu yatakta. Ve annemin ellerinde frambuazlı bir pasta vardı. Uyanıyordum ve Evrim Arslan frambuazlı pasta yapmış oluyordu.
Neydi bu? Kader falan mı?
Kadere inanırdım. Ama buna anlam veremiyordum.
Kapı sessizce usul usul aralandı ve Evrim Arslan içeri girdi. Tereddütle bana bakıyordu. Yanıma gelmek istiyor ama gelemiyor gibiydi. "Duşa girmemişsin?" Dedi en sonunda konuşarak.
Gözlerimi kapattım ve kapattığım an sıcak gözyaşları boşaldı. "Çok yalnızım, anne." Bunu sesli söyledim.
Ve Evrim Arslan, tüm duvarları yerlebir ederek yanıma koştu ve yatağın boş kenarına uzanıp bana sarıldı. Gözyaşlarım hıçkırıklara dönüşürken ben de ona sarıldım ve başımı göğsüne yasladım. Kokusunu bile özlemiştim ama gurur denen şey beni hep itmişti.
"Ben çok yoruldum, kaldıramıyorum artık." Dedim hıçkırırken. Annem saçlarımdan öptü.
"Sen benim her zaman küçük prensesim olarak kalacaksın. Hiçbir zaman yalnız değilsin. Herkes gitse ben kalırım."
İnandım.
Çünkü annem demişti ki; Evrim Arslan canıyla bile tehdit edilmişti ama yine de beni vermemişti.
***
ARAF
Soğuk hastane koridorları...
Eda'nın bir anda böyle davranması anlamsızdı. Ne olduğunu anlayamıyordum. Yanımda olması gerekmez miydi? Babam yoğun bakımdaydı, dayısı yoğun bakımdaydı.
Koridorun başından Baha ve Açelya göründü. Bir şey konuşuyorlardı ve Baha'nın kaşları çatılıydı.
Yanlarına ilerledikçe seslerini duymaya başladım.
"Sen kafayı mı yedin!? Nefes'in çok ağır bir dönemden geçtiğini bilmiyor musun!? Neden yaptın bunu!?" Dedi Baha. Benim de kaşlarım çatıldı. Neler olduğunu anlamam için biraz daha dinlemem gerekiyordu.
"Eda da insan! Anlayın şunu artık, o sizin bakıcınız değil! Onun da yalnız kalmaya ihtiyacı var, onun da bir anneye ve sarılmaya ihtiyacı var! Rahat bırakın artık şu kızı!" Dedi Açelya.
"Onun abisi benim! Onun iyiliğini en iyi ben düşünebilirim!"
"Kaç aydır abisisin? Ben bebekliğinden beri onun yanındayım, Baha! Büyük büyük konuşma, hiçbiriniz onu benden daha iyi tanıyamazsınız! Eda benim kız kardeşim!"
"O bebek hırsızı kadına Nefes'i kendi ellerinle teslim etmek mi kardeşlik!?" Açelya öfkeyle kahkaha attı. "Evrim teyze, bilmese de Eda'nın hayatını kurtardı! O çok sevdiğiniz Asaf Pakgör öldürmeyecek miydi Eda'yı!? Daha kundakta bir süt çocuğuyken, el kadar bebekken!? Baban onu kurtarmak için her şeyi yapmadı mı!? Karış karış aramadı mı kızını!? Evrim teyzeye bebek hırsızı diyorsun ama şu an kapısında beklediğin adam bir bebek katili!" Ve en sonunda çıldırmış gibi çığlık attı, "VE İNAN BANA! EDA DA TÜM BUNLARI BİLİYOR!"
Ellerim buz tuttu.
Yüzümdeki tüm kan çekilirken sendeleyerek geriye doğru bir iki adım attım. Hareket edemiyor, öylece Açelya'ya bakıyordum.
Daha 8 yaşındayken çekmecesinde bulduğum kız çocuğunun fotoğrafları, yeğenine ait değildi. Eda'yı yeğeni olarak bile görmemişti belki de. Kini gözlerini öyle kör etmişti ki, senelerce takip etmiş, senelerce plan üstüne plan kurmuştu. Ve hepsi ne içindi? Sevdiğim kadını, kendi yeğenini öldürmek içindi.
Oysa ne kadar merhametliydi, öyle değil mi? Tam bir baba gibi yaklaşmıştı Eda'ya. Yeğenden öte, kendi kızı gibi yaklaşmıştı, onun için çabalamış, onun için her şeyi yapmıştı.
Hasta yatağından dahi sırf Eda'yı karşısında gördüğü için kalkmıştı.
Acımasızca kar kış havada kapının önüne attığı kanser hastası ve karnı burnunda hamile ikiz kardeşinin birebir aynısı olan surete sahip yeğeni karşısına çıktığında birden cin gibi kesilmişti.
Mide bulandırıcı.
Asaf Pakgör. Sen kimsin? Sen benim babam olabilir misin?
"Ve inan bana! Eda tüm bunları biliyor!"
Eda her şeyi biliyordu.
Allah kahretsin! Nasıl fark edememiştim? En yakınında olduğum, en yakınımda olan kadının günden güne solduğunu nasıl fark edememiştim!? Nasıl onu bu viranede yalnız bırakabilmiştim?
Şimdi gitmişti. Nereye gittiğini bilmiyordum ama gitmişti. Beni yanında istememişti, belli ki Açelya veya Baha'yı da istememişti.
"Lütfen, Araf. Bir kere olsun sadece kendine odaklan. Bırak beni."
"Bırakayım mı seni? Ne saçmalıyorsun sen, Nefes!? On iki yıl bıraktım mı da şimdi bırakayım!? Hemen nerede olduğunu söylüyorsun."
"Söylemiyorum! Bana emir veremezsin! Üstünlük kurmaya kalkışarak beni bastırabileceğini mi sanıyorsun? Hayır, Araf. İstediğin olmayacak. Git ve babanla kal."
Dayımla kal, demedi. Babanla kal, dedi.
Eda Nefes Karaslan. Mükemmel bir oyuncu ve manipülatördü. Yıkılırken bile gücüyle ezecek kadar muhteşem bir kadındı. Gücüne, cesaretine, acımasızlığına, zekâsına ve oyunlarına hayran olan onlarca kişi vardı bu sektörde. Fakat hepsi Desise'yi tanıyordu, Eda'yı değil. Ve ben biliyordum ki, Eda şu an tam anlamıyla bir enkazdan ibaretti.
Ve en acısı da, elimden hiçbir şey gelemeyecekti.
Ben, hayatını onu öldürmek üzerine kurmuş bir adamın oğluydum. Ben o adamın piyonuydum. Hiçbir zaman kendi kararlarımı almama izin vermemişti ve başka türlüsünü bilmiyordum.
Dahası, babam ölürse nasıl kendim olacağım, onu da bilmiyordum.
Ama hepsinden öte, tüm bunlara rağmen Eda'nın yüzüne nasıl bakacağımı bilmiyordum.
***
NEFES
Saatin sesi. Tik tak tik tak.
Zamanın akışı. Tik tak tik tak.
Ölümümün geri sayımı. Tik tak tik tak.
Zamanı öğrenmek için her gün sayısız kez baktığımız saat, aslında hepimizin ölümüne kalan geri sayımı gösteriyordu.
Diliyordum ki benimki az kalmış olmalıydı... Ölüm kaçış değildi, kurtuluştu.
Hayatın avuçlarındaki çizgilerin hepsi birer yoldu. Bazıları kesişiyor, bazıları bağımsızca devam ediyordu. Ve hepsinin çıktığı tek bir çizgi vardı ki, o da hayat çizgisiydi. Efsaneye göre, bu çizginin uzunluğu, kalan ömrünü gösterirdi.
Avucumu açtım.
Çizgi uzundu.
Parmaklarımı avucuma kapattım ve gözlerimi acıyla yumdum.
Hava kararmıştı ve odanın içerisi karanlıktı, ışık açılmamıştı. Evrim Arslan ise arkamda uzanmış, hâlâ bana sarılıyordu sımsıkı. Kokumla uyuyakalmıştı.
Ben ise o kadar ağlamama rağmen gözüme uyku girmemişti. Boş boş duvarı izlemiştim.
Kapı sessizce aralandığında Furkan Arslan belirdi. Dağılmış sarı saçları alnına dökülüyor, mavi hareleri beni buluyordu. Annesine baktıktan sonra tekrar bana baktı ve başıyla basit bir 'gel' hareketi yaptı.
Dikkatlice Evrim Arslan'ın elini belimden ayırdım ve yatakta doğrulup ayak ucundan aşağı indim. Odadan çıktığımızda sessizce kapıyı kapattım.
Beraber salondaki balkona geçtik. Balkon camekân ile kaplı olduğu için yağmur giremiyordu içeri. Masa ve sandalyeler vardı. Bu balkonda az gülmemiş, az ağlamamış, az kavga etmemiş, az yemek yememiş, az ders çalışmamıştım.
Karşılıklı oturduğumuzda abim bir sigara yakıp dudaklarının arasına aldı. Camı biraz araladığında yağmur sesi içeriyi doldurdu.
Bakışları yüzümde gezindi.
"Öz değilsin." Bir anda kurduğu cümleyle bakışlarım ona kenetlendi. "Ama kardeş olmak için öz olmak şart değildir. En büyük örneği de Açelya ve sen. Her şeye rağmen yine dip dibesiniz." Hayatımın şokunu yaşayarak Furkan abimin yüzüne bakakaldım.
Her şeyi biliyor muydu!?
Ama nasıl!?
"Gerçekten seni öylece bırakacağımı mı düşünmüştün, Eda? Tüm şüphelerime rağmen?" Dedi yüzümdeki şaşkınlığa ithafen. "Vatanımla kardeşim arasında kaldım resmen." Diye devam etti. Masanın altındaki ellerim yumruk hâline geldi.
"Kimi seçtin peki?" Dedim titrek bir sesle. Cevabından emindim. Furkan mesleğine asla ihanet etmez, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Buna, Seçil'in öldüğü zamanlarda çok net bir şekilde emin olmuştum.
"Bu hayatı sen istemedin, Eda. Sana dayattılar. Bunun için seni suçlayamam. Çünkü seni zorla bulaştırdıkları karanlık, irade gücünün önemsiz olduğu bir karanlık. Seni karanlık bir hücreye hapsedip kapıyı üstüne kilitlediler. Hayır demediğin için seni suçlayamam çünkü gücün zaten yetmezdi." Furkan abime şaşkınlıkla baktığımda hafifçe gülümseyip uzandı ve elimi tuttu. Masanın altından çıkardığı ellerime sımsıkı sarıldı elleri. "Sen benim tek kardeşimsin ve en kıymetlimsin. Bu her zaman böyle kalacak."
Mavi gözlerindeki gördüğüm gerçek abi şefkati, yeniden gözlerimin dolmasına sebep olduğunda yerimden kalktım. Abim de sandalyesini geriye doğru itti. Yanındaki sandalyeye çöktüğüm gibi sımsıkı sarıldım abime. Çocukluğuma. Beni büyüten abime.
Furkan Arslan beni büyütmüştü. Baha Karaslan ise geliştirmişti. İkisi de abimdi ve ikisi de kıymetlimdi.
Bir de kız kardeşim vardı.
Açelya Bostan adında.
***
1 Hafta sonra...
"Allah aşkına bir insan hiç mi değişmez!? Bırak şu sucuğu hayvan, biz ne yiyeceğiz!?" Diye bağırdım çatalımı abimin eline batırırken.
"Ot ye, saman ye! İnekler başka ne yer, Kızılkız? Sucuk da neymiş? Hemcinslerini yemeye utanmıyor musun?" Öfkeden çığlık atarak abime bir yumruk geçirdim. Evrim annem kahkaha atarken yeni sucuk kızartıp önümüze getirmişti. "Tamam tamam dövüşmeyin. Getirdim yenisini." Abimi itekleyip tavayı aldığım gibi mutfaktan kaçtım. Arkamdan abimin "Lan!" Diye hayret dolu bağırışı geliyordu.
Üvey babam iş gezisinde olduğu için yaklaşık 1 ay boyunca şehir dışında olacaktı. Bu yüzden bir haftadır Evrim annem, abim ve ben baş başaydık. Arada Baha ya da Açelya falan geliyordu.
Baha ve Furkan arasında soğuk rüzgarlar ve kılıçlar gezinse de ikisini birbirinden uzak tutmayı zor da olsa başarmıştım.
Bir haftadır Eda'ydım.
Bir haftadır Nefes'in gücüne ve duruşuna sahip değildim.
Bir haftadır ara ara yine ağlasam da veya ölü gibi yatağımda yatmış kitap okuyor olsam da az da olsa toparlanıyor gibiydim. Ama bu toparlanma, hiçbir zaman tamamen olmayacaktı.
Elimden bir şey gelmezdi. Ne yapabilirdim ki? Hayatım boktan ibaretti.
Karaslan ailesinden Baha dışında beni arayıp soran yoktu. Bunun altında Baha'nın olduğunu anlamak da zor değildi. Ne Karaslan ne de Pakgör ailesinden kimseyi değil görmek, ismini dahi duymak istemediğimi anlıyordu.
Ne diyebilirdim? Abim işte...
Araf Pakgör.
Bir haftadır ondan hiçbir telefon dahi almayışım, tereddüte düşürüyordu. Fazla mı sert davranmıştım? Kırmış mıydım onu? Bunu hiç istemezdim.
Ne zaman kendimi düşünsem Araf hep böyle mi yapacaktı? Benim kendi kararlarım olamaz mıydı? Onların isteklerine göre hareket etmek zorunda mıydım? Ben yıkılamaz mıydım, üzülemez miydim? Açelya'nın da dediği gibi, robot muydum ben?
Boynumda asılı yüzüğü duş alırken dahi hiç çıkarmamıştım. Bunun yanı sıra, Baha'nın aldığı setin yılanlı küpesi de daima tek kulağımdaydı. Kalbimde Araf'ı, kulağımda abimi taşıyordum. Bu sayede onların hep yanımda olduğunu hissediyordum.
Sol bileğimde de ipten bir bileklik vardı. 2015 yılında Açelya'nın ikimize de aldığı dostluk bilekliği. Mor, ortası rengarenk. Takı kutumda bulmuştum.
Yukarıdan at kuyruğu yaptığım kızıl düz saçlarım, koşuşumun etkisiyle sırtıma çarpıyordu. Odama daldığım gibi kapıyı kilitledim ve elimdeki çatalla tüm sucukları tek tek yedim. Oh olsun, intikam.
Boş tavayla beraber mutfağa geri döndüğümde abime gıcık edici bir zafer gülüşü ve bakışı attım. Ellerini sandalyenin kolçaklarına koyup kalkar gibi yaptığında kaçarak odama geri gittim. Evrim annem yine gülüyordu. Bir süreliğine de olsa bu eve tekrar gelişim onu da toparlamıştı. Yüzüne renk gelmişti.
Leş gibi sucuk kokmuş odama yüzümü buruşturarak bakıp köşedeki oda parfümünü aldım. Sprey modunu çevirip odanın her yerine sıkıp bir de pencere açtım.
Ama aşağıda gördüğüm tanıdık araba, ayaklarımın çivilenmiş gibi olduğu yerde kalmasına sebep oldu.
Araf Pakgör.
Dudaklarım aralanırken penceremde durmuş, şaşkınlıkla Araf'a bakıyordum. Beni fark edince arabasından indi ve elini kaldırıp parmaklarıyla basit bir gel işareti yaptı.
Duraksadım ama çok uzatmadan başımı hafifçe salladım.
Boy aynama dönüp baktım.
Mor renkli kapşonlu sweatshirt ve siyah taytım üzerimdeydi. Her sabah yüzüme Allah'ına kadar fondöten ve kapatıcı sıvadığım için gözaltlarımdaki morluklarım zor olsa da kapanıyordu ve koyu renk göz makyajına gerek kalmıyordu. Fondöten ve kapatıcı miktarı dışında makyajım ağır değil, gündelikti. Saçlarım düzgün ve derli topluydu. Tek kulağımı saran yılanlı bir küpem, boynumda gizlenmiş yüzüğüm ve bileğimde ip bilekliğim. Sadece mont ve ayakkabı giymem gerekiyordu.
Yağmur yağdığı için topuklu siyah çizmelerimi giyip gardroptan siyah, kapşonlu montumu aldım. Sweatshirtümün kapşonu sırtıma baskı yaptığı için onu da montun kapşonunun üstüne çıkardım. Telefonumu ve ufak cüzdanımı ceplerime attım.
Odadan çıktığımda mutfak kapısına kadar geldim. Evrim annem beni bu hâlde gördüğü gibi korkuyla baktı. Gideceğimi sanmıştı.
"Ben bir yere kadar gidip geliyorum." Dedim açıklama yaparak. Furkan abim gözlerini kıstı. "Nereye?"
"Araf gelmiş, onunla görüşeceğim." Diyerek dürüst oldum. Dürüstlüğümü takdir edercesine kısık gözleri düzeldi ve dudak büzdü. "Pekâlâ. Fazla gecikme aklım kalmasın." Başımı salladım ve evden çıktım.
Asansörleri boş verip mermer merdivenlerden indim. Giriş katına geldiğimde çelik apartman kapısını açtım ve Araf karşımdaydı.
Bir haftanın ardından onu gördüğüm için kalbim kuş gibi çırpınmaya başladı. Dudaklarım yine aralanmıştı. Gözlerimin parladığına yemin dahi edebilirdim.
O da özlemle baktı bana. Ama bunun yanında başka bir şeyler de vardı ama anlam veremedim.
Bakışları montuma indiğinde kaşları çatıldı. Homurdanarak açık fermuarımı birleştirip yukarı çekti ve kapattı. "Donacaksın. Hava çok soğuk." Senin sesin kadar değil.
Misilleme falan mı yapıyordu acaba?
"Hadi gidelim." Diyerek elimi tuttuğunda kaşları iyice çatıldı ve dönüp elime baktı.
Yüzük yoktu.
Beti benzi attığında gözlerim büyüdü. Yanlış anlamıştı. Elimi boynuma götürüp zinciri çıkaracaktım ki başını çevirdi. Dilim lal olmuş gibi, hiçbir şey diyemedim. Yine de zinciri çıkardım ve yüzük montumun üzerine düştü. Hiçbir şey demeyecekse bile en azından görmeliydi.
Elini elimden ayırmadan arabaya doğru ilerledi. Arabaya bindiğimizde nereye gittiğimizi sormak istedim ama soramadım. Gerçekten gergin görünüyordu ve kavga etmek istemezdim.
Direksiyonu avucuyla çevirerek yola çıktı ve sürmeye devam etti. Bu süreçte ben de sessizce yolu izledim.
Trafik de eklendiğinde yol iyice uzamıştı. Bir evin önünde durduğumuzda öğlen olmuştu. Etrafı incelediğimde gözlerim büyüdü.
Cenk'in evi. Araf'ı ilk gördüğüm ev. Her şeyin başladığı ev.
Arabadan indiğimde şaşkınlıkla hâlâ eve bakıyordum.
Bu evde geçen her saniye film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başlamıştı.
Seçil'i sarhoş buluşum, ayıltma çabalarım, içeri çağırılmamız, Seçil'in bir anda duygusal patlama yaşaması, pastanın üflenişi ve elektriklerin kesilişi.
Devamı ise ömür boyu sürecek kâbusumun başlangıcıydı.
Araf evin verandasına çıktı ve kapısına doğru ilerledi. Arkasından bir müddet ona baksam da zorlukla ben de arkasından gittim.
Kapıyı, cebinden çıkardığı bir anahtarla açtığını görünce tekrar şaşkınlıkla ona baktım. Bu ev o katliamdan sonra mühürlenmemiş miydi? Kapıyı anahtarla açacak raddeye nasıl getirmişti?
İçeri girdiğimizde topuklu çizmelerimin parkede bıraktığı ses boş evde yankılandı. Araf önde, ben arkada.
Salona girdiğimizde hiçbir mobilyanın olmadığını, evin tamamen bomboş olduğunu gördüm. Etrafa bakınırken salonun ortasına gelmiştik.
Araf karşıma geçti ve beni izlemeye başladı.
Bakışlarım en sonunda Araf'a döndüğünde artık ona odaklıydım.
"Bir haftadır..." Diye söze başladı. "Hastaneye dahi hiç uğramadım. Çünkü büyüdüğüm evdeydim." Benim gibi...
"Senin aksine, babamın yediği tüm pislikleri öğrenmek içindi." Dedi. Babası. Nefret ettiğim babası.
"Her şey bu evde başladı. Bu evde bitsin." Kaşlarımı bile çatamadım. Öylece Araf'a bakakaldım. Neyden bahsediyordu?
"Gīzé. Zaman, demek. Bunu biliyorsun çünkü sen daha altı yaşındayken öğrettiler. İllegal yollarla." Hiçbir şey söylemeden öylece onu dinledim.
"Evrim Arslan kendi canını bile hiçe saydı evet. Ama senin canını hiçe sayamazdı. Bu yüzden babamın anlaşmasını kabul etmek zorunda kaldı. Hipnoz. 16 Kasım 2020 tarihinden itibaren iraden dışında yaptığın her şey, hipnoz yüzündendi. Her ay Evrim Arslan seni, senin ölmemen için hipnoz seansına götürdü. Babam da hepsini yakından takip etti, o da her zaman oradaydı. Bunları hatırlamıyorsun, çünkü hafızandan sildiler. Eda. Senin sahibi olacağın karakteri bile başkaları belirledi." Yumruklarımı sıktım. Dudaklarımın titrememesi için birbirine bastırdım ve ağzımın içine doğru yuvarlayıp ısırdım.
"Sen daha bizim aramıza gelmeden herkes senin nasıl birisi olacağını biliyordu. Çünkü çocukluğundan beri haberin olmadan buna zorlandın. Ve sonunda babam başardı. Bizi seçeceğinden ben de en az babam kadar emindim. Ama bir anda Karaslan'ları seçtin. Merak ettim, babam nasıl şaşırmadı? Sonra öğrendim ki bunu bilmeyen bir ben, bir de Karaslan ailesinin ta kendisiymiş. Babam zaten biliyormuş senin ne yapacağını. Yine babam başarmış oldu, zafer onun oldu. Çünkü ondan habersiz su içmeye bile gitmeyecek bir hâle gelmiştin." Aslında durum öyle değildi ama bunu açıklayacak bir hâlde değildim şu an.
"Bebek katili olmak için bunu yapmak gerekmez. Cüret etmek de yeterlidir. Ve benim babam bir bebek, bir çocuk, bir genç kız ve bir kadın katili. Senin tüm yaşlarının katili. Sevdiğim kadının katili. Ve ben de o katilin oğluyum." Duraksadı ve güldü. "Ah, pardon. Oğlu değilim, piyonuyum. Onun emrinden çıkamayan, onun iki dudağının arasından çıkacak şeyleri duymadan ne yapacağını bilmeyecek kadar aciz bir piyonum. Ve, Eda; o katil ölürse, ben kimsesiz kalacağım. Ve yine inan bana, sen bile dindiremeyeceksin o kimsesizliğimi." Sen bile dindiremeyeceksin o kimsesizliğimi.
Kalbim bin parçaya bölündü ama dur diyemedim. Diyemezdim. Haklıydı çünkü. Araf başka türlüsünü bilmiyordu. Babasının ona verdiği emirler olmadan nasıl bir yol izleyeceğini bilmiyordu, nasıl yaşayacağını bilmiyordu. Buna kırılamazdım, hakkım olamazdı.
"Ve babama bu denli bağlı oluşum, sana ettiğim en büyük ihanet." Diye devam etti. Zemine inen bakışlarım tekrar ona döndüğünde gözlerim yanıyordu. Titriyordum. Ev soğuk muydu?
"Asaf Pakgör olmadan Araf Pakgör olmaz, Eda. Üzgünüm. Babam olmadan Araf olamam. Babam olursa da senin olamam. Sana bunu yapamam." Büyük bir korku yüreğime düşerken ellerimin titreyişi arttı.
Elleri bana doğru uzandı ve boynuma gitti. Kolyenin kancasını çıkardığını hissettiğimde bir göz yaşı damlası yanağımdan süzüldü, ikisi de tamamen doldu.
Kolyeyi çekebilirdi ama yapmadı. Beni terk ederken bile canımı yakmak istemedi.
Yüzüğü zincirle beraber alıp avucuna hapsetti ve tıpkı benim gibi sımsıkı yumruk yaptı elini. Yüzük benden ayrıldığı an yüreğim üşümüştü.
"Beni affeder misin bilmem." Dedi titreyen sesiyle. O da ağlayacaktı. Bunun ihtimali bile beni daha fazla ağlamaya itti. "Ama yalvarırım affet. Sana bunu yapamam. Senin ölümün için can atan bu mide bulandırıcı adama bağımlı olduğum için lütfen beni affet."
Önümde diz çöktü. Kızarmış gözlerini kaldırıp sırılsıklam olmuş gözlerime dikti. Dizlerimi tuttu. "Yalvarırım affet." Gözlerimi yumdum ve açmadım. Yumduğum an gözlerim daha çok yandı, gözyaşlarım daha çok aktı. Canım daha çok yandı.
Elleri dizlerimden ayrıldı. Gözlerimi yine açmadım.
Açık bahçe kapısından sert rüzgarlar esiyordu. Yerdeki gazete parçalarının uçuşarak duvara çarptığını duyabiliyordum.
Gözlerimi açtım.
Araf gitmişti.
"Baban belki başaramadı..." Dedim titreyen acı dolu sesimle. Bir hıçkırık koptu boğazımdan. "Ama beni öldüren sen oldun, Araf Pakgör. Baban yapmasın diye sen yaptın."
Duymadı.
Dizlerim boşaldı. Yavaş yavaş yere çöktüm ve toz içindeki yere düştüm. Sert rüzgar suratıma çarparken acı dolu bir çığlık koptu dudaklarımdan.
Gerçekten patlamam için Araf'a ihtiyacım olduğunu biliyordum.
Ama bu şekilde değildi...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro