Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

24 ~ Müzayede

"Kalbine dinletemediğin sözü kime dinleteceksin?"

***

Sena Şener - Sevmemeliyiz

Genco Arı - Ağlatan Qafe

Sena Şener - Yalnızım

Tomme Profitt, Sam Tinnesz - Glass Heart

***

24. Bölüm


Sıcak bastığı için siyah şişme montumun önünü açtım.

Pakgör Holding görünür olduğunda ekranımı aydınlatıp saate baktım.

19:03

Elli yedi dakika sonra iş çıkış saatiydi ve Yiğit'i gitmeden yakalayabilecektim. Araç durduğunda indim ve mermer merdivenleri tırmanarak holdinge giriş yaptım. Kişisel Pakgör Holding Card'ımı turnikeye okutarak geçtiğimde hemen soldaki güvenlik görevlisinin ekranında ismimin belirdiğini biliyordum. Soy adımı gördüğünde merak edecek, ismimin üzerine tıklayarak gizli olmayan bilgilerime ulaşacaktı. Asaf Pakgör'ün biricik yeğeni, yönetim kurulu üyesi ve aynı zamanda hisse sahibi olduğumu. Pakgör Holding bursluluğu altındaki üniversite kaydımı, okuduğum bölümü, doğum tarihimi, doğum yerimi ve kimlik numarası harici diğer kimlik bilgilerimi.

Hep öyle olurdu.

Eda Nefes Karaslan.
21 Ocak 2001 doğumlu.
Doğum yeri Üsküdar / İstanbul.
Anne ismi Yağmur Pakgör
Baba ismi Oğuz Karaslan.
Memleket Urla / İzmir

Arslan ailesi bir yalandan ibaret olsa da Urla benim için çok başkaydı, yeri ayrıydı. O yüzden bunu değiştirmek hiç istememiştim.

Sıkıntı.

Parmak uçlarım boynumdaki hançer kolyesine dokundu. Parlak kırmızı yakutun kabartısını parmak uçlarımda hissettim.

Bazen durup dururken bir boşluk hissi oluşurdu içinde. Tamamlanmak isterdin, yardım isterdin ama bunu dile getiremezdin. Sadece susup sarılmak isterdin. Bu kimi zaman bir anne olurdu, kimi zaman baba, kimi zaman arkadaş, kimi zaman sevgili. Ama herkes için biri olurdu, benim yoktu. Bana sarılacak tek şey yine benim aciz bedenim, güçsüz kollarımdı. Ruhum, bedenimden daha güçlüydü ve bedenim bunu kaldıramayacaktı.

İçimdeki sıkıntıyı yok saydım. Çünkü elimden gelen tek şey buydu.

"Abi... Bir gün hepimiz ölürsek yaşam devam eder mi?" Meraklı yeşil gözlerim abimin hoş yüzünde dolanıyordu. "O nereden çıktı öyle?" Dedi. Ergenliğe yeni girdiği için sesi kalınlaşmıştı ve buna alışamıyordum sanırım. "Bilmem. Merak ediyorum. Ben, sen, annem, babam ölürse hayat biter mi?"

"Hayatın biter, ama hayat tüm hızıyla devam eder, küçük kardeşim."

Ben hayatın acımasızlığını yaşamamıştım, abime sorarak öğrenmiştim hep. Daha küçük bir çocukken abimden yediğim dayakları saymazsak hiç zorluk yaşamamıştım. Çünkü o zorluk, geleceğimde saklıydı.

Ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmiyordum. Bilinmezlik içerisindeydim. Neden insanları öldürüyordum ve neden bir an bile pişmanlık duymuyordum? Oyun neydi? Bütün bunları sorgulamam gerekirdi, değil mi?

Ama sorgularsam cevap alamayacaktım ve bu beni daha derin bir çıkmaz sokağa sokacaktı. Sonu olmayan bir sokağı değil, ışığı takip ediyordum. Düz gidiyordum, dümdüz. Çünkü biliyordum ki gerçek er ya da geç beni bulacaktı.

Seçil Kovan'ın öldüğü o gece. 16 Kasım 2020. O gece kontrolden çıkışım, bedenimi kendim kontrol edemeyişim, Araf'ın ağzından dökülen cümleler, benim fısıldadığım o kelime...

Gīzē.

Ezberimdeydi ama anlamını bilmiyordum, daha önce duymamıştım bile.

O gecenin sorumlusunun Asaf Pakgör olduğunu hissediyordum. Ve hislerim beni yanıltmazdı.

Kendimi Yiğit Uzun'un odasının önünde bulduğumda kafamdaki düşünceleri silip attım. Her şeye rağmen kapıyı çalarak içeriye girdim. Yalnızdı. Beni gördüğünde şaşırmıştı ama çok sürmedi, derin bir gülümseme yer aldı yüzünde. "Hoş geldin." Dedi ayağa kalkarken.

"Hoş buldum." Dedim kısaca ve direkt önündeki koltuğa oturdum. Bozulmuştu, sanırım sarılacaktı. Ne ara o kadar yakın olmuştuk?

"Tek bir şey soracağım ve dürüst bir cevap istiyorum." Dedim otoriteyi elden bırakmayarak. Şaşırmıştı, "Dinliyorum." Dedi samimiyetini bozmadan.

"Dün gece neler oldu? Hepsini anlatmanı istiyorum." Kaşları kalktı ve bir süre öylece baktı. Sonra indirdi ve biraz da öyle baktı. Sonra "Anlamadım." Dedi. "Nesini anlamadın, Yiğit? Dün gece neler oldu anlat diyorum işte. Hatırlamıyorum."

Anladım, dercesine başını salladı. "Dün ben Brunette'teydim. Baha ve seni gördüm bayağı şaşırdım. Selam vermek istedim o sırada Baha'nın gergin ve aceleci oluşu gözüme çarptı. Beni gördüğü gibi zaten seni bana emanet edip hemen geleceğini söyledi ve gitti." Kaşlarım iyice çatıldı. "Baha seni nereden tanıyor da beni emanet ediyor?" Dedim şüpheyle. "Eski dostuz. Liseden." Göz devirdim. Herkes birbiriyle bağlantılı çıkmak zorunda mıydı?

Üstelik düşman saflardaydı. Yiğit, Pakgör Holding yönetim bloğundandı. Baha ise Karaslan ailesinin varisiydi.

"Devam et."

"Seninle konuşmaya başladık. Başta beni tersledin ama sonradan açıldın. Alıştın sanırım bana." Dedi ve gülümsedi. "Çok üzgün görünüyordun ve ben de sebebini sordum. Ama sen söylemedin. Ben de haliyle kendi derdimi anlattım, belki açılırsın, benden sonra sen anlatırsın diye. Ama tam tersi oldu, sen bana derman oldun. Sonra Baha geldi ve ben de çıktım." Yatmadığımıza şükretmiştim ama sonunda dikkatimi çeken bir yer vardı. "Neden çıktın? Brunette'e geldiğinde bizi görmen ve benle konuştuktan sonra Baha'nın geri dönmesiyle çıkman çok enteresan. Eğlenmeye gelmemiş miydin?"

"Araf Bey aramıştı." Tüm sinirlerim uyarılmış gibi bir an duraksadım. Doğrulamak ister gibi "Araf Pakgör?" Diye sorduğumda "Evet." Dedi. "Araf Bey arayıp beni çağırmıştı. Zaten onun yanından geliyordum ama incelemem gereken önemli bir dosyayı orada unutmuşum."

"Sana bunu bugün de verebilirdi?" Dedim şüpheyle. "Bugün ihale vardı." Dediğinde söyleyecek bir şeyim kalmamıştı.

"Peki neden Vanilya çiçeği gönderdin bana?" Bu sefer gerçekten anlamamış gibiydi. "Neden? Beğenmedin mi?"

"Hayır, beğenmediğimden değil. Bir sebebi olmalı, onu öğrenmek istiyorum." Dedim, Araf'ın ismini geçirmeden.

"Dediğim gibi, Brunette'e gelmeden önce Araf Bey'in yanındaydım. O da telefonda biriyle konuşuyordu. Vanilya'nın saflığı falan temsil ettiğini söylediğini duydum, hoşuma gitti. Senin yanından ayrılırken de aklıma bu geldi, bir jest yapmak istedim. Rahatsız olduysan özür dilerim." Rahatsız olmamıştım ama korkmuştum. Normalde asla yatmayacağım biriyle sarhoşken yatmış olmaktan korkmuştum. Veya daha kötüsünden. Ama durum öyle değildi ve bu beni rahatlatmıştı. Tabi bunu bir de, teyit amaçlı, Baha'ya sormam lazımdı. Yiğit'in dün gece oraya geldiğini onaylaması gerekiyordu.

"Anladım. Teşekkür ederim anlattığın için." Dedim ve kalktım. O da benimle birlikte kalktı. "Gerçekten üzgünüm, rahatsız etmek istememiştim, art niyetli değilim." Başımı salladım. "Biliyorum. İyi akşamlar." Dedim ve odadan çıktım. Derin bir soluk verdim ve çıkışa yöneldim. Hava tamamen kararmıştı ve holdingin geniş giriş holü ışıl ışıldı.

Takım elbisesi ve dik duruşuyla çıkışa ilerleyen dayımla karşılaştığımda ikimiz de şaşkınlıkla duraksadık. "Nefes?"

"Dayı?" Dedim samimi çıkartmaya çalıştığım sesimle. Yön değiştirip yanıma geldi ve bana sarıldı. Çalışanların bakışlarını üzerimizde hissederek ben de ona sarıldım.

"Ne işin var burada bu saatte? Yanlış anlama, çıkış saatinde gelişine şaşırdım sadece. Bir de acele gelmişsin." Dediğinde suratına bakakaldım. "Acele geldiğimi nereden biliyorsun?"

"Kot pantolon ve beyaz kazak giymişsin de ondan. Sen manken gibi gezersin normalde." Dedi ve şakacı bir tavırla göz kırptı. Gülümsedim. "Biraz öyle oldu. Önemli bir şey değil ama." Dedim sormaması için. Ve hemen konuyu değiştirdim. "Sevgili oğlun nerede? Çıkmadı mı daha?"

Şaşkınlıkla suratıma baktı. "Hemen önümden çıktı, görmedin mi?" Gözlerim büyüdü. Araf'ı nasıl görmemiştim? Özellikle beyaz maskesini fark etmemem imkansızdı.

"Gel hadi yemek yiyelim." Diyerek kolunu omzuma attı ve omzum dayımın bedenine çarptı. "Nerede?" Diye merakla sorduğumda aklımdaki tek kişi Araf'tı. Bir yanım yüzleşmek isterken diğer yanım yüzüne bile bakmamak istiyordu.

"Yorgunum biraz. Evde yesek?" Dediğinde karşı çıkmadım. Zaten hastaydı, bir yanım onun için üzülürken diğer yanım bana onun canlı lazım olduğunu vurguluyordu.

Korumalarla birlikte holdingin etrafından dolandık ve hemen arkasındaki şifreli çelik apartman kapısına ulaştık. Dayım şifreyi girdikten sonra kapı açıldı ve koridora geçtik. Asansöre bindiğimizde en üst katın tuşuna basmıştı. Asansörden indiğimizde dayımın dairesine ilerliyorduk ama benim gözüm Araf'ın dairesinde takılı kalmıştı. Acaba evde miydi? Yemeğe o da gelir miydi? Gelmezdi. Beni görmüş olmalıydı. Açıkçası peşime adam taktığını düşünüyordum. Ben yaklaştığım an o uzaklaşıyordu.

Dayımın dairesine girdiğimizde evde yemek kokusu kol geziyordu. Araf'ın aksine dayımın yardımcıları vardı.

"Sen ellerini yıka ben de bi üzerimi değiştireyim. Kurtulayım şu takımdan." Dedi dayım şakacı bir tavırla. Ona sadece gülümsedim ve montumu çıkartıp vestiyere astım. Banyoda ellerimi yıkadıktan sonra aynadaki yansımama baktım.

Koyu yeşil gözlerim eskisi gibi bakmıyordu. Eskiden aynaya baktığımda gözlerimde sadece sınav yorgunluğunu görürdüm. Şimdiyse hiçliği görüyordum. Bir insan hiçliği görebilir miydi? Olmayan bir şey nasıl görünürdü?

Bir an omuzlarım düştü, üstünde çok ağır bir yük varmış gibi. Ve rahatladım. Omuzlarım düştüğünde rahatladım. Sanki zorla dik tutuyordum onları.

Derin ve yorgun bir nefes verirken ellerimi lavabo tezgahının kenarlarına yaslayıp ağırlığımı verdim. Gözlerimi kapatıp bir süre kendime zaman tanıdım. Sanki şöyle bir ağlasam, tüm bu ağırlık uçup gidecekmiş gibiydi. Ama ağlayamıyordum. Zaten kimsenin görmesini de istemiyordum ama gece vakti yatağımda kendimle baş başayken bile ağlayamıyordum.

Patlayışım ağır olacaktı.

Kan damlası o kadar ısınmıştı ki, dokunan anında elini geri çekerdi.

Salona geri döndüğümde dayımın masaya oturmuş beni bekliyor olduğunu gördüm. Nazikçe gülümseyip yanına oturdum.

"Araf da bize katılacak mı?" Diye sordum ama sesim meraksızdı. Düzdü. Çünkü cevabı zaten biliyordum. Yine de dayıma karşı onları hiç merak etmiyormuşum gibi görünmek istemiyordum.

Dayımın dudakları kıvrıldığında gözlerimi kaçırdım. O kıvrımda bir alay ve ima saklıydı. Ondan saklanırcasına suyumu yudumladım. Boğazım kurumuştu. "Hayır, onun işi var. Ceren ile birlikte kendi dairesinde. Canan mıydı yoksa? Neydi bu kızın adı?" Suyun boğazıma takılmasıyla öksürmeye başladım. Elimi göğsüme koyup bastırdım. Dayım sırtıma vururken "Helal helal, sakin ol." Diyordu.

Kendime gelir gelmez anında "Cansu?" Diye sordum. Nefes nefeseydim. Dayım gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken, "Evet evet. Cansu. İsim hafızam pek yoktur." Dedi. Benim de dayı, benim de.

"Ne işi varmış o ka-" hafif öksürmem sözümü kesince şükrettim. Az kalsın dayımın karşısında elin kızına karı diyordum! "O kızın orada?" Diyerek devamını getirdim.

"Sen Karaslan'ların tarafına geçtiğini söyledikten sonra bir de üstüne okulun eklenince holdinge gelemedin ya hani? Bu yüzden bana geldi ve düzenli çalışmak istediğini söyledi. Bu yüzden Araf'ın asistanı olmak istiyormuş, transfer yani. Araf'la konuştum ve tamam dedi. Bu yüzden Cansu artık onun asistanı. Toplantı falan yapıyorlardır herhalde. Sen rahat rahat yemeğini ye." Dediğinde çatalım elimde dondu. "Niye rahatsız olayım ki?" Dedim hayretle. Rahat rahat ye, de ne demekti?

"Yok canım o anlamda demedim." Dedi dayım gülerek. İştahım falan kalmamıştı.

Evdeydi! Üstelik Camsuyu da yanındaydı. Yalnızlardı. Artık bıkmıştım! Seçil'i daha atlatamamışken bir de Camsuyu'nu mu çekecektim?

Evet, bu lakap mantıklıydı. İsmini böyle aklımda tutabilirdim. Şansım varsa belki yanlışlıkla yüzüne de söyleyebilirdim.

Daha dün benim asistanımken ve benim kıçımda dönerken şimdi birden bire vahiy mi inmişti de Araf'cı olmuştu? Tam anlamıyla bir akbabaydı.

Yemek bittiğinde dayım önemli bir şey olduğunu söyleyerek çalışma odasına çağırmıştı. Sandalyesine oturdu ve laptopunu açtı. Ben de karşısına oturdum. Bilgisayarda bir şeylerle uğraştıktan sonra "Gel bak." Dediğinde yerimden kalkıp masanın etrafında dolandım ve dayımın yanına geçtim. Masaya doğru eğilip ekrana baktım. Oldukça pahalı duran bir gerdanlık resmiydi. Gümüş rengi kalın bir yılan boynu sarıp kuyruğunda buluşuyordu ve gözleri yeşildi. Zümrüt taşından olmalıydı. Üstelik gümüşün tonu o kadar kirli bir tondu ki, antika olduğu bariz belliydi.

"Bana hediye mi alacaksın?" Diyerek dayıma sataştığımda kahkaha attı. "Çok isterdim. Ama o zaten senin hakkın." Şaşkınlıkla dayıma baktım. "Anlamadım?"

Derin bir nefes vererek koltuğunu bana doğru döndürdü. "Ailemizin soyu Osmanlı dönemine dayanıyor, Nefes. O zamanlar soy ad yoktu tabii, ama nesilden nesile aktarılan miraslar sebebiyle bu sonuca ulaşabiliyoruz. Karaslan'larla olan mevzumuz Yağmur'dan ibaret değil. Keşke öyle olsaydı." Bu iş iyice ilginçleşiyordu.

"Bir hançer var." Dediğinde zihnimde şimşekler çakmıştı. Aklıma babamın Instagram hesabındaki fotoğrafı gelmişti. Kolyemdeki hançerin aynısının broş versiyonunu ceketinin yakasında taşıyordu. Aynısı, hiçbir fark yoktu. O hançer olmalıydı! "İki ailenin birbirine düşmesine sebep olan bir hançer. Yine Osmanlı zamanından kalma bir hançer. Karaslan'lar, hançerin onlara ait olduğunu savunuyor ama hançer bizim. Bundan eminim fakat onlar da emin. Bu şekilde bir kutuplaşma başladı yıllar öncesinde. Sonrasında gelişen olaylar ise bu düşmanlığı sadece pekiştirdi." Saçma ve mantıksız gelen yerler vardı.

"Alt tarafı bir hançer bu, dayı. Osmanlı'dan kalmış, şimdi kimsenin işine yaramaz öylece kenarda durur ve çürür. Neden bu kadar uzattınız bu konuyu?" Dedim yüzümü buruşturarak. "Aile yadigârları büyük önem taşır, Nefes. O soyun imzası ve sembolüdür. Bu yüzden eğer ortada bir yadigâr varsa, herkes sahip çıkmalı. Fakir olduğumuz zamanlarda bile deli gibi sahip çıktık bunlara. Satmayı aklımızdan bile geçirmedik." Onları anlayabiliyordum, inandıkları şeyler ve fikirleri farklıydı ama bana hâlâ anlamsız geliyordu. Belki de böyle şeylere değer vermediğim içindi.

Kolyenin sırrı da açığa çıkmıştı işte. O hançer, iki aile arasındaki husumeti her daim hatırlatan bir semboldü. Ve babam anneme bunu hediye ederek, boynuna takarak bunu vurgulamıştı. Hiçbir zaman mutlu olamayacaklarını, aralarında bir hançer olduğunu. Hatta aynı hançerden kendisi de takmıştı.

"Peki bu kolye konusu nedir?" Dedim elimle gelişigüzel bir şekilde bilgisayarı göstererek. "Pakgör ailesinin iki çocuğu vardı. Ben ve annen. İki yadigâr vardı. Hançer ve bu gerdanlık. Hançeri bana, gerdanlığı da Yağmur'a vermişti babam. Gözü gibi baktı, korudu."

"Sonra ne oldu?"

"Çalındı. Anlamsız bir şekilde çalındı ve ortadan kayboldu. Yağmur çok üzüldü." Sıkıntılı bir nefes aldı. "Hayatımın yarısı o gerdanlığı aramakla geçti. Sonra buldum. Burada devreye sen giriyorsun, güzel kızım." Merakla kaşlarımı çattım. "Bir müzayede var. Bu antika gerdanlık yarın akşam dokuzda açık arttırmaya çıkacak. Engelleyebilmem mümkün değil çünkü bize ait olduğunu kanıtlayacak kanıtlar elimde yok. Senden şunu istiyorum; annen adına, o kolyeyi al ve kimseye kaptırma." Bakışlarım boşluğa daldı. Bunu yapardım, onda problem yoktu. Ama tüm bu yeni bilgiler... Her gün yeni bir şey öğreniyordum.

"Peki şu oyunun sırrı ne? Cinayetler falan."

"O tamamen işin zevki." Dediğinde bakışlarım sertleşti. "Anlamı var ama öyle önemli bir şey değil. Adı üstünde, sadece bir oyun. Her şey önceden belirli, dert etmen gereken hiçbir şey yok."

"Zevkine mi insanları öldürüyorum yani? Bu ne saçmalık? Vahşi miyim ben!?" Sesimin yükselmesine engel olamamıştım ama haklıydım! Zevk uğruna kimsenin yaşam hakkını elinden alamazdım! Zevk diyordu ya, zevk!

"Sakin ol, Nefes. Dedim ya, her şey önceden belirli zaten. Kimlerin öleceğine kadar hem de. Hiçbiri boşa değil, emin ol. Neyse. Bi kahve içelim mi?" Diyerek yerinden kalktı ve yanımdan geçerek kapıya yöneldi. Ben ise öylece durmuş ona bakıyordum. "O hançer sende mi?" Diye sorduğumda olduğu yerde durdu.

"Karaslan ailesi hâlâ o hançeri mi arıyor? Sende mi?"

"Evet, hançeri arıyorlar. Ama bende değil." Çok rahattı. Öyleyse hançerin nerede olduğunu biliyor olmalıydı. Bunu sormak ve öğrenmek istemiyordum. Beni tehlikeye atacak hiçbir bilgiyi istemiyordum. Fazladan, gereksiz aksiyona ihtiyacım yoktu.

Salona geçtiğimizde kanepenin üstüne bıraktığım telefonumu alıp saate baktım. Neredeyse on bire geliyordu. Babamın nutuklarıyla uğraşamazdım. Dahası, güvenini kazanmaya çalışıyorken onu kızdırmak istemiyordum. Bu sadece bana ayak bağı olurdu.

"Ben çıkayım, dayı. Kahveyi sonra içeriz." Dedim. Dayım üzülmüş gibiydi. "Kalsaydın?"

"Geç olmuş. Sevgili babacığım (!) sorun çıkarmasın şimdi." Dedim ve dayıma sarıldım. Onun da güvenine ihtiyacım vardı. Herkes tek tek nasibini alacaktı. Karma, onlara geri dönecekti ve ben de buna aracı olacaktım.

"Bu arada Nefes. Bunu vermeyi unuttum sana." Dediğinde elimdeki montumla dayıma döndüm. Bana bir anahtar uzatıyordu. Sorgulayıcı bakışlarla anahtara uzandım. "Üç tane boş daire vardı. İkisi Araf'la benim. Diğeri de senin. Karşı komşumsun." Dedi ve güldü. Şaşkınlıkla dayıma bakakaldım. "Ne? Benim mi?"

"Evet. Bizzat senin kendi şahsi evin. Bizimle hiçbir bağlantısı olmayan bir daire. Tamamen senin." Şaşırsam da teşekkür ederek anahtarı cebime koydum.

Montumu giyip daireden çıktım. Kapı arkamdan kapanırken asansöre ilerledim. O sırada asansöre en yakın dairenin kapısı açıldı. Araf'ın kapısı. Yolun yarısında durdum.

Cansu'nun çıktığını gördüğümde de öylece baktım. Beni fark edecek miydi acaba? Fark ettiğinde tepkisi ne olacaktı?

Kapıyı arkasından kapatırken Araf'ın onu geçirmemiş olduğunu anlamıştım. Cansu, kapı kapandıktan sonra arkasını döndüğünde beni gördü. Ve ben şaşkınlıkla kalakaldım. Nefes dahi alamadım.

Maşayla neredeyse yarım saat uğraşmış olduğu saçları dağınıktı. Göz makyajı akmıştı ve kendince silmeye çalışmıştı fakat başaramamıştı, yine göz altlarındaki siyahlıktan belli oluyordu. Ve ruju... Kırmızı rujunun silinmiş olduğunu görmenin canımı en çok yakan şey olması normal miydi?

Bu da ne demekti şimdi?

Cansu'nun her zaman yaptığı gibi gülümseyip saygıyla iyi akşamlar dileyeceğini düşünmüştüm. Ama o edepsiz bir bakış atarak parmağıyla dudağının kenarını silmeyi tercih etmişti. Bakışları adeta rakibim olduğunu vurguluyordu.

Sürtük. Onu ayrı, Araf'ı ayrı mahvedecektim!

Ben bakirim.

Arzuladığım ilk kadınsın, Desise.

Dayanamamıştı! Bakir kalmasını beklemek aptallık olurdu zaten! Neden kalsın ki? Neden benim de bakire olduğumu bilmesine rağmen kendini bana saklasın? Kimdim ki ben sonuçta? Kuzen bile sayılmazdık, birlikte büyümemiştik zaman geçirmemiştik. Tek bağımız sikik bir kandan ibaretti!

Aldatılmış gibi hissediyordum ama aramızda adı olan bir ilişki bile yoktu. Ya da var mıydı? Bilmiyordum. Bir şeylerin netleşmesi lazımdı! Böyle devam edemezdim! Eğer aramızda hiçbir siktiri boktan bir şey yoksa hayatıma bakacaktım!

Ama belli ki yoktu ve o da hayatına bakıyordu.

Yine de kesin karara varmak istemiyordum. Daha Araf ile konuşmamıştım, belki Cansu yalan söylüyordu? Bilerek yapmıştı?

Her ihtimali düşünmek zorundaydım.

Cansu'nun benden çekecek çok şeyi vardı.

Eda veya Nefes değil. Karşısına Asise'yi almıştı.

Öyleyse seçimlerinin sonuçlarını yaşayacaktı.

Cansu asansöre binerek gözden kaybolduğunda gözlerim Araf'ın evinin kapısına kaydı. Kaşlarım çatıldı ve bakışlarım vahşileşti. Bir şekilde içimi rahatlatmam gerekiyordu.

Her zaman yanımda taşıdığım katlanan çakıyı çıkartıp açtım. Hızlı adımlarla ilerledim ve ne kadar kuvvet uyguladığımı bilmeden çakıyı kapıya sapladım. Her ne kadar çelik kapı olsa da dış kısmı ahşaptı. Çakı kapıda asılı kalırken tok bir ses koridorda yankılanmıştı. Bu kuvveti ben değil, içime attığım her bir an uygulamıştı. İçime atarak biriktirdiğim her an.

Beni görmek istemiyordu, görmeyecekti.

Hızlıca kapıdan uzaklaştım ve bu katta olan asansöre binerek kapıları kapadım. Giriş katının tuşuna bastıktan sonra kollarımı bağlayarak asansör köşesine yaslandım. Başımı geriye yatırdım ve gözlerimi sımsıkı kapattım. Derin derin nefes alıp veriyordum, sanki nefes nefese kalmış gibi. Dudaklarım titredi ama ağlayamadım. Birine sarılmaya ihtiyacım vardı. Buna çok ihtiyacım vardı. Ama bunu dile getirip birisine minnet etmeye niyetim yoktu.

Holdingin bloğundan çıkar çıkmaz öne ilerledim ve beni bekleyen şoförümün arabasına bindim. Ona adresi verdim ve geriye yaslanıp telefonu cebimden çıkardım. Baha'ya, nerede olacağıma dair bir mesaj ve konum attıktan sonra telefonumu tamamen kapattım. Kapalı telefonumu tekrar cebime koydum.

Geldiğimizde şoföre burada beklemesini söyleyerek araçtan indim. Kar yağışı başlamıştı. Gökyüzünden lapa lapa dökülen kar, sokak lambaları altında muazzam bir manzara sunuyordu ama bunun tadını çıkarabilecek bir ruh halinde değildim. Sokak lambalarıyla aydınlatılmış, kaldırım taşıyla döşenmiş yolda ilerledim. Kar taneleri saçlarıma, kirpiklerime düştü.

46 numaralı sokağı bulduğumda o araya girdim ve o kaçtığım mezarın başında buldum kendimi.

Yağmur Pakgör
D.T. 05.03.1978
Ö.T. 21.01.2001
Ruhuna Fatiha

Bu sefer kaçmayacaktım. Kaçmaya bile gücüm yoktu. Dudaklarım aralandı ve duyulmayacak kadar kısık bir sesle mırıldandım. "Anne..." Annem cevap vermedi.

Annem cevap veremezdi.

Mezara yaklaştım ve bir çekingenlik sardı tüm vücudumu. Oturmakla oturmamak arasındaydım. Sanki beni gerçekten ama gerçekten duyacakmış gibi hissediyordum. Utanç duyuyordum. Annemden nefesini çaldığım için büyük bir utanç duyuyordum. Ben doğdum diye ölmüştü...

Taşa oturmadım, kıyamadım. Bu yüzden üstümün çamur olacağını bile bile mezar taşının hemen yanındaki toprağa oturdum. Dizlerimi kendime çektim ve kollarımı dizlerime sardım. "Anne... Bu ağırlık bana fazla geliyor." Dediğimde bile sesim kısıktı. İlk defa annemle konuşuyordum. İlk defa.

"Sırtımda ayrı, kalbimde ayrı bir ağırlık var. Ne tarafa eğileceğimi bilmiyorum, omurgam kırılacak, anne." Bir süre sustum. "Sığınacak, güç bulacak kimsem yok. Yalnızım. Etrafımda bir ordu kadar insan var ve hepsi benim güvenimi kazanmak için her şeyi yapmaya razı ama ben yapayalnızım."

Omuz silktim. "Açelya vardı, sen tanımazsın." Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. "En iyi dostumdu. Lafın gelişi demiyorum, gerçek bir dosttu. Biliyor musun? Bir gün benim yüzümden disiplin cezası yemişti. Ortaokuldaydık ve ben bir suç işlemiştim. Yangın alarmını patlatmıştım, sırf merak. Kamera bozuktu ve bundan yararlandım. Açelya üstlenmişti suçu, benim savcı olmak istediğimi biliyordu. Bu ceza ve sicilin bana sorun çıkaracağını da biliyordu. Benim için kendi geleceğini yakmıştı." Gözlerim dolmuştu. Burnumu çekerken gülümsedim. "Ben bunun karşılığında ona hiçbir şey yapamadım, hiçbir zaman izin vermedi ve ona çok kızdım. O da bana biz kardeşiz, kardeşler birbiri için her şeyi yapar ve karşılık beklemez demişti. Abim vardı ama kardeşim yoktu. Benim kardeşim her zaman Açelya olmuştu. Gülerken, ağlarken, doğum günlerimde, özel günlerde, kötü günlerde... Yanımda olması imkânsız olan anlarda bile bir yolunu bulup hep benim yanımda oldu. O... Gerçek anlamda bir kardeşti. En yakınımdı, herkesten daha yakın. Bana en çok koyan darbe de bu yüzden Açelya'ydı. Herkesten hesap sordum yakıp yıktım ama Açelya'da sustum. Herkesten öcümü alırım, ama Açelya'ya asla dokunamam, anne. O tam tersini düşünecek. Hatta öldüreceğimi bile düşünebilir ama ben yapmayacağım. Yapamam. Onu asla affetmem ve güvenmem ama hâlâ ona değer veriyorum. Değer vermek denen deyimi bir anda bırakamıyorsun."

Bir süre daha sustum.

"Babam var. Senin kanayan yaran. En büyük yaranın babam olduğunu biliyorum. Senin kanını ve göz yaşını yerde bırakmayacağım anne. Asla. Bu yola senin için girdim, gerekirse senin için ölürüm de. Çünkü bunu hak eden tek kişisin... Babam hakkında herhangi bir fikrim yok. Net bir düşünce yani. Ona değer vermiyorum, hatta nefret ediyorum. Ama onun beni gerçekten sevdiğini biliyorum, görüyorum. Hâlâ sana aşık. Belki de seninle neredeyse aynı olduğumuz için bana bu kadar bağlıdır. Bilmiyorum. Onları mahvedecek bir şey yaptım. Haluk Karaslan'ın bana bıraktığı tüm mirası üzerime aldım. Yaren karısı çıldırdı ama babam hiçbir tepki vermedi. Onunla olmamdan o kadar mutlu ki mirası zerre umursamadı. İnsanları tanıyorum, bakışlarından anlayabiliyorum. Ve babamın beni kullanmadığını, gerçekten sevdiğini görebiliyorum. Gerçek bir baba kız olmamızı istiyor ama bu imkânsız. Mucize bile olamayacak bir şey istiyor."

"Amcam hakkında hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim; iğrenç insanlardan birisi olmasaydı onunla çok iyi anlaşırdık. Hatta en iyi onunla anlaşırdım. Çok kafa bir insan, şakacı, espritüel ve genç ruhlu. Tam istediğim gibi birisi. Bana herhangi bir yanlışı olmadı bugüne kadar."

"Babamın karısının kim olduğunu öğrendim. Zeynep Açar'ı. Kuzenmişsiniz ama görüşmüyormuşsunuz. Olayların iç yüzünü bilmediğim için seni yargılamıyorum. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan birisi değilim."

"Baha'yı biliyorsundur. Ben doğduğumda dört yaşındaymış. Kocaman adam olmuş ama beyni küçücük kalmış." Dedim ve kendi şakama kendim güldüm. "Şaka yapıyorum tabii, onun da hakkını ödeyemem. Sana karşı öfke doluydu ve bu yüzden başta bana çok kötü davrandı ama ben anladım. Onun öfkesi sana veya bana değil, Oğuz Karaslan'a. Senin de en az benim kadar suçsuz olduğunu o da biliyor. Babasına öfkeli ve bunu bizden çıkartmayı seçti, kolay yolu yani. Ama şimdi aramız iyi. Abi kardeş değil de arkadaş gibiyiz. Bana bazen Furkan'ı hatırlatıyor ve buruklaşıyorum. Furkan benim üvey abim. Hiçbir kan bağımın bulunmadığı abim yani. Onun hikayesi çok uzun. Biz hiç anlaşamazdık, hatta ergenlik zamanlarında beni ciddi bir şekilde döverdi. Olgunlaştıkça yaptığı her şeyin farkına vardı ve benden özür diledi. Başta affetmedim ama zamanla kendini gerçekten affettirdi. Ve ilişkimiz o zamandan sonra tamamen değişti. Gerçek bir abi oldu. Bunun ne demek olduğunu sen benden daha iyi bilirsin. Asaf Pakgör her ne kadar ikiz kardeşin olsa da sana abi gibi davranmış."

Aklıma gelen ismi hep geçiştiriyor, başka birini getirmeye çalışıyordum.

"Seçil vardı, arkadaşım. Açelya kadar derin olmasa da onunla da hayli yakın bir arkadaşlığımız vardı. Sonra... Sonrasını boş ver. Hatırlamak istemiyorum."

O malum ismin aklımı tamamen kapladığını ve başka birisine yer vermediğini hissettim. Ama kendimi zorladım.

"Bir de Yaren karısı var. Ölümüne nefret ediyorum o kadından. Fırsat bulsam bir kaşık suda zevkle boğarım! Ona yapacaklarım da bitmedi. Fitil fitil gelecek burnundan her şey. Seninle yüzümüzün neden aynı olduğunu anladım sanırım. Senin kanına girdiler ve Allah da vicdan gibi beni dikti karşılarına. El birliğiyle öldürdükleri kadının, onun yüzünün tıpatıp aynısına sahip olan kızının onlardan intikam alması için. Yaşattıklarını daha acı bir şekilde yaşamaları için. Bambaşka birisi olsam da acırdı, fakat seninle aynı yüze sahibiz ya... Psikolojik olarak daha ağır bir acı yaşayacaklar."

Boğazıma kadar dolduğumu hissettim. Gerçekten birisine sarılma ihtiyacı duyuyordum.

Ayağa kalktım ve mezar taşına uzanıp toprağa sarıldım, anneme sarılır gibi. Sıcak gözyaşım, soğumuş yüzümden kayarak annemin mezarına düştü.

"Bir de Araf var, anne." Dedim acı dolu bir sesle.

"Araf var, anne. Araf hep var."

***

Buz gibi sert ayaz suratıma çarparken burnumu neredeyse hiç hissetmiyordum. Karnımda yoğun bir ağrı vardı. Yüzümü buruşturarak gözlerimi yavaşça araladım. Hâlâ aynı pozisyonda mezar taşında yattığımı gördüğümde başımı hafifçe kaldırıp isim yazan taşa baktım.

Yağmur Pakgör.

Basit bir taşa yatarak uyumuştum ama ben sanki annemin soğuk bedenine sarılarak uyumuşum gibi hissediyordum.

Masmavi gökyüzü gözlerimin önündeydi. Tek bir bulut dahi yoktu ve hava cidden soğuktu, mezarlık şehrin dışında kaldığı için burası daha da soğuktu. Ayaz yemiştim ve karnım bu yüzden bu kadar ağrıyordu. Gece yağan kar yüzünden her yer bembeyazdı, benim üstüm bile. Üstümdeki karları elimle yere doğru silkeledim.

Uyku mahmuru biraz daha taşta uzandım ve sonra zorlukla doğruldum. Sırtım tutulmuştu.

"Günaydın." Neredeyse sıçrayarak arkamı döndüm. Şaşkınlıkla gözlerim büyüdü.

Baha, hemen arkamdaki büyük ağacın dibinde oturmuş beni izliyordu. "Ne yapıyorsun sen burada?" Dedim kısık, uyku mahmuru bir sesle. "Ne zaman geldin?"

"Sen bana mesaj attıktan saatler sonra seni aradım ama telefonun kapalıydı. Gelmeyecektim ama ben gelmesem babam gelecekti. Gittiğin yerin mezarlık olduğunu biliyordum ve annenle özel bir andayken, onu kaybetmene sebep olan adamın yanına gelmesi sana büyük bir darbe olacaktı. Hissettiğin sadece yıkım olacaktı. Bu yüzden ben geldim." Öylece Baha'ya bakakaldım. "Bu aralar beni fazla düşünüyorsun. Ne o? Ölecek miyim?" Dedim alayla.

Düne göre rahatlamış hissediyordum. Neredeyse sabaha kadar boş boş annemin mezarıyla konuşmuştum. Ne zaman uyuduğumu ya da şu an saatin kaç olduğunu bilmiyordum.

"Evet seni fazla düşünüyorum çünkü bunu birinin yapması gerekiyor. Ne dayın, ne o Araf denen piç, ne baban olacak orospu çocuğu, ne amcam, ne de bir başkası seni zerre düşünmüyor. Sen bile kendini düşünmüyorsun, Nefes. Boyundan büyük yükler altına girdin ve bu yükler yüzünden eziliyorsun. Sırtının mosmor olduğuna eminim." Tepki vermeden öylece Baha'nın suratına baktım.

Ne dayın, ne o Araf denen piç, ne baban olacak orospu çocuğu, ne amcam ne de bir başkası seni zerre düşünmüyor. Sen bile kendini düşünmüyorsun, Nefes.

Bu sözlerin altında can vereceğimi hissettim. Bir çığ gibi üzerime yıkılacağını.

Kan damlası hızla düşmeye devam ederken, kuyunun tepesine bir kar fırtınası yaklaşıyordu.

Baha yerden kalktı ve eliyle kalçasını çırparak sildi. Yere bastığı için çıkan, ezilen kar sesi kulağımı doldurdu. "Hadi gidelim artık. Çok üşüdün." Dedi ve çıkışa ilerledi. "Baha!" Diye seslendim arkasından. Durdu ve bana döndü. "Ne oldu?" Dudaklarım düğümlenmiş gibi hissettim. "Yok, yok bir şey." Dedim. Bana tuhaf tuhaf baktıktan sonra annemin mezarına son kez bakıp ellerini koyu gri kaşe kabanının ceplerine sokup çıkışa gitti.

"İyi ki varsın." Diye fısıldadığımda o bunu duymamıştı. Ağaçların arasından, arabaya bindiğini gördüm.

Gözlerim annemin mezarına geri döndü. Ellerim boynuma ulaştı ve kolyenin klipsini çözdü. Avucuma düşen kırmızı hançer kolyeye son kez baktım. Toprağın üstündeki karları elimle temizledim. Kolyeyi annemin soğuk toprağında derine gömdüm ve üstünü kapattım. Mırıldandım. "Aramızda bir hançer var, anne."

Toprak olmuş ellerimi birbirine sürterek çırptıktan sonra zaten kirlenmiş olan pantolonuma sildim ve ben de çıkışa ilerledim. Şoför burada değildi. Baha göndermiş olmalıydı. Kendi arabasıyla gelmişti. Baha'nın yanına bindiğimde arabayı çalıştırdı ve gaza bastı. Biraz sonra da ısıtıcıyı çalıştırdı.

Cebimdeki kapalı telefonumu çıkarıp açtığımda yaklaşık iki dakika açılmasını bekledim. Bildirimler peş peşe düştüğünde göz devirdim. Hatta telefon donmuştu.

Cevapsız aramaları sildim ve babamın mesajlarına görüldü attım. Instagram bildirimlerine girdim. Beğenme ve takip bildirimlerinin yanında bir de mesaj vardı.

Arafoffical: O çakıyı kafama sapladığını farz edebilir miyim?

Dalga mı geçiyordu?

Parmaklarım klavyede gezindi ve bir cevap yazdı.

Nefesasise: Edemezsin.

Ekranı kapattım ve yolu izlemeye başladım. Şehir merkezine girdiğimizde bir kaç dakika geçmiş olmalıydı.

Arafoffical: Öyleyse nereye? Kalbime mi?

Öfkeyle son cümlemi yazdım.

Nefesasise: Sikine.

Dedim ve engelledim.

Baha'nın bıyık altından güldüğünü gördüğümde mesajımı gördüğünü anlamıştım. Göz devirdim ve bu salak salak gülüşünü görmemiş gibi yaptım.

Kafasına göre kaçıp kafasına göre benimle konuşmaya kalkıyordu. Üstelik o Camsuyu'nun o şekilde evden çıkmasının hiçbir açıklaması olamazdı!

Pollyannacılık oynamayacaktım. Hislerim yüzünden saçma sapan bir şekilde onun hatalarını görmezden gelmeyecektim. Onu suçsuz çıkarmaya çalışmayacaktım. Kırgın Çiçekler'deki o malûm kadın gibi "Araf'ım yapmaz." Demeyecektim.

Eğer gerçekten suçsuzsa kendisi gelip açıklayabilirdi. O çakıyı gördüğü an, Cansu'yu gördüğümü anladığını pekâlâ biliyordum. O ise açıklamak yerine dalga geçmeyi seçmişti. Kapı yerine götüne saplamadığıma şükretmesi gerekirken hem de.

İstediği olacaktı.

Beni hiç görmeyecekti.

***

"Ben sana 'götüm donuyor, eve gidelim' diyorum sen beni AVM'ye getiriyorsun, Baha! Üstüm başım da bok gibi zaten!" Kontağı kapattı ve araba sustu. "İşte bu yüzden buradayız zaten. Ayı saldırmış gibisin, sen ağzına sıçamadan babamın kalp krizi geçirip gebermesini istemem." Dedi ve kapıyı açıp arabadan indi. Arkasından göz devirip oflayarak ben de indim. Kapalı otoparkta her zamanki derinden gelen uğultulu o ses vardı.

Asansöre bir çiftle beraber bindiğimizde ikisi de beni şöyle bir süzmüştü. Göz devirerek kollarımı bağladım ve sırtımı aynaya yasladım.

Ünlü bir mağaza zincirinin kapısından girdiğimizde rengarenk kışlık kıyafetler karşılamıştı bizi. Yüzümü buruşturdum. "Bence erkek reyonundan giyinmeliyim."

"Oldu. Size hayvan gibi iki kat vermişler yine bizim kıyafetlerimize dadanıyorsunuz. Biz ne giyeceğiz, amına koyayım?" Acınası hâline güldüm. "Bunu bize değil, tasarımcılara söyle. Oyuncak Barbie bebek gibi giydirmeye çalışıyorlar bizi. Ya da Bülent Ersoy gibi abartılı süslü. Her kadına uygun tarz değil bu. Özellikle de benim gibi koyu renkleri ve sadeliği seven birisi için."

Baha'yı geride bırakarak reyonlar arasında gezinmeye başladım. Bir umut belki güzel bir şey bulabilirdim.

Siyah, ince bir kazak bulduğumda mutlulukla gülümsedim. Omuz ve göğüs arasında kesik detaylar vardı ve o kesikler gümüş rengi metal bir halkayla tutturulmuştu. Bisiklet yakaydı ve body tarzdaydı. Hemen kendi bedenimi bulup koluma attım.

Pantolon ve etek arasında kalmıştım.

Düşünüyordum da, eskiden etek ve elbiselerden nefret ederdim. Vebalıymış gibi kaçardım. Bunun sebebi onları sevmediğimden değildi. Ağdaya katlanamadığımdandı. Şimdiyse düşünecek ve kendime dert edecek o kadar çok şey vardı ki ağdanın acısı hiç gibi geliyordu.

Bu yüzden deri, mini bir etek aldım. Siyah, desenli, ince bir çorap seçip kasaya ilerledim. Baha da kendine birkaç parça bir şey alarak yetişmişti. Ayaklarımdaki topuklu botlarım çamurluydu ama sorun değildi, ıslak mendille silindiğinde sorun kalmazdı.

Ödeme işleminden sonra kabinlere geçip üstümü giyindim. Kabinin içindeki ufak tabureye oturmuş, yırtılmamsı için özen göstererek çorabımı düzeltiyordum ki kapının üstünden aniden bir şey atıldı. Çığlık atarak duvara yapıştığımda şaşkınlıkla kapıya bakıyordum. Baha ise kahkaha atıyordu. Kırmızı, kaşe bir kaban atmıştı. "Al şunu giy, kezban gibi gezme." Söylene söylene kırmızı kabanı kapının üstünden indirdim. "Kezban ne ya!? İnsanları giydiklerine göre yargılayacak kadar düştün mü, Baha Karaslan?"

Sarı saçlarımı elimle düzelttim ve geriye attım.

Kabanı giydikten sonra montumun cebindekileri yeni kabanımın cebine yerleştirdim. Onu da kirlilerle birlikte poşete tıkıp kabinden çıktım. Baha, karşıdaki aynaya yaslanmış beni bekliyordu. Baştan aşağı süzüp ıslık çaldı. "Şimdi kadına benzemişsin."

"Yaz dizilerinden fırlamış gibi konuşma da yürü." Dedim ama beni dinliyor gibi değildi. Boynuma odaklanmıştı. "Kolyen nerede? Sabah gördüğüme eminim." Kolyemin eksikliğiyle elim boynuma gitti. "Olması gereken yerde." Dedikten sonra mağaza çıkışına ilerledim.

Asansörlere ilerlerken Baha koşar adım arkamdan geldi ve kolumdan tutup başka bir yere sürüklemeye başladı. Ona direnerek "Bıraksana, Baha, ne yapıyorsun? Eve gidelim artık!"

"Gel benimle." Dedi sadece. Sıradan bir takı dükkanına soktuğunda ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışarak Baha'ya baktım. Özel olarak bir şey arıyormuş gibi takılar arasında göz gezdirdi. Sonra aradığını bulmuş gibi bir kolyeye uzandı. Parlayan melek kolyesini eline aldı ve iyice inceledi. Bana bir şey söylemeden kasaya gitti ve ödeyip geldi. Dükkandan çıktığımızda AVM'nin ortasında durdu ve bana döndü.

"Bu, Mikail meleği kolyesi. İslam inanışına göre Mikail meleği hava olaylarını kontrol edermiş. Hayatındaki en önemli olaylar hep yağmur yağarken olmuştu. Annenle ilk kez konuşurken de kar yağmıştı mesela. Ve annenin ismi de Yağmur. Bence daha fazla bir şey söylememe gerek yok?" Şaşkınlıkla bir Baha'ya, bir kolyeye baktım. Gerçekten de başka bir şey söylemesine gerek kalmamıştı. Bütün bunların hepsini nereden bildiğini merak etsem de sorma gereği duymadım.

"Annenin kolyesini annene geri verdiğini biliyorum, Nefes. Olması gereken yer, dedin. Bunu anlamamak için aptal olmak lazım. Onun yerini tutmaz ama her zaman bir boşluk hissedeceğini biliyorum. O yüzden... Lütfen bunu kabul et. Gerçek altın veya pırlanta değil ama-" susturdum. "Kapa çeneni. Kolye kolyedir. Altın, metal, pırlanta, sahte diye ayrılmaz. Özellikle de anlamlı bir kolye. Sen böyle bir şeye niyet ettikten sonra kolyenin neyden olduğu ne anlam ifade ediyor ki? Hiç?" Gülümsedi.

"Belki bana inanmakta güçlük çekebilirsin. Daha geçen ay senden nefret ediyordum sonuçta." Dedi ve güldü. "Ama bilmiyorum. İster kan çekiyor de, ister tanıdıkça sevdin de. Ama ben seni artık gerçekten kardeşim olarak görüyorum. Hatta bazen ablam olarak bile görüyorum." Dediğinde bu sefer ben de güldüm. Bilmiyordum. Belki de kafasına saksı düşmüştü, ama samimiydi. Yalan söylemiyordu.

Bir anda "Özür dilerim." Dediğinde ona bakakaldım. Ne için özür diliyordu? "Ne için?" Dedim şaşkınlıkla. Dudaklarını birbirine bastırdı ve mahcubiyetle omuz silkti. "Özür dilerim işte. Zamanla anlarsın." İçime dev gibi bir kuşku düşmüştü. "Ne bok yedin, Baha?"

"Yeni bir şey değil. Sadece... Zamanında yediğim bir bokun acısı bugün çıkıyor. Ne olduğunu ben söyleyemem, buna yüzüm yok. Zamanla kendin anlayacaksın." Üstüne gideceğimi ve öğrenene kadar bırakmayacağımı biliyordu. Bu yüzden bir anda konuyu değiştirdi. "Gel kolyeyi takayım."

"Şimdi konuşmak istemiyorsun anladım ama unuttuğumu sanma." Diyerek onu tehdit ettikten sonra saçlarımı topladım. Baha, kolyeyi boynuma taktıktan sonra saçlarımı geri bıraktım.

Bunu hiç çıkarmayacaktım.

Baha'yla alakası yoktu, sadece anlamlıydı.

Yemek katına çıkıp bir kafede kahvaltı yaptıktan sonra eve dönmüştük. İstanbul trafiği sayesinde yolculuk saatler sürmüş olsa da şimdi buradaydık. Evin bahçesinde.

"Nefes." Abime döndüm. "Efendim."

"Bu akşam müzayede olduğunu biliyorum." Ona öyle bir bakış attım ki hemen açıklama yaptı. "Köstebeklik falan yapmıyorum. Sadece haberi geliyor. Gel arka bahçeye geçelim." Evin yanından dolaşarak arka bahçeye geçtik. Havuz başındaki çardağa geçtik ve oturduk. Çardak kapalı olduğu için kar buraya ulaşmamıştı. İçerisi buz gibi olduğu için abim köşedeki ayaklı açık hava ısıtıcısını açmıştı. Isıtıcı kısa sürede ısındı ve kırmızı bir renk aldı. Bacak bacak üstüne atarak masaya yaslandım ve abime döndüm.

"Bu akşam müzayede var. Oraya yalnız gidemezsin ama ben de gelemem." Evet gelemezdi. Karaslan ailesinden birisiydi ve Pakgör ailesine ait bir kolyenin müzayedesine benim kavalyem olarak gelemezdi. Bana kalsa yalnız giderdim ama abimin neden böyle bir şey söylediğini bilmiyordum. "Neden tek başıma gidemezmişim? Kural falan mı var?"

"Hayır. Sadece bilmediğin bir ortam, ilk defa gideceksin. Tek başına gitmen pek doğru olmaz diye düşünüyorum. Aslında baksana, ben de geleyim. Müzayedeye ben de katılırım ama kolyeyi ben almam." Derin bir nefes verdim. "Hayır, abi. Buna gerek yok. Ben yalnız gideceğim." Sıkıntılı bir nefes vererek geriye yaslandı. "Bu da benim içime sinmiyor."

"Rahat olsana biraz? Her şey yolunda. Ben halledeceğim her şeyi." Bir süre gözlerime baktı. "Umarım." Diye mırıldandığında hafifçe gülümsedim. "Öyle olacak." Dedim.

***

Eve girdiğimizde aceleyle yukarı çıktım. Amcam ve babam holdingde olmalıydı. Yaren karısından ses seda yoktu, abim de az önce çıkmıştı. Babamın yanına gidecekti.

Aklımda bazı planlar vardı.

Özellikle de o Cansu hakkında.

Odama geçtiğimde büyük bir kol çantasına şampuan, duş jeli ve makyaj çantası hazırladım. İç çamaşırı da yerleştirip evden çıktığımda bir şoförle birlikte arabaya bindim. Pakgör Holdingin adresini verdiğimde şoförüm artık alışmış olacak ki tepki vermemişti. Yolculuk sırasında bir kaç yere de telefon ettim.

Buna Cansu da dahildi.

"Nefes Hanım?" O uğursuz sesini duyduğumda tüylerim ürpermişti. Telefona dalıp öldürecekmiş gibi hissediyordum. "Hemen benim daireme bir kaç elbise, mücevher ve ayakkabı getirtiyorsun, Cansu." Kısa bir sessizlik oldu. "İyi de ben artık sizin asistanınız değilim, Nefes Hanım." Dudağımın kenarı sinsice kıvrıldı. "Biliyorum, canım. Her şeyden haberim var. Ama umurumda değil. Benim tarzıma en hâkim olan sensin. Kim olduğumu unutmayarak emrime itaat edeceğini var sayıyorum. En geç 2 saat içerisinde benim dairemde. Unutma." Dedim ve telefonu suratına kapattım.

Şoförüm, Pakgör Holdingin arkasındaki otoparka arabayı park ettiğinde çantalarımla beraber arabadan indim. Asansöre bindiğimde ve indiğimde gözüm Araf'ın dairesinin kapısına takıldı. Çakım tabiki yoktu ama kesik izi hâlâ duruyordu. Araf'ın yan komşusu dayımdı ve çapraz komşusu da bendim. Karşısında kimin oturduğuna dair bir fikrim yoktu.

Kırmızı kabanımın cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. İlk defa evime girecektim ve dekorasyon dahil hiçbir şeyden haberim yoktu. Çelik kapı açıldığında ufak hole giriş yapmıştım. Yerde beyaz, tüylü ve şekilsiz ufak bir halı vardı. Girişte hemen solda duvara dayalı beyaz bir vestiyer vardı. Kapıyı arkamdan kapattım. Duvara sabitlenmiş anahtarlığı görünce anahtarımı oraya astım.

Araf'ın evinin duvarları düz beyaz, holdeki mobilyaları kahverengi tonlarındaydı. Benimkinin ise duvarları gri bir duvar kağıdıyla kaplanmıştı ve mobilyalar beyazdı. Hemen solda kocaman bir çift kanatlı, buğulu camlı bir kapı vardı. Burası salondu. Tam karşımda mutfağa açılan normal ahşap bir kapı vardı, o da buğulu camlıydı. Sağımda ise uzun bir koridor vardı. Evin krokisinin Araf'la aynı oluşu işime gelmişti. Dayımınki ise tam tersiydi, ayna yansımalı gibiydi.

Salonu es geçerek direkt odama ilerledim. Çünkü acelem vardı.

Yatak odasının kapısını açtığım an adeta kalakaldım. Duvarlar yine gri duvar kağıdı kaplamaydı ama yatağın yaslandığı duvar özel yapım tasarım gibiydi. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyle kaplanarak süslenmişti, metal şeritler aşağı doğru iniyordu. Yatak başının üstünde, duvarın ortasında bir oyuk vardı ve raf olarak tasarlanmıştı, led döşenmişti.

Yatak çift kişilikti ve kirli bir açık kahverengiydi. Bayağı açıktı. Yatak başı yumuşak bir kumaşla kaplanmıştı, minder görünümü veriyordu. Yerler parke kaplamaydı ve koyu gri, kocaman bir halı vardı. Yatağın iki yanında baş ucu komodinleri ve abajurlar duruyordu. Tavan, spot ışıklarla kaplanmıştı. Yatağın tam karşısında devasa bir L koltuk vardı, koyu gri renkteydi. Gardırop falan yoktu. Hemen solda bir kapı vardı.

Banyo olduğunu varsayıyordum. Çantaları yatağın üstüne bırakıp o kapıya ilerledim ve açtım. Ama hayır, burası giyinme odasıydı. Banyo çift değildi, bir taneydi. Buradaki banyoyu lüks bir giyinme odası hâline getirmişlerdi.

Üzerimdekileri çıkarıp giyinme odasında bulduğum bornozu giydim ve banyoya girdim. Banyo, diğer dairelerdekiyle aynıydı. Banyodan çıktıktan sonra saçlarımı kurularken kapı çalmıştı. Kapıyı açmaya gittiğimdeyse Cansu olduğunu gördüm. Bana samimiyetsiz bir gülümsemeyle bakıp getirdiği ayaklı askıyı iterek içeri soktu. Arkasından da bir kaç kutu taşıyan adamlar girdi. Yatak odasını hiç şaşırmadan bulmuştu. Adamlar ellerindekileri bırakıp evden çıktığında kollarımı bağlayarak Cansu'ya döndüm.

"Evin krokisini ezbere biliyorsun sanırım, hiç şaşırmadan buldun odayı?" Gülümsedi. "Eviniz Araf Bey'in eviyle aynı oda düzenine sahip, Nefes Hanım." İmasını kapmıştım. Dişlerimi sıkarak ona baktım. Bir anda boğazını kavrayıp sırtını duvara yapıştırdığımda çığlık attı ve boğazındaki elime sarıldı. "Ne boklar yediğini bilmediğimi mi sanıyorsun, Camsuyu? Ups, yanlışlıkla oldu. Cansu." Bana öfkeyle baktı. "Neyden bahsediyordunuz?" Küçük bir çocuğa kıyamıyormuş gibi "Ooyyy" dedim gözlerimi kısarak. "Sen çok daha iyi biliyorsun, güzelim? Senin bu boynunu çıt diye tek hamleyle kırmamı engelleyecek tek bir şey var mı? Sanmam. Araf'la yaşadığın şey her neyse bir hiçten ibaretti. Ve hep öyle kalacak. Onun için ben varım ve benim için de o var. Bunu kalın kafana sokabiliyor musun?"

Gülmeye başladı.

"Öyle mi? Madem onun için sadece siz varsınız! Sizinle öpüşmek gibi basit bir eylemden daha ileriye gitti mi?" Sonra fısıldadı, "Ben onun tadını aldım." Gözlerim kararırken boğazındaki elimi daha da sıktım ve boynunu bırakmadan onu diğer duvara savurup kafasını sertçe vurdum. Çığlık atarak kafasını tuttu. "Vazgeçtim. Seni şimdi, hemen, burada, öldüreceğim."

"Mağlubiyetinle yüzleşmek zor tabi, Nefes Karaslan!" Gözleri dolmuştu ama acıdan olmadığı bariz belliydi. Gözlerim şüpheyle kısıldı.

Bir anda "Özür dilerim." Dediğinde ona bakakaldım. Ne için özür diliyordu? "Ne için?" Dedim şaşkınlıkla. Dudaklarını birbirine bastırdı ve mahcubiyetle omuz silkti. "Özür dilerim işte. Zamanla anlarsın." İçime dev gibi bir kuşku düşmüştü. "Ne bok yedin, Baha?"

"Yeni bir şey değil. Sadece... Zamanında yediğim bir bokun acısı bugün çıkıyor. Ne olduğunu ben söyleyemem, buna yüzüm yok. Zamanla kendin anlayacaksın."

Onu odanın geniş zeminine fırlatarak boynunu bıraktım. Dizlerinin üstüne düştü ve öksürerek boynunu tuttu. "Kimsin sen? Benimle derdin ne?"

"Yağmur Hanım'ın kızı olduğunu ve babanın Oğuz Karaslan olduğunu hep biliyordum. Ama Baha'dan haberim yoktu. Aranızın iyi olduğundan da." Sesi nefret kokuyordu. "Seçim gecesi anladım her şeyi. O şerefsiz neyse, o aile neyse sen de osun! Araf ile yakınlığınızı da hep kuzen oluşunuza yormuştum ama öyle olmadı! Artık geri adım atmak yok, Nefes Hanım. Geri adım yok." Dedi yemin eder gibi.

Abim ne yapmıştı? Karaslan ailesine olan nefretini anlayabilirdim, ama abim?

Benden özür dilemişti. Öyleyse Cansu'yu biliyor olmalıydı.

Cansu'nun bana karşı tutumunun bir anda değişmesinin sebebi de ortaya çıkmıştı.

"Hayatını siktirtme bana, Cansu. Kalk ayağa." Dedim sertçe. "Şu an Karaslan ailesi umurumda bile değil. Bu gece Pakgör ailesi için uğraşacağım. Ona göre kendine çeki düzen ver yoksa seni şu camdan sallandırır İstanbul manzarası seyrettiririm. Duydun mu beni? Cümle aleme ibret olursun. Kalk şimdi." Elinin tersiyle burnunu silerek ayağa kalktı. Elbiseler arasında elimi gezdirirken kapı çalmıştı ve Camsuyu da kapıyı açmaya gitmişti.

Koyu kırmızı saten bir elbiseye elim takıldı.

İnce askılı ve derin göğüs dekolteliydi. Sırtı da yarıya kadar açıktı. Elbisenin kalıbı dardı ve kalçamın altında bitiyordu. Beline doğru katlanmış büzgülü kumaş detayları vardı.

Elbiseyi seçerek yatağın üstüne serdim. Ayakkabı kutularına bakarken içeriye kuaför ve makyöz girmişti. Rose gold, parlak, yüksek topuklu bir ayakkabı seçtim. Çok şıktı ve bilek bandında sallanan ince zincir detayları vardı.

Saçlarıma dalgalar verilmeye başlandığında başka biri de makyajımla uğraşıyordu. Yaklaşık iki saat sonra ikisi de tamamen bitti. Saçlarım salaş ama şık bir aşağıdan at kuyruğu yapılmıştı. Ağır durmayan cilt makyajı, ağır göz makyajımla uyum içerisindeydi. Siyah bir kalemle yeşil gözlerim çevrelenmiş, eyeliner çekilmiş, dumanlı bir makyaj yapılmıştı. Siyah tonlarında dumanlı göz makyajının içerisine hafif hafif kızıllıklar yerleştirmişlerdi.

Nude ruj ile kırmızı ruj arasında kalmıştım.

Kırmızı rujda karar kıldım, dudak kalemiyle dudağım çevrelendi ve mat kırmızı rujla boyandı. Seçtiğim pırlanta mücevher takımı da boynumda ve kulaklarımda yerini aldığında artık elbisemi giyebilirdim.

Herkes çıktıktan sonra uygun iç çamaşırlarıyla beraber elbisemi ve en son ayakkabılarım giydim. Doğrulduğumda boyum hayli uzamıştı.

O gerdanlığı geri alacaktım. Ne pahasına olursa olsun.

Zincir askılı kutu çantaya telefon, kredi kartı ve para koydum. Ufak bir silah koydum ve küçük bir katlanan çakıyı da sütyenimin içine yerleştirdim. Abimin aldığı kolyeyi masadan aldım ve onu da çantamın içine attım. Takamasam da yanımda olacaktı.

Saat sekize geliyordu. İş çıkış saatiyle birlikte trafik iyice nüksedecekti ve müzayedeye varmam saatlerimi alacaktı. Fakat müzayede dokuzdaydı.

Hazır bir şekilde aceleyle evden çıkarken asansöre bindim. Holdinge geçtiğimde herkesin bakışları üzerimdeydi. Tekrar asansöre bindim ve yönetim katına çıktım. İndiğimde kırmızı halıfleks zemin üzerinde koşar adım dayımın odasına ilerledim. Çıkmamış olmasını umuyordum.

Kapıyı açarken aynı anda arkadan açıldığında düşecektim ki kapı pervazından tutundum. Dayım da irkilmişti. "Nefes?" Dedi şaşkınlıkla. Bön bön dayımın suratına bakakaldım. "Bu saatte ne işin var burada? Müzayedede olman lazımdı!" Saatine baktı. "Saat sekizi on beş geçiyor!"

"Yetişemedim işte, dayı. Acaba diyorum. Helikopter falan?" Dedim şeker isteyen çocuk tatlılığıyla. Dayım beni kınayarak baktı ve başını ağır ağır iki yana salladı.

"Şirket helikopterini keyfine göre kullanamazsın, Nefes. Ama bu seferlik tolerans gösteriyorum çünkü bu cidden çok önemli. Tamam hadi arıyorum ben, sen de çık çatıya." Dediğinde kocaman gülümsedim. "Teşekkür ederim!"

Sarılmamak için kendimi zor tutuyordum ama buna gerek görmedim. Bir anda sarıldığımda orta yaşlı adam güldü. "Sen delisin. Hadi hadi geç kaldın!" Sırıtarak asansörlere koştum ve çatıya çıkan kata bastım.

Çatıya çıktığımda sık sık saati kontrol ediyordum.

Sekizi yirmi beş geçe helikopter çatıdaki yerini almıştı. Görevlinin yardımıyla helikopterdeki yerimi aldım. Bir şey dememe gerek yoktu. Dayım konuşmuş olmalıydı.

"Nefes Hanım bunu takın." Benimle beraber oturan görevlinin uzattığı yaka kartına baktım. Tam anlamıyla altın bir karttı, üstünde Pakgör Holdingin logosu ve ismim yazıyordu. "Bu kart sayesinde hiçbir güvenlikten geçmek zorunda değilsiniz. Hızlıca açık artırma alanına gidebilirsiniz. Sekizinci kat, konferans beş."

Sekizinci kat, konferans beş. Bunu aklımda tutabilirdim.

Kartı elbisemin yakasına dikkatlice taktım.

Helikopter, bir gökdelenin çatısına indiğinde dikkatlice aşağı indim. Asansörlere ilerledim ve çağırdım. Asansörü beklerken tekrar saate baktım. Sekizi kırk geçiyordu. Nasıl bu kadar geç kalabildiğimi sorguluyordum.

Sabahın köründe uyanmıştım evet ama abim sayesinde AVM'de çok oyalanmıştık. Ayrıca trafikte saatlerimiz gidiyordu, bir de evde konuşmuştuk, dahası ben hazırlanıp Pakgör Holdinge gelene kadar yine saatler geçmişti. Şaşırmıyordum.

Gökdelenin kırk sekiz katlı olduğunu gördüğümde fenalaşacağımı sandım. Sekizinci katın tuşuna bastım. Kırk kat aşağı mı inecektik? Umarım hızlı iniyordur.

Elli iki geçe asansörden indiğimde kendi içimden küfürler sayıyordum. Konferans beşin önüne kurulmuş bankodan, numara yazılı bir plak aldım ve kaydım hızlıca yapıldı. Hızlıca dedim ama... Elli sekiz geçe konferans salonuna girebilmiştim.

İki dakika kala yetişmiştim.

Hiçbir yere bakarak vakit kaybetmeden yerimi buldum ve yerleştim. Rahat bir nefes verdim. Kalbim göğüs kafesimi kırmak istercesine çarpıyordu ve ben nefes nefese kalmıştım. Böylesine önemli bir yere geç kalmış oluşuma inanamıyordum.

Telefonumu sessize alırken açık artırma başlamıştı. Telefonu çantama koydum ve arkama yaslandım.

Antika bir tabloyla başlamışlardı. Kılımı kıpırdatmadım.

Sonrasında bir vazo, saat, başka bir tablo, taç... En sonunda annemin kolyesi kürsüdeki yerini aldığında oturduğum yerimde dikleştim.

Dolar üzerinden satış gerçekleşecekti.

Babama biraz girecekti ama umurumda değildi. Benim annemse onun da aşık olduğu kadındı!

"Açılış 100 bin dolar." Dedi adam. Ben kaldırmak üzereyken biri benden önce davrandı. Orta yaşlı, boya kızıl, kabarık saçlı bir kadın. "150 bin dolar."

Ben kaldırdım. "250 bin dolar." Kadın bana güçlü bir rakibe bakar gibi baktı ama ben gözlerimi umursamazca ondan çektim. Takibim bile olamazdı.

"500 bin dolar." Dedi bir adam.

"750 bin dolar." Dedim.

"10 milyon dolar."

Tanıdık sesi duymamla yutkunamadım. Adeta mum gibi oldum, hatta titredim. Ellerimi koltuğumun kolçağına koydum ve şokla arkama döndüm.

Beyaz Maske. Namı diğer Araf Pakgör.

Şokla dudaklarım aralanmıştı. Gözlerim kocaman olmuştu. Zindan gözleri, Girdap dediği gözlerimle buluştu. O kayıtsızca bakıyordu ama ben şoktaydım. Bir anda böyle bir yerde, annemin kolyesinin müzayedesinde karşıma çıkmasını beklemiyordum.

Bembeyaz olduğumu hissediyordum.

Hayır, kontrolümü elden kaybediyordum. Kalbimin çarpışı kulaklarıma kadar yankılanıyordu.

"Başka kimse yoksa satıyorum?"

Hemen silkelenip kendime gelmem lazımdı.

O Asaf Pakgör'ün oğlu olabilirdi ama ben de Yağmur Pakgör'ün kızıydım ve bu kolye annemindi! Dayımın değil!

"15 milyon dolar." Dedim güçlü bir sesle elimdeki numarayı kaldırarak.

"25 milyon dolar." Dedi. Sabrımı sınıyordu!

"35 milyon dolar!" Dedim. Herkes susmuş bizim nefret kusar gibi, hesaplaşır gibi kolye için savaşımızı izliyordu.

"50 milyon dolar!" Boşluğuma geldi. Hızla Araf'a döndüm ve "Senin o kadar paran mı var, geri zekalı?" Dedim.

Re-zil-lik.

Bir kaç kişi hiç çekinmeden seslice güldüğünde onlara bakmadım bile.

"Benimle kapışana bakın hele." Dediğinde sesinden alay akıyordu. O alayı onun münasip bir yerine sokacaktım.

"100 milyon dolar!" Dediğimde herkes şokla bana baktı. Keşke bir ayna olsaydı da ben de şokla kendime baksaydım.

Karaslan Holding uluslararası bir şirket olabilirdi ama 100 milyon doları annemin antika bir kolyesine vermiş oluşum babamı ciddi bir zarara sokardı ve evde terör eserdi. Bugüne kadarki emeklerim çöp olur, babamla aramız ciddi şekilde bozulurdu.

Üstelik kur kaçtı?

7,84 falan olmalıydı. Yuvarlak hesap 8 dersek, yaklaşık 800 milyon TL yapıyordu.

Sen öldün, Nefes. Çabuk kendi götünü kurtaracak bir çözüm bul. Dayından yardım isteme planların da Araf'ı gördüğün an suya düştü. Çok pis sıçtın, temizle.

Halledecektim. Kendime güveniyordum.

Yani sanırım.

Güvenmiyorsam da bunu gösterme niyetinde değildim.

"Satıyorum?" Adamın sesiyle kendime geldiğimde Araf'ın sessizliğe gömüldüğünü anlamıştım. Tam anlamıyla bir şerefsizdi! Bunu ödeyemeyeceğimi o da biliyordu!

Geri zekalı. Bir anda ortaya çıkmasının gereği mi vardı? Hangi delikteyse oraya geri dönseydi! Allah'ın cezası!

Bir kaç ürün daha satılırken ben derin bir sessizliğe gömülmüş, bunu nasıl ödeyeceğimi düşünüyordum.

Üzerime aldığım bir sürü şey vardı ama her biri benim için önem taşıyordu, satamazdım.

Yatı belki satabilirim, ihtiyacım yok nasılss. Eski evi de satabilirim. Çiftliği satamam, hayatta olmaz. Otel de olmaz. Brunette'u sevmiştim onu da satmazdım. Ziyaret dahi etmediğim barlardan birini satabilirdim belki. Hepsini toplasak 800 milyon TL eder miydi? Bilmiyordum. Yardım isteyebileceğim tek kişi abimdi. O da babama söyleyemezdi çünkü söylese dayak yerdi.

Trajikomik.

Şu an Araf'ın arkada beni izleyip sinsi sinsi güldüğüne yemin dahi edebilirdim ama kanıtlayamazdım. Piç herif!

Camsuyu ile ne boklar yemişti Allah bilir!

Camsuyu, tadına baktım falan demişti. Orospu. Muamele falan mı çekmişti acaba?

Ay kafana sıçayım, Nefes! Sana ne!

Kontrolü hepten kaybediyordum sanırım. Ben böyle değildim! Bu salağı gördükten sonra şirazem kaymıştı. Bok vardı da gelmişti! İkisinden de nefret ediyordum! Beraber tencere kapak olurlardı herhalde!

Ödemen gereken bir adet 800 milyon TL var ve senin derdin Camsuyu ve Araf'ın seksi mi?

Seks deme sıçarım ağzına.

Salonun ortasında şu an ağlayabilecekmiş gibi hissediyordum ve kendimi tutuyordum.

Bir anda bu iç sesin nereden ortaya çıktığı sorusu düştü zihnime. Eskiden de vardı ama son bir kaç aydır hiç duymamıştım.

Açık artırma bittiğinde iyice sıçmıştım. Ödeme yapmam gerekiyordu.

Kredi kartımın limiti yoktu, siyah karttı. Onunla ödeyip banka borcumu da düşündüğüm şeyleri satarak ödeyebilirdim sanırım. Başka türlü şu an ödememin imkânı yoktu.

Kimseye muhtaç kalmadan kendim halledecektim bu meseleyi. Hiç kimseye. Ben tek başıma da kendime yetebilirdim.

Düşündüğüm gibi de yaptım.

Limitsiz kredi kartımdan sorunsuz bir şekilde ücret çekilmişti. Kolyeyi de kutusuyla beraber ellerime almıştım. Kutuyu açarak kolyeyi iyice kontrol etmiş, sahte olup olmadığına iyice bakmıştım. Orijinaldi.

Başına bir şey gelmesini istemiyordum ve güvende olduğundan net bir şekilde emin olmalıydım. Bu yüzden boynumdaki pırlanta gerdanlığı çantama koyup antika gerdanlığı da boynuma taktım. Biraz ağırdı ama boyun ağrıtmıyordu.

Gerdanlıktaki yılanın zümrüt gözleri, benim- vurgulanmış- girdap gözlerimle uyum içerisindeydi.

Davet salonuna geçerken bakışların kolyemde olduğunu görebiliyordum. Buradaki hiç kimse bu kolyenin benim için önemini asla anlayamazdı.

Bir şampanya alarak boş bir masaya geçtim. Tüm masalar beyaz kumaşlarla kaplanmıştı.

İçkiden uzak durma sözümü bu gece biraz aşacaktım.

Şampanya bittiğinde geçen garsonun tepsisinden bir tane daha aldım. Bu sondu, bunu içtikten sonra bir daha içmeyecektim yoksa sarhoş olup saçmalıyordum.

"Sana benziyor." İrkildim. Arkamda, hemen dibimdeki Araf'a bakakaldım. Kolyeme baktıktan sonra tekrar bana baktı. "Pardon?" Dedim imayla. Beyaz maskesi yine yüzündeydi. Seçtiğim doktora gitmiş miydi acaba?

"Kolye. Yeşil gözler falan." Dediğinde sertleşen bakışlarımı yüzünden ayırmadım. "Ben yılan mıyım?" Dedim iğneleyerek. "Burada bir yılan varsa o da sensin! İkili oynayacak kadar da alçaksın!" Dedim ve şampanyayı kafaya dikip bardağı sertçe masaya koydum. Onu göğsünden hafifçe ittirdim ve çekildi. Hızla yanından geçerek tuvaletlerin olduğu yeri aramaya başladım. Geldiğimden beri makyajımı kontrol etmemiştim. Akmış olmasından korkuyordum.

Lavaboları bulmuştum ama biri kolumdan tutup beni duvara sertçe yaslamıştı.

Aklıma rüyamın gelmesine engel olamamıştım.

"İkili oynamak derken neyden bahsediyordun?" Dedi ciddiyetle. Elini kolumdan iterek bana dokunmasına engel oldum. Bana dokunmasını istemiyordum! O Camsuyu'na dokunduktan sonra gelip hiçbir şey olmamış gibi yeniden bana dokunamazdı!

"Sen çok iyi biliyorsun kimden bahsettiğimi! O çakıyı eve girip münasip bir yerlerine saplamasını da bilirdim ama ben kapına saplamayı tercih ettim!" Maskesini kaldırdığında başımı çevirdim. Yüzünü görmek istemiyordum. Maskesi varken her şey daha kolaydı. Kalbim o kadar çarpmıyordu, beynim donmuyordu mesela? Sadece sesi vardı. Bir de gözleri.

"Cansu'dan mı bahsediyorsun? Ne yaptığımızı anlatmamı ister misin?" İsterdim. Ama bunu ona söyleyecek değildim. "İstemem. Git buradan. Hep gittiğin gibi! Kaçtığın gibi! Oyuncak değilim ben! İstediğin zaman burnumun dibine geleceksin, istemediğin zaman elinin tersiyle iteceksin? Kusura bakma, ben o eli sikerim!" Dedim öfkeyle aniden yüzüne dönerek. Gözlerinden başka bir yere bakmamaya çalıştım. Biçimli çenesine mesela, ya da dolgun dudaklarına, ya da o muazzam gamzesine, yanığını bile ayrı sevdiğim yüzüne.

"Cansu ile özel toplantı yapmamız gerekiyordu ama şirkette kalamazdım. Bu yüzden evime davet ettim." Göz devirerek tekrar kafamı çevirdim ve kollarımı bağladım. Onu dinlemiyormuş gibi yaptım ama aslında can kulağıyla dinliyordum.

"Toplantıyı yaptık da zaten. Bittiğinde gidebileceğini söyledim ama gitmedi. Benimle yatmak istedi." Bu da fazla açık oldu!

"Bunu kabul etmedim. Çünkü ona dokunma düşüncesi bile midemi bulandırdı." Yaklaştı, nefesini kulağımda hissettim, burnunu ise tenimde. Gözlerimi kapattım. "Neden, biliyor musun?" Biliyordum ama bilmek istemiyordum. Kendimi kullanılmış hissetmekten alıkoyamıyordum! Herkesten bir darbe yemişken bir de Araf'tan yemiştim.

Kızıl Maske'den başka kimseye güvenme, Desise.

Ben artık Araf'a bile güvenemiyordum. Kendime bile güvenemiyordum. Kalbimde bir ağırlık vardı ve bir hiçmişim gibi hissettiriyordu. O ağırlıkla savaşıyordum. Bir hiç olmadığımı kanıtlamaya çalışıyordum ve Araf buna hiç yardımcı olmuyordu. Aksine, savaştığım tarafı güçlendiriyordu. Yorgundum. Günlerdir uyumamış gibiydim.

"Bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum." Dedim bıçak gibi keskin bir şekilde.

Araf duraksadı. Sonra geri çekildi. "Pekâlâ. Devam ediyorum o zaman. Kısa ve öz. Ben ona hiç dokunmadım, evet. Ama o bana dokundu." Kalbime keskin bir yumruk yedim sanki.

"Senin bile dokunmadığın yerlere." Dediğinde yumruk, yerini hançere bıraktı. Kırmızı hançer. Annemin mezarına gömdüğüm hançer, kalbime saplanmış bir şekilde bana gülüyordu.

Annemin mezarına gömdüğüm hançer?

Hançer.

Hançer annemin mezarındaydı!

Şaşkınlıkla kalakaldım. Neye ne tepki vereceğimi bilemedim. Bayılacak gibi hissediyordum, başım dönüyordu, kulaklarım uğulduyordu.

"Ne bok yediğiniz beni ilgilendirdeydi şu an hayatında olurdum, değil mi, Araf?" Dedim alayla, güçle, dimdik bir şekilde, gözlerinin en içine bakarak.

Yine savaştım o içimdeki yıkımla.

Sonuna kadar savaşacaktım. Asise pes etmezdi. Kimsenin karşısında ezilip bükülmezdi. Mutlaka bir çıkar yol bulur ve kendini kurtarırdı!

"Haklısın." Dedi belli belirsiz gülümseyerek. "Değilsin."

Değilsin.

Hayatında değildim.

Gülümsemeye çalıştım. Gözlerimin dolmasını engellemek için tüm gücümü kullandım. "Güzel." Dedim kısık sesle. "En azından bir şeyler netleşti. Teşekkür ederim." Dedim ve yanından sıyrılıp lavaboya girdim. Daha fazla orada kalsaydım kendimi daha fazla tutamayacak ve ağlayacaktım.

Kabine girip kapıyı kilitledim.

Annemin kolyesini almayı başarmıştım ama mutlu değildim.

Araf'ı görmüştüm ama mutlu değildim.

Araf'tan net bir cevap almıştım ama mutlu değildim.

Kimsesizdim ve mutsuzdum.

Senin bile dokunmadığın yerlere.

Cansu, Araf'ın kalbine dokunamamıştı. Çünkü ben oraya dokunmuştum.

Klozetin üzerine oturdum. Göz yaşlarım boşalmıştı. Bu sefer bunu engellemeyecektim. Ağlamak zorundaydım. İçimde biriktirdiğim her şeyi atmak zorundaydım.

Çantayı açtım ve Mikail meleği kolyeyi elime aldım. Avucuma bıraktım ve uzun uzun izledim. Avucumu sıktım ve alnıma dayadım.

Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum. Belki bir saat, belki sadece dakikalar.

Aklıma telefonum yeni düşmüştü. Sessizden çıkarmamıştım. Burnumu çektiğimde esanslı temizleyici kokusu burnuma doldu. Ağır bir lavanta kokusu vardı. Telefonumu çantamdan çıkardığımda bildirimler vardı.

Parmak izimi okutarak telefonu açtım.

Baha
Nefes, biliyorum şu an müzayededesin ama mümkün olduğunca erken çıkmaya çalış ve hemen beni ara. Buradan söyleyemem.

Açelya
Eda. Seni merak ediyorum neredesin? Telefonlarımızı da açmıyorsun. Baha öküzü biliyor ama söylemiyor!

Sonraki mesajı da yeni atılmıştı.

Açelya
Eda iyi misin?

Yine olmuştu. Ne zaman kötü olsam bir şekilde hissedip mesaj atıyordu ya da arıyordu. Kısaca cevap verdim.

Nefes
İyiyim.

Sonra Baha'yı aradım. "Nefes!? Nerelerdesin? Açık artırma çoktan bitmiş olmalıydı!" Sesindeki telaş net bir şekilde okunuyordu. Burukça gülümserken bir göz yaşı daha döküldü. "İyiyim, sorun yok. Telefonu sessizde unutmuşum. Kolye de şu an boynumda merak etme."

"Onu çok iyi anlayabiliyoruz." Neyden bahsediyordu? Azmimden mi yoksa kredi kartı ekstresinden mi? "Nasıl?" Dedim salağa yatarak.

"Babam. Kalp krizi geçirdi."



Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro