18 ~ Altın Kaplama Kuyu
Bazen cehennemin alevleri, cennetin çiçeklerinden daha kutsal olurdu. Bazen yakmak, güzelleştirmekten daha anlamlı olurdu. Bazen gülmek, yanmaktan daha ağır gelirdi. O zaten yanmıştı. Külleri parça parça dökülürken onu izledim. Kül hâlde dahi olsa sanki göz gözeydik. Sanki bana bakıyordu.
Sevgilim... Küllerini yine yeni yeniden yakacak kadınla karşı karşıyasın.
***
1. KISIM FİNAL BÖLÜMÜ
"Nasıl bu derece dağıldınız?" Aynaya eğilmiş, kan kırmızı rujumu dudaklarıma yedirirken Cansu'nun meraklı ve şaşkın sesini işitiyordum. Makyajımı tazelemiş, saçımı düzeltmiştim. Önümdeki makyaj çantasındaki fondöteni, Cansu'ya fark ettirmeden boynumdaki morluğa sürüp kapatmıştım. Ondan çekindiğim yoktu. Sadece bizzat kendim gördüğümde rahatsız oluyordum ve fark ettiklerindeki o aptal bakışlar beni daha da rahatsız edecekti. Sinirlenmek istemiyordum.
"Seni ilgilendirmeyen konularda merak sahibi olma, Cansu." Ruju kendi çantama atarken onun getirdiği makyaj çantasının fermuarını kapattım ve siyah lavabo tezgahında ona doğru kaydırarak ittim. "Çünkü bu sadece beni sinirlendiriyor."
"Özür dilerim, Nefes Hanım." Dedi ve sustu. Çenemi kaldırarak boynumu açtım ve aynada boynuma baktım. Aklımda dolanan çeşitli fikirler vardı. "Cansu." Çantayı büyük çantasına koyarken bana baktı. Boynumu işaret ettim. Tam üzeri kapatılmış morluğun üstünü. "Sence şuraya bir dövme yaptırsam nasıl olur? İnce el yazısıyla yazılmış küçük bir kelime." Boynuma baktı ve başını hafifçe yana eğdi. Aynadaki yansımasından gözlerimi çekip direkt ona baktım.
"Ne yazdıracaksınız efendim?"
"Desise."
"Güzel olur. Bence yaptırmalısınız."
Zaten yaptıracaktım...
Kırmızı telefonumun ekranını aydınlatıp saate baktım. Akşam 10'a geliyordu.
"Çıkalım artık." Dedikten sonra son kez aynada kendime bakıp lavabodan çıktım. Cansu da peşimden geliyordu.
Büyük salona girdiğimde tamamen cam olan karşı uzun dış cephe duvara baktım. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru ve göğün saniyelik aydınlanıp kararmasını fark ettim. Benim için dönüm noktası olan her gece yağmur yağıyordu ve bunu fark etmiştim.
"Anne!"
"Anne yardım et bana!"
Kendi çığlıklarım kafamda yankılanıyordu.
O katliamdan hemen sonraki gün... Yağmur yağarken aniden ağlayarak anneme seslenişim... Anlam verememiştim. Ama şimdi anlıyordum. Annemin adı Yağmur'du. Ama o zaman benim haberim dahi yoktu. Nasıl biliyormuş gibi davranabilmiştim? Bütün bunlar hâlâ bana anlamsız geliyordu. Ama inanıyordum, biliyordum, hepsini öğrenecektim.
Bu geceden itibaren oyun başlıyordu.
Benim oyunum.
Dayım ve Araf'ın olduğu masaya ilerlerken gözüm Baha'ya takıldı. Yalnızdı ve şüpheyle bana bakıyordu. Yarı yolda duraksadım ve yönümü değiştirerek Baha'ya ilerledim.
"Neler oluyor?"
"Babamlar seni bulmadı anlaşılan."
Çirkinleşecekler.
"Neden?" Dedim salağa yatarak, kendisinin söylemesini umarken. Gözlerini arkamda bir yere odakladı. Gelip gelmediklerine bakar gibiydi. "Çünkü bulsalardı şimdi burada karşımda olmazdın. Senin Pakgör'leri seçeceğine eminler. Bu yüzden işi pis yoldan halletmeye çalışacaklar. Dikkat etmelisin." Kafamı kurcalayan sorulara bir de Baha'nın yaralı yüzü ve davranışları eklenince artık sormam gerektiğini fark ettim. "Sana ne yaptılar, Baha?" Bakışları dondu. Bir süre ne bir şey dedi ne de hareket etti. Gözlerim tekrar yarasında dolaştı. "Bunu sana o mu yaptı?" Dedim babamı kastederek. Hiçbir şey söylemedi. Söylemesi de gerekmiyordu, anlamıştım.
Oğuz Karaslan'ı baştan sona bitirecek olan hard diskte oğlu Baha Karaslan'ın da görüntüleri vardı. Baha onları silmiş, bahsini geçtiğimde resmen çıldırmıştı. Hard diski olduğu gibi bana getirmişti ve o günden sonra onu ilk defa görüşümde yüzünün yara bere içinde oluşunu görüyordum.
En salak insan bile bunu anlardı.
Sonunda bakışları bana döndüğünde sertleşmişti. Onu ilk tanıdığım günkü gibiydi. Savunma mekanizması... Savunmaya geçiyordu. Beni bir tehdit gibi algılıyordu. "Seni ilgilendirmez. Ne o? İki yüz verdim diye kardeşim olabileceğini falan mı sandın?" Ani ve fevri tepkiler.
Baha şiddet görüyordu.
Zayıf görünen insanlar zayıf değildi. Güçlü görünen insanlar güçlü değildi. Herkes bir çocuk saklardı benliğinde. Kiminin ruhu, kiminin bedeni yetim.
Baha şiddet görüyordu.
Bu yüzden benim gelmemi istemiyordu. Belki onun zayıf anlarına şahit olmamdan korkuyordu, belki de aynı şeyleri benim de yaşamamdan.
Babamın o gün üstüme yürüdüğünü anımsadım. Amcam uyararak tutmuştu onu. Tutmuştu, çünkü tarafsızdım. Benim saçımın teline dokunsalar Pakgör'leri seçer ve onları mahvederdim. Amcam zeki, sinsi ve sabırlı bir adamdı. Babam ise fevri. Anlayabildiğim tek özelliği buydu. Ben babamı tanımıyordum. Dolayısıyla aralarındaki en tehlikeli adam amcam oluyordu.
Ama daha beni tanımıyorlardı.
Baha'nın bana bir zararı yoktu. Baha ve Araf dışındaki herkes, ama herkes. Bedelini ağır ödeyecekti. Herkes.
"Anladım." dedim sadece. Ne acıdım, ne anladığımı belli ettim. Gayet normal davrandım. "İyi eğlenceler o zaman." dedim ve Araf'ın yanına gidiyordum ki Baha birden bana seslendi. "Nefes." Sesi durgun ama toktu. Boğazında bir yumru varmış gibiydi. Acı çekiyor ama herkesten bunu saklıyor gibiydi. Abi... Senin canını bu kadar çok mu yaktılar? Konuşmakta zorluk çekecek kadar mı? Kendi ellerinle, hem onların hem kendinin ölüm fermanını imzalayacak kadar mı?
Omzumun üzerinden ona baktım. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Sadece sertti, otoriterdi. Bu hali amcamıza daha çok benziyor gibiydi. Net bir şekilde "Araf'ın yanından ayrılma." dediğinde bir an duraksadım. Beni mi koruyordu? İşte bu şaşırtıcıydı. Üstelik Araf'a güvenecek kadar... Yavaşça başımı salladığımda o da başını salladı. Ona son bir bakış atıp Araf'ın yanına döndüm. Çantamı masaya bıraktım.
Beni fark ettiğinde dönüp geldiğim yere baktı. Baha'ya baktığını biliyordum ama dönüp ona tekrar bakmadım. Araf bir süre baktıktan sonra masaya döndü. "Nereye kayboldunuz siz?" dedi dayım oyuncu bir bakış atarak elindeki atıştırmalığı yerken. Saniyelik duraksadım ama hemen toparladım. "Bu geceyle ilgili bir şeydi." dedim net bir şekilde. Araf benim aksime hiçbir şey söylemeden elindeki viski bardağını yavaşça sallayarak içindeki sıvının hoş bir ahenkle çalkalanmasını izliyordu. Aklı nerelerdeydi? Ne düşünüyordu?
"Bütün gece böyle dikilecek miyiz?" diye sordum dayıma sıkılmışlıkla. Herkes öylece dikilip sohbet ediyordu. Bu gece bir baloysa anlamlı olmalıydı. Ama herkes sadece dikilip konuşuyordu.
Beklemediğim bir atakla Araf "Yo." dedi ve elindeki bardağı sertçe masaya bırakıp elimi kavradı. Merakla ne yapacağını merak ederken DJ'e doğru ilerledi. Elimi tuttuğu için ben de onunla beraber ilerliyordum. Ne olduğunu bilmediğim bir şarkının ismini verdiğinde kaşlarımı çatmış onu izliyordum. Dans falan mı edecektik? Umarım bilmediğim bir şey değildir. Bildiğin şey mi var sanki..
Müziğin hoş notaları salonu doldurduğunda melodinin tanıdık olduğunu fark ettim ve hafızamı kurcaladım. Sonra Araf'ın adama söylediği isimle bağdaştırdım. "Evgeny Grinko - Valse." Siktir. Vals yapacaktık?! Alakamın olmadığı bir dans. Rezil olacaktım.
Araf beni pistin ortasına yönlendirirken çok gergin hissediyordum. Fısıltı tonunda konuştum, "Araf saçmalama ben Vals bilmem ki? Tango bile olurdu ama Vals olmaz." Güldüğünü, köşesi açık maskeden görünce göz devirdim. Kıvranmamdan zevk mi alıyordu? "Gülme, mağdurum şu an ben." Elimi, dirseğimi kırarak pazusuna koydum. O da kolumun altından uzatarak sırtıma doğru koymuştu. Diğer ellerimiz birleşmişti. Bildiğim tek şey yemin ediyorum ki bu! O da dizi filmler sağ olsun yani!
"Mağdur edebiyatı yapma, güzelim. Kendini bana bırak." Alayla güldüm. "Klişelerle gelme bana, Araf. Ben kendimi şimdi burada bırakmaya kalksam ya ayağını ezerim ya da yere yapışırım." Tekrar güldü. "Öyle mi dersin?" Gözlerim gamzesine takılırken kaşlarım çatıldı. "Derken? Ne demek istiyorsun?"
Basit bir baş hareketiyle camı gösterdi. Gözlerim cama kaydığında yansımamla göz göze geldim. Dansa başladığımızın farkında bile değildim. Resmen pist üzerinde süzülüyorduk. Tekrar Araf'a baktım. "Bana güven." dedikten sonra göz kırptı ve elimdeki tutuşunu sertleştirerek bedenimi bıraktı. Beni etrafımda döndürerek tekrar kendisine çekti. Bir an tökezler gibi olsam da Araf anında tutmuştu beni. Ona gerçek anlamda güvenmeyi seçerek gözlerimi kapattım. Tekrar pistte süzülmeye başladığımız anda burnunu kulağımın hizasından saçlarıma gömmüştü. Herkesin bakışlarını üzerimizde hissedebiliyordum. Dudaklarımda ufak bir gülümseme doğduğunda onu söndürmedim.
"Kızıl Maske dışında kimseye güvenme, Desise. Hiç kimseye."
Yağmur damlaları tekrar cama vurmaya başladığında gözlerimi araladım. Sanki semadan düşen damlalarda annemi görüyormuş gibi baktım cama vurup aşağı süzülen damlalara.
Araf dışında kimseye güvenmiyorum, anne. Hiç kimseye.
Vals müziği sona erdiğinde ve yerine klasik bir müzik çaldığında kimileri bizi alkışladı, kimileri de çift halinde piste dökülerek dansa başladı. Tüm bunlar olurken Araf ve ben ayrılmadık, birbirimize baktık. Bir şey düşünüyor gibiydi. Düşündüğü her neyse bir anda kaşlarını çattığında benimkiler de çatıldı. Neler oluyordu?
Ona şüpheyle baktığımı fark ettiğinde kaşları birden düzeldi ve gülümsedi. Ama inanmadım. İçime kurt düşürmüştü. "İyi misin?" dediğimde sırtımdaki eli belime indi. Hafif hafif sallanırken müziğe değil, kendi zihnimizdeki sese uyum sağlıyor gibiydik. "Ne zaman iyi oldum ki?" Buna verecek bir cevap bulamadım. "Tam 'mutlu olacağım' derken gerçekler senin de yüzüne tokat gibi çarpıyor mu, Desise?" Dudaklarım aralandı. Kafasında türlü türlü düşünceler dolanıyor ve engel olamıyordu. "Kimin çarpmaz ki?" dedim durgun bir sesle. "Benim çarpmadığı anlar sayılı." dedi birden. Merak ve beklentiyle ona baktım. "Sen. Nefesimin radarlarına girdiğin an hepsi sanki korkmuş gibi yok oluyorlar. Sen hep nefesimin radarlarında olsana." İster istemez gülümsedim. "Oluyorum ya?" Burnunu burnuma dokundurdu ve geri çekilmedi. "O zaman neden bana yetmiyor?"
"Doyumsuz olduğundandır." dedim ciddi olmadığımı belirtircesine alayla. Güldü. "Doğru. Sana doyumsuzum." İtiraflarının peş peşe gelmesi beni iyice dumura uğratıyordu. Bana annemden miras kalan nefesimi kesebilen tek kişiydi Araf Pakgör.
"Bugün ağzından bal damlıyor?" Dedim şaşkınlıkla gülerken.
"Peteğinden yeni çıktığı içindir." Dedi benim az önce doyumsuz olduğundandır derkenki üslubumu taklit ederek.
Peteğinden yeni çıktığı için mi?
Aow, temizlik odası.
Gülüşüme engel olamadım. Duraksadı ve gözleri gülüşüme düştü. "Gülmesene."
"Neden? Öpesin mi geliyor?"
"Evet."
"Tamam."
"Tamam."
"Sustum."
"Sus artık, Desise."
"Sustum diyorum, sus artık diyorsun?"
"Nefes."
"Tamam be."
"Çifte kumrular?" Yaklaşan ikiliye baktığımda şaşkınlıkla donakaldım. Amcam ve Baha'nın çift şeklinde dans etmesi kesinlikle beklemediğim bir şeydi. Baha göz deviriyor, amcam sırıtıyordu. "Amca?" Dedim şaşkınlıkla. "Yeğenim?" Dedi sahte bir şaşkınlıkla. Sonra tekrar güldü. "Hayat ne kadar güzel, değil mi? Işıklar parlıyor, yağmur yağıyor, müzik çalıyor, herkes dans ediyor..."
"Gökhan, kafayı mı buldun?" Dedi Araf sert ve boğuk bir sesle. Amcam, "Bu güzelliğin karşısında bulmamak mümkün mü?" Dedi rol olduğu belli olan bir hayranlıkla abiciğime bakarken. Baha, amcamızın ondan bahsettiğini fark edince donakaldı ve gözleri büyüdü. "Ha?" Bir kahkaha patlattığımda yakın çevredekiler bana bir bakış atıp önlerine döndüler. Bazıları ise amcamla Baha'ya odaklanmıştı.
"Ha, mı? Ne kadar kabasın?" Dedi amcam homurdanarak. "O zaman eş değiştirelim." Dedi Baha ve amcamı bırakıp beni hızla kendine çekti. Araf bir an afallasa da Baha'nın tehdit olmadığını bildiği için çok bir tepki vermedi. Baha ile dansa başladığımızda amcam gülümseyerek bizi izliyordu. Sanki yeğenleri değildik de mürüvetini görebildiği torunlarıydık. Vefakâr babaanne moduna girmişti. Az sonra "Maşallah" diyerek yüzümüze tükürürse şaşırmazdım şahsen.
Baha bizi onlardan uzaklaştırdığında amcam ve Araf'ın oldukları yerde bir konuşmaya başladıklarını gördüm. Merak etsem de gitmek için herhangi bir hamle yapmadım. Baha'ya döndüm. Kaş göz yaparak "Hayırdır? Ne oluyor?" Dedim.
"Tuvalete gitmelisin." Ne?
"Ha?" Dedim az önceki tepkisini taklit ederek. Göz devirdi. "Amcam ve babam bir işler çeviriyor. Seni kaçırmayı falan düşünüyorlardı, vazgeçtiler. Başka bir şey var, sana dokunmayacaklarına emin olabilirsin. Sadece görmen gereken bir şey. Beni de bu amaçla gönderdiler. Tuvalete gitmelisin, Nefes. Yakma başımı." Şüpheyle kaşlarım çatıldı ama dönüp de amcama ya da babama bakmadım. Onlar hakkında konuştuğumuzu açık edecek değildim.
"Sadece git. Hiçbir şey sorma. Eğer güvende hissedeceksen seninle gelip kapıda bekleyebilirim?" Güvende hissetmem için kapımda beklemek mi? Baha Karaslan? Kafana ne düştü?
Gözler yalan söylemezdi. Ve ben de çok iyi bir gözlemciydim. Dikkatle gözlerine baktım ve bunun bir tuzak olup olmadığı ile ilgili bir şeyler aradım ama hayır, gayet samimiydi. Doğruyu söylüyordu.
"Yok... Lazım değil." dedim ve onu bırakıp salon çıkışına ilerledim. Çıkmadan önce son kez dönüp Araf'a baktığımda hala amcamla konuştuklarını gördüm. Babamsa dayımın yanındaydı ve hiç de hoş şeyler konuşuyor gibi değillerdi. Oyalıyorlardı. Araf ve dayımı oyalayarak peşimden gelmelerini ve beni bulmalarını engelliyorlardı. Daha dikkatli ve tetikte olmalıydım.
Asise, kendi yarattığı şeye düşecek bir kadın değildi.
Kendimden emin adımlarım halıfleks zemini ezerken lavaboya ilerledim. İçimde bir huzursuzluk vardı. Yandaki aynadaki yansımama baktım. Duruşum, gözüme rahatsızlık verdiğinde sırtımı dikleştirdim ve omuzlarımı kaldırdım. Şimdi daha güçlüydüm.
İçeri girdiğim ilk an donakaldım.
Tam karşımdaki boş duvarda dev bir ekran vardı. Onun dışında tüm duvarlar, annem ve babamın fotoğraflarıyla kaplıydı. Birbirlerine bakışları, gülüşleri... Aşıklardı. Baba, sen bu kadına bu kadar aşıkken nasıl oldu da her şey bu hale geldi?
Ekran aydınlandı. Tüm kan yüzümden çekildi.
"Hoş geldin, bebeğim." Anne?
***
Hareket edemiyordum. Tuvaletten çıkmış, yere çökmüştüm ve sırtımı duvara yaslamıştım. Öylece aynadaki yansımama bakıyordum. Bir ayna size ruhunuzu gösterebilir miydi? O ayna bana beni değil, annemi gösteriyordu.
"Bu videoyu ne zaman izlersin, ne zaman babana ulaşır, ne zaman seni bulur ve verir... Hiç bilmiyorum. Gönül isterdi ki ona ben vereyim. Ama bu videoyu şu an izliyorsan sen de biliyorsundur ki; en büyük engel Yaren. O kadın çok tehlikeli, kızım."
Beni tanımıyorsun, anne.
Beni tanıyamıyorsun, anne.
Beni tanımana izin vermediler, anne.
"Baban... Oğuz'um... Belki bana gurusuz ya da aptal diyebilirsin. Seni istesem de yargılayamam. Ama bildiğim için konuşuyorum; babana güven. Başka kimseye değil. Özellikle de dayın. Ona hiç güvenme. İnsanlar değişmez."
Kendi oğlunu döven ve kızının üstüne yürüyen bir adama güvenmek mi? Beni istememiş bir adama güvenmek mi?
"Kafanda bir sürü soru dolanacaktır. Ama bunun cevabını ancak yaşayarak öğrenebilirsin."
Sonra gözlerinin kamera arkasına saniyelik kayması ve tekrar kameraya dönüp gülümsemesi.
Annem tehdit edilmişti.
Beni aptal falan mı sanıyorlardı? Ne yani? Bu videoya inanıp onların tarafına mı geçecektim?
En başından söylemiştim. Burada benim oyunum işler.
"Ve... Beni affet, olur mu? Seni bırakmak benim elimde değildi. Sen benim tek ve en değerli varlığımsın. Seni çok seviyorum, güzelim."
Beni yıkan, annemin sözleri değildi. Beni yıkan; annemi ilk defa görüşümdü. Sesini ilk defa duyuşumdu. Benimle ilk defa konuşmasıydı.
Gri gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı, bu benim gözlerimi yakmıştı. Sesi bana göre daha narin ve hoştu, sesim sızlamıştı. İki insan nasıl bu kadar benzeyebilirdi? Hala inanması güç geliyordu.
Yerden destek alarak ayağa kalktım ve burnumu çekip yüzümdeki göz yaşlarını sildim. Gözlerimin altını da sildikten sonra daha toparlanmış görünüyordum. Elim saçıma gitti ve tokayı çözdüm. Maşalı saçlarım bukleler halinde yüzümün yanlarına düştüğünde elimle hacimlendirip omzumdan geriye saldım. Tokayı elimde sımsıkı tutarak salona ilerledim.
Girer girmez dayım ve Araf bana doğru koşmuştu. Araf kolumu tuttu. "İyi misin?! Ağladın mı?!" Nereden anladın be adam? "Hayır." dedim sadece. Dayım diğer koluma dokundu. "Nefes? Bir şey yaptılar mı? Ya da dediler mi?" Derin bir nefes verdim. "Hayır, dayı. İyiyim ben, abartmayın."
"Abartmayın mı? Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" Kaşlarım çatıldığında dayım, Araf'ın kolundan sertçe tutarak uyardı. "Tamam, oğlum. Gitme kızın üzerine." Gözlerim salonda dolandı ve sarışın bir kızda durdu. "Şu kim?" dedim çenemle işaret ederek. Araf ve dayım dönüp kıza baktı. "Yaren'in arkadaşlarından birisi. Uyuşturucu satıcılığı yapıyor, aynı zamanda yasa dışı kumarhane zincirleri olan bir baronun kızı. İsmi Ferah Altınok. Yaren ile birlikte her gece bir kulüpte kafa çekip eğlenmekten başka vasfı yok. Kimseye ne hayrı ne yararı var. Babasıyla arası da hiç iyi değil."
"Oksijen israfı yani?" dedim özetle. Sesim o kadar soğuk ve soğukkanlı çıkmıştı ki şaşkınlıkla kendime bakmak isteyebilirdim. "Hiç kimseye böyle bir genelleme yapılmaz. Ve kimse de böyle bir insan diye oksijen israfı değildir." dedi Araf dişlerini birbirine bastırarak. Kaşlarımı kaldırdım ve imayla Araf'a baktım. "Hayırdır paşam? Kızı çok beğeniyorsun herhalde?" Dik dik baktı. "Ne alaka? Bundan bunu mu çıkardın? Gereksiz trip yapma, buradaki herkes o amaçla davet edildi zaten. Seç beğen al."
"Bana dik dik konuşma, Araf."
"Dik dik konuşan varsa o da sensin, Nefes."
"Gençler!" diye araya girdi dayım ama yine görmezden geldik.
"Konuşurum, çünkü beni rahatsız ediyorsun Araf!"
"Seni rahatsız ediyorum?"
"Aynen! Elin ölümlü sarışınını savunmalar falan! Ne oluyoruz?"
"Sarışın olması ya da kadın olması umurumda mı sence? O bir insan."
"Yeni mi geldi aklına insan olduğu? Koca bir oyunun içindeyiz farkındasın, değil mi?"
"Çocuklar, yeri mi şimdi?"
"Gayet de farkındayım, emin olabilirsin."
"O zaman ona göre davran." dedim dişlerimin arasından öfkeyle. Elim ayağım titriyordu.
Öfkeyle "Kıskançlık da ayrı yakışmış!" dediğinde kaşlarım iyice çatıldı. "Teşekkürler!" dedim öfkeli bir kinayeyle. O da aynı şekilde "Önemli değil!" dediğinde bel boşluğuna yumruğumu geçirdim. Gitmek üzereyken dirseğimden tutup yanağımdan öptü. "Bu öfkeyle tökezleyip yere yapışırsın sen şimdi. Sakin ol, güzelim." Göz devirerek kolumu elinden kurtardım ve sarışına ilerledim. Amcamın geçen seferki gibi yine şokla bize baktığını hissedebilmiştim. Haklıydı adam. Bir an kavga ederken bir an aniden yumuşuyorduk.
Sarışının yanına geldiğimde kibarca gülümsedim. "Merhaba." Bana baktığında bir an duraksadı. "Sen şu Nefes Karaslan değil misin?" dediğinde duraksadım. "Soy ad işleri biraz karışık ama evet, Nefes benim. Sen de Ferah olmalısın?" dediğimde onaylayıp elini uzattı. "Evet. Memnun oldum."
"İsmin gibi ferah mısındır?" dedim sinir bozucu bir şekilde. "Peki sen ismin gibi nefes misindir?" dedi aynı sinir bozuculukla. Gülümsedim. "Evet öyleyim."
"Anladım." dedi ve göz devirerek önüne döndü. Bu hareketi beni sinirlendirmişti. Kararımı vermiştim. Bu geceki kurbanım bu kız olacaktı. "İyi eğlen." dedim ve uzaklaştım.
İyi eğlen, tatlım. Çünkü son eğlencen olacak.
Salondan giren kişiyi gördüğümde adımlarım durdu. Boşluğa düşmüş gibi hissettim. Gözlerim büyümüştü. İhanet hissi... Tam olarak bu muydu?
Açelya, Karaslan'ların masasına ilerledi.
Göğsümde ufak bir sıkışma hissettiğimde elimi hızla kalbime götürdüm ve gözlerimi kapattım.
Çocukluk arkadaşım, dostum. Bir gün tüm rehberim silinse numarasını unutmayacağım tek kişi. En zor zamanlarımda her şeyiyle yanımda olan tek kişi. Açelya Bostan. Karaslan'lar ile birlikte miydi? Benim hayatımdaki hangi şey gerçekti? Hangisi yalan değildi? Hangisi düzmece değildi? Bu oyunun kurbanı neden bendim?
Baha ile didişmeye başladıklarını gördüm. Yumruklarımı sıktım.
Üzerinde, tüm bedenini saran siyah bir elbise vardı. Omuzları dikti, mini eteği ve bel hizasından yere kadar uzanan siyah tülden bir kuyruğu vardı. Eteği katlanmış kumaş görünümlü ve lale modeldi. Siyah kıvırcık saçlarını düzleştirmiş ve dalgalandırmıştı. Mücevherleri, makyajı ve her şeyiyle benim tanıdığım Açelya Bostan'dan çok uzaktı. Benim tanıdığım Açelya Bostan her durumda neşeliyken bu kız çok ciddi yapılıydı. Ve daha pek çok şey.
Yüzleşme.
Aklımda dolanan tek şey bu oldu.
Adımlarımı o masaya ilerlettim.
"Açelya?" dedim imayla gülümseyerek. Tamamen tehditkar ve yapaydım. Onun bugüne kadar bana olduğu gibi. Sahte.
Asıl hain Açelya iken bana neden Seçil'i öldürtmüşlerdi?
"Eda?" Beni yeni görüyordu, bu bariz belliydi. "Hoş geldin, hayatım? Ailemle(!) tanıştın mı?" dedim Karaslan'ları göstererek.
Yaren cadısı hala ortalıkta yoktu.
"Şey..." diyordu ki Baha ofladı. "Caz yapma, Açelya. Nefes gayet de zeki bir kadın ve senin ne bok olduğunu buraya gelmeden hemen önce anlamıştır. Hain, Nefes. Nefes, Hain. Hadi tanışın kaynaşın." dedikten sonra elindeki içkiyi kafasına dikti. Açık sözlülük... Baha benden bu yönüyle artı puanları topluyordu.
"Eda... Kötü bir amacımız yoktu. Baban sadece seni merak ediyordu ve yanında olamasa da yaşadığın her sıkıntıyı merak ediyordu. Gerçekten art niyetli bir şey değildi." Güldüm. "Öyle mi?" Ciddileştim. "Sana inanmıyorum. Daha önceden tonla yalan söylemişsin. Şimdi yalan olmadığını nereden bileceğim? İşine bak, Açelya." Diğerlerine hiçbir şey söylemeden o masadan uzaklaştım. O kızın yüzünü bile görmek istemiyordum.
Benim evrenimdeki gölgeler altında kalan o boşluk genişliyordu.
Bunun da üstünü bastırdım. Düşünmek istemiyordum.
Asaf Pakgör, yani dayımın yanına ilerledim. Yalnızdı. Araf nerelerdeydi kim bilir? "İyi misin?" Saçımı kulağımın arkasına atarken gözlerimi masadan kaldırarak dayıma yönelttim. Keyfim falan kalmamıştı. Çok yorgun hissediyordum her anlamda. "İyiyim." Dedim ama sesim aksini bağırıyor gibiydi.
Kimin ne bok olduğunu biliyordum. Şimdi, sınamam gereken tek bir kişi vardı...
🩸
Dakikalar adım adım ilerlerken on ikiye çok az kalmıştı. Seçimimi, tam on ikide duyuracaktım.
Şifre.
Araf bana hard diskteki videolardan birisinin şifresini bu gece bulacağımızı söylemişti ama nasıl ve nerede olduğunu bilmiyordum. Belki de kendiliğinden gelecekti bana. Ama Karaslan'lar buradayken, o şifreyi bulmama izin vereceklerini hiç sanmıyordum.
Yaren cadısı gitmişti anlaşılan. Çünkü hala ortalarda yoktu ve herkes çok sakindi. Açelya ve Baha, Ferah'ın yanındaydılar ve sohbet ediyorlardı. Edin bakalım... Bol bol edin...
Öte yandan Araf ortadan kaybolmuştu. Dakikalardır gelmesini bekliyordum ama yoktu. Huzursuz hissediyordum. Gözlerim sürekli çevrede geziniyordu. Dayım, beraber iş yaptığımız adamlardan birisiyle sohbetteydi.
Huzursuzluk büyüdüğünde belki kurtulurum umuduyla derin bir nefes verdim ama kurtulamadım. O huzursuzluk, derin nefesimle beraber gitmedi.
Kan damlası hızlandı, kan tanesi gözden kayboldu.
Adımlarım hızlandı, Araf yoktu.
Salondan çıktım ve koridorlara girdim. Lavaboda mıydı acaba? Lavaboda bile olsa bu kadar uzun süre durması normal değildi.
Lavaboların olduğu koridora bu gece kaçıncı kez girdiğimi bilmiyordum ama umurumda da olmadı zaten. İlerledikçe aynada bir karartı gördüm. Aynadan oluşan duvarda. Lavaboların hemen karşısındaki duvarda. Yaklaştığımda ise yüzüm bembeyaz kesildi.
Asise, kendi yarattığı oyunun kurbanı olacak.
Kan.
Soğukkanlılığımı korumak için büyük bir çaba sarf ettim. Dünyanın en cesur insanı da olsanız, bu görüntü sizi içeride bir yerlerde rahatsız ederdi. Başımın dönmeye başladığını hissettiğimde tansiyonumun düştüğünü düşündüm. Yemek yememiştim, normaldi.
Bu kan neyin kanıydı? Araf neredeydi? Bunu kim yazmıştı? Diğer ismimi ve hatta bir oyun oynayacağımı nereden biliyordu?
Bir hain daha? Hayır, kaldıramam.
Araf.
Kan tanesi, neredesin?
Başımı çevirip erkekler tuvaletinin girişine baktım. Kapısı yoktu, sadece içerideki karşı kolonda erkekler tuvaleti simgesi vardı. Kolondan hemen sağa dönüldüğünde tuvalete girilmiş oluyordu.
Kolonun kenarında belli belirsiz bir leke gördüm. El izi. Bir kan daha.
Düşünmeden içeri daldım. Kimse yoktu. Endişeyle etrafı inceledim. Başka bir kan izi daha var mıydı?
Sessizlik hoşuma gitmezken kabinlere döndüm. Hemen hemen hepsi kapalı duruyordu ama kapalı değillerdi. Tedirginliğime engel olamayarak "Araf?" Dedim. Sesim titremişti ama ağlamaklı değildi. Ses gelmedi.
"Hm?" Gözlerim büyürken en sondaki kabine baktım. Araf'ın sesiydi ve diri geliyordu. Gayet iyiydi. Kabin kapısı açıldı ve çıktı. Maskesini başına çıkarmıştı, yüzü açıktı. İyi olduğunu görmemle rahatlamıştım ama ellerindeki kanı görmek bana hiç yardımcı olmamıştı. "Araf?! Ne oluyor?" Ellerinden bahsettiğimi anlamıştı ama ellerine hiç bakmadı. Dik duruşunu bozmadan gayet rahat bir şekilde lavaboya ilerledi ve eline sabun alıp köpürtmeye başladı. Sensörlü musluk açıldığında taze kan akarak lavaboya döküldü. Beyaz lavabo kıpkırmızı oldu.
"Bir şey olduğu yok, sakin ol. İyiyim." İyi olduğunu zaten görebiliyordum. Merak ettiğim şey, ne olduğuydu. Bilmeye hakkım vardı! "Araf, ne oluyor, dedim." Dedim bastıra bastıra.
Omuz silkti ve aynadan göz göze geldik. Başıyla arkasındaki kabini gösterdi. "Kendin bak." Güçlü adımlarım kabine ilerledi ve kapısını yavaşça ittim. Kapalı klozetin üzerine atılmış, kan içindeki ceseti gördüğümde donakaldım. Bu adamı tanımıyordum. Kabinden çıkarak Araf'a döndüm. "Bir kez daha 'ne oluyor' diye sorarsan seni şu duvara çarpar iliğine kadar öperim. Sus. Sonra anlatırım." Göz devirdim. "Beni öpmek istediğini bu kadar ima etme, direkt yap. Ve diğerine gelirsek, tabiki de soracağım! Ortadan kayboluyorsun, seni ararken aynada adıma yapılmış bir tehdit görüyorum sonra sen cinayet işlemiş bir şekilde karşıma çıkıyorsun. Derdin ne?" Sessizce beni dinlerken ellerindeki çıkmamış kanları temizliyordu.
En sonunda ellerini çekip bir kaç parça peçete kopardıktan sonra ellerini kuruladı ve çöpe basket attı. Bana döndü. Arkama ilerleyip cesedin bulunduğu kabini kapattı ve cebinden çıkardığı ufak tornavidayla kilidi dışarıdan kilitledi. Tornavidayı tekrar cebine koyduğunda şaşkınlıkla onu izliyordum. Cebinde tornavida mı taşıyordu? O cepte daha neler vardı?
Yan durdu ama bana dönmedi. Kolunu belime sardığı gibi sırtımı kilitli kapıya çarptığında başımı çarpmamla inledim. Elim başıma giderken elimi havada tutup kapıya bastırdı. "Ne demiştin, güzelim?"
"İyi hoş da halka açık alanda yapma şunu, demiştim, Maske. Biri gelecek şimdi."
"Öyle mi dersin?" Göz devirdim. "Öyle zaten. Bırak hadi." Dilini damağına bastırıp aniden çekerek "Cık" sesi çıkardığında öylece gözlerine baktım.
"Beni öpmek istediğini bu kadar ima etme, direkt yap." Diyerek beni taklit etti. Üstelik sesini de inceltmişti. Şaşırıp kalarak ona bakarken güldü. "Bakma öyle saf saf. Dediğini yapıyorum işte." Hanımcı erkek... Favorim.
Gülümsedim. İncelediği yerden kopsun.
Ondan önce davranarak ben onu öptüğümde dudaklarımın üstüne gülümsedi. Üst dudağımı kavradığı sırada bir öksürük sesiyle geri çekildik.
Siktir. Dayı, yine mi sen?
"Gençler, bölüyorum ama. Zaman yaklaştı. Bu arada, o aynayı sildirdim merak etmeyin. Hadi gelin." Araf önce kapıdaki elimi sonra da belimi bıraktı. Geri çekilip bana alan yarattığında harekete geçerek tuvaletten çıktım. İşte o vakit geliyordu.
Veda ...
Ama kime?
Babama mı? Araf'a mı?
Önceliğim kimdi? Neydi? Kararımdan emin miydim? Bu işin sonunda bir dizi insanın katlinin altına imzamı altın rengi kalemle atmaya razı mıydım?
Kan damlası duvara çarptı. Boşluk aslında altın kaplama bir kuyuydu. Ama sonunda ölüm varsa, düştüğün kuyunun maddi değerinin bir anlamı yoktu.
Kan damlasına altın tozu karıştı.
Kan tanesi yoktu.
Hızlı adımlarımın etkisi bir rüzgar yaratıyor ve saçlarımın geriye savrulmasını sağlıyordu.
Salona girdiğim an gong sesine benzer bir ses yankılandı. Gözlerim dev saate kaydı.
00:00
Tüm salon dönüp bana baktı. 1 Aralık, kapılarını taze bir katile açıyordu.
Müzik sustu, insanlar sustu. Hepsi beni izledi. Büyük salonda hakim olan tek ses, cama vuran yağmur damlalarının tok sesiydi.
Yağmur'un getirdiği kudretli gece, bir katilin kollarında ziyan oldu.
Büyük sahnede bir adam dikildi. Elinde kırmızı maskem duruyordu.
Halı kaplama kırmızı merdivenleri tırmanarak sahneye çıktım ve ortaya geldim. Herkese tepeden bakıyordum şimdi.
Babam, amcam, Baha, Açelya, Ferah, dayım, Araf... Ve tanımadığım onlarca insan daha. Hepsi beni izliyordu. Araf'ın gözlerinde gurur gizliydi. Sanki onu değil de Karaslan'ları seçsen yine de benimle gurur duyacaktı. Babama baktım. Onun gözlerindeki ise sadece beklentiydi. Gurur yoktu. Babamda görmem gereken gururu Araf'ta görmem ne kadar normaldi?
"Ferah Altınok!" Otoriter ve soğuk sesim salonda yankılandığında sarışının beti benzi attı. Donakalırken gözleri kocaman oldu. Kalbi korkuyla kıvranmaya başladı. Ölüm korkusu.
Eda Arslan olsa ne yapardı? Dahası, yapabilir miydi? Zararsız bir insanın canını alabilir miydi?
O gece almıştı. Hem de en yakın arkadaşının canını.
Bu benim mayamda vardı. Ve şimdilerde ortaya çıkıyordu gerçek kimliğim.
Ben, Desise'ydim. Altın tozuyla kutsanmış kan damlası.
Kız, mecbur kalarak kendi ayaklarıyla yanıma geldiğinde tam yanımdaydı. Ona döndüm. Maskemi tutan adamda çantam da vardı. Çantamın içindeki ufak taneleri elime aldım. Avucumu kapatarak gizledim.
Herkes bir silah ya da bıçak çıkarmamı bekliyordu.
Ferah'ın karşısına geçerek avucumu açtım. Elimdeki beyaz taneleri gördüğünde afalladı. Ne olduğunu bilmediğini anlayabiliyordum.
"Korkma. Bu bir meyve. Anında öldürecek kadar kalpsiz değilim. Lezzetlidir, önce biraz keyif yap." Diyerek beyaz tane şeklindeki meyveleri ona uzattım. Şüpheyle bakarak bir tanesini korkuyla ağzına attı. Gözlerini hızla kapatıp ani bir şey bekledi ama olmadı. Şaşkınlıkla gözleri açılırken yine şaşkınlıkla bana bakakaldı. "Bu... Gerçekten lezzetli?"
Ben demiştim, bakışı atarak elimde kalanları uzattım. Meyveleri aldı ve hepsini yedi. Herkes şaşkınlıkla bize bakıyordu. Ferah yanımda dikilirken kalabalığa döndüm.
"Hepiniz... Bir konuşma yapmamı bekliyor olabilirsiniz. Ama istediğinizi alamayacaksınız. Çünkü söyleyecek hiçbir şeyim yok. Sadece... Benim düşmanım olmak istemezsiniz." Dediğim an Ferah hafifçe öksürdü. Ona baktığımda yüzünü buruşturmuş olduğunu gördüm. Elini kalbine götürdü.
Kalabalık hareketlenirken yine de dikkatle bizi izliyordu. Araf zaten gözlerini hiç ayırmıyordu.
"Benden bir şeyleri çaldıysanız, artık düşmanımsınız demektir. Kendinizi kollayın. Çünkü, Desise, kendi yarattığı bir şeye asla düşmez." Ferah, tıkanmış gibi bir ses çıkardığında ona döndüm. Gözleri büyümüştü ve dehşetle kalbini tutuyordu. Nefes alamıyordu.
"Şimdi siz merak ediyorsunuzdur, o kıza yedirdiğin şey ne?" Güldüm. "Katil gözü bitkisinin en zehirli yeri, meyvesi. Kalp kaslarına ciddi zarar verir ve hızlı bir ölüm getirir." Ferah, dizlerinin üstüne düştü ve sonra yere devrildi. Bir süre can çekiştikten sonra gözleri boşluğa daldığında ikinci cinayetimi işlemiştim. Neden bir tepki hissetmiyordum? Bana ne yapmışlardı da bu hale gelmiştim?
Gözlerim kızın dağılan saçları arasından gözüken siyah şeye takıldı. Eğildim ve saçlarını çektim. Ensesinde, saçlarının hemen kökünde bir yazı vardı, dövmeyle yazılmıştı.
Şifreyi mi arıyorsun?
Şifre...
Şifreyi vermek yerine direkt bunun yazması anlamsızdı.
Ya da... Belki de başka bir şey olsa şifre olduğunu anlamazdım.
Şifre buydu. Bu cümle. "Şifreyi mi arıyorsun?" Şifreler üzerinden benimle iletişime geçiliyor olabilir miydi? Ya da fazla mı detaylı düşünüyordum?
Doğrulup kalabalığa döndüğümde arkamda birinin varlığını hissettim. Çok geçmeden gözlerimin önüne bir maske indi. Kırmızı maskem.
"Kızıl Maske, geri döndü." Adamın dediğiyle duraksarken Araf'a baktım. Kızıl Maske, onun lakabı değil miydi? Neden bana demişlerdi?
"Beyaz Maske. Ya da senin bildiğin diğer adıyla; Kızıl Maske."
Siyah maskenin o gün söylediği bu cümle... Kafamda şimşekler çakıyordu.
Araf aslında Beyaz Maske'ydi. Kızıl Maske bendim. O zaman neden kendisini benim lakabımla, Kızıl Maske olarak tanıtmıştı? Sırlar üzerine sırlar ekleniyordu. Birisi çözülürken başka birisi çıkıyordu.
Sırlar yeterince bir yüktü zaten. Aradan bazı şeylerin çıkması ve bu yükün hafiflemesi gerekiyordu.
Asise'nin oyunu başlıyor...
"Karaslan'ları seçiyorum."
1. KISIM SONU
*2. Kısım biraz aradan sonra gelecek. Artık hazırlık kısmı bitti. 2. Kısımda savaş göreceğiz.
*Nefes neden Karaslan'ları seçti sizce?
*Araf'ın tepkisi nasıl olacak?
*Nefes-Araf ilişkisi nasıl devam edecek?
*Sırlardan herhangi biri hakkında bir tahmininiz var mı?
* Tekrar görüşmek üzere, altın tozuyla kutsanmış kan taneleri 💛🤍❤️
Instagram
yagmurunefesi
ayenurerol1
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro