Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

17 ~ Kan Tanesi

Uçurumdan attığı kan damlasının ardından atlarken ondan daha ağır gelen bir şeye sahipti. Kar tanesinde, kandan daha ağır bir şey saklıydı. Süzülmedi, çakıldı. Ona bulandı.

Artık o beyazdan eser yok.

O artık Kar tanesi değil, Kan tanesi.


Ludovico Einaudi - Experience

Duncan Laurence - Arcade


17. BÖLÜM


Bazen mümkün olabilecek olan ama imkânsız gelen şeyler olurdu. Bunun en basit örneğini son zamanlarda çok yaşıyordum. Zihninin uyanması, ancak gözlerini açacak gücü bulamamak.

Belki psikolojimle alakalıydı, bilmiyordum.

Araf ile beraber küvetten çıktığımızda ve duşakabine girdiğimizde çıplaklığımdan ve çıplaklığından hiç utanmıyordum. Çıplak bir bedenden utanan bir insan olmamıştım hiçbir zaman. Mantıksız gelirdi. Bu dünyaya gelişimiz ve gidişimiz bile çıplak olacaksa utanmanın anlamı neydi? Yüzün de açıktı, kolların da, hatta bazen bacakların da. O zaman neden utanmıyordun? O da senin bir uzvun, o da senin vücudun?

Geniş duş başlığının altında durduğumuzda kolunu belime sarmış, kendisine çekmişti. Yanağını yanağıma yaslayarak burnunu ıslak saçlarıma gömmüştü. Sakalı yüzümü tahriş etse de umurumda değildi. Her bir bölgesini hissediyordum ama bu bana pek de bir şey hissettirmiyordu. Evet, tahrik hissedebiliyordum ama yoğun değildi.

Ben etkilenmezdim. Etkilenmesini sağlardım.

En azından kolay etkilenmezdim.

Duştan çıktığımızda resmen onu ekerek odama girip kapıyı kapattım. Bazen fazla anlam yüklememek gerekirdi.

Üzerime sardığım havluyu çıkarıp vücudumu kuruladıktan sonra iç çamaşırlarını giydim. Şortlu eşofman takımlarından birinin gri şortunu çalıp giydim ve üstüme kırmızı, bol bir sweatshirt geçirdim. Ayaklarıma da dizimin altında bitecek uzun ve kalın bir düz kırmızı çorap giydim. Saçlarımı fön makinesiyle kurutup at kuyruğu yaptım.

Baş ucundaki komodinin üzerinde duran telefonumu alıp yatağıma oturdum. İnterneti açtım ve günlerdir aklımda dolanan bir şeyi araştırmaya başladım. Dakikalar sonra bulduğumda ismini ve özelliklerini not alıp kapattım. Yataktan inerek odadan çıktım. Araf'ın salonda oturmuş, gri laptopundan bir şeylere odaklandığını gördüm. Zaten onu arıyordum.

"Cemal ya da başka bir siyah maskenin numarası var mı sende?" Şaşkınlıkla kaşları çatıldı. "Ne? Siyah maskeyi ne yapacaksın?" Dik dik bakıp göz devirdim. "İşim var?" Dedim imayla. Çok üstünde durmadan Cemal'in numarasını verdiğinde memnuniyetle odama geri döndüm. Sırtımdaki dikkatli bakışlarını hissedebiliyordum.

Odama girdiğimde dinlememesi için kapıyı kapattım. Duvarların yalıtımlı olduğunu biliyordum. Kapı açık olmadığı sürece duyamazdı.

Cemal'in numarasını tuşladıktan sonra ayna karşısına geçip kendimi izleyerek beklemeye başladım. "Alo?"

"Ben Desise." Duraksadı. "Efendim." Dedi ciddi ve mesafeli sesiyle. Demek ki yalnız değildi. "Kendin mi hallediyorsun, birine mi buyuruyorsun beni alakadar etmez. İstediğim bir şey var. Gerekirse yerin dibine gireceksiniz, yine de onu en geç bir kaç güne bulacaksınız." Dedim sert ve otoriter bir sesle. "Tamam, ne istiyorsunuz?..." Arkadan boğuk bir ses geldiğinde duraksayıp bekledim. Abim miydi o?

"Efendim Furkan komiserim? Kim mi arıyor? Benim hatun." Göz devirdim. Geri zekalı. Daha yaratıcı bir yalan bulamamış mıydı? Daha geçen gün abimin karşısına geçip benden hoşlandığını söylememiş gibi. Aptal.

"Evli değilim zaten, komiserim..." Abimin sesi daha net gelmeye başladı, duymam için hoparlörü açmıştı demek ki. Benim sesim gitmesin diye sesimi kapattım. "Ulan it, sen daha dün benim kardeşime yavşamıyor muydun?"

"Estağfurullah komiserim, ben şaka yapmıştım."

"Şakanı sikeyim, Cemal. Elimde kalacaksın bir gün."

"Ben de sizi çok seviyorum, komiserim."

Konuşmalarına daha fazla katlanamayarak telefonu suratına kapatıp kararan ekrana karşı yüzümü buruşturdum. Göz devirip telefonu yatağa fırlattım. Bir kaç dakika sonra arayıp ne istediğimi söylerdim artık.

Acıkmıştım.

Mutfağa girip buz dolabını açtım. Şöyle bir göz gezdirirken ne yapacağımı düşündüm. "Acıktın mı?" Araf'ın sorusunun saçmalığına karşı ona tuhaf tuhaf baktığımda hafifçe güldü. "Tamam, sustum."

Tavuklu noodle ya da peynir soslu makarna yapabilirdim. Canım bu tip bir şey istiyordu.

"Tavuklu noodle yapalım." Dedim ve dolaptan tavuk göğsünü çıkarıp tezgaha koydum. Araf da ocağa su koymuştu. Kesme tahtası ve büyük bıçağı alıp tavuk göğüslerini jülyen şeklinde doğramaya başladım.

"Önceden de böyle baskın karakterde miydin, yoksa bu Asise'ye özel bir şey mi?" Asise... İlk defa bana bu şekilde hitap ediyordu. Sürekli Desise derdi. Oyun. Şimdi ise Oyun Tanrıçası demişti. Gözlerimi kaldırarak yan bir bakış attığımda ilgiyle bana baktığını gördüm. Gözlerimi tekrar tavuklara indirdim.

Ne demek istediğini anlamış olmama rağmen "Ne anlamda?" Dedim boğuk ama yüksek bir sesle. Kulağıma fısıldadı, ılık nefesi kulağımdan akarak indi. "Her anlamda." Bir süre hiçbir şey söylemedim. Söyleyecek bir şeyim yoktu.

Eda Arslan böyle bir kız değildi. Daha önce sevgilisi olmuştu ve öpüşmüştü ama hiçbir zaman biriyle bu kadar yakınlaşmamıştı. Onun çok fazla sınırları vardı. Kendini 4 duvar arasına hapsetmişti ve içinde kalan çok şey vardı, bunun sebebi yine o sınırlarıydı.

Ben Eda Nefes Karaslan'dım. Sınırlarım falan yoktu. O an canım ne istiyorsa onu yapıyordum.

Gerçeği reddetmeyecektim. Ben Oğuz Karaslan'ın kızıydım ve soy adım da Karaslan'dı.

İkisi de bendim. İkisini de ben yaşamıştım. Nefes olmak bana daha iyi geliyordu. Gücümün farkına varıyordum, herkes saygı duyuyordu, ben bile kendime ve isteklerime saygı duyuyordum. Canım istediği gibi davranmaya başladığımdan beri büyük ölçüde rahatlamış hissediyordum. En azından içimde kalmış bir şey yoktu.

"Değildim." Dedim uzun bir sessizliğin ardından. Zihnimdeki evrende kar yağışı başlamıştı, gölgeler dağılıyordu. Yere düşen kar taneleri o kırmızı noktayı kapattığı an yeni bir damla daha kan düşüyordu tam üstüne. Kar yağışından bembeyaz olmuş gökyüzüne kırmızı bir ip asılıydı sanki. O ipten kan damlaları akarak o noktanın yok olmasını önlüyordu.

Kan, hiçbir zaman kapanmayacaktı.

Kan, her zaman kendini tekrarlayacaktı.

Kan, hiçbir zaman beyazlamayacaktı.

Ben, hiçbir zaman eski hâlime dönmeyecektim.

"Bu senin için bir eksiklik miydi?"

"Evet."

"Peki şimdi eksik hissediyor musun?" Duraksadım. İç dünyamı sorguladım, kendimi sorguladım. Eksik hissediyor muydum? Aile kavramının eksikliği dışında... Bir eksiklik var mıydı?

Uzun zaman önce büyük bir gürültüyle çatlamış kalbimden sızan bir damla kan, süzülerek aktı ve karın boşluğuma damladı. Mideme yumruk yemiş gibi hissettim bir an. Bu sorunun cevabını bilmiyordum.

Duvardaki fayansa odaklandığımı fark etmemiştim. Başımı kaldırıp Araf'ın gözlerine baktım. Nasıl baktığımı bilmiyordum, belki de uzun zaman sonra ilk defa kalkanlarımı indirmiştim. Belki de hiç indirmemiş, boş bakıyordum.

O hâlde neden Araf şu an dizleri kan içinde kalmış küçük bir kız çocuğuna bakar gibi bakıyordu? Neden canı yanan, ağlamak isteyen ama ağlayamayan, donuk bir yüz ifadesiyle öylece yere bakan bir kız çocuğuna ağlaması için yalvaracak gibi bakıyordu?

"Bilmiyorum." Dedim. Yüzümdeki ve bakışlarımdaki ifadenin tam aksine sesim oldukça net ve pürüzsüzdü.

Eksik miydim?

Çok yerimden.

Tamamlanacak mıydım?

Belki.

Belki.

Belki.

"Bana böyle bakma. Yoksa sözümü tutamam. Yoksa dudaklarımın dokunacağı ilk yer dudakların değil, saçların olur, Nefes." Nefes... Yağmur'un Nefes'i. Yağmur'un son Nefes'i.

Masum bir kadının son nefesini çalıp sahiplenmiştim ve hiçbir şey olmamış gibi, ondan nefesini, geleceğini, hayatını çalmamışım gibi kendi hayatıma devam edebiliyordum?

Zamanında arkadaşım olmuş bir grup insan katliama kurban gitmişti ama ben en ufak bir vicdan kırıntısı hissetmeden öylece hayatıma devam edebiliyordum?

Seçil'i, en yakın arkadaşımı kendi ellerimle öldürmüştüm ama hâlâ hayatıma devam edebiliyordum?

Bu adil miydi?

Anlam veremiyordum. Hem kendime, hem hislerime, hem hayata... Olması gereken bir şey olmuş gibi hissettiriyordu ve bu beni dehşete düşürüyordu. İçimde kıyamet koparken dışarıya karşı sapasağlam durmak beni yoruyordu.

Elimden bıçağı alıp tezgaha koydu ve ellerimi tutup kendine döndürdü. "Ağla." Hayır. Ellerimi sıktı. "Ağla, Desise." Sakın ağlama. Elleri bileklerime çıktı, nabzımdan tuttu. "Buna ihtiyacın var. Daha fazla kendine bu şekilde zarar veremezsin. Ağla, Asise." Bir kez ağlarsan bunun geri dönüşü olmaz, sakın ağlamayacaksın.

"Kendini fazla zorluyorsun. Ne ben, ne babam, ne de bir başkası senden böyle bir şey istemiyor. Senden insani duygularını bir kenara fırlatıp atmanı değil, olman gereken kişi olmanı istiyoruz. Desise olmak, insanlıktan uzaklaşmak demek değil. Ağlamalısın. Ağla, Nefes."

İnatla öylece ona baktım. Dişlerimi sıkıyordum. Bileklerimi tuttuğu için yumruklarımı daha rahat sıkıyordum. Ağlamamakta kararlıydım.

"Eda..." Fısıltısıyla bir an boşluğa düşmüş gibi hissettim. Kan damlası, gölgeler altında gizlemiş boşluğa, onu koruyan beyaz kar tanesi tarafından itilmişti. Kan damlası düşüyordu, kan damlası boşluktaydı, ne önünü görüyordu ne sonunu. Suratıma buz gibi su çarpılmış gibi bir afallamayla Araf'a bakakalmıştım. Dişlerim ve yumruklarım serbest kalmıştı. "Ağla, Eda."

"Ben, Eda değilim." Dediğimde sesimin titremesine öfkelendim. Bu, daha da gözlerimi doldurdu.

Büyük elleri yüzümü kavradı. Sıcak elleri beni mayıştırıyordu. Mayışmak, rahatlamak demekti. Rahatlamak, tüm siperleri indirmek demekti. Rahatlık yıkım demekti. Beni yıkacaktı.

"Sen hâlâ Eda Arslan'sın. Ne kadar inkâr edersen et, güzelim. Eda'dan hiçbir zaman kopamayacaksın." Dolan gözlerimden bir damla yaş, tutunamayıp düştü. Araf ise öylece gözyaşımı izledi. Ne yüzünde bir değişim oldu, ne de sildi. Sadece izledi.

"Değilim." Dedim bastıra bastıra. Gözlerimin akının kızardığına emindim. Bir an kaşları çatıldı ve dudaklarını hırsla birbirine bastırdı, bir şeyi yapmamak için zor duruyor gibiydi.

"Bana böyle bakma. Yoksa sözümü tutamam. Yoksa dudaklarımın dokunacağı ilk yer dudakların değil, saçların olur, Nefes."

Ellerini yüzümden çekti ama çok uzaklaşmadan omuzlarımdan tutup kendisine çekti. Tekrar sarıldı. Benim her gözlerim dolduğunda böyle sarılacak mıydı?

Umarım.

Umarım her gözlerim dolduğunda böyle sıkı sıkı sarılırdı. Hiç bırakmayacak gibi.

Gözlerim kendiliğinden kapandı ve kendimi ona bıraktım.

Kalbim, göçebe yaşamından dönmüştü. Kafamda ya da karnımda değil, göğsümde çarpıyordu. Onun kalbinin çarpışını da tam göğsümde hissedebiliyordum. Sakindi. Sakindim. Artık sakindim.

Gözlerim aralandı ve Araf'ın arkasında, benim ise tam şu an karşımda olan beyaz duvara kaşlarımı çatarak baktım. Düşmanım oradaymış gibi, nefretim oradaymış gibi.

Ben sakindim.

Ama başka kimse sakin olamayacaktı. İsteseler de, istesem de.

"Nefes... Bilmen lazım." Sessizce söylemesini bekledim.

"Bu oyun bittiğinde. Kazanan taraf; kaybeden taraftaki herkesi, tüm aileyi teker teker öldürecek. Karaslan'lar kazanırsa Pakgör, Pakgör'ler kazanırsa da Karaslan diye bir aile kalmayacak ortada."


🩸


"Hayır, bunu beğenmedim." Dedim katı bir sesle.

Koyu yeşil elbiseyi yatağa attım. Asistanım, ismini yeni öğrendiğim asistanım, bana yeni bir elbise daha gösterdi. Gece mavisi. Sıkıntıyla ellerimi belime yerleştirip dik dik Cansu'ya baktım. "Kırmızı giydiğimi bilmiyor musun? Tamam çok güzeller ama benim giymem için güzel değiller."

"Kırmızı da var!" Dedi hevesle. Sanki sabahtan beri bu anı bekliyordu. O hâlde neden bekliyordu? En başından onu göstermesi gerekirdi!

Kırmızı elbiseyi askısından tutarak havaya kaldırdı ve gösterdi. Bir an duraksadım.

Asimetrik kesim bir yakası vardı. Boynun sol kısmından, sağ göğüsün başlangıç kısmına kadar bir kumaşı vardı. Kumaş, sağ omzu, göğsü ve kolu kapatarak uzun kol şeklinde iniyordu. Sol omuz, sol göğüs ve sol kol açıktı. Yakası kapalı bisiklet yaka şeklindeydi. Elbisenin ana kalıbı ise vücut hatlarına oturacak ve oldukça şık, asil ve seksi gösterecek kadar dardı. Kumaşı ise kırmızı ve parıltılıydı. Sanki kırmızı sim dolu havuza batırılıp çıkarılmış gibiydi.

Beğendim.

Memnuniyetle gülümsedim ve Cansu'ya baktım. Gülüşüm anında söndü ve kaşlarımı çattım. "Niye en başından göstermiyorsun? Zaman kaybettik!" Mahcupça bakıp dudağını ısırdığında suç işlemiş çocuk gibiydi. Gözüme tatlı geldi, kızamadım. Ama bunu ona belli etmedim, yüz bulup güvenip beni daha çok kızdıracak şeyler yapabilirdi.

Hızlıca üstümdeki pijamaları çıkarıp elbiseyi giydim. Elbisenin içindeki kendinden destekli sütyen kısmı sayesinde göğüslerim daha dik ve dolgun gözükmüştü. Kalçamın tam altında bitmişti. Daha 1-2 saat önce ağdayla haşır neşir olduğum için içim rahattı.

Kuaför ve makyöz içeri girdi.

Bu gece seçim gecesiydi.

Önce saçlarıma salaş bir maşa yapılıp dağıtılmıştı. Sonra önden ikiye ayırıp ayrı ayrı arkaya doğru taç şeklinde aşağı inen geniş bir örgü yapılmıştı. Örgüler arkada birleştirilmiş, aşağıdan hoş bir at kuyruğu yapılıp saçımdan bir tutumla toka gizlenmişti. Onlara broşa benzer bir toka verdim. Koyu gri ve kırmızıdan oluşan bir hançer. Örgülerin birleştiği ve saçın bağlandığı o girinti noktasına hançer tokayı düzgün bir şekilde taktılar. Önden ve yanlardan bir kaç tutamı dikkatlice serbest bırakarak şık ama aynı zamanda salaş bir görünüm kattılar.

Saçımdaki hançerle hemen hemen aynı tonlardaki koyu gri, dalgalanarak ilerleyen yılan şekilli küpeyi taktım. Başı, sürünerek kulak kepçemin üst kısmına kadar gidiyordu, saldırıyormuş gibi ağzı açıktı ve kulak kepçemi kavrıyordu. Kuyruğundan sarkan metal ince zincirlerden oluşan püsküller vardı ve saklanacak şekilde iniyordu. Diğer kulağıma yuvarlak şeklinde düz bir küpe taktım. Yılanlı küpenin diğer eşiydi bu.

Gümüş rengi metal halka kolye taktım. Hiçbir özelliği yoktu, düzdü. Saçımdaki toka, makyajım, elbise ve küpeler yeterince şıktı zaten. Kolyenin de öyle olması abartı olurdu.

Ayakkabı olarak da yanları kafesli, siyah süet, yüksek topuklu platform bir ayakkabı giydim ve arkasındaki ince fermuarı çektim. Topuğu 13 santimdi ve ayağa kalktığımda 1.83 olacağımı biliyordum. Umurumda mıydı? Hayır. At kuyruğu omzuma düşmüştü. Doğrulurken onu arkaya attım ve önlerini elimle düzeltip boy aynasına baktım.

Makyajım abartıydı ama gözü rahatsız etmiyordu. Aksine, asil geliyordu. Göz kapağıma dumanlı, siyah tonlarında makyaj yapılmıştı, eyeliner çekilmişti ve göz altıma parıltılı kırmızı bir farla adeta çizgi çekilerek göz bitimimde siyahla ikisi birleştirilmişti. Cilt makyajı ise porselen makyajdı. Kontür çizgisinin ve highlighterın normal porselen makyajlar kadar belirgin olmasını istememiştim. Bence çok sırıtıyordu. Dudaklarımda ise kan kırmızısı mat bir ruj vardı.

Şık, zincirli deri ceketimi üzerime geçirip gümüş tonlarındaki kutu çantayı elime aldım. Önceden hazırlamıştım. Cansu ile beraber odadan çıktım.

Bugün büyük gündü. Biraz heyecanlıydım doğrusu. Bugünden sonra namım duyulacaktı. Eda Arslan olarak değil, Desise olarak. Eda Nefes Karaslan olarak.

Normal Eda asla bu kadar abartılı ve ağır bir makyaj yapmazdı. O hep doğaldı. Bu yüzden beni tanıyan olursa da pek çıkarabileceğini sanmıyordum.

Kurallara uygun olması için yalnız gidecektim. Araf çoktan benden önce gitmişti. Gitmeden önce benim için bir şoför ayarlamıştı.

Cansu ile birlikte büyük arabanın arka koltuğuna bindik ve kapılar kayarak kapatıldı. Yol boyunca gözlerimi camdan ayırmadım. Öylece akıp giden yolu izledim. Hiçbir şey hissetmiyordum. En azından heyecan ya da korku hissetmem gerekmez miydi?

Ama hayır, yoktu.

Gün ve zaman çok çabuk akıp geçiyordu. Cenk'in doğum günü 16 Kasım'dı. Fakat yarın 1 Aralık'tı mesela...

Ceketimi çıkardım ve araba koltuğuna bıraktım.

Bu iki hafta benim için neredeyse ölüm gibiydi. Bunu bile düşünmek istemiyordum. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Çantamdan kırmızı maskemi çıkarıp Cansu'ya verdim ve kurdelesini çıplak kolumun pazu kısmına bağlattım. Sol kolumdan sarkıyordu.

Araba durduğunda ve indiğimizde dışarıdaki davetlilerin bakışları bana döndü. Hepsine soğuk bir bakış atarak kırmızı halıya ilerledim. Halıyı takip ederek içeri girerken bir yandan tedirgindim. Umarım herhangi bir şeye takılıp düşmezdim. Topuk inceydi ne de olsa.

Desise de olsan, ince yüksek topuklu  ayakkabı en büyük korkun olabiliyordu.

Koridorları geçerek geniş salona girdiğimde burada kırmızı giyen tek kişinin ben olduğumu görünce dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

Araf.

Onun işi olmalıydı. Kesin kırmızı giymeyi yasaklamıştı. Öyle olmasa beni gören tüm kadınlar ilgi, haset ve merakla bakmazdı.

Arafları gördüğümde bir masada olduklarını gördüm. Oraya ilerledim.

Saçlarını omuz hizasında düzgünce kestirip maşa yapmış, zümrüt yeşili saten elbise giymiş bir adet çakma sarışın önümü kestiğinde durup dik dik baktım. Yaren karısı.

"Edacığım?" Kaşlarımı çatmadım, yüzümü buruşturmadım, gözlerimi kaçırmadım. Aksine. Edebileceğim tüm tehditleri barındıran bir bakışla ona baktım. Gözlerimi öyle bir dikmiştim ki, bir süre sonra rahatsız olabilirdi. "Pardon, Nefesçiğim. Ağız alışkanlığı." 

Alayla kısa saçlarına baktığımda duraksadı ve bozularak bir anlığına sustu. Zamanında kaşımıştım, yetmemiş miydi? Ne bu yüzsüzlük? Tarafına çekmesi gerekirken düşmanlık ateşine kolonyayla koşuyordu, aptal.

Bu IQ ile bu yaşa kadar nasıl yaşamıştı acaba?

"Baban ve amcan da seni çok özlemişti. Masaya gelmek ister misin?" Diyerek eliyle masayı işaret ettiğinde gözlerim masalarına kaydı. Oğuz ve Gökhan Karaslan büyük bir dikkatle bana bakıyordu. Baha ise kendini soyutlamış, telefona gömülmüş biriyle mesajlaşıyordu.

Normalde gitmezdim.

Ama bugün taraf seçim gecesiydi ve palavralarını merak ediyordum.

Yapmacıklığın zirvesini oynayarak "Tabii ki!" Dedikten sonra sertçe koluna girdim. Şaşkınlıkla bir koluna, bir bana bakarken ben onu hevesle masalarına sürüklüyordum.

Baha beni gördüğünde kaşları çatıldı. Dudağının kenarındaki mini yara bandını ve elmacık kemiğindeki belli belirsiz yeşilliği görünce benim de kaşlarım çatıldı. Dayak mı yemişti? 

"Bunun ne işi var burada?" Amcam gülerek Baha'nın ensesine elini sertçe indirip kavradı biraz sarstı. "Şakacı yeğen. En sevdiğim," Bakışları bana kaydı. "Nefes 'ten sonra." Göz devirdim. 

Palavra bir.

"Nefes." Oğuz Karaslan'a baktım. "Ben gerçekten özür dilerim. O an öfkelendim, anla beni. Demek istemediğim şeyleri söyledim."

Sen benim kızım olamazsın!

Değildim zaten. Doğruları söylemişti.

"Yo, aksine, doğruları söyledin. Sana bir tavsiye, Oğuz Karaslan. Doğrular için hiçbir zaman kimseden özür dileme."

"Sen kimse değilsin, kızımsın." Palavra iki.

"Ben senin kızın değilim. Yağmur Pakgör'ün kızıyım."

"Annen tam anlamıyla bir metresti. Hâlâ nasıl oluyor da onu savunabiliyorsun?" Dedi Yaren karısı, iğneleyerek. Pür dikkat ona baktım. "Ama bekârdı. Buradaki asıl suçlu Oğuz Karaslan'dır. Sonuçta o evliydi. Onun yapmaması gerekirdi. Bütün bunların yanında, annemin tamamen suçsuz olduğuna adım kadar eminim." 

Baha alayla "Bence adından da emin değilsin ama neyse." Dedi ve tekrar telefonuna döndü. Haklı.

Ama annemin suçsuz olduğundan, adımdan daha çok emindim.

"Yaren, gözaltlarına ne olmuş senin?" Dedi amcam dikkatle. Merakla dönüp baktım ama hiçbir şey yoktu.

Yaren karısının gözleri büyürken hemen çantasından bir el aynası çıkarıp baktı. "Hiçbir şey yok?"

"Var var. Bence bir lavoboya falan git." Dedi amcam inatla. Yaren, ona inatla baktı. "Beni göndermeye çalışıyorsun. Hiçbir şey yok gözümde!" 

O kadar sinirlerimi bozmuştu ki kendime mani olamadım. Elimi kaldırıp gözüne indirdim ve sertçe aşağı doğru elimi kaydırdım. Yaren karısı çığlığı basarken iğrentiyle elimdeki far, eyeliner ve rimel lekesine baktım. Olağan bir sesle konuştum, "Al bak, var şimdi." Kirli elimi yallah dercesine sallayarak "Hadi def ol git." Dedim ve çantamdan bir tane makyaj temizleme mendili çıkardım. Makyajım akarsa ya da bozulursa diye yanıma almıştım.

Amcam dudaklarını birbirine bastırmış, başını başka tarafa çevirip baş parmağıyla burnunun kenarını kaşımıştı. Babam olacak adam sadece bana odaklanmıştı. Baha ise hiç çekinmeden açık açık gülüyordu.

Yaren cadısı "Sen-" diyordu ki o gitmeden hemen söylemek istediğimi söyledim. "Biliyor musun? Kurban olarak sarışın bir kadın gerekiyormuş." Gözleri büyüdü. Hüsranla dudaklarımı büzdüm ve yüzümü buruşturdum. "Ama aileden biri olamazmış ve doğal olmalıymış. Sen hem ailedensin hem çakmasın. Sahtesin. Fakesin. Üzüldüm." 

Baha heyecanla atladı. "Bence kurallar değişebilir! Baba?" Oğuz Karaslan, oğluna dik dik baktı. Bununla yetinmeyip bir de sert bir sesle "Baha!" Diye uyardı. Tekrar göz devirdim.

Burada en samimi ve gerçek bulduğum kişi Baha'ydı. Açık sözlüydü. Üstelik bizzat gelip bana kendisi yardım etmiş, bir de üstüne Karaslan'ları seçmememi söylemişti.

Zaten seçmeyecektim ama böyle demesindeki sebebi de çok merak ediyordum. Sonuçta kendi ailesiydi. Ve... Pakgör'ler kazanırsa- ki, kazanacak-  bu onun da ölümü demekti. Kendi ölüm fermanını kendisi imzalamıştı.

Ölüm... Ölümle dans ediyorduk resmen. Hissediyordum, bu oyun bittikten sonra bile pek çok ölüm görecektim. Ve bu ölüm de kendi ailem içindi.

Düşman olan iki ailenin anlaşması için oynanan oyundan ne bekliyordum ki? Toplaşıp Monopoly oynayacaklarını falan mı? Komik.

Yaren karısı koşa koşa lavaboya gittiğinde baş virüs gittiği için rahatlamıştım. Yaren-19 Pro Max resmen. Varlığı beni öfkelendirmekten öteye gitmiyordu.

"Nefes." Amcama baktım. Göz kırptı. "Ellerine sağlık." Dedi içten bir şekilde. Hafifçe gülümsedim. Eğer Karaslan'lar bu kadar iğrenç bir aile olmasaydı amcamla aramın çok iyi olacağına kalıbımı basabilirdim.

Ama iğrençlerdi.

"Kızım..." Göz devirmemek için zor durarak Oğuz Karaslan'a döndüm. Palavra üç loading...

Telefonum çaldığında telefonumu çantamdan çıkardım. Oğuz Bey'in bakışları telefonuma düştü. Onun aldığını kırmıştım. Onun gözüne sokarcasına aramayı cevaplayıp telefonu kulağıma dayadım. Araf arıyordu. "Efendim, Maske?" Onun adını bunların yanında anmayacaktım. 

Gözlerim Pakgör'lerin masasına kaydı. Araf, telefonu kulağından çekip kapattı ve eliyle basit bir gel işareti verdi. Beni arıyordu büyük ihtimalle, o yüzden aramıştı. Telefonu kapatıp çantaya koydum ve Karaslan'lara döndüm. "Gece uzun." Baha'ya döndüm. Hâlâ telefonuna bakıyordu.
"Görüşürüz, abiciğim(!)" Telefonundan başını kaldırıp bana çatık kaşlarla baktığında ona öpücük atıp süzülerek Araf'ın yanına gittim.

Gittiğim gibi eli direkt bileğimi kavradı. Sert bir tutuş değil, aksine naif bir tutuştu. Hafifçe bileğimin içinde parmağını gezdirerek ovalarken bana döndü. "Ne dediler?" 

Ciddiyetle derin bir nefes verdim. "Araf sana aşık, dediler." 

Dayım da pür dikkat bana bakıyordu. Ona döndüm, "Hatta sen de ben annemin karnındayken bizi beşik kertmesi yapmışsın. Nikah şahidimiz de Yaren karısı olacakmış. Özenti Çakma, ben nikah masasına oturdum ya hemen de kıskandı." 

Araf şaşkınlıkla bana bakakalmıştı. Hafifçe güldüm, gülüşüme bakıp sonra tekrar gözlerime baktı. "Ne diyebilirler, Araf? Saçma sapan bir sürü palavra. Korkma, yiyecek değilim. Sadece onlar yediğimi sanacak gecenin ilerleyen saatlerinde. Şaşırtmayı severim."

"Sen çok sinsisin." Dedi dayım gülerken. Senin kadar olamaz. Gülerek karşılık verdim. "Di mi? Arkadan iş çevirmekte üstüme yoktur. Kime çektiğimi merak ediyorum." Duraksadı. 

Şüphelenmesine izin vermeden, "Kesin o Yaren cadısına çekmişimdir. Annemin arkasından yapmadığı kalmamış." Diye ekledim. "Doğru." Derken gözlerini kaçırdı. Araf'a döndüğümde bir an afalladım. Hâlâ pür dikkat bana bakıyordu. Düşüncelere dalmış gibiydi. Ne düşünüyordu bu kadar ciddi?

O an fark ettiğim şeyle gerçek anlamda şaşkınlıkla kalakaldım. "Araf? Sen kırmızı mı giydin?" Dedim sesime yansıtarak. Araf beyazdı, ilk zamanlarda da sürekli beyaz giyerdi ama son zamanlarda çoğunlukla siyah giymeye başlamıştı. Şimdi ise kırmızı.

Siyah smokinin içine bordo saten bir gömlek. Yakasına siyah, zincirli bir yaka iğnesi takmıştı, bununla yetinmeyip bir de siyah kravat takmıştı. Kötü durmuyordu. Aksine, asil durmuştu. Beyaz maskesi yine yüzündeydi. Yine yüzünün sağ çeyreği açıktı.

Gözleri üstüne kaydı, sonra tekrar bana baktı. "Evet. Burada kırmızı giyen tek kadın sen, kırmızı giyen tek erkek de benim."

Kar tanesi, aşağı attığı kan damlasının peşinden atladı. Kan damlası, kar tanesinden daha ağırdı. Öyleyse nasıl daha yavaş düşebiliyordu? Kan damlası, kar tanesine sıçradı. Kırmızıyla boyanmış kar tanesi hızla düşerek karanlıkta kayboldu. Kan damlası yeniden yalnız kaldı.

Kar tanesi, kana bulandı.

Araf, bana bulandı.

Gözleri bir yere kaydı. Bakışları sertleşti. O katili o bakışlarda yeniden gördüm. Baktığı yere bakmak istediğimde elini çeneme koyup engel oldu. Bileğimdeki eli elime kaydı. "Gel benimle." Merakla kaşlarım çatıldı. "Neden?" Cevap vermedi.

Hızlı adımlarla beni bir koridora soktuğunda başımı çevirip arkaya baktım. Oğuz ve Gökhan Karaslan'ın hararetli ve çok ciddi bir şekilde konuşmasından başka bir şey göremedim. Zaten bir yerden sonra salon, görüş açımdan çıktı.

"Araf, neler oluyor?"

"Sessiz ol."

Adımları hızlı ve telaşlıydı.

Sessiz ve ıssız bir koridora girdiğinde parlak karolardan oluşan zeminde topuklarım yankılandı. Bir odanın kapısını açıp içeri girdi ve beni de sokup kapıyı kapattı. Arkasındaki kiliti çevirdiğinde kapı kilitlendi. Temizlik araç gereçlerinin saklandığı odada ne işimiz vardı?

"Araf."

"Seni kaçırıyorum, sessiz ol."

"Neden?"

Kapının arkasını görebiliyormuş gibi öfkeyle kapıya bakıyordu. "Babanla amcan kirli oynayacak çünkü. Beni- yani bizi seçeceğinden emin oldular. Çirkinleşecekler." 

Bana baktı. Beni baştan aşağı süzdükten sonra yaklaştı. Oda küçüktü ve ben zaten duvar dibindeydim. Onun adımıyla ister istemez sırtım duvara çarpmıştı. Eli sol koluma uzandı. İç gıdıklayıcı bir yavaşlıkla kurdelenin bir ucunu kavradı ve yavaşça çekti. Maske kolumdan ayrıldığında Araf yavaşça bırakarak yere düşmesini sağladı. Burnu burnuma değdi. 

"O kadar güzelsin ki... Karşındaki baban bile olsa çirkinleşmekten başka çare bırakmıyorsun." Dudaklarım aralandı.

Ben bir kan damlasıyım.

Dokunduğum şeyi uğursuzluğumla kirletebiliyorum. Dokunduğum yerden bir daha çıkartılamıyorum. Benden kurtulamıyorlar.

Ben bir kan damlasıyım.

Dokunduğum, bıçak dahi olsa ürkütücü hâle geliyor.

O bir kar tanesi.

Saf ve temizliğiyle büyüleyici. Dokunduğu her şeyi güzelleştiriyor. Bir insan, ona baktıkça huzur buluyor, iç dünyasını rahatlatabiliyor. O bir mucize.

Sol elini belime sardı ve kendisine çekti. Burnunu boynumda gezdirirken parmakları usulca kolumda aşağı doğru çizgi çekiyordu. Ellerim omzunun üstünden başına gitti ve maskesini çözdüm. Maskesi omzuma düşerken tutup ben de onun maskesini yere attım.

"Arzuladığım ilk kadınsın, Desise."  Duraksadım. Ne?

"Nasıl yani?" Dedim şaşkınlıkla. Yutkundu. "Ben bakirim." Şaşkınlıkla gözlerim açıldı. Bunu beklemiyordum. Etrafımdaki çoğu erkek hep yattığı kız sayısıyla övünen dangalaklardan birisiydi. Bir erkeğin kendini tek bir kadına saklamasına olan inancım yok olmuştu.

Ama şimdi durumlar farklıydı.

"Daha önce kimseyi öpmedim bile." Nedenini sormak istiyordum ama zaten açıktı. Maskesini hiç çıkarmıyordu. Ben de şans eseri görmüştüm. Yanmış yüzünden utanıyordu.

Sağ elimi ensesinden çekerek yanık yüzüne değdirdiğimde irkildi ve geri çekilmek istedi. Omzundaki sol elimle baskı uygulayarak durdurdum. "Hayır."

Onun utandığı yüzünü okşadım ve dudaklarımı yanağına değdirdim, öptüm. "Biliyor musun?" Dedim fısıltıyla. "Yüzünün yanmış olması hiçbir şey değiştirmiyor. Sen çok başkasın."

"Nasıl başka?"

"Yakışıklı, karizmatik tarzı kelimeler sana uymuyor." Nefesini tuttuğunu duyduğumda devamını getirdim, "Çünkü sen daha fazlasısın. Nefesini de tutma, sana lazım olacak."

"Neredeler?" Dışarıdan gelen sesleri duyduğumda gerildim ama başka bir tepki vermedim. Babamın sesiydi bu.

Alnını alnıma yasladı. "Nefesimi tutuyorum. Çünkü bana her zaman lazım olacak." Derken belimdeki eli sıkılaştığında bu sefer nefesini tutan ben oldum. Alttaki mesajını anlamıştım.

Ben ona şaşkınlıkla bakarken birden dudaklarını dudaklarımda hissettiğimde kaskatı kesildim.

"Dudaklarımın değeceği ilk yer dudakların olacak, Desise."

Dudaklarımı aralayarak ona izin verdiğimde ilk olmasına rağmen büyük bir tutkuyla öpüyordu. Ona aynı şekilde karşılık verdiğimde eli bacağıma indi. Bacağımı alttan kavrayarak kaldırdığında ona kalmadan ben sardım beline. Eteğim yukarı sıyrılırken beni kucağına aldı. Sırtım duvara çarparken ikimizin de öpücükleri sertleşmiş ve hızlanmıştı. Kravatını ve iğnesini çıkarıp kenara attım. İlk bir kaç düğmesini açtıktan sonra elimi sokup omzundan sırtına doğru gezdirdim.

Onun da eli eteğimin altından uyluğumun alt kısmında gezindi ve kayarak aşağı indi. Dudakları dudaklarımdan ayrıldığında beklemeden açık boynuma geçti. Isırdığını hissettiğimde inlerken tırnaklarımı omzuna geçirdim.

Kapı çaldığında duraksadık ama çekilmedik. "Kimse var mı?" Oğuz Karaslan, rahat bırak artık!

Amcamın sesi geldi "İçeride birileri var, belli. Ne olduğu da belli. Rahat bırak, Oğuz. Hadi gidelim." Amcam biz olduğumuzu bilmese de başkaları sanmıştı. İkimiz de nefes nefeseydik ve seslerimizin gittiğine emindim.

Rahat bir nefes verirken alt dudağımı dişledim. Araf geri çekilirken dudaklarıma baktı. Ben de onunkilere baktım. Rujum yüzünden kıpkırmızı olmuştu. Tekrar öptüğünde dudaklarının üstüne gülümsedim. Bu seferki daha sakindi.

Dudaklarımız ayrıldığında yanık yüzüne öpücükler kondurdum ve kulağına yöneldim. Dişlerimi çene kemiğine geçirdiğimde inledi ama geri çekilmedi. 

Saçlarımdan asılarak geri çektiğinde göz göze geldik. Burnuma öpücük kondurduğunda gözlerim kapandı.

O bir kan tanesi.

Kana bulandığı hâlde güzel kalan tek şey.

***

Instagram
yagmurunefesi
ane1hikayeleri

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro