Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

15 ~ Kırmızı Leke

Gripin - Durma Yağmur Durma

15. BÖLÜM



Hard disk.

Kaşlarım çatıldı. "Bunun ne işi var sende?" Gülerek dikleşti ve havalı bir hareketle hard diski döndürüp avucunun içine aldı. Ceketinin cebine koyduğunda dikkatle hareketlerini inceliyordum. O düşmandı.

Tarafımı çoktan seçtiğimi herkes görebiliyordu ama o gece düzenlenmeden hiçbir zaman resmi olarak kabul etmeyeceklerdi. O gecenin öncesinde Oğuz ve Gökhan Karaslan'ın benimle tekrar konuşacağını da tahmin etmek zor değildi. Karaslan'ların sonu benim ellerimdeydi. Tüm sermayeleri, miras olarak sadece benim üzerime kalmıştı. Beni karşılarına almayı kesinlikle kabul etmeyeceklerdi. Bu yüzden gözümü boyamak için ölmüş annemi dahi kullanacaklarına emindim.

Karaslan'ları yerle bir edecek bir diğer şey de o hard diskti. Ve Baha Karaslan, o diski bizzat kendisi bana getirmişti. Peki nereden bulmuştu?

"Bunun sende ne işi var?" Diye sordum tekrardan, üstüne bastıra bastıra. "Sakin ol, kardeşim! Birazdan pençelerini üzerime salacakmış gibi bakıyorsun." Sakinleşmeye çalışarak gözlerimi kapattım. Onu ilk gördüğüm an, ilk söyledikleri sözler hâlâ zihnimde yankılanıyordu. Onu abim olarak göremeyeceğimi söyledikten sonra kendisi bana abimmiş gibi davranamazdı. Ben onun babasından hediye gelen oyuncağı değildim! "Sakın. Sakın bir daha bana kardeşim deme." Dedim dişlerimin arasından hırsla.

"Güzel ve hoş bir başlangıç yapmadığımızı biliyorum, Eda. Bundan sonra da yapacak değiliz. Fakat iyi geçinsek çok güzel olacak." Alayla güldüm. Resmen onunla dalga geçtim. "Neden, Baha Karaslan? Mirasınızı çöp edersem diye mi korkuyorsun? Soy adınızı silmemden mi korkuyorsun? Korkma, ben oyunumu adil oynarım. Barbarlık sizin kanınızda olabilir ama benim kanımda yok." Göz devirdi. "Sırf o ailede büyümeye mecbur bırakıldığım için beni suçlayamazsın." Bu sözü içten içe sarsılmama neden oldu.

Uçurumda konuştuğumuzda gözlerinde, çocukluğundan kalma acıların izlerini görmüştüm. Çok küçük yaşta annesini kaybetmişti ve bu babasının suçuydu. Acısını yaşamasına bile izin verilmemişti. Kim bilir daha neler yaşamıştı?

Geçmişi acı olabilirdi, şu anki karakterinin mimarı da o acılar olabilirdi. Ama bunu fark ettiyse de değiştirmesi için bir şeyler yapması gerekirdi. Yapmadı. O suçsuzdu, ben de suçsuzdum. Ebeveynlerimizin suçunu bizler çekiyorduk.

Ben onun suçsuzluğunu görüyordum ama o benimkini göremiyor gibiydi. Belki de sırf hırstı. Bu hatasıydı işte. Kendi iradesiyle ve hırsıyla gerçekleştirdiği hiçbir hareketin, davranışın telafisi olamazdı.

Ona yakın olacak ya da şefkat gösterecek değildim.

"Karaslan Malikânesinde büyümüş olman, şimdi mağdurlara karşı tam bir şerefsiz gibi davranmanı haklı göstermez, Baha." Dedim net bir şekilde.

Araf'ın bizi dinlediğini ve beni izlediğini hissedebiliyordum. Sesleri duyduğu andan itibaren gelmemesi, yalnız bırakması ve konuşmamıza izin vermesi takdir edilesi bir davranıştı. Herhangi başka birisi olsa şimdiye damlamıştı yanımıza.

"Beni içeri davet etmeyecek misin?" Güldüm. "Dalga mı geçiyorsun? Düşmanımı evime alacak kadar geri zekalı gibi mi duruyorum uzaktan? Beni hafife almamaya şimdiden alışsanız iyi edersiniz. Çünkü daha hiçbir şey yapmaya başlamadım."

"Aile mevzularını kapıda, koridorda konuşmak istiyorsan benim için sorun değil. Fakat komşularınız için aynı şeyi söyleyemeyeceğim." Başımı dikleştirdim ve ona meydan okuyan bir ifadeyle baktım. "O komşularımız yabancı değil, Baha. Çalışanlarımız. Patronları olduğumuzu göz önünde bulundurursak, gıkları çıkmayacaktır." Hâlâ onu içeri almamakta kararlıydım. "Demek hissedar oldun?" Zeki.

"Konuya gir artık." Dedim sıkılmış bir şekilde kollarımı bağlayıp etrafa bakınırken. "İki günde çok şey oldu. Belleği düşmanlarımızdan birisi ele geçirmiş. Babam ve amcam hemen harekete geçtiler ve bu sabah geri aldılar." Konunun beni ve şu anı ilgilendiren kısmını çok merak ediyordum açıkçası.

"İzledim, Eda." İşte şimdi benim tanıdığım Baha Karaslan değildi. Hüzün vardı gözlerinde. Omuzları çöktü, dudak kıvrımları aşağı kıvrıldı. Merakım arttı. "Neler oluyor?" Dedim hafifçe kaşlarımı çatarak.

Cebinden hard diski çıkarıp bana uzattı. "4 tane video şifresizdi. Sadece onları izleyebildim. 3'ünü sildim." Sinirlendiğimi hissettim. Kanımda öfkenin sıcaklığı değil, donukluğu kol geziyordu. "Ne? Bir de bunu söylüyor musun?! Ne demek sildim?!"

"Benimle ilgiliydi!!" Diye bağırdı birden. Sesi koca koridorda yankılandığında şaşkınlıkla kaşlarım kalktı ve dudaklarım aralandı. Gözleri kızarmıştı ve büyümüştü. Şimdi cidden öfkeli görünüyordu.

"Sakın bana bir daha bağırma!" Dedim. Sonra sakinleşip devam ettim, "Peki neden şimdi bana bunu getiriyorsun? Kendi aileni mahvedecek kanıtı neden ailenin düşmanlarından birinin ellerine bırakıyorsun?"

"Bir kaç saat önce olsaydı asla vermezdim." Dedi ve sustu. Sonra zorlukla konuştu. "Ama onları biri bitirecekse bu sen olmalısın, Desise. İntikamları al." İntikamlar. Kaç kişinin intikamı vardı? Karaslan'lar daha kaç kişinin canını yakmıştı?

Elinden siyah hard diski aldım ve gözlerim, ellerimdeki hard diskin üzerinde gezindi. Kare ve kalın bir şeydi. Samsung markasına aitti. Kaliteli bir şeye benziyordu.

"Ve, evet... Sana ilk ve son kez bir abi nasihati vereceğim." başımı kaldırıp ona baktım. Kaşlarım çatıldı ama merakla ne diyeceğini merak ettim. "Sonucu biliyorum, ama yine de söyleyeceğim: Karaslan'lardan ölümüne kaç, Nefes. Sakın onları seçme. Sakın."


🩸


Günün ilerleyen saatlerinde pizzacı gelmişti ama bende iştah falan kalmamıştı. İçim içimi yiyordu. Yüreğimde çok yoğun, kötü ve rahatsız edici bir his vardı. Beni boğuyordu. Boğuluyordum.

Baha, son sözlerini söyledikten sonra bana son kez bakıp gitmişti. Ben de hiçbir şey demeden kapıyı kapatmıştım. Elimde hard diskle beraber salona girdiğimde Araf ayağa kalkmıştı. Hiçbir şey söylemeden hard diski sessizce ellerine bırakıp geçmiştim ve kanepeye uzanmıştım. Araf'a arkamı, yüzümü kanepenin sırtına dönmüş, kendimce inzivaya çekilmiştim. Uzun uzun düşünmüştüm.

Baha... O gün gördüğüm dik duruşundan taviz vermeyen, asi ve güçlü adam; bugün gözlerimin önünde birden çökmüştü. Üstelik sadece hard diskten bahsederek olmuştu bu. Kendi ailesinin sonunu kendi elleriyle düzerek ellerime bırakmıştı ve onlardan uzak olmamı, kesinlikle onları seçmememi söylemişti.

Zaten seçecek değildim.

Ama Baha... Bu işin içinde bir iş vardı. Ortada ciddi bir şeyler dönüyordu. Ve hepsi o diskin içinde gizliydi.

Hepsi şifreliydi. Fakat açık olan 4 video...

3' ünü silmiş.

1 tanesi açıktı ve duruyordu!

Tüm gece bunları düşünmüştüm ama kalkıp bakacak cesareti bulamamıştım. Belki de bunu yapmamam iyi olmuştu. Aynı gün içerisinde bu kadar şey bana ciddi derecede ağır gelebilirdi. Dinlenmek zorundaydım. Üstelik disk, Araf'ta güvendeydi.

Yeni bir gün.

Güneşin yakıcı ışıkları, şık tül perdenin ardından gözlerime vururken uyanmıştım. En nefret ettiğim şeylerden birisi olabilirdi sanırım bu his. Eski evimde sırf bu yüzden yatağım odanın en ışık almayan köşesindeydi. Ama burada öyle bir şansım yoktu. Tüm dış cephe duvarları camdandı.

Kalkıp tuvalete gitmiş, döndüğümde tazelenme isteğiyle gardıroba dalmıştım.

Siyah, ince bir külotlu çorap üzerine mini, dar bir etek giydim. Eteğin iki yanında bağcık detayları vardı ve siyah ipleri sarkıyordu. Üste kırmızı, deri, straplez, göğüs destekli, kollarında tam koltukaltı çizgisinden itibaren uzun kol olarak bileğime kadar dar şekilde iniyordu. Eteğin başlangıcı ve bluzun bitiş kısmına bir kemer takarak gizledim. Araf'ın verdiği, babamın anneme ilk hediyesi olduğunu öğrendiğim, bir nevi annemin kolyesi olan yakut taşlı hançerli kolyeyi de taktığımda gerdanım boş kalmamıştı. Haç işaretli tekli küpe taktım ve saçlarımı yana atıp o kulağımı açıkta bıraktım. Saçlarımı ise sadece taramıştım.

Haç işaretinin benim için bir anlamı yoktu. Sadece güzeldi ve kullanıyordum. Bunun için Hristiyan olmam şart değildi.

Makyajımda değişiklik yapmadım, her zamanki makyajımı yapıp topuklu siyah çizme giydim. Gücümü yansıttığıma inanıyordum. Aynada gördüğüm Nefes'i beğenmiştim.

Araf'ı kahvaltı hazırlarken gördüğümde kapıya yaslanıp onu izlemeye başladım. Üzerinde beyaz, düz bir tişört ve siyah pantolon vardı. Kumral saçları ıslaktı. Yine duşa girmişti anlaşılan. Araf çok fazla duşa giriyordu, hatta her gün. Ben sadece girmem gerektiğinde ya da rahatlamak istediğimde girerdim. Ama o istisnasız her gün mutlaka giriyordu. İlginçti ama çok takılmıyordum. Her insanın alışkanlıkları farklıdır ne de olsa?

Hafif kambur olduğunu görünce kaşlarım çatıldı. Bunu yeni fark ediyordum işte. Omurgası dik değildi. Biraz kamburluğu vardı.

Kimse mükemmel değildi, herkesin bir kusuru vardı.

Araf Pakgör dışında.

Gözümün önünde sürüyle kusur dolansa bile benim gözümde kusur olamıyordu. Başka birisini getirseler maddelerce kusur dizerdim ama Araf Pakgör olduğunda umurumda olmuyordu. O benim için mükemmeldi.

Düşüncelerime kaşlarımı çattım. Biraz... Fazla abartmıyor muydum? Sonuçta kuzenimdi, sevgilim değil.

"Öyle bakıp durma, kendimi çıplak hissediyorum." Burnumdan sert bir nefes vererek güldüm ve omzumu kapıdan ayırarak mutfağa girdim. Gözlerim masada gezinirken onun gözleri de üzerimde geziniyordu. "Üşümeyecek misin? Daha dün söyleniyordun elbise için?"

"Üşümek bana hep iyi gelirdi ama dün yeni bir şey fark ettim." Gözlerimi gözlerine çevirdiğimde dikkatle beni dinlediğini gördüm. "Soğuk, bana istediğim gücü veriyor. Kendimi diri ve güçlü hissediyorum."

Sesli bir nefes alarak doğruldu ve tek eliyle tezgaha dayandı. "Öyleyse... Yaz geldiğinde bu gücün son mu bulacak? Hayır, Desise... Desise hiçbir zaman gücünü kaybetmez. Daha mutlak ve sabit bir şeyden güç almalısın." Acı acı güldüm. Kendime bile itiraf edemediğim düşüncelerden bir haberdi tabii. Herkes gibi.

"Daha kışa bile girmedik, Araf. Oyun başlamak üzere. Belki de bu oyun, gücüm bedenimin içinde sönerken sonlanacak?" Kaşlarını çattı, gözleri kararmıştı. Ne demek istediğimi anlamıştı. "Ne demek istiyorsun?" Benim ağzımdan duymak istiyordu. Ama bu mümkün olmayacaktı. Sadece gülümsedim. "Bunu zaman gösterecek, Kızıl Maske."

Gözlerimi kapattığımda yeni bir evren beliriyordu. Var olan, ama benim göremediğim başka bir evren. Kar taneleri usul usul akarak bu çirkin dünyanın asil topraklarını temizlerken, insanlık, onları bile kirletiyordu. Ağaçlar karla örtülü, zemin karla kaplıydı. Her yer bembeyazdı. Her yerim bembeyazdı. Gökyüzü bembeyazdı, dağlar bembeyazdı, toprak bembeyazdı, ağaçlar bembeyazdı. Oysa ben kırmızıydım. Beyazın ortasındaki küçük, kırmızı bir leke. Kan kırmızısı. Beyaz bir tuvalin ortasındaki ufak kan damlasıydım ben. Ve beni bir katil yaratmıştı. O kanlı bıçağı gerdanımda gezdirdiği ilk an, beyaz olmaktan çıkmıştım. Bembeyaz evrendeki kan damlası bendim artık, ve şairim de Araf Pakgör'dü. Bu oyun, bir kan damlasıyla başlamıştı; kan damlasıyla bitecekti.

Bunu hepimiz biliyorduk zaten.

Kahvaltının ortasına doğru Araf sonunda sessizliği böldü. "Belki kızabilirsin; ama ben gece hard diski inceledim. Bilgisayarda." Çatalım elimde dondu, ve ben domatese öylece bakakaldım. Ben bir kan damlasıydım, zihnim de kandan ibaretti. Kan damlaları birleşerek zihin aynama bir isim yazdı; Yağmur.

Gök gürlediğinde bir anlık irkildim ve yaşadığım şaşkınlık bulutundan kendimi kurtardım. Kızmam mı gerekirdi? Yoksa sakin kalmam mı? Kimin umurundaydı ki? Zaten her türlü o belleğe bakacaktık. Ha ben bakmışım, ha Araf.

Başkası olsaydı belki kızardım..

Gözlerimi sımsıkı yumdum. Neden böyle şeyler düşünüyordum ki bugün? Araf'ın ne özelliği vardı? Sadece aynı taraftaydık ve kuzendik. Bu kadar. Kuzendik.

"Ee, ne buldun?" Dedim sakince. Bu aralar tepki vermem gereken şeylere karşı fazla sakin davranıyordum. Ve tepki vermemem gereken şeylere de öfkeleniyordum. Fazla dengesizdim ve ne an ne yapacağım belli olmuyordu. Belki de bu iyi bir şeydi. İnsanların benden çekinmesi ve saygı duyması. Duymak zorunda kalması. Krizi fırsata çevirmek her zaman hoşuma giden bir şey olmuştu.

"Hiçbir şey." Kaşlarım çatıldı. Ama Baha videolardan birinin açık olduğunu söylemişti. Yalan söyleme olasılığı yüzde kaçtı?

"Nasıl yani?" Dedim hırsla ciddileşerek. "Baha yalan mı söyledi?!"

"Hayır, videoların o sildiğini söylediği 3 video dışında hepsi içinde. Ama kilitli. Açık yok. İyice inceledim ve araştırdım. Videolardan birisine şifre yeni koyulmuş." Gökhan Karaslan... Bu kesinlikle onun işiydi! Orada kaldığım 2 günlük süreçte şunu anlayabilmiştim; Oğuz Karaslan evden çıkmıyordu, her işi Gökhan Karaslan hallediyordu.

"Bu kesinlikle Gökhan'ın işi." Dedim dilimi azı dişlerimde gezdirerek. Hard disk sonunda elimizdeydi. Şimdi yapmamız gereken iki şey vardı; diski korumak ve şifreleri bulmak. Peki nasıl bulacaktık? Bunun hakkında hiçbir fikrim yoktu.

"İlk şifreyi bulacağımız yeri biliyorum." Dikkatle Araf'a odaklandım. Nereden biliyordu? Bir kaynağı olduğu belliydi, o kaynağı ben de merak etmiştim.

Dikkatle onu dinlediğimi fark ettiğinde rahat bir tavırla geriye yaslandı.

"Taraf Seçim gecesinde."


🩸



"Araf, ben lise mezunuyum, biliyorsun değil mi?" Dedim söylenircesine. Üzerime dar kalıp tam eteğimin başlangıcında biten bir deri ceket giymiştim ve önü açıktı. Şirkete inmiştik ve Araf beni çalışmaya ikna etmeye çalışıyordu. "Biliyorum. Ama üniversite kaydın çoktan yapıldı bile. Yani problem yok." Şokla Araf'a baktım. "Pardon?"

Sıkılmış gibi sesli bir nefes verdi ve durup bana döndü. "Eski sınav puanın yetiyordu, biz de seni o puanla özel bir üniversiteye kayıt ettirdik. Artık üniversite öğrencisisin, tebrikler."

"Benim Hukuk istediğimi biliyorsun, değil mi, Araf? Hem katil hem savcı nasıl olacağım acaba, söyler misin?" Omuz silkti, yüz ifadesini maske yüzünden göremiyordum. "Söylerim; olmayacaksın." Ne kadar da açıklayıcı, aydınlandım resmen!

"Peki beni, bana sormadan hangi bölüme kaydettirdiniz acaba onu sorabilir miyim?" Dedim sakin kalmaya çalışarak. İçimde bir öfke ateşi cayır cayır yanıyordu, şu an Araf'ı herkesin içinde tekme tokat dövmek istiyordum!

"Halkla ilişkiler." Sinirden gülmeye başladım. "Araf benim daha kendimle ilişkim iyi değil, bir de halkla mı ilişki kuracağım?" Gözleri kısıldığında ve bakışlarını kaçırdığında güldüğünü anlamak zor olmamıştı. "Gülme!"

"Yalnız değilsin, Desise. Beraber gideceğiz." Beraber? Üniversite? Şüpheyle kaşlarım çatıldı. Araf'ın kaç yaşında olduğunu bile bilmiyordum!

"20 yaşındayım, bakma öyle." İşte şimdi gözlerim kocaman oldu ve şaşkınlıkla ağzım bir karış açık kaldı. Yirmi mi?! Yirmi! Hani şu ikinin yanında sıfır olan? On dokuzdan sonra gelen sayı? Benden bir yaş büyük olan sayı?

Araf kesinlikle daha büyük gösteriyordu. Belki 26, belki 27. 20 demesini hiç beklemiyordum.

"Araf, şaka mı yapıyorsun?" Dedim şaşkınlığı atlatamayarak. Göz devirdi. "Hayır, Desise! Sen doğduğunda ben 1 yaşındaydım. Abartmasan mı?" 20 yaş için bu vücut, bu olgunluk ve bu güç?

Araf kesinlikle çok genç yaşta olgunlaşmış ve bugünlere kadar gelmişti. Annesinden hiç kimse bahsetmemişti. Asaf dayım ise bu şirketi yeniden yükselttiğini ve daha güçlü hâle getirdiğini söylemişti. Bunun için büyük bir çaba gerekirdi ve bu da oğluna fazla vakit ayıramaması demek oluyordu. Baba ilgisi ve sevgisinden uzak kalmış bir çocukluk... Bazen bu bile yeterliydi. Ama annesi neredeydi?

"Üniversite öğrencisi misin yani?" Dedim yaş şokunu atlatmaya çalışarak. "Birinci sınıfın ilk döneminin yarısında dondurmak zorunda kaldım. Ve 2 yılın ardından seninle beraber tekrar başlayacağım. En baştan."

Üniversite... Hem de özel... İstediğim bölüm olmasa da hayallerimin bir kısmı gerçekleşmiş gibiydi.

"Büyük bir holdingde hissedar olman ya da patronun en yakın akrabası olman senin için en büyük şans oluyor. Üniversite mezunu değiliz ama hissedar olma sebebiyle çalışma hakkımız var. Tuhaf, değil mi?" Hiçbir şey söylemeden öylece onu dinliyordum. Gözlerimi kapatıp bir süre öyle kaldım. Sonra derin bir nefes alarak tekrar açtım. "Neyse. Hadi nereye gidiyorsak gidelim artık."

Beni bir kaç kişiyle tanıştırdıktan sonra 14. Kata çıkmıştık. Zaman neredeyse su gibi geçiyordu.

Sessiz kattaki odalardan birinin önüne geldik. "Burası benim odam." Dedi ve kapıyı açtı. Şokla odaya bakakaldım.

Her şey kırmızı tonlarındaydı.

"Araf, bir yanlışlık olmasın?" Dedim şaşkınlıkla. Kırmızı benim rengimdi. Benim odam olması gerekmez miydi? Hep öyle olmuştu. "Hayır, yanlışlık yok." Dediğinde ne tepki vereceğimi bilemedim. Araf bu sefer de beni, benim odam olduğunu söylediği yere getirdi. Kapıların hepsi aynı renkti, siyah. Sadece dayımın kapısı koyu kahverengi ve büyüktü.

İçeri girdiğimizde şaşkınlığım aynen devam etti. Bugün çok fazla şaşırıyordum. Çok fazla şaşırtıyordu.

Oda bembeyazdı.

Beyazın ortasındaki küçük, kırmızı bir leke. Kan kırmızısı. Beyaz bir tuvalin ortasındaki ufak kan damlası... Ben buydum.

Bu oda benim evrenimdi, kendimi bembeyaz bir evrendeki kırmızı kan damlası olarak görüyordum.

O oda da Araf'ın evreniydi. Kendisini kanla kaplı bir evrende temiz kalan tek nokta gibi mi görüyordu?

Kırmızının ortasındaki beyaz nokta ve beyazın ortasındaki kırmızı nokta. Bu bizdik.

Bakışlarımı ona çevirdim. Belki söyleyecek bir şeyi vardır.

Soğuk bir beklentiyle tepki vermeden ona baktım, ama o sadece tek bir şey söyledi; "Yeni işin hayırlı olsun o zaman." Şu an önemli olan bu muydu?

Araf kapalı bir kutu gibiydi. Bir şeyler söylüyor ya da yapıyordu ama açıklaması hiçbir zaman yoktu. İşin tuhaf yanı, ben de aramıyordum.

Odadan çıktığında koca bembeyaz odada tek başıma kalmıştım. Bir süre arkasından baktım. Odasına girdiğini gördükten sonra bir süre öylece koridor zeminindeki kırmızı halıflekse baktım. Sonra kapımı kapattım ve odanın içinde ilerledim.

Fazla beyazlık göz alabilirdi ama bu mobilyalar parlak falan değildi, mattı. Duvar da mat, kabartmalı desenleri olan beyaz duvar kağıdı ile kaplıydı. Masadaki beyaz Macbook ve diğer eşyaların düzeni hoş görünüyordu. Masa L şeklindeydi ve diğer tarafında kılıflı bir iPad vardı. Masa ve sandalyenin arkasındaki dış cephe duvar tıpkı rezidanstaki gibi tamamen camdı. İstanbul manzarası vardı. Ki zaten holding ile rezidans aynı binadaydı, normaldi.

Deri ceketimi çıkarıp askıya astığımda kapı çalındı. "Gel." Dedim. Açıkçası biraz heyecanlıydım, ilk kez böyle bir şey yaşıyordum.

İçeriye kahverengi dalgalı saçları sırtına dökülen, kumral tenli bir kız girdi. İri gözleri ve uzun kirpikleri, dolgun dudaklarıyla çok güzel bir kızdı. Burnu estetikti ama güzel durmuştu. Bu devirde herkesin burnu estetikti ama güzel duruyordu. Bu, o kişilerin güzel oldukları gerçeğini değiştirmiyordu. Üzerinde siyah bir mini elbise vardı. Elinde ise bir kaç dosya ve kahverengi uzun zarf.

"Nefes Hanım, adınıza bir zarf var." Zarf mı? Adıma mı? Bu çok tuhaf ve saçmaydı. Herkes beni kaçırıldı bilirken bir de diğer adımla kim bana bir şey gönderirdi ki? Bu gerçek, daha da merak etmemi sağlamıştı.

"Tamam." Dedim ve uzattığı uzun zarfı aldım. İçinde A4 kağıdı olduğu belliydi. "Çıkabilirsin." Dedim zarfı incelerken. Hiçbir şey yazmıyordu. Kız ise çoktan çıkmıştı.

Masaya ilerledim ve kalemlikte parlayan zarf bıçağını alıp üstünü keserek açtım. Bıçağı geri masaya koyarken içindeki dosyayı çıkarıp zarfı da bıçağın üstüne koydum.

Sandalyeme otururken dosyanın kapağını açtım. Hayat Hastanesi?

DNA testi.

Şokla gözlerim kocaman oldu. Erken mi çıkmıştı? Bu gerçekten beklenmedikti. Daha 4 gün falan vardı halbuki.

Ama neden diğer ismimle gelmişti? Bu şüpheliydi cidden.

Araf...

Araf'ın hiçbir şey söylemeden birden beni odamda yalnız bırakıp gitmesinden anlamalıydım! Biliyordu!

O hâlde sonuçları da mı biliyordu?

Kesinliği zaten belliydi, ama bu dosya bunu resmileştirecekti. Bu dosyayla birlikte o Arslan ailesiyle yüzleşecektim ve tüm bağım kopacaktı. Bu dosyayla birlikte Taraf Seçim gecesine saatler kalacaktı belki de...

Derin bir nefes alıp gevşemeye ihtiyacım vardı. Beni zor günler bekliyordu ve o günlere giden kapıyı açacak olan anahtar ellerimdeydi.

Ayağa kalkıp pencereyi açtım ve temiz havanın girmesini sağladım. Üzerim ince olduğu için bir an irkildim ama bu bana güç verdi.

"Üşümek bana hep iyi gelirdi ama dün yeni bir şey fark ettim." Gözlerimi gözlerine çevirdiğimde dikkatle beni dinlediğini gördüm. "Soğuk, bana istediğim gücü veriyor. Kendimi diri ve güçlü hissediyorum."

Nefes alamadığımı hissettim. Ciğerlerim sıkışıyor gibiydi. Elimi göğsüme götürdüm ve sakin nefesler alamaya çalışarak o lanet hissi göndermeye uğraştım.

Sonucu biliyordum, sonucu çoktan kabullenmiştim.

Ama bu farklı olacaktı.

İnsan zaten bildiği bir şeyi başkasından duyunca darmaduman olur muydu? Bu ne kadar mantıklıydı? Boş versene, gerçek olan hangi şey mantıklı ki?

Zorlukla sandalyeye oturdum ve cesaretimi topladım. Uzun uzun o beyaz sayfaya baktım. Hastanenin isminin yazdığı sayfaya. O sayfanın ardındaydı gerçekler.

"Anne... Neden beni sevmiyor ki?" Burnumu çeke çeke ağlarken annemin göğsüne yaslıydı başım. Saçlarımı okşuyordu, saçlarımdan öpüyordu. "Sevmek ruhla olur, güzelim. Ruhun severse seversin, ruhun sevmezse istediğin kadar uğraş, başaramazsın." Gözlerimi kaldırıp Evrim Arslan'ın mavi gözlerine baktım. "Onun ruhu beni kabul etmiyor mu yani?" Güldü. "Biliyor musun? Anlattıklarına bakılırsa, sen ona fazlasın. Onun ruhu sana sadece zarar ziyan olur." Sevgi ihtiyacıyla doğrulup ona baktım. Yeşil gözlerim kıpkırmızı olmuştu. "Sen beni ruhunla seviyorsun, değil mi anne? Bırakmazsın?" Gülümsedi ve gözyaşlarımı sildi. "Hangi anne evladını sevmez? Hangi anne bırakır? Sen benim hâlâ minik bebeğimsin, Eda. Sen benim gözümde hâlâ biriciksin."

Ellerim titredi.

Hangi anne evladını bırakır?

Benim iki annem vardı, ikisi de bırakmıştı. Biri canıyla, diğeri yalan dolanla. Ben iki kez öksüz kalmıştım. Saniyeler sonraysa bunu resmileştirecektim. Öksüzlüğüm resmileşecekti. Kimsesizliğim resmileşecekti.

Kağıdı kaldırdım.

Yüzlerce harf birleşerek bir hayat yıktı, bir geçmişi viran etti, bir geleceği kundaklayarak yok etti. Ve kan, yeni bir gelecek çizdi.

Yağmur Pakgör ve Eda Arslan'dan alınan doku örnekleri %99.9 uyumludur.


****

Instagram
ane1hikayeleri
yagmurunefesi

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro