11 ~ Bellek
Ceren Gündoğdu - Tepetaklak
11. BÖLÜM
"Dayı?" Dedim şaşkınlığımı sesime yansıtarak. Dizimi ve ellerimi çekip bir iki adım geri gittim. Kızıl Maske de kaldırdığım maskesini bana ters ters bakarak tekrar yüzüne taktı.
Dayımın bize bakışları hiç de hayra alamet değildi. Tedirginlikle avuçlarımı mantoma sildiğimde elime hafif bir sertlik gelmişti. Eğilip baktığımda üstümde kanın kurumuş kalıntıları olduğunu gördüm.
Bir an bakışlarım boşluğa daldı.
Bugün yaşananlar, hayatıma ciddi anlamda yön vermişti. Hayatım zaten en başından değişmişti; ama kabul edelim ki, bugün olanlardan sonra ciddi anlamda gerçekten değişmişti. Artık geri dönüş imkânsızdı.
Tarafım şimdiden belliydi. Ama kesinleşmesi ve duyurmam için beklediğim bir şey vardı; DNA testi.
Dayım bize bir bakış atıp gittiğinde tedirginlikle Kızıl Maske'ye baktım. O da bana bakmıştı. Şimdi bunun için mantıklı bir açıklama şarttı.
Mantomun önünü açarken garajdan çıktım ve dipteki kaldırımdan eve ilerledim. Kapının aralık olması bize bir mesaj olmalıydı. Kızıl Maske'nin gelip gelmediğini bile kontrol etmeden eve girdim ve gözlerimi içeride dolaştırarak dayımı aradım.
Tekerlekli sandalyesine oturmuş, oksijen maskesini taktığını görünce yanına gittim. Telaş yapmadım. Bu, saklanacak bir şey olduğunu gösterirdi. Bunun yerine sakin ve düz konuşacaktım. "Dayı? Bizi yanlış anlamadın, değil mi? Sadece bir hareket öğretiyordu. Dağda saldırıya uğradık ve-" derken sözümü kesti. "Saldırı mı?! Ne saldırısı?" Oraya vardığımız ilk andan beri olanları tek tek anlattığımda dikkatle dinledi.
"Bu, Karaslan'ların işi gibi gelmiyor. Onlarla bir anlaşmamız var. Oyun başlayana kadar kimse hamle yapmayacak." Kaşlarım çatıldı. "Ne oyunu?" Bir süre gözlerimin içine bakarken oksijen maskesinden derin derin soluklandı. Ortada oyun olduğunu biliyordum ama ne olduğunu bilmiyordum. Ama benim merkezi olduğum kesindi, yoksa Kızıl Maske bana Desise, oyun, diye seslenmezdi.
Maskeyi sonunda çektiğinde konuştu, "Karaslan'larla ciddi bir düşmanlığımız vardı. Ve bunu sonlandırmak için bir anlaşma yaptık. Sen on dokuz yaşına geldiğinde bir seçim yapacaktın. Ya biz, ya onlar. Çünkü sen bu oyunda piyon değil, şahsın. Oyunun sonunda bu düşmanlık ebediyen bitecekti." Sen bu oyunda piyon değil, şahsın.
Beynimde yankılanan bu cümle, gerçekten hayatımı sorgulamama neden oldu. Daha yalan olan neler vardı? Hepsi tek tek ortaya çıkacaktı.
İçimde aileme karşı sönmesi imkânsız bir kırgınlık ateşi vardı. Onlardan hesap sorduğum ilk an evden tamamen ayrılmayı planlıyordum. Tabi planlarım bozulmazsa.
Abimin izin vereceğini hiç sanmıyordum. Onun için de bir yol bulunurdu elbet.
"Nasıl bir oyun bu?" Dedim detayları öğrenme umuduyla. "Şu an öğrenmen için daha erken. Ama bilmen gereken bir şey var: Tarafını duyuracağın gece bir davet verilecek. Karaslan'lar, Pakgör'ler ve bir kaç aileden daha insanlar orada olacak. Duyurduğun an doğal sarışın bir kadın öldürmen gerek. Hızlı olmalısın. İlk hamle bizde olmalı." Kaşlarım çatıldı. "Neden kadın? Neden erkek değil?" Maskesini burnuna götürdü ve biraz daha soluklandı.
"Erkek de olacak. Belli başlı kişiler var ölecek olan. Hepsi sırayla." Bu oyunun mantığını anlamamıştım. Aşırı saçmaydı. Durup dururken neden insanları öldürüyorduk? Cellat mıydık biz?
"Bunun mantığı yok. Çok saçma." Dediğimde hafifçe güldü. "Emin ol çok anlamlı. İleride öğreneceksin." Her şeyi ileride öğreniyordum. Artık fazla uzuyordu bu durum! Artık öğrenmek istiyordum!
"Peki neden doğal sarışın?" Gülümsedi. "Kuralları daha sonra öğreneceksin. Şu an sadece doğal sarışın olmak zorunda olduğunu bilmen yeterli." Sıkıntıyla nefes alarak başımı kaldırdım ve tavana baktım. İçinde bulunduğum durum iyice çıkılmaz hale geliyordu ve ben ne yapacağımı çok merak ediyordum. Bu oyunun sonunu çok merak ediyordum.
Sarışın dediğinde aklıma direkt Yaren cadısı gelmişti. Ama maalesef o çakma sarışındı.
Tüh.
Aptal. Annem hakkında nasıl konuşacağını bilmiyordu. Beni tanımıyordu. Genellikle kendi içine kapanık birisi olsam da okul zamanlarımda kavgalarımla ünlenmiştim. Laf atışmasına hiç girmezdim, onlar artistlik yapıp "Çıkışa gel" derdi, ben de giderdim. Sonrası hep disiplinlik olurdu ama hiç disipline gitmezdim. Klişe olmuştu artık, o yüzden hep çok rahattım.
Reflekslerim kuvvetliydi, insanı nereden vuracağımı çok iyi bilirdim. Bunda abimin verdiği ufak çaplı savunma derslerinin de etkisi vardı tabii. Silah kullanmayı da o öğretmişti. Atışlara giderken beni de götürürdü. Sonradan sorun çıkınca beni atışlara yazdırmıştı, kendim ayrı bir yere gitmeye başlamıştım. 11. Sınıfta bırakmıştım çünkü üniversite sınavı geliyordu. Bir daha da başlamadım.
Ama şimdi 2 senenin ardından tekrar silah kullanmaya başlamıştım, mutluydum. Rahatlatıyordu, stres atıyordum.
"Baba?" Kızıl Maske, tereddütle babasına seslendiğinde arkama dönüp salon girişine baktım. "Gel, Ya-... oğlum." Ya? Bu adamın ismini çok merak ediyordum! Sürekli Kızıl Maske demeyecektim herhalde?
Yamaç? Yağız? Yahya? Yakup? Yalçın? Yaman? Yasin? Yavuz? Yaşar?
"Baba gerçekten yanlış anladın." Dayım usul usul güldü. Karşısında kıvranmamız hoşuna gitmişti. "Doğru anlasam da bir şey değişmezdi. Gençsiniz, sürekli dip dibesiniz ve öyle olacaksınız. Çok normal. Ama gerçekten yanlış anladığımı da öğrendim, Nefes'im anlattı." Rahat bir nefes verdim. "Bir an gerçekten inanmadın sandım, dayı." Dediğimde ihtiyar adam güldü. Resmen çökmüş gibi duruyordu.
"Adrenalin iyidir, canlı tutar, kızım." Kızıl Maske derin bir nefes verirken "Ben çalışma odasına çıkıyorum. Bugün yapmamız gerekeni yapamadık, onun hakkında bir çözüm yolu bulacağım." dedi. Dayım onayladığında Kızıl Maske merdivenlere yönelerek gözden kayboldu.
Dayımın yanına otururken gerçekten yorulduğumu hissettim. Adeta üstüme bir ağırlık çökmüş gibiydi. Bu tempoya alışkın değildim.
"Dayı? Sen... Nasıl bu hâle geldin? Ne hastasısın?" Bir süre öylece yüzüme baktı. Yorgun görünüyordu. Belki de bu konuları daha sonra konuşmalıydım. Şimdi sırası değildi.
Tam bunu ona da söyleyeceğim sırada konuşmasıyla susup sözünü kesmedim. "Hastalık sayılmaz aslında. Yıllar önce... Babanla kavgamızda göğsüme bir şey saplamıştı. Ne olduğunu hatırlamıyorum, uyandığımda da hatırlamıyordum zaten. Ciğerlerim hasar almış ve enfeksiyon kapmış. Solunum zorluğu çekiyorum ve iyileşmiyor. Beni ancak ölüm kurtarır, kızım." Tüm iliğimin donduğunu hissettim. Zaten neredeyse hiç kimsem yoktu. Bir de bana neredeyse baba gibi davranan dayımı kaybedemezdim. Oğuz Karaslan nasıl bir adamdı böyle? Cani herif. Yutkunmakta zorluk çektim.
"Deme öyle. İlla ki vardır çaresi." Omuz silkti. "Boş versene, kızım. Bu durum yüzünden oğlum için iyi bir doktor da bulamadım. Daha kendim rahat nefes alamıyorum, oğluma doktoru nasıl bulayım?" Yüzündeki yanık deri için miydi acaba? Yoksa bilmediğim başka bir şey daha mı vardı?
"Oğlunla bizzat ilgileneceğim, dayı. Merak etme sen." Dayım gülümsedi ve elimi tuttu. "Aynı annensin. Yüzün, kalbin, davranışların... Bir insan bir insana, tanımadan, ancak bu kadar benzer." Hiçbir şey diyemedim. Ne diyebilirdim ki? Annem yoktu...
"Dayı... Annemin burada odası var mı?" Beti benzi birden attı. Gözlerini kaçırdığında şüpheye düştüm. Maskesinden derince bir nefes alıp ayağa kalktığında hemen ben de kalktım. Elini elimden çekmedi ve elimden tutarak beni yukarı çıkardı. Koridorun en sonundaki kapıya geldiğimizde gergindim. İçimde tuhaf bir his vardı. Düşüp bayılacak gibiydim ama bunun olmayacağını biliyordum.
Cebinden çıkardığı anahtarla kilidi çevirip açtı. Kapının kulpuna bastırıp açtı ve itti. Sonra yüzüme bakamadan yutkunup hızla uzaklaştı. Bir an tereddütte kaldım. Odaya mı girmeliydim, dayımın yanına mı gitmeliydim?
Odayı seçtim.
Yavaş adımlarla içeri girdim. Tüm eşyaların üzerine kirli, bej bir örtü örtülmüştü. Oda tozlu ve eskiydi. Yıllardır bu kapı açılmamıştı sanki. Duvarın köşelerinde örümcek ağları, pencereyi kapatmış kirli beyaz perde, tozlu zemin...
Üstümdeki manto artık sıcaklatmaya başlayınca üzerimden sıyırıp örtülerden birinin üstüne attım. Zaten kirliydi.
Adım adım ilerleyip yatak olduğunu düşündüğüm mobilyaya ulaştım. Oda çok küçüktü. Annem minimal bir kadın olmalıydı. Küçük, ama onun olan şeylerden mutlu oluyordu.
Örtüyü tutup çektiğimde ve kenara fırlattığımda nefesim ciğerlerime sığmadı. Gözlerim büyürken dudaklarım aralandı. Mobilya kırmızıydı. Bir an telaş yaptım. Hızlı bir şekilde ve telaşla tek tek tüm örtüleri kaldırıp kenara fırlattım. Oturup ağlamak istedim. Ellerimi saçlarıma geçirmek ve çekmek istiyordum.
Tüm mobilyalar kırmızıydı.
Gardıroba ilerledim gözlerim dolarken. Kapağı araladığımda içinin bomboş oluşu resmen benim için çöküştü. Belki kıyafeti olurdu, belki kokusu olurdu. Belki giydiklerinden alırdım kokusunu.
Yıkılmışlıkla gözlerimi sımsıkı kapatırken sırtımı dolaba yasladım ve yavaş yavaş yere çöktüm. Yaşların akmasına mani olamazken yanan gözlerimi araladığımda gözüme bir şey takıldı. Tam bulunduğum hizada, kapağın iç tarafında bir şey yazıyordu. Sanki birisi aynen benim gibi oturarak yazmıştı oraya.
Hayatımın en ortası
Bitmiş yemenin ayvası
Yeşilleri ömrüme bedel
Kalbimde en ufak hatırası.
Sevsen ne olurdu?
Seçsen ne olurdu?
İçimde bir sen daha var
Baştan aşağı sen oldum.
Bunu annem yazmıştı!
Yeşillerin ömrüme bedel... Babama yazmıştı.
İçimde bir sen daha var, benden bahsediyor olmalıydı. Yoksa... Bana hamile olduğunu öğrendiğinde falan mı yazmıştı? Geçmişe dair hiçbir şey bilmiyordum! Bu yüzden oturup öylece tahmin yürütmek kalıyordu geriye.
Baba... Sen ne yaptın?
"Doğumda ölmüş."
"Kaç yıllık karısını, sevgilisini umursamazken; şu an bile Yağmur Pakgör'ün fotoğraflarını saklaması. Annemin adını dahi anmazken, her gece annenin fotoğraflarına bakıyor. Halbuki... İkisinin de katili kendisi."
"Asaf Pakgör ve sevgi mi? Tatlım... Senin şu an yaşadıklarının asıl mimarı zaten Asaf Pakgör. Babanın günahını alıyorsun."
"Zeynep çok yüce gönüllüydü, Yağmur'a haddini bildirmedi. Ama ben bildirmekten beter ettim. Ve biliyor musun? Hiç pişman değilim. İyi ki de geberdi."
Yumruğumu yanımdaki boy aynasına geçirdiğimde ayna çatladı ve çatlak, yukarı doğru büyüdü. Elim acımıştı ve kızardığına emindim. Ama kanamamıştı.
Dolaptan destek alarak ayağa kalktığımda hırsla gözlerimi sildim. Pencereye ilerledim ve perdeleri koparırcasına çıkardım. Güneş ışığı odayı aydınlattığında oda resmen yıllar sonra yeniden canlandı. Ama bu kadarla kalmayacaktım.
Tüm örtüleri ve perdeyi kapının önüne attım. Odada göz gezdirdim. Kirlenmiş beyaz duvar ve kırmızı mobilyalar...
Benim odama benziyordu ama aynı değildi.
Mantomu da kirlilerin içine attım ve üstlerinden atlayarak aşağı indim. Mutfağa girdiğimde ev çalışanlarının dedikodu yaptığını gördüm. Yüzüm ne hâldeydi, nasıl bir ifade vardı, bilmiyorum ama korkuyla hemen silkelenip kendilerine geldiler. "Bir şey mi istemiştiniz efendim?"
"Yağmur Hanım'ın odasını temizlemenizi istiyorum. Tek bir toz ve böcek kalmayacak. Ayrıca mobilyalara dokunulmayacak. Onları silmeyin, dokunmayın. Sakın. Perdeleri de atın çöpe, yenisini alacağım." Onayladıklarında mutfaktan çıkıp tekrar yukarı çıktım ve odama girdim. Aynaya baktığımda makyajımın akmış olduğunu gördüm. Bir makyaj temizleme mendili çıkarıp dikkatlice akan yerleri sildim ve makyajı yeniden yaptım. Tazelenmiş gibi hissediyordum. Kabarmış saçlarımı taradım ve odadan çıktım. O an aklıma perde geldi. Şu an boş vaktimdeydim, perde almaya gidebilirdim.
Odaya geri girdim, koyu lacivert kapşonlu kabanı çıkarıp üstüme geçirdim. Aşağı indiğimde dayım seslendi. "Nefes! Buraya gel, kızım." Yanına gittim. "Efendim, dayı." Bir kutu uzattı. "Sana gelmiş." Siyah kutuyu aldım ve kapağını açıp içine baktım. Telefon kutusuyla beraber bir not vardı. Kaşlarım çatılırken kutuyu kenara koydum. Telefonu ve notu çıkardım. Babamın aldığı telefondu bu. Notu okudum.
"Aramızda ne yaşanırsa yaşansın sen benim kızımsın ve kimseye değişmem. Ne olursa olsun bunu kabul etmeni istiyorum. Hediye olarak kabul etmezsen, en azından sevdiğin telefonunu elinden aldığımız için telafi olarak düşün."
Gülmeye başladım. Uzaktan gören biri mutlu olduğumu düşünebilirdi. Dayım da kaşlarını çatmıştı.
Notu kutuya atıp telefonu kutusundan çıkarıp inceledim. Sağlamdı, aynısıydı. Gold renkli iPhone 12 pro.
Yere fırlatıp topuğumla kırdım. Dayım şokla bana bakarken yüzümdeki gülen ifade tuzla buz oldu. Saf nefret vardı sadece. Sanki babam beni duyabilirmiş gibi bağırdım kırık telefona, "Senin tek bir çöpünü bile istemiyorum!"
Telefona bir tekme attım ve kayarak uzaklaştı. Kutuyu da yanına doğru fırlattım. Derin bir nefes verdim ve sakince dayıma döndüm. "Başka bir şey?" Gülmekle şaşırmak arasında bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözüme çok tatlı gelmişti. "Şey, evet." Dedi ve bir kutu daha uzattı. Az önceki kutunun kırmızısıydı. Kutuyu elinden alıp açtım. Bunun içinde de telefon kutusu vardı. Kutusunu açtığımda yine bir iPhone 12 pro'ydu ama bu parlak bir kırmızıydı. Hoşuma gitmişti.
Şaşkınlıkla dayıma baktım. Gülümsedi. "Telefonun yokmuş. Sana hediyem olsun. Rengi beğenmezsen değiştirebiliriz." Sevinçle dayıma sarıldım. "Çok teşekkür ederim! Bu çok güzel!" Dayım ilk defa kahkaha atarken gülerek geri çekildim. "İçinde yeni bir hat var. Yeni bir telefon numarası falan. Benimle oğlumun numarası da var. Bir şey olursa arayabilirsin." Dayıma tekrar teşekkür ettikten ve bir kredi kartı aldıktan sonra evden çıktım. Şoförün biriyle beraber, Arslan ailesinden en uzak çarşılardan birine gittik. Hava soğuktu ama yine de güneş vuruyordu. Gözlerim hassas olduğu için güneş gözlüğü takmıştım ve soğuk hava yüzünden kapüşonumu çıkartmamıştım. Annemin odası için bir perde aldıktan sonra eve dönene kadar hava kararmıştı.
Perdenin bulunduğu kutuyu annemin yatağının üstüne bıraktığımda odanın tertemiz olduğunu görmek beni memnun etmişti. Annem yaşamasa da bu oda yaşayacaktı.
Akşam yemeğine bir kaç saat kala Kızıl Maske'yi görmek için çalışma odasını aramıştım. Bulduğumda kapıyı çalarak içeri girdim. Maskesini çıkarmış, bilgisayarda bir şeye bakarken beni gördüğünde eli maskesine gitti. Elimi kaldırıp telaşla müdahale ettim. "Hayır, dur!" Durdu. "Takmana gerek yok." Tereddütle kaşlarını çattığında göz devirdim. "Sorun yok, Maske. Belli ki bir kaza geçirmişsin. Bunun için utanmana gerek yok." Bir süre yine tereddütle baktı. Zorunda kalmış gibi maskesini geri yerine koyduğunda kapıyı kapatarak yanına ulaştım. Tam yanına gidip masaya kalçamı yaslarken elimle eteğimi düzelttim. Bakışları bir an bacaklarıma kaydığında başını tepeden avuçlayıp bilgisayara çevirdim. "Kuzeninim ben senin, kendine gel."
Hafifçe güldü.
Gamze... Lanet...
Gamzelerine odaklandığımı fark ettiğinde utanıp hemen kafamı çevirdim. Alayla "Kuzeninim ben senin, kendine gel." Diye beni taklit ettiğinde göz devirip gıcık bir ifadeyle dil çıkardım. Gülerek önüne döndü.
"Neye bakıyorsun? O dağ evinde ne yapacaktık?" Sıkıntılı bir nefes aldı. "Karaslan'ların eline geçmemesi gerek USB bir bellek." Kaşlarım çatıldı. "Ne var ki o USB bellekte? Karaslan'ların eline geçerse ne olur?" Bana bir bakış attı, "Yok ederler." Demek ki onları batıracak bir şeydi. Annemi de işin içine katarsak... Pakgör'lere karşı sicilleri bayağı kabarık olmalıydı.
"Ne var o USB bellekte?" Diye tekrar sordum. Az önce o soruma cevap vermemişti. Yine vermedi. "Senin için önemli. Bunu bil yeter." Benim için önemli mi? O hâlde annemle ve oyunla ilgili olmalıydı. Dayım, piyon değil, şah olduğumu söylemişti.
"Kanıt falan mı?" Dedim aklıma geleni direkt söyleyerek. Cevap vermedi, sadece başını salladı. Neyin kanıtıydı? Cinayetin mi?
Peki bu bellek neden dağ evindeydi? Seçil'in cenazesinin yakıldığı evde?
"Peki bellek neden Seçil'in dağ evindeydi?" Güzel bir yere değinmişim gibi bana döndü ve geriye yaslanıp sandalyesini bana çevirdi. Dirseklerini kolçaklara koyup ellerini birleştirdi. "Çünkü Gökhan Karaslan'ın eline geçmişti. Seçil Kovan'ın ve diğerlerinin cesedi yakılırken bizim aptal siyah maskelerin boşluğundan faydalanıp eve yerleştirmişler. Ev bizim tarafımızdan yakılacaktı ve onları suçlu tutamayacaktık. Çünkü evi biz yakmıştık." Ama ev tam yanmış gibi değildi. Ufak bir yangın gibiydi. Duvarlar çok hasar almamıştı. Sadece merdivenler, yer ve duvar dipleri.
"Ev çok yanmamıştı. Bu yüzden bellek de sağlam?" Başını salladı. "Nasıl olduğunu bilmiyorum. Ev yakıldıktan bir kaç saniye sonra ekipler gelmiş. Yangın çok büyümeden söndürülmüş. Yani; yalanın açığa çıkmış, Desise. Buldukları ev yanmamış, yeni yakılmış, ve sadece cesetler yakılmış hâldeydi."
Kanım dondu. Sinirlendiğimi hissettim. "Bu aptallar daha kısa sürede halledememiş mi?! Ne yapmışlar o kadar süre?!"
"Bir süreliğine ortadan kaybolmuştum hani. O siyah maskelerle uğraşıyordum. İnfaz edildiler. Karşımızda ciddi bir rakip varken bu denli bir açık bize pahalıya patladı. Şu an Karaslan'larla tek bir konuda ortağız. Senin paçanı kurtarmak. Onların avukatıyla bizimki birleşti. Ama daha polislerle iletişime geçmediler. Seni kaçırıldı biliyorlar." İyi de ben daha az önce çarşıya gittim...
Güneş gözlüğü ve kapüşona şükrettim.
"Ben de size bunu söyleyecektim. Kaçırılma mevzusu yani." Gülümsedi. "Aklın yolu bir işte. Cinayeti işleyen biziz, seni kaçıran da biziz. Merak etme aklanacaksın. Desise asla tutuklanmaz." Gülümsedim. "Doğru. Bu arada... İsmin ne senin? Sürekli Kızıl Maske mi diyeceğim?" Göz devirdi. "Onu da bilme."
"Sanki her şeyi biliyormuşum gibi konuşuyorsun." Dedim dik dik. Bir ömür gibi gelen süre boyunca bana öylece baktı. Gözlerim yüzünde gezindi. Nasıl o dereceye gelmişti? Nasıl bu denli yanmıştı? Kimse mi fark etmemişti? Kimse mi kurtarmamıştı? Ama kendime söz veriyordum. Çok iyi bir doktor bulacaktım ve yüzünü düzelttirecektim. Başka yolu yoktu. Bu hâli içimi parçalıyordu. Çok yakışıklı bir adamdı ama adeta nazar değmiş gibiydi.
"Araf."
Bir an afalladım ve boş bulunup "Ne?" Dedim.
"İsmim. Araf. Araf Pakgör."
Ama dayım 'ya' demişti?
"Ama baban sana Ya ile başlayan bir şey diyordu?" Kaşları çatıldı. "Araf diyorsam Araf, Desise. Kimlik göstereyim mi?" Göz devirdim. "Aman, tamam! Demedik bir şey. Huysuz. Şu belleği almaya ne zaman gideceğiz? Bugünkü saldırıdan sonra almaya gelmiş olabilirler." Başını iki yana salladı. "Olamazlar. Alıp gittiğimizi düşünmüş olmalılar, adamları geri dönmedi nasılsa."
"Baban Karaslan'ların olamayacağını söyledi." Duraksadı. "O zaman kim?" Düşünmeye başladı. Benim beynim durmuş gibiydi artık. Çok fazla düşünmüştüm bugün. Ve dahası, yaşananlar... "Hedefleri sendin. Bunu bariz anladık. Ama neden? Daha oyun bile başlamadı."
"Bence gerçekten de Karaslan'lardı. Oyun başlamadı evet ama belleğin peşindelerdi. Hedeflerinin de ben olduğumu düşünmüyorum. A..." Duraksadım. Adamlar, ben yukarı çıktıktan sonra bana odaklanmışlardı. O hâlde bellek yukarda olmalıydı. "Bir dakika!" Diyerek dikkatini çektim. "Belleğin yerini biliyor musun?" Başını salladı, "Hayır. Aramaya gitmiştik zaten." Zaferle gülümsedim. "Adamlar, ben yukarı çıktıktan sonra beni hedef aldılar, Araf. O hâlde bellek yukarıda olmalı." Aydınlanma yaşamış gibi başını salladı. "Doğru... Böylelikle seni tuş edip belleği alacaklardı. Sonrası meçhul."
Kapı açıldı ve içeri dayım girdi. Kapı mı dinliyordu? "Ben öyle düşünmüyorum. Evet, hedefleri bellek. Ama bellek çok önemli bile olsa Karaslan'lar Nefes'in kılına dahi dokunmazdı. Öyle ki; bu kişi Karaslan'ların düşmanlarından birisi. Bellekle tehdit edip istediklerini alacaklar." Araf'la birbirimize baktık.
O hâlde kimdi bu düşman?
***
Instagram
yagmurunefesi
ayenurerol1
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro