49 | Tek Soluk Kırk Dünya
*Merhabalaarr
*Ufak bir hesaplama hatası sebebiyle Araf'ın doğum tarihini değiştiriyorum, arkadaşlar. Çünkü Araf doğduğunda Yağmur'un karnı çoktan büyümüştü. Tarihlerde karışıklık var.
Geçmiş bölümlerle ilgili gerekli düzenlemeleri de yaptım. Tekrar okumanıza gerek yok özetle; Araf, gerçek doğum gününü sadece Baha'ya söyledi. Onun dışındaki herkese doğum gününün 12 Mart, yani Nefes'le evlendiği gün olduğu yalanını söyledi. Çünkü Araf, Nefes'le evlendiği gün gerçekten doğduğuna inanıyor.
Araf'ın gerçek doğum günü 12 Mart değil, 12 Ekim.
*Ben bu kitabı yazarken herkese çok üzülüyorum, imdat ya! Nefes'e ayrı, Araf'a ayrı, Baha'ya ayrı, Eflin'e ayrı, Açelya'ya ayrı, Seçil'e bile ayrı, Oğuz'a bile ayrı ulan Oğuz'a bilee
Kitap yazarı olmak kolay değilmiş cidden. 9 senede ben bunu iyice kavradım. Çünkü tüm karakterlerin hangi anda ne hissettiğini biliyorsunuz ve bile bile yazmak zorundasınız çünkü kurgu bu şekilde... Ay çok duygusallaştım az kaldı hepsinden tek tek özür dilicem KSJDSKHLDSKJAKLASJDHKLFH
*Arkadaş ortamında ota boka gülen o deli arkadaş benim arkadaşlar, itiraf ediyorum ve teslim oluyorum
*Ay neyse ayol ne dicem size, siz hiç yorum yapmıyorsunuz?????? Oydan daha çok sevdiğim bir şey varsa o da yorumdur. Bayılırım yorum okuyup cevaplamaya. Lütfen bol bol pasaj yorumları yapın çiçeklerim <3
*Yine çok konuştu bu çatlak yazar dediğinizi duyar gibiyim. Tamam tamam sakiinnn hadin iyi okumalar ballar :*
Aytekin Ataş - Gitsen De
Audiomachine - I Will Find You
Carty - Bana Bir Masal Anlat Baba (Sıkıldım Kafamda Farklı Faklı Düşünce)
Barış Akarsu - Gözlerin
Cüneyt Ergün - Kırmızı
Samuel Kim - Enemy (Epic Version)
🍁
49. Bölüm
BAHA KARASLAN
Büyük masanın gizli lideri...
Böyle bir şeyin varlığını herkes bilmezdi. Çoğu kişi sadece Sadık Balaban'ın lider olduğunu zannediyordu, ama öyle değildi. Ben bunu biliyordum, çünkü dedemin dosyalarını karıştırmıştım.
Gizli lider Pakgör'lerdi... Araf'ın tuhaf gücü ve eli kolunun bu denli uzun olmasının sebebi anlaşılıyordu. Liderin oğluydu. Asaf Pakgör ve dolayısıyla-
Koray Pakgör?
Dilim tutulurken hala Araf'a bakakalmış bir haldeydim. Dedem bir liderden bahsediyordu mail kaydında. Kimliğini deşifre edemediğinden, ama tüm iplerin onda toplandığından, kuklayı yönlendiren sanatkarın o olduğundan...
Koray Pakgör yalnızca basit bir iş adamı değildi.
Peki ya neden şirketini kaybedince tüm gücünü kaybetmişti? Çünkü roldü. Kimliğini gizlemenin bir yoluydu. Etraftan göründüğü kadarıyla her şeyini ve tüm servetini kaybetmiş bir adamdı Koray Pakgör. Buna rağmen lüks içinde yaşasaydı herkes anlardı yeraltıyla bir alakası olduğunu. Ya devletin yanlısı ve işine yarayan büyük bir destekçisi olmalıydın, ya da yeraltında hatırı sayılır birisi. Yeraltında herkes herkesi tanırdı, tanınmayan tek kişi liderdi.
Yap boz parçaları tek tek yerine oturdu be aydınlanma yaşadığımı hissettim. Koray'dan Asaf'a, Asaf'tan Araf'a...
"Sen..." dedim şaşkınlıktan sesimi çıkartamayarak. "Sadık Balaba-"
"Sadık Balaban benden emir alıyor." Gözlerim büyürken bakışlarım boşluğa çevrildi. "Ama sen çok siliksin." dedim sindirmeye çalışarak. "Sadık'a karşı çok saygılısın ve onun ayağına gidip yardım için yalvardın!"
"Sadece öyle görünüyordu." dedi. "Eğer Sadık'ı ayağıma çağırıp emir verseydim kimliğim deşifre olmaz mıydı? Sen, Nefes ve Açelya dahil hiçbirinizin bilmemesi gerekiyordu. Ona yalvarıyormuş gibi gözükürken aslında emir veriyordum. Ben tek bir cümle de kursam o istediğimi yapacaktı zaten. Ama bu sefer siz sorgulayacaktınız. Neden koskoca lider Sadık Balaban Siyah Maske'nin dediğini anında yapıyor, diye?" Derin bir nefes verdi. "Aslında işler böyle değildi. Babam vasiyetnamesinde koltuğunu Sadık'a bıraktığını ve kesinlikle benim geçmemem gerektiğini yazmış. Sadık Balaban da bunun yanlış olduğunu düşünmüş. Çünkü o işlerin yalnızca bir kısmını yapan ve görünür kalan bir piyon. Asıl şah arkada, asıl şah işlerin başında. Gelip koltuğu bizzat benim almamı istedi."
"Ne zaman oldu bu?"
"Babam öldükten sonra, cenazeden önce. Sen ya da Nefes yoktunuz. Ben Nefes'le kavga etmiştim."
"O gece kulübe geldiğinde takım elbiseli ve çok resmiydin." dedim. "Yanında da adamlar vardı."
"Çünkü o koltuğa o gece oturdum." Hay babasının gözü...
"Başka neler gizliyorsun?" dediğimde bana malmışım gibi baktı. İstifimi hiç bozmadan ona bakmaya devam ettim. "Yok. Zaten en büyük sırrım da bu. Gücüm sınırlıydı, çünkü babam elimi kolumu bağlamıştı. O bağları Sadık Balaban çözdü ve beni tahta oturtup önümde diz çöktü. Olay bundan ibaret."
"Nefes bilmiyor, dedin. Neden?" Ofladı. "Çünkü öğrenirse koltuğa kendisi geçmek isteyecek. Tuhaf bir şekilde beni bu dünyadan soyutlamaya ve tüm bağımı koparıp normal bir hayat kurmama çabalıyor. Tüm yükü kendi omuzlarına almak istiyor. Çünkü ona göre onun doğma amacı bile buymuş. Nefes'e ağlamak istediğim kadar kimseye ağlamak istemiyorum." dedi. "Ne adı, ne ailesi, ne arkadaşları, ne okulu, ne işi, ne kaderi... Hiçbiri kendi isteğiyle oluşan şeyler değil. Bazen onu da alıp kaçmak istiyorum. İsimlerimizi değiştiririz, kendisi ne istiyorsa o ismi alır, sıfırdan temiz bir hayat kurarız. Ama imkansız, amına koyayım! Ben büyük liderim, o Desise."
Uzun bir sessizlik donup kaldı aramızda. "Peki bana olan teklifin ne?" dedim.
"Nefes'in haberi olmadan bendeki liderliği sen alacaksın." dediğinde şaşkınlıkla bakakaldım. "Ne?"
"İplerin tamamını eline alırsan, intikam için yanıp tutuştuğun herkesi parmağında oynatırsın. Tek yapman gereken kimliğini gizli tutmak. Aksi halde suikast senin için kaçınılmazdır. Tek bir tanesinden bahsetmiyorum. Onlarcası..."
"Liderliği Pakgör'lerin hakimiyetinden Karaslan'lara vermek istediğinden emin misin?" diye sordum. Çünkü bence delirmişti! "Bunu yapamazsın! Karaslan soyuna bu gücü veremezsin! Onlar bunu kötüye kullanır, Araf. Sakın yapma bak, sakın!"
"Sen de bir Karaslan'sın." dedi hatırlatmak ister gibi. Güldüm. "Pakgör'lerin tarafında bir Karaslan." Bu sefer şaşırma sırası ondaydı. "Nasıl yani?" dedi. "Pakgör cephesinde artık iki kişi değilsiniz." dedim. "Bana da yer açın." Araf dönüp etrafa bakındı. Biri duydu mu diye bakıyordu ama ölümün artık beni korkutmadığını, aksine benim bu azaptan kurtuluşum olduğunu bilmiyordu.
"Bu oyuna dahil olamazsın." Dedi kısık sesle bana doğru eğilerek. "Uzakta dur. Bir de bunun hesabını veremem Nefes'e." Sırıttım. "Verecek hesabın çok tabi, şerefsiz." O da güldü. "Babamın yediği bokun hesabını ben veriyorum hep, amına koyayım."
"Babaların günahları, oğullarını yakar." dedim. "Ne kadar günahsız olursan, oğlun o kadar rahat olur. Ne kadar günahkar olursan, oğlun her zaman bir kamburla yaşar."
"İyi ki bir oğlum yok." dedi. "Benim yüklerimi devralmasını istemezdim."
"Bence kızının olması daha kötü. Annesinin yükleri taşınır gibi değil." Düşündüm. "Gerçi... O normal bir çocuk olmayacak. Desise'nin kızı olacak. Bence annesi gibi ortalığı kasıp kavururdu. Hatta annesini de geçerdi." Araf güldü. "Geçerdi tabi. Çünkü Nefes onu doğuştan eğitmeye başlardı. Kendini savunabilsin diye."
Nefes'in kızı...
Mavi...
Araf'ın aklına da aynısı gelmiş olacak ki benimle eş zamanda yüzü düşmüştü. "Ben hislere inanırım." dedi. "Ve Nefes'le aynı şeyi hissediyorsak, bu yanlış olamaz." Derin ve sesli bir nefes alıp konuyu değiştirmek istedim.
"Koltuğun da gücün de sende kalsın. Ben sadece istediğim anda benim için orada olmanı istiyorum. Ne olursa olsun. Kabul ediyorsan ben de kabul ederim." Araf bir süre yüzüme baktı. Kafasında tartıyor olmalıydı. Çünkü 'ne olursa olsun' çok geniş bir kavramdı. Eğrisiyle doğrusuyla düşünmek istemesi kötü bir şey değildi.
"Tamam." dedi en sonunda. Hadi geçelim içeriye."
***
ARAF PAKGÖR
Gerçekten mi?
"Ne?" dedim kaba bir şekilde tepkimi dışıma yansıtarak. "Ne demek pasta yapacaksınız?"
"Bir de mavi." dedi Baha. "Kırmızı desen yine neyse. Kan efekti de verirdik Deccal pastası olurdu. Tam Nefes'e layık."
Baha'ya dik dik baktım. "Karımla dalga geçme." Boş boş baktı ve tek kaşını kaldırdı. "Ulan göt, senin karınsa benim de kardeşim."
"Kesin didişmeyi. Bunu kendiniz istediniz. Sürekli zehirledin deyip duruyorsunuz. O zaman kendiniz yapacaksınız pastayı." dedi kayınpeder. "Ayrıca mavi değil, gökyüzü mavisi."
"Bir de özel tonu var, amına koyayım." diye homurdandı Baha. "Nasıl tutturalım ulan biz o tonu?" Kayınpeder Oğuz omuz silkti. "Bana ne? Gerekirse çatıya çık gökyüzüne bak ama yap. Yapmadığın şey mi?"
"Ne?"
"Çatıya çıkmak."
Baha'nın yüz ifadesi sarsıldı.
Nefes'le birlikte Karaslan malikanesine girdiğimizde Açelya ve Baha çatıya çıkmışlardı.
Ve benim kayınpeder, Baha'yı bilerek buradan vurmuştu. Çünkü onun haberi olmadan kuş bile uçmazdı, ayrıca bildiğim kadarıyla Baha'nın Açelya'yla olan ilişkisine de hiç karşı çıkmamıştı. Onlar Eflin'e karşıydı.
O evde olanların çoğuna hakim olmam çok da şaşırtıcı bir şey değildi. Pakgör'ler ve Karaslan'lar düşmandı, Karaslan'lar her ne kadar daha güçlü görünse de asıl güç yıllardır Pakgör'lerin elindeydi.
Baha, benimle yaptığı anlaşmadan olsa gerek çenesini sıkarak sessiz kaldı. Sadece öldürmek isteyerek bakmakla yetindi. Kendini kontrol edebiliyor olması beni şaşırtmadı desem yalan olurdu.
Kayınpeder Oğuz, tüm malzemeleri ve tarifi bıraktırıp gittiğinde Baha'yla koca mutfakta yalnızdık. "Ben bu herifi götten-" Omzuna elimi sertçe attım. "Şt aslan, sakin. İyi tarafından bakalım, Nefes zehirlenmeyecek."
"Pollyanna erkek olsaydı adı Araf olurdu, amına koyayım." dedi göz devirerek. Ona gülüp yanağından makas aldığımda bana sapıkmışım gibi dehşetle baktı ve kolumu savurdu. "Hoşt ulan, amına koyduğumunun! Sahipliyim ben."
"Naz yapma, Baha." dedim ona sırnaşarak.
"En son çocukken yanağımdan makas almışlardı." dedi dehşetle. "Ne kadar boktan bir şey olduğunu hatırlattığın için seni gebertip senden bir pasta yapabilirim şu an."
Çapkın bir sırıtış yüzümdeki yerini aldı.
"Nefes'in beni yemesi için pasta olmama gerek yok ama-"
"Araf!" diye bağırdı ve üstüme yürüdü. "Sikerim seni!"
"Al işte!" dedim onu işaret ederek. "Sonra Araf sapık oluyor!"
Tezgahtan bıçağı kaptığında tiz bir çığlık atarak ada tezgahın etrafından dolanarak kaçtım. Korku filmi karakteri olan Çığlık gibi peşimden bıçakla koştururken gerçekten sinirli görünüyordu, bense sadece onun kafasını dağıtmak istiyordum.
Tabi birazdan o benim organlarımı dağıtacak gibiydi ama neyse...
Kanepe takımının etrafından, kolonların arasından kaçışırken evin içinde adamların olmaması işime gelmişti. Sonunda çıkmaz koridora girdiğimi görünce "Siktir." diye mırıldandım ve sırtımı duvara yaslayıp teslim olarak ellerimi kaldırdım. "Teslim oluyorum!" Baha hızını alamayıp bana tosladığında bıçağı boynuma yasladı ama bastırmadı. "Kaşınıyorsun, pezevenk."
Bedenlerimiz arasındaki yakınlığı fark ettiğimde sırıttım. "Baha... Kabul ediyorum çok çekici, yakışıklı ve seksi bir adamım. Talibim de çok, forsum da yüksek, şirketimin de başında ve işi gücü olan bir adamım. Boylu posluyum, karakter desen on numara. Ama kardeşinle evliyim. Bu aşk ikimizi de yaka-"
"Araf!" Kahkaham koridoru inletirken kapılardan biri açıldı ve Nefes'in hemşiresi çıktı. Bizi bu pozisyonda görünce kalakaldı ve ağzı açık kaldı.
Baha arkasını döndü, hemşirenin orada olduğunu görünce sonunda benden uzaklaştı ve bıçağı indirdi. Ben de havadaki ellerimi indirip boğazımı temizledim. "Evet Baha bey. O işi öyle yapalım biz."
"Hangi iş?" dedi boş bulunup.
Gülmemek için kendimi sıkarak "O iş." dedim.
Fısıltı tonunda "Ulan soyunu-" derken anında sözünü kesip fısıltıyla "Benim soyum senin anan." dediğimde sustu.
"Baha Bey? Araf Bey? İyi misiniz?" Dedi hemşire şaşkınlıkla.
"Biz çok iyiyiz." Dedim. "Nefes nasıl?"
Şaşkınlığı hâlâ atlatamamış olacak ki bi an bocaladı. "İ-iyiye gidiyor. Uyutuyorum, bedeni daha kolay toparlanacak."
"Oh!" Dedim bir anda yükselerek. Baha bana malmışım gibi baktı. "Ne güzel, ne güzel." Dedim devamını getirerek.
Göz devirdi. "Yürü aptal, şu Deccal pas- aman işte Nefes'in pastasını yapalım da bitsin bu işkence."
Hemşireye kibarca gülümseyerek sıvıştık ve mutfağa geçtik. Malzemelere ve tarife bakarken yüzüm buruştu. "Baha lan," dedim.
"Ne var?" Diye cevap verdi.
"Pandispanya pastanın keki miydi?"
"Yok kreması." Dedi dik dik bakarak. "Oğlum sen mal mısın, mala mı yatıyorsun?"
"Yok be mala yatsam üstünde olurdum." Dedim sırıtarak.
"Valla kaşınıyor." Diye mırıldandığını duydum. "Evet, kaşınıyorum gel de kaşı." Dedim ona sırnaşarak.
Paramparça isimli dizide olan o sahnedeki gibi bana tokatı indireceğini sandım ama o yüzünü kapatıp sessiz sessiz gülmeye başladı. Sonunda başardığıma sevinerek güldüm ve geri çekildim.
"Pandispanyayı da mı biz yapacağız? Hazır olsa olmaz mı?" Dedi boğazını temizleyerek.
"Ne kadar zor olabilir ki? Bakayım... Dört kat diyor, amına koyayım. Birer tane yapsak ortalarından bölsek dört olur gibi."
"Ulan zaten öyle yapmayacak mıydık? Dört tane kek yapmayı düşünmüyorsun umarım? Benim bu kardeşim zeki kız aslında ama erkek seçiminde IQ'su düşüyor."
Dönüp ters ters bakan bu sefer ben oldum. "En azından beni kendisi seçmiş. Abisini seçme hakkı yoktu."
Kaşları çatıldı.
"Ulan!" Diyordu ki kayınpeder Oğuz içeri girdi. "Siz hâlâ mı didişiyorsunuz? Sizi bırakalı yarım saat oldu yarım saatte sütün bile kapağı açılmamış!"
"Pardon majesteleri. Bir de boynumuzu vurun isterseniz?" Dedi Baha, Oğuz Karaslan'ı aşağılayarak.
"Senin planını kabul ettik diye bizi emir elin mi sanıyorsun?" Dedim ben de bu sefer Baha'ya arka çıkarak. Cevap vermek yerine göz devirdi ve telefon ekranına baktı. "Sadece acele edin." Ve mutfaktan çıktı. Merdivenlerden çıktığını duydum. Nefes'in yanına mı gidiyordu?
Kaşlarım çatıldı ve peşinden gitmek için yöneldim. Nefesimi o herifle baş başa bırakmayacaktım.
Baha kolumdan tuttu. "Bana diyorsun sen daha fevrisin. Onu öldürmez." Şaşkınlıkla ona baktım. "Bunu diyen sen misin?"
"Oğuz Karaslan'la olan meselem hâlâ taze. Nefes'e zarar vermesinden korkmuyor değilim. Ama onu öldürmez."
"Kendi kızına-"
"Kızı olmasından öte." Dedi. "Sevdiği kadından olan kızı. Nefret ettiği kadından değil. Ve sevdiği kadına da tıpa tıp benzer. Yani öldürmeyecek olmasının tek sebebi kızı olması değil." Yüzüm buruştu. Daha mı iyi, daha mı kötü karar veremedim amına koyayım.
Pandispanya denen kekin birini ben, diğerini Baha yapmaya başladı. Yumurtaları kırarken minik bir kabuğun düştüğünü görünce almaya çalıştım ama akı yüzünden sürekli benden kaçtı. Kaşlarımı çatıp inatla yakalamak istedim ama bir o yana bir bu yana oynayıp durdu. Sonunda sinirlenip yumurtayı avuçladığımda Baha dehşetle bana baktı. "Allah seni... Hijyen sıfır, pis herif, dök onu çöpe, kardeşimi zehirleyecek ibne. Hindistan sokak lezzeti hazırlıyor sanki yavşak." İyi tarafından bakalım, kabuğu alabilmiştim.
Tabi hijyen konusunda haklıydı.
"Niye öyle diyorsun?" dedim. "Hindistan hijyenin başkentidir bir kere."
"Tabi efendim."
Yeni bir hamur hazırlarken Baha çoktan kelepçeli kaba hamuru dökmüştü ve beni bekliyordu. Hamurları aynı anda fırına verdik. Onlar pişerken ben de Nefes'i görmek için yukarı çıktım. Sessizce içeri girdiğimde derin bir uykuda olduğunu gördüm. Yüzümde istemsizce gülümseme oluştu ve yanına gidip sandalyeye oturdum. Elini elime alıp koklayarak öptüm, elini yatağa geri koydum ama hiç bırakmadım. Uzun uzun yüzünü izledim.
Her günüm bir rüya gibi geliyordu.
Benim yıllarım onu uzaktan sevmekle geçmişti. Tek savaşım babamlaydı. Tek dostum kendimdim. Tek kalp kırıklığım babama ve Eda'nın yokluğunaydı. Tek işim şirket ve babamın ayak işleriydi.
16 Kasım'da her şeyin değiştiğini sanmıştım. Ama hayır, 16 Kasım sadece Nefes için her şeyin değiştiği tarihti. Benimki babamın öldüğü gündü. Çünkü babam öldüğünde ben artık bir piyon değildim. Kozamdan sıyrılıp doruğa uzaklaşan siyah bir kelebektim. Beni beyaz yapan tek şey babamın varlığıydı. Çünkü her loşluk, zifiriyle karşılaştırıldığında apaydınlıktır. Ben babamla karşılaştırıldığımda bembeyazdım, çünkü babam zift karasıydı, katrandı.
Yağmur Araf Pakgör, yirmisinde babasının piyonu ve adamıydı. Nefesi yoktu, ruhu yoktu. O sadece söylenileni yapardı.
Araf Pakgör, yirmi birinde bir şahtı. Tek başına o gücün kaynağı olan koltuğun sahibiydi. Nefes'i vardı, ruhu acı çekse bile vardı. Yalnız değildi, dostu vardı.
Dosttan düşman, düşmandan dost oluyordu. Baha benim düşmanımken dostum olmuştu. Babamı dost sanırken düşman çıkmıştı.
"Keşke o yangında annemle beraber ben de ölseydim." Dedim. Sesimin titrememesi için kendimi sıkıyordum. "Çünkü sen yalnızlığa mahkum olması gereken bir insansın, baba. Ama şükrediyorum, en azından Eda'yı seviyorsun."
Ben bu cümleyi kurarken, o benim sevdiğim kadını öldürme planları yapıyordu. Saftım, aptaldım. Ona hiçbir şeyi kondurmak istememiştim. Sadece benden nefret ettiğini, ama diğer her şeyi sevdiğini düşünmekle aptallık etmiştim.
Babam bir tek annemi sevmişti. Öyle sevmişti ki, onun dışındaki hiçbir şeye sevgi bırakmamıştı. Bana bile.
"Ne boklar yiyorsun? Hiçbir şeyin ucundan tutmuyorsun, anca oturup resim çiziyorsun!" Elini masaya vurdu ve gür bir ses çıktı. "Ben seni bunun için mi yetiştirdim!? Saçma sapan kağıt karala diye mi!?" Parmağını bana doğrulttu. Gözleri ateş püskürtüyordu. "Sana o kadar eğitimi boşu boşuna verdirmedim ben. Benim paramı ve emeğimi boşa çıkartırsan bedelini ödersin! Herkesin bir varoluş amacı vardır! Senin varoluş amacın da benim dediklerimi yapmak!"
Babam, benim çizgilerime saçma sapan karalama derken, engel olmak isterken Nefes bana bir salon vermişti. Dolma kalemimden başka hiçbir şeyim yokken bana binlerce lira değerlik boyalar vermişti. Not defteri ve A4 kağıdımdan başka hiçbir şeyim yokken bana boy boy son kalite tuval vermişti. Babam benden hayallerimi alırken Nefes bana hayallerimi altın tepside vermişti. Babam beni acımadan pis işlerine alet ederken, Nefes beni o dünyadan kurtarmak için kendini feda ediyordu.
O, kendini feda ettiği her gün, benim ruhum daha da acı çekiyordu. Çünkü her geçen gün ölümüne daha da yaklaşıyordu.
Şimdi karşımda yaralıydı, iyileşmek için uyuması gerekiyordu.
Gözlerim dolarken yüzümü göğsüne gömdüm. Kalp atışları alnıma çarparken çok huzurluydum. Yaşıyordu, hala nefes alıyordu. Onun tek bir soluğu için kırk dünya yakardım.
"Dünyada binlerce kız varken gidip de kendi kuzenine aşık oldun, geri zekalı oğlum! Gözünün önünde senin için ölmeye razı o kadar kız varken sen kuzeninle ne bok yemenin hayalini kuruyorsun!?"
Evlendim, baba. Ve sen buna engel olamadın.
Buruk bir gülümseme yüzümdeki yerini alırken gözyaşım kayıp Nefes'in kıyafetine düştü.
Başaramadın baba. Biz kazandık.
❄️
Tarife bakarak yaptığımız vişneli pastacı kremasını dolaptan çıkarırken Baha da kakaolu yaptığımız pandispanyaları kesmiş, altta olacak tabanı sütle ıslatmıştı. Ispatulayla kremayı yaydım, Baha da damla çikolatalarını bordo kremanın üstüne serpiştirdi. Bilerek bol bol koymuştu. Nefes çikolatayı severdi. Üstüne diğer keki koydu ve onu da ıslattı. Bu şekilde son kata kadar iş birliği halinde çalıştık. Ben pastadan taşan kremaları ıspatulayla düzeltirken Baha da mavi krem şantiyi yapmaya başladı. Tonunu tutturamamaktan korktuğu için gıda boyasını damla damla koyarak kontrol etmişti. Mavi krem şantiyle pastayı tamamen kapladık ve pürüzsüz olana kadar her yerini düzelttik. Üst deseninin nasıl yapılacağını bilmiyorduk, kafamıza gre bir şeyler düşünse miydik?
Derken kayınpeder Oğuz geldi. Elinde bir poşet ve kutu tutuyordu. "Tam zamanında bitirmişsiniz." derken kutuyu tezgaha koydu. Poşetten bir şişe çıkarıp masaya koydu. "Doğal yapım vişne sos. Ben söylediğimde kenarlarından akıtın." Baha alayla güldü. "Sonunda geldin mi dediğime? Gerçi Aşko Deccal pastası oldu bu ama neyse, Nefes'te de az biraz aşkoluk var zaten."
Kayınpeder Oğuz, Baha'ya dik dik baktı. "Cıvıma. Bir bildiğim var." Kutuyu açtı ve rengarenk unicorn boynuzunu çıkarıp pastanın tam ortasına koydu. Baha bir anda kişneyerek gülmeye başladığında ben dehşetle pastaya bakıyordum.
Aynı Nefes için miydi bu pasta?
"Bari Sindirella oturtsaydık." dedi Baha gülerek. Herhalde onun için komik olan, unicornlu bir pasta değildi. Nefes için yapılmış unicornlu bir pastaydı. Ellerimi yüzüme kapatıp gizli gizli güldüm. Sonra ellerimi indirip ciddi bir şekilde boğazımı temizledim. "Lan..." dedi Baha gülüşlerinin arasından. "Deccal'in yeryüzündeki gölgesi olan kadına unicornlu pasta mı vereceksin?"
"Siz karışmayın benim işime." Dedi kayınpeder Oğuz. "Nefes görünce anlayacak. Siz anlamayın."
"Nefes görünce bizi o boynuza oturtmasın da..."
"Baha!"
🍁
BAHA KARASLAN.
Nefes yeniden uyanmıştı ve Araf şu anda onun yanındaydı. Bense annemin ve sevdiğim kadının katili olan babamla birlikte mutfaktaydım. Tam arkamdaki bıçaklıktan aldığım bir bıçakla onu tek hamlede öldürebilirdim. İçim soğumazdı ama hiç değilse intikamlarını alırdım. Yaptıkları yanına kalmazdı. Sonra üstünü kapatmaya hiç uğraşmadan polise teslim olurdum.
Ama Nefes vardı.
Nefes tek başına da yapardı, ama ben varken olduğu kadar olmazdı. Onun arkasında her zaman bir abisi olacaktı. Ondan başka kimsem yoktu. Onun benden başka kimsesi vardı ama benim ondan başka hiç kimsem yoktu. Tüm ve tek varlığımdı.
Benim yüzüme bile bakmaya tenezzül etmeyen babam, kız kardeşim için özenle pasta yapıyordu.
Hayır, kıskanmıyordum. Başta belki kıskanmıştım Nefes'i ve babamın ona olan sevgisini. Ama şu an hissettiğim onlarca duygu olmasına rağmen biri bile kıskançlık değildi.
Öfke, acı, hayalkırıklığı, yalnızlık, kimsesizlik, keder, hüzün, ölme isteği, umut arayışı, acıma... Bunlar, hissettiklerimin yüzde biri bile değildi. Şu anki ruh halim öyle ağırdı ki, eğer yıllar önce buna alışmamış olsaydım kalp krizi geçirebilirdim.
Kalp krizi... Keşke tam şu an geçirip sevdiğime ve anneme kavuşabilseydim.
Ama kardeşim vardı. Her şeye rağmen, onun için var olacaktım.
"Neden öyle bakıyorsun?" Diye sordu bir anda. Pastaya dalıp gittiğimi fark etmemiştim. Silkelenerek kendime geldim. Soğuk, mesafeli, bir yabancıyla, düşman bir yabancıyla konuşur gibi bir tonda sordum: "Nasıl bakıyorum?"
"Çocuk gibi. Hâlâ altı yaşında bir çocuk gibisin, Baha. Büyü artık."
"Sen beni hiç büyütmedin ki?"
Babam duraksadı ve başını çevirip bana baktı. "Yediğin önünde yemediğin arkanda, Karaslan sülalesinin mal varlığının yarısı senin, şirket senin, benim olan her şey senin artık. Adeta bir imparatora dönüştün. Ne istiyorsun daha? Ne bu aç gözlülük? Ne bu doymazlık? Ne bu nankörlük?"
"Bir insanın ihtiyacı olan tek şey güç müdür?"
"Başka ne?"
Burukça gülümsedim. "Ben sevdiğim kadını kaybettim. Tıpkı senin de kaybettiğin gibi. Sen onu bizzat ittin, ben onu koruyamadım." Babam donup kaldı. Onu Yağmur anneden vurmamı beklemiyordu.
Nefes'i doğuran bir kadın, kötü olamazdı. Nefes benim gözümde o kadar mükemmeldi ki, annesi de mükemmel olmalıydı. Çünkü benim babam kötülüğün vücut bulmuş hâliydi. Nefes'le tam anlamıyla kardeş olmak için aynı anne babanın çocuğu olmak gerekiyorsa, annesine anne de derdim. Benim için sorun olmazdı.
Doğrulup tamamen bana döndü. "Sarıp sarıp aynı şeyleri mi konuşacağız?" Dedi öfkeyle.
"Sarıp sarıp aynı şeyleri konuşmadığımız gün ya sen ölmüşsündür, ya da ben, baba." Yutkundum. "Yaşadığın ve nasıl hissettirdiğini bildiğin bir şeyi bir başkasına, hele de oğluna nasıl yaşatabilirsin?" Dedim kabullenemez bir şekilde.
"Nasıl hissettirdiğini bildiğim için." Dedi. "Bu cezayı hak ettin."
Gözlerim istemsizce doldu. "Hangi insan böyle bir şeyi nasıl hak eder!?"
"Sen benim hayatımın kayma sebebisin." Dedi acımasızca. "Sen var olmasaydın benim hayatım mükemmel olacaktı. Annen olacak o şeytanla evlenmek zorunda kalmayacaktım! Yağmur beni terk etmeyecekti! Kızımdan senelerce ayrı kalmak zorunda kalmayacaktım! Nefes'i sağ salim bir şekilde yanıma alabilmemin tek çaresi bu sikik oyundu! Tüm bunlara göz yummak zorunda kaldım, çünkü Nefes benim yanımda değildi! Biz bir aile değildik! Neden!? Çünkü senin yüzünden Zeynep'le evlenmek zorunda kalmıştım!" İşaret parmağını doğrulttu. "Seni hiçbir zaman sevmedim, hiçbir zaman da sevmeyeceğim. Siz benden Yağmur'u aldınız, ben de senden Açelya'yı. Ödeştik, oğlum."
Dehşetle babama bakakaldım.
"Ben daha çocuktum." Diye mırıldandım. "Benim bir suçum yoktu... Hiçbir şeyden haberim bile yoktu... Ben sadece anne babasına muhtaç küçücük bir çocuktum! Annemin ve kendinin günahlarını nasıl bana yüklersin!?"
Dinlemedi bile. Nefretle burun kıvırıp pastayı aldı ve merdivenlere doğru ilerledi. Çok geçmeden gözden kayboldu.
Onun gidişiyle kendimi serbest bıraktım. Önce omuzlarım düştü, sonra göz yaşlarım.
Gözlerim, salondaki çerçeveye kaydı. Onun yerini ezberlemiştim. O çerçevede Yağmur annemin resmi vardı. Çerçeveye doğru ilerledim ve elime aldım. Nefes'le olan benzerlikleri olağanüstüydü. Sanki o ölürken, Nefes'in bedeninde geri dönmüştü ve bedenler birbirinin aynısıydı.
"Senin kusurun da babamı sevmek olsun, Yağmur anne. Onun gibi bir adamı sevmek senin kusurun olsun." Aynı kusur, benim annemde de mevcuttu. Benim annem masum değildi, ama öldürülmeyi de hak etmemişti. Bunu kim hak ederdi ki?
Benim de bugüne kadar öldürdüğüm insanlar olmuştu. Ama hiçbirini zevkle yapmamıştım. Çoğunluğu kendimi ve ailemi korumak içindi. Nefsi müdafaaydı.
Çerçeveyi geri yerine koyarken, çekmecenin halka şeklindeki kulpuna çarptı bileğim. Kulpu tutup kendime doğru çektiğimde çekmece açıldı ve bir defter buldum. Üstü tozluydu, sanırım çok uzun zamandır buradaydı ve kimse eline almamıştı.
Babamın pis işleriyle ilgisi olabilir miydi? Belki işime yarayacak bir açığını bulurdum.
Defteri elime aldım ve kapağını açtım. Şaşkınlıkla sayfaları karıştırdım, bu basit bir defter değildi. Günlüktü. Sayfaları karıştırırken elime bir fotoğraf düştü. Renk kalitesi kötüydü ve net değildi. Eski bir fotoğraftı ve fotoğrafta babamla Yağmur annem vardı. Yağmur annem gülüyordu ve babam da onun saçlarını kokluyordu.
Bu kimin günlüğüydü? Babamın mı, yoksa Yağmur annemin mi?
Rastgele bir sayfa açıp baktım. 2000 yılına aitti.
Nefes alamıyorum. Soluğumu toplayamıyorum. Nefesim dediğim adamın bana reva gördüğünü hazmedemiyorum. Kalabalığın içerisindeyim, ağlamak istiyorum ağlayamıyorum. Derdimi kimseye anlatamıyorum. Diyemiyorum, ben aşık oldum, diye. Diyemiyorum aşık olduğum adam beni kandırdı diye. Diyemiyorum ki evli olduğu hâlde benle oldu diye.
Bunu kaldıramadım, kaldıramam. Hangi kadın kabul eder böyle bir şeyi? Bana boşanacağını söylüyor. Boşansın ya da boşanmasın, ne fark eder? Sen o kadın bu denli ciddi bir şekilde hayatındayken beni hayatına soktun mu? Evet. Beni metres durumuna düşürdün mü? Evet. Ne anlamı kaldı? Ben kendimi senin en değerlin zannederken, senin hayalinle uyurken sen karına sarılıp uyumuşsun. Ben seninle sevişirken, karın sabaha kadar seni beklemiş. Bunu hangi mide, hangi yürek affedebilir?
Beni bu duruma düşürdüğü için en başta ondan, sonra da bu durumdan haberim olmasa bile bulunduğum konum için kendimden nefret ediyorum. İğreniyorum.
Ben babama ihanet ettim. Ben anneme ihanet ettim. Ben kardeşime, ikizime ihanet ettim. Ben en başta kendime ihanet ettim. Soy adıma ihanet ettim. Can düşmanımızın oğluna aşık olarak, onun koynuna girerek ben tüm değerlerime ihanet ettim.
Kimsenin haberi yok. İkizimin- ki benden önce doğdu diye kendisine abi diyor- haberi yok. Sorguluyorlar, biliyorum. Bir şeylerden şüpheleniyorlar. Ama bana öyle güveniyorlar ki, ihtimal vermiyorlar. İhtimal vermiyorlar düşmanımızın oğlu Oğuz Karaslan'la bir ilişkimin olmasına.
Ve ondan hamile kalmış olmama.
Ruh gibi dolaşıyorum günlerdir. Yemek yiyemiyorum, su içemiyorum, oturamıyorum, kalkamıyorum, uyuyamıyorum. Ben yaşayamıyorum. Arafta kaldım.
Hastalığıma yoruyorlar bu hallerimi. Hepsi benim için endişeleniyor ama ben bu sevgilerini hak etmiyorum.
Gülşah hamileydi, bebeği erkekmiş. Asaf tutturdu ismini Yağmur koyacağım diye. "Abi erkek bebeğin adı Yağmur olur mu hiç? Hem ben ölmedim daha." Diyorum ama dinlemiyor. Gülşah benden isim önerisi istedi. Fikirlerime çok değer veriyor. "Sence ne koyalım ismini?" Diye bana sordu.
Benim ağzımdan çıkan tek söz, içinde bulunduğum ruh halimin özetiydi. "Araf." Dedim bir anda. Başta şaşırdılar. Sanki günlerdir düşünüyormuşum da çok istiyormuşum gibi aniden söyleyişime şaşırdılar. Ama işin iç yüzünü tabi hiç biri bilmiyordu.
"Ben çok beğendim." Dedi Asaf. "Sen ne dersin, gül güzelim?" Gülşah bir süre yüzüme baktı. O kadar baktı ki, bir an korktum. Sanki sadece yüzüme bakarak her şeyi görecekti. Evli bir adamdan, hele de düşmanımız olan adamdan hamile olduğumu, ne kadar acı çektiğimi görecek sandım. Ama o gülümsedi ve "Ben de beğendim. Araf olsun adı." Dedi.
Araf. Yeğenimin adı Araf oldu. Yağmur isminden yine vazgeçiremedim Asaf'ı. Yağmur Araf koydular adını. Tabi ben ilk ismini hiçbir zaman kullanmayacağım. O ne öyle ölmüşüm de anıma koymuşlar gibi? Hem kaderimiz benzemesin. Ben çok inanırım öyle şeylere.
Elim istemsizce karnıma gittiğinde sanki bir anlığına gerçekten onu hissedeceğimi sandım. Ama bu elbette ki olmazdı, henüz tam anlamıyla canlı bile sayılmazdı. Bu düşüncesiz hareketimi fark ettiğimde hemen elimi çektim ama Gülşah fark etmişti bile çoktan. Asaf, karısının karnındaki oğluyla konuşurken onun beni izlediğini fark etmemiştim.
"Sen iyi misin?" Diye sordu korkuyla. "İyiyim." Dedim geçiştirerek. "Ufak bir ağrı."
"Dinlenmen gerek, bembeyazsın." Dedi Asaf, bana odaklanarak. "Yemiyorsun, içmiyorsun. İlaçlarını alıyor musun sen?"
Almıyordum.
Çünkü ona zarar vermelerinden korkuyordum.
"Alıyorum." Dedim yalan söyleyerek.
Sıraya dizilecek olan binlerce yalanımdan sadece birisiydi bu. Aldırmak istemiyordum, ama doğurmaya karar verirsem ne olacaktı? Karnım büyüdüğünde ne diyecektim? Her şeyi anlatmaya cesaretim var mıydı? Asaf'ın tepkisi ne olacaktı?
Bu sayfa burada bitiyordu.
Ne düşüneceğimi ve ne hissedeceğimi bilmiyordum. Zaten bildiğim şeyleri Yağmur annenin ağzından okuduğumda babamın suçu benim omuzlarıma binmiş gibi hissediyordum. Mahçuptum. Kötülüğü eden benmişim gibi mahçuptum.
İleri sararak başka bir sayfa açtım. Önceki tarih Haziran'ı gösterirken bir anda Ekim'e atlamıştı. Sanırım 2 ay boyunca hiçbir şey yazmamıştı.
12 Ekim 2000
Bugün işteydim. Karnım büyüdüğünden beridir evden çok erken çıkıp çok geç giriyorum ve hep bol giyiniyorum. Kızım altı aylık oldu. Oğuz'un bilmesini istemiyordum ama kızım için bunu yapmam gerekmişti.
Kızıma hamile olduğumu biliyordu. Zeynep'ten boşanıp benimle evlenmek istediğini söylediğinde eğer gerçekten istediği buysa neden şimdiye kadar boşanmadığını sordum. Hiçbir şey söylemedi. Ben de daha fazla dil dökmedim. Yalnızca babalık görevini yapmasını, onu şahsi olarak hayatımda istemediğimi söyledim. İsteğime saygı duydu. Aklında başka şeyler mi vardı, yoksa beni görebileceği için bebeğimize minnettar mı olmuştu anlamamıştım. Aylardır birbirimizi görmemiştik. Ondan hep kaçmıştım, yüzünü görmek istememiştim.
Bugün Araf'ın doğum haberini aldığım gibi işten çıktım ve eve gittim. Asaf, evde olduklarını söylemişti. Beni gördüklerinde şaşırdılar. Kilo aldığımı söyleyerek hepsini geçiştirdim.
Araf'ı kucağıma verdiklerinde annelik hormonlarımdan mıdır nedir aşırı duygusal tepki vermiştim. Hele de Araf, yeni doğmuş haliyle, tutup da elini karnıma yasladığında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.
Kimse anlam veremedi hiç bu hallerime.
Diledim, Rabbimden. İnşallah kızımla Araf birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Birbirlerine yoldaş ve kardeş olurlardı. Asaf ve benim gibi olmalarını istemezdim. Çünkü biliyordum ki Asaf hamileliğimi ve Oğuz'u öğrendiği gibi kıyameti koparacaktı. Onun için hırsları sevdiklerinden daha kıymetliydi, hep öyle olmuştu.
İyi ki doğdun, Araf'ım. Halan seni her zaman çok sevecek.
Zorlukla soluk verdim ve son sayfasını açtım. Son sayfa, Aralık'a aitti. Ocak yoktu. Son yazısında da aynı şeylerden yüzeysel bahsetmişti.
"Seninkiler yoldaş olma işini biraz fazla abarttılar be, Yağmur annem." Diye mırıldandım sessizce. "Ama merak etme, hiç bırakmadılar birbirlerini."
Yorgun bir nefes verip defteri kapattım ve ceketimin iç cebine sıkıştırdım. Neyse ki genişti sıçtığımın cebi.
Kendimi biraz toparlamaya çalıştım ve merdivenlerden çıktım. Araf ve babam, Nefes'e pastasını çoktan vermişlerdi ve konuşuyorlardı. "Soruma neden cevap vermiyorsun?" Diye sordu Nefes sinirle. "Nereden biliyorsun tüm bunları? Kim söyledi sana?"
"Kimse söylemedi." Dedi babam. "Hepsini ben biliyordum."
"Nasıl lan nasıl!?" Diye bağırdı bir anda. Araf onu tuttu ve sakinleşmesini söyledi. Dikişleri patlayabilirdi, bence de biraz sakin olmalıydı. Yoksa atlasın bu herifin üstüne, tüm uzuvlarını paramparça edip kırk dağın kırk eteğine gömsün, umurumda değildi. Yardım ve yataklık da ederdim.
"Seni hiçbir zaman bırakmadığımı söylerken yalan değildi." Dedi babam.
"Madem istediğim oda takımından, hayalini kurduğum prenses elbisesinden, hep istediğim ama hiç alınmayan pastadan bile bu kadar haberdarsın. Madem o kadar burnumun dibindeydin. Neden hiç gelmedin? Neden beni büyüten sen değildin!? Madem bu kadar yakınlaşabiliyordun niye hayatımda değildin!? Madem üvey babamdan daha çok seviyordun beni, neden ben daha çocukken yanımda değildin!? Yalan söylüyorsun! Kim söyledi sana!? Evrim annem mi!?"
"Sevgilim, lütfen." Dedi Araf, Nefes'in önünde diz çöküp ellerini tutarak.
"Neden şimdi!? Tüm bunların hepsi neden şimdi!? Göz boyamak için mi!? Senden intikam almayayım diye mi!? Götünü kurtarmak için mi!? İnanmıyorum sana! Bu saatten sonra hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok!" Pastaya tutup yere fırlattı. "Çocuk değilim ben, senin ecelinim! Duydun mu beni!?"
"Duydun mu onu?" Dedim zift gibi kapkara ve nefret dolu bir sesle. Dönüp bana baktılar. "Çocuk değil o, ecelin. Ben de arkasındaki o dağım. Şimdi siktir olup gidiyorsun ve adamlarını geri çekiyorsun. Ben de kardeşimi alıp çıkıyorum."
"Ve kocasını." Dedi Araf. Ama onu takmadım.
"Yaralı-"
"İyiyim ben." Dedi Nefes tıpkı benim gibi nefretle. "Aksi olsaydı da seni ilgilendirmezdi. Sen git abini durdur önce."
İtiraz eder, zorluk çıkarır ve kan dökmek zorunda kalırım diye düşündüm.
Ama o, sessizce kabullenip çıktı.
Nefes'e dönüp baktım. Kan kaybettiği için hâlâ renksizdi ama daha iyi görünüyordu. Onun iyi olmasına ihtiyacım vardı. Herkese her sik olabilirdi ama benim kardeşim iyi olacaktı.
🩸
NEFES KARASLAN.
Aradan geçen bir hafta, benim ayağa kalkmama yetmişti. Yavaş yürüyordum ama en azından yürüyordum. Acı eşiğim yüksekti ve ağrılar benim için katlanılmaz olmamıştı.
Pakgör'lerin evindeydik. Bir haftamın yüzde sekseni yatakta geçmişti.
Hayaller başkaydı tabi ama yalnızca yatmak için oradaydım.
Abim yanımdan hiç ayrılmamıştı. Çok korkmuştum yine gitmesinden ve ortalıktan kaybolmasından ama o burada kalmıştı. Araf, eski odamı ona vermişti. Hani şu kırmızılı olan. Kırmızı zaten abimin en sevdiği renkti ama hiç kullanmıyordu. Nedenini hâlâ bilmiyordum. Sormaya da çekiniyordum, bilmeden onu daha fazla üzmek istemezdim.
Tarihler, Nisan'ın son günlerini gösteriyordu. Mayıs'a girecektik. Havalar ısınmıştı ve evdeki klimalar açılmıştı. Üstümde rahat, kısa kollu bir eşofman takımı vardı. Araf evde değildi, şirkete gitmişti. Trabzanlardan tutunarak yavaş yavaş aşağı indim ve salona geçtim. Abim, yemek masasında oturuyordu ve bilgisayar da önündeydi. Beni görünce kaşlarını çattı. "Neden ayaktasın sen?"
"Bir haftadır yata yata götüm büyüdü." Diye homurdandım.
"Senin o göt bir sene de yatsan büyümez. Sıska şey." Dil çıkardım. "Çok biliyorsun sen."
Karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. "Ne yapıyorsun?"
"Malum... Şirket artık benim. Üç beş bir şeye bakmam gerekiyormuşmuş. Üç beş bir şey, dediler üç beş saattir oturuyorum burada, amına koyayım." Bilgisayarın monitörünü kapattı ve ofladı. "Yeter lan."
"Vay be." Dedim dudak büzerek. "Karaslan Holding ve Pakgör Holding, iki düşman ve rakip şirket. Ve abi kardeş, bizim." Dedim. "Düşmanlığı bitirsek mi, ne yapsak?"
"Yok." Dedi. "Ben ihale toplantılarında sana tip tip bakıp gıcık etmek istiyorum. Rakip kalalım."
"Tam bir öküzsün." Dedim göz devirerek. "O değil de sana bir şey soracağım ben. Sen nasıl öğrendin bana suikast kurulacağını?"
"Yeni mi aklına geldi sormak, mal?"
"Napim be, bir haftadır can derdindeyim ben. Bir de haftalardır görmediğim abimi görmüşüm, saçma sapan şeylerden mi bahsedeyim?"
"Eflin söyledi. Seni bi nevi Eflin kurtardı yani." Gözlerim büyüdü. Bunu beklemiyordum. "Eflin mi? O ne alaka?"
"Amcamı duymuş, beni bulduğu gibi de anlattı işte karıştırma oraları." Dedi gözlerini kaçırarak.
"Seni ben bile zor buldum, o nasıl tak diye bulmuş seni?"
"Beni sandığımdan daha iyi tanıyordur belki." Dedi. "Ona çok haksızlık ettim." Gözlerimi kıstım. "Biraz öyle oldu, evet. Önce ona seviyorum dedin, sonra Açelya'yla el ele karşısına çıktın." Açelya'nın ismini söylerken kısa bir es vermek zorunda kalmıştım. Onu kendi içimde hâlâ aşamamıştım ve kolay kolay da aşamazdım. O benim her şeyimdi.
"
Nefes sana bir şey söyleyeceğim." Dedi. "Ama aramızda kalsın, Araf bile bilmeyecek." Duraksadım. Bu kadar önemli ne söyleyecekti?
"Konuya nereden başlasam bilmiyorum. Sanırım en başından başlasam daha doğru olacak. Biz birlikteyken de, ayrıyken de Eflin çok çekti. Hem benden, hem ailemden. O sadece bir hizmetliydi ama ailem ona o kadar kötü muameleler yaptı ki... Senin tek bildiğin, konuşmasının yasak olmasıydı. Ama dahası da var, Nefes. Ve ben bunların hepsine sustum. Açelya'yı sevdiğim için hiçbir zaman pişman olmadım, olmayacağım da. O benim bu dünyada ve öteki dünyada karım olarak kabul edebileceğim tek kişi." Konunun nereye gittiğini anladığım gibi rengim attı.
"Abi sen... Eflin'le evlenecek misin?" Dedim dehşetle.
Böyle bir şey yapacak olursa onu asla desteklemezdim. Açelya, onunla evlenmek istediğini defalarca kez söyledikten ve gösterdikten sonra onunla evlenmezken, o öldükten sonra başkasıyla nasıl evlenebilirdi? Hem de bir anda?
"Bu evliliğin tek bir sebebi olacak, Nefes. Tüm gücümün ve mal varlığımın onun olması. Ona sevgi ve aşk veremem. Ama hiç değilse... Benim yüzümden saygı hakkını yitirdi, psikolojik işkence gördü kız. Onun hayatını mahvettiğim gibi düzeltmek de benim elimde." Uzanıp ellerimi tuttu. "Yemin ederim, Nefes. Ona karım gözüyle tek saniye bakacak olursam gözüm de şu gönlüm de kurusun. İki cihanda da Açelya'yı görmek bana nasip olmasın. Vallahi sadece üstümdeki her şeyi ona geçirmek istiyorum sadece. Şirket, mal varlığım..."
Abimin gözleri dolmuştu.
"Sen sanıyor musun ki ben güzel çiçeğimle evlenememişken başka bir kadına karım derim? Ben ona aldığım yüzüğü bile başka kadın dokunmasın diye toprağına gömdüm. Ona ait olan, onunla gitsin istedim."
Ben ona aldığım yüzüğü bile başka kadın dokunmasın diye toprağına gömdüm.
Abim Açelya'ya evlenme teklifi mi edecekti?
Şaşkınlıkla abimin suratına bakakalmıştım.
"Bizim kavuşmamız mahşere kaldı, Nefes. Benim gözüm onun mavisinden başka bir renge kör. Gökyüzü de, denizler de renksiz geliyor bana. Sanki gözlerime bir filtre inmiş de, mavi olan her şeyi gri görüyorum. Maviyi göremiyorum ben, kardeşim." Gözyaşları aktı.
"Eflin'in canını çok yaktım. Çok yakmalarına izin de verdim. Ama hiç değilse bir şeyi telafi edeyim."
"Onun senden güç isteyeceğini mi düşünüyorsun?" Diye sordum ilk kez konuşarak. "O senden sadece sevgi ister."
"Veremem. Benden bunu beklemesin." Dedi yalvarır gibi.
"Abi peki neden tüm mal varlığının ve şirketin Eflin'e geçmesini istiyorsun? Sen ne yapacaksın?"
"Ben tüm bunları en başından beri istemiyordum zaten." Dedi ve burukça gülümsedi. "Hem olur da bir gün bana bir şey olursa her şey amcama ve babama geri döner. Bunu kabullenemem." Hayır. Abime hiçbir şey olmayacak. Olmayacak. Olmayacak. Olmayacak.
"Eflin'i rahat bırakmazlar. O da tek başına Karaslan ailesiyle baş edemez." Dedim ilk dediklerini duymazdan gelerek.
"Sen varsın." Dedi. "Sen onu bırakmazsın."
Ben zaten bırakmazdım. Tüm o gücün amcama geçmesindense kendimi feda ederdim. Bu iş, hırsa dönüşmüştü.
"Ne zaman yapacaksın?" Diye sordum güçsüzce. Abime güveniyordum. Açelya'ya olan aşkına da güveniyordum. Onun gözü ondan başkasını görmezdi.
"Yarın gece." Dedi.
🩸
Bej rengi kumaş pantolonun üstüne beyaz, askılı bir bluz giymiştim. Bluzun gerdan kısmı açıktı ve orayı kolyelerimle süslemiştim. Saçlarımı düzleştirmiş, makyajımı tamamlamıştım. Topuklu ayakkabı yerine beyaz spor ayakkabı giydim, daha yeni ayaklanıyorken şansımı zorlamak istememiştim.
Çantamı omzuma asıp güneş gözlüğümü taktım ve evden çıktım. Abim evde değildi, nerede olduğunu da bilmiyordum. Sadece akşam nerede olacağını biliyordum. Araf ise yine işe gitmişti.
Şoför kapımı açarken arkaya bindim. Şoför de bindi ve araç hareket etti. "Şirkete." Dedim sadece.
Telefonumu çıkarıp güneş gözlüğümü başıma taktıktan sonra sosyal medyaya girdim.
Keşfet kısmına girdiğimde karşıma çıkan magazin haberiyle duraksadım. Gönderi başlığında "Öldü mü?" Yazıyordu ve Sadık abinin resmi vardı. Gönderiye tıklayıp içeriğine baktım.
Ünlü iş adamı ve mafya Sadık Balaban kalp krizi geçirdi!
Detay yoktu. Yalnızca şu anda yoğun bakımda olduğu yazıyordu.
Büyümüş gözlerimi camdan dışarı çevirdim. Bu nasıl olabilirdi? Daha en az iki hafta önce sapasağlamdı adam. Üstelik öyle aman aman yaşlı da değildi. Elbette gençler de kalp krizi geçirebilirdi fakat burnuma hoş kokular gelmiyordu.
Hemen Araf'ı aradım ve telefonu kulağıma yasladım.
Aradığınız kişi şu anda başka biriyle görüşme yapıyor. Lütfen daha sonra tekra-
Kapattım.
Aradan birkaç dakika geçtikten sonra tekrar aradım ama yine aynı ses duyuldu. Kiminle konuşuyordu bu kadar uzun?
Cemal'i aradığımda anında açtı. "Buyurun, Nefes Hanım."
"Cemal, olan bitenden haberin var mı?"
"Sadık Balaban'dan mı bahsediyorsunuz?"
"Evet."
"Ben de yalnızca kalp krizi geçirdiğini biliyorum, efendim. Ama dilerseniz araştırabilirim."
"Öyle yap ve bana derhal bildir. Dikkat çekme, ya da çek. Kim ne yapabilir? Hadi bekliyorum." Dedim ve telefonu kapattım.
Şirkete geldiğimizde araçtan inip merdivenleri çıktım ve döner kapıdan içeri girdim. Turnikelerden geçtikten sonra B bloğa geçtim. On dördüncü kata çıkıp Araf'ın odasına doğru gittim. Kapıyı çalıp içeri girmemle eş zamanda asistanı dibimde bitmişti. Araf odada yoktu.
"Nefes Hanım, Araf Bey'e mi baktınız?" Dönüp baktım. "Evet, nerede?"
"Araf Bey bugün gelmedi." Kaşlarım çatıldı. "Nasıl gelmedi? Sen fark etmemişsindir."
"Hayır, Nefes Hanım. Araf Bey bugün hiç gelmedi." Sabah şirkete gittiğini söyleyerek çıkmıştı? Araf bana yalan söylemezdi. Elbet bir sebebi olmalıydı ama bana yalan söyleyecek kadar ne vardı?
"Nefesim?" Gözlerim, asistanın arkasına doğru kaydı. Araf, hızlı adımlarla buraya geliyordu. Üstünde sabah giydiği şık takımı vardı. Bu aralar daha sık resmi giyinmeye başlamıştı. Eskiden daha rahattı hâlbuki.
"Sen işine dönebilirsin, Deniz." Dedi Araf asistanına. Genç adam odadan ayrılarak kapıyı kapattığında Araf'la odada baş başaydık. "Neredesin?" Dedim sitemle. "Şirkete gidiyorum, dedin hiç gelmemişsin."
Kollarını belime sarıp kendisine çekti ve sarıldı. "Ani bir haber aldım, yolumu değiştirdim o yüzden. Geleceğini bilmiyordum, niye söylemedin?"
"Söylemem mi gerekirdi?" Dedim kaşlarımı kaldırarak. "Sıkıldım evde yatmaktan. Seni görmeye geliyorum ama hiç gelmediğini öğreniyorum. Yalan söylediğini düşündüm."
Başını iki yana salladı. "Ne kadar ayıp... Ciddi ciddi sana yalan söylediğimi mi düşündün, sevgilim?" Onaylayarak başımı salladım. "Ani haber ne? Sadık Balaban'ın kalp krizi mi yoksa?"
Bilmeme şaşırmadı. "Evet." Dedi.
"Neden sen koştun peki? Üye bile değilsin."
Omuz silkti. "Belli bi' hukukumuz var sonuçta, sevgilim. Merak ettim, neden bu kadar sorguladın?"
"Ne bileyim..." Dedim. "Üyesi olarak ben magazinden öğreniyorken senin anında duyup koşup bir de ancak yeni gelmiş olman tuhaf geldi." Araf'ın benden daha fazla bir şey sakladığına inanmak istemiyordum. Aksi halde ciddi manada güvenim kırılacaktı. Bunu yapmaması gerektiğini kendisi de biliyordu, yetişkin adamdı. Evliliğin bazı sorumlulukları vardı ve bu sorumluluklardan birisi kesinlikle benden bir şeyler saklaması değildi.
"Tuhaf bir şey yok." Dedi. "Sana haber vermemişlerse bunun hesabını onlara sormalısın bence. Sonuçta haber vermek zorundalardı." Haklıydı, bu konuda onlarla konuşmak zaten planlarım arasında olan bir şeydi. Yine de önce kocamla konuşmak istemiştim, benim önceliğim her zaman ailemdi.
"Şimdi sen beni görmeye mi geldin sadece?" Dedi cilve yaparak. Bir de utanmadan göz kırptı. Tatlılığına gülmemeye çalışarak başımı çevirdim. "Tipe bak ya..."
"Ama sen böyle tatlı tatlı gülersen ben öpmeden duramam." Dedi başını eğip bakışlarımı yakalamaya çalışarak.
Ensesinden tuttuğum gibi tutkulu bir öpücükle dudaklarımızı birleştirdim. Birbirimizden ayrıldığımızda "İcraat, Araf, icraat." Dedim.
Ondan uzaklaştım ve odada ilerledim. Onun koltuğunu çekip oturdum ve kendi etrafımda döndüm. "Ayrıca sadece senin için de gelmedim." Araf homurdandı. "Kır, amına koyayım, kır. Ananın porselen takımı ya..." Kahkaha attım, hatta öyle bir tonla söylemişti ki, bir süre kahkahamı toparlayamadım. "Sen bugün naptın ya?" Dedim keyifle. "Bir haller olmuş sana, bal gibisin."
Yanıma gelip koltuğun iki ucundan tutup kendisine doğru sürükledi ve üstüme doğru eğildi. Geriye yaslanmamla koltuk belli bir açıyla geriye yattı, Araf yine üstüme eğildi. "Peteğinden yeni çıktığı içindir." Dedi.
Anılar, zihnimde şimşek gibi çaktı ve kendisini hatırlattı.
"Tam 'mutlu olacağım' derken gerçekler senin de yüzüne tokat gibi çarpıyor mu, Desise?" Dudaklarım aralandı.
"Kimin çarpmaz ki?" dedim durgun bir sesle.
"Benim çarpmadığı anlar sayılı." dedi birden. Merak ve beklentiyle ona baktım. "Sen. Nefesimin radarlarına girdiğin an hepsi sanki korkmuş gibi yok oluyorlar. Sen hep nefesimin radarlarında olsana."
İster istemez gülümsedim. "Oluyorum ya?" Burnunu burnuma dokundurdu ve geri çekilmedi. "O zaman neden bana yetmiyor?"
"Doyumsuz olduğundandır." dedim ciddi olmadığımı belirtircesine alayla. Güldü. "Doğru. Sana doyumsuzum." İtiraflarının peş peşe gelmesi beni iyice dumura uğratıyordu. Bana annemden miras kalan nefesimi kesebilen tek kişiydi Araf Pakgör.
"Bugün ağzından bal damlıyor?" Dedim şaşkınlıkla gülerken.
"Peteğinden yeni çıktığı içindir." Dedi benim az önce doyumsuz olduğundandır derkenki üslubumu taklit ederek.
"Vay be..." Dedim burukça gülümseyerek. "Nerden nereye..."
"Nerden nereye, nerden nereye diye şarkı patlatayım mı?" Dedi muzipçe gülerek. Gamzeleri ayan beyan ortadaydı ve gülüşünün içtenliğiyle daha da derinleşiyordu.
"Ay yeter be adam, bu kadar tatlı olma, imdat ya!" Diye isyan ettiğimde kahkaha atarak yanağımdan öptü. Sonunda geri çekildiğinde nefes alabildim. Nasıl hâlâ ilk günkü gibi kalbimi çarptırmayı başarabiliyordu bu adam?
"Cenk için geldim ben!" Diye isyanıma devam ettim. "Ama sayende Cenk hariç herkesten konuştum!"
Kaşları çatıldı, işte şimdi ciddiydi. "Cenk mi? Ne yapacaksın o lavuğu?"
"Cenk'le görüşmek istiyorum, Araf." Dedim ciddiyetle.
"Tamam da neden?"
"Çünkü ben öyle istiyorum. O gecenin mesullerinden biriyle olsun yüzleşmek istiyorum! Herkes öldü sanıyordum, Araf. Herkes öldü! Ama o gecenin baş rolü olan Cenk yaşıyormuş! Yüzleşmem gerek."
Araf bir süre yüzüme baktı. Öyle baktı ki, aklından neler geçtiğini merak etmiştim. "Ben varım." Dedi dumanlı bir sesle. "Benimle yüzleş. Soru sor bana, istediğini sor. Söz veriyorum dürüst cevaplayacağım."
Başımı iki yana sallayarak "Araf," diyordum ki lafımı kesti. "O gece ve o gecede yer alan herkes babamın getirdiği insanlardı. Seçil de dahil olmak üzere oradaki kimse masum değildi, Nefes. Sana tek tek hepsinin ne yaptığını anlatamam. O gece sağ çıkan bir sensin bir de Cenk. Başka kimse yok. İstediğini sor."
Yutkundum ve bir süre baktım. "Ama Cenk'le de konuşacağım." Dedim şart koşarak. Başını salladı. "Tamam, konuşturacağım."
Bir süre sessiz kaldım, sonra bir anda benim bile beklemediğim bir soru sordum: "O kızı sen mi öldürdün? Panodaki kızı."
Araf'ın yüzündeki kan çekildi.
"Ne... Neden ilk bunu sordun?"
Kendimi sorguladım, Araf'ın öldürdüğünden bugüne kadar neredeyse eminken neden bir anda şüphe etmiştim? Kondurmak istemediğimden mi? Ben daha azı mıydım ki Araf'a bunu konduramayacaktım?
"Bilmem." Dedim dürüst olarak. Gerçekten de bilmiyordum. "Belki de birini o kadar da vahşice öldüremeyeceğine inanıyorumdur." Araf bana bakakaldı. Neden böyle bir tepki verdiğini anlayamadım. Onu bu zamana kadar çok iyi tanımıştım. Ama öyle anlarda öyle tepkiler veriyordu ki, anlayamıyordum.
"Araf gördüm." Dedim. "Sen birini öldüreceğin zaman hep direkt kafasına sıkıyorsun. Hep. Hiç acı çekeceği, sürüneceği, işkence çekeceği şekilde öldürmedin. En azından ben görmedim. Tüm bunları düşününce... Ne bileyim işte!"
"Ben öldürmedim." Dedi tek nefeste. Ve sanki bunu söylemek, omuzlarındaki yükü almış gibi rahat bir duruş aldı. Bense bu sefer bakakalan taraftım.
"Neden?" Dedim. "Sen yapmadıysan neden sen yapmışsın gibi davrandın sürekli, Araf? Neden hiç söylemedin, neden inkâr etmedin?"
"Babamdı yapan." Dedi ve ben şaşırmadım. Onun hakkında o kadar gerçek görmüştüm ki... Bunu yapabileceğine hiç şaşırmadım. "Herkese benim yaptığımı söyledi ve benim yaptığımı söylememi istedi. Herkes benden korksun diye. Çünkü ona göre, ben tek başıma saygıyı hak etmiyordum. Korku, saygıyı getirirdi." Araf'ın bu fikirden nefret ettiğini görebiliyordum.
Aslında dayım bir yandan da haklıydı, ama bunu dile getirip Araf'ı kırmak istemedim. Korku saygıyı getiriyordu. Zorunlu bir saygı, istese de istemese de duymak zorunda bırakacak bir saygı.
"Babama bir yere kadar ayak uydurdum, bir yere kadar rolümü layığıyla yerine getirdim. Ta ki seninle göz göze gelene kadar."
O gece, Araf'ın bana kitlenip kaldığını hatırlıyordum. Ne kadar çok korktuğumu da hatırlıyordum. Öleceğimi düşünmüştüm. O gün o saldırı bir terör saldırısı bile olabilirdi ama bu aklıma gelmezdi. Şu an içinde bulunduğum yeni hayatım aklıma asla gelmezdi. Bana kitlenip kalmasından deli gibi korktuğum o katille evleneceğimi ve birbirimizi çok seveceğimizi bilemezdim.
"O gece hep orada mıydın yoksa o an mı geldin?"
Gülümsedi. "Üst kattaydım ve seni izliyordum." Kaşlarım havaya kalktı. "Beni mi izliyordun?"
"Evet. Furkan'ın seni bıraktığını, senin içeri girdiğini, sonra Seçil'le birlikte dışarı çıktığınızı..."
İlk günlerde doğru olmasından hep korktuğum, sonrasında gerçeği gördüğüm o soruyu yine de duydum. Ondan duymaya ihtiyacım vardı. "Seçil'le ilgili en ufak bir şüphe dahi oldu mu içinde, Araf?"
"Nasıl yani?"
"Mesela... Acaba bir şans versem mi gibi bir düşünce. Ya da onu sevmeye çalışmak gibi bir durum. Sonuçta seneleriniz varmış. Benim imkansız olduğumu düşünüp vazgeçmeye-"
İşaret parmağını dudağıma bastırdı. "Ben senden hiç vazgeçmedim. Babama rağmen vazgeçmedim, Nefes. Ve Seçil'le alakalı aklımda dolaşan tek düşünce de onunla hiçbir zaman olmayacağım, seni sevdiğim, ve onun da sadece senin arkadaşın olduğuydu. Bir an bile tereddüt etmedim, bir an bile vazgeçmek istemedim."
"Tamam..." Dedim kabullenerek. "Ona hiçbir şey hissetmedin, tamam. Buna inanıyorum. Peki... Hiç Cansu'yla olduğu gibi..."
"Olmadı." Dedi baskın bir şekilde. "O bir anlık bir hataydı sadece, Nefes. Hem aramızda elle tutulur resmi bir ilişki de yoktu."
"Eskiden de yoktu. Hiç tanışmıyorduk ama sen yine de bana olan aşkına sadık kaldın."
"Eskileri mi konuşacağız?"
"Of tamam!" Dedim bir anda yükselerek. "Birkaç saniye içerisinde o cesetler ve kanlar nasıl temizlendi peki? Bunu anlat bari!"
Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı ve bana baktı. "Birkaç saniye mi?"
"Evet."
"En az birkaç dakika içerisinde olmuştu bu, Nefes. Ki o kadar fazlalar ki, bunu yapmak için birkaç dakika yeterli." Dakika mı? Ben Araf'la göz göze olduğum o birkaç saniye nasıl dakika olabilirdi?
"Eh.. Benden ne kadar etkilendiysen senin zaman kavramı yok olmuş." Dedi gerinerek. Allah'ın egoisti. Göz devirdim.
"Tamam yeterli bu kadar, sana gıcık oldum." Ayağa kalktım. "Cenk'e de ulaş, en yakın zamanda onunla konuşmak istiyorum." Kolumdan tutup gitmemi engelledi. "Kocaya gıcık olunur mu hiç?"
"Adı Araf soy adı Pakgör'se olunur." Dedim küskün bir şekilde. "Uyuzsun, gıcıksın. Artık tatlı falan da değilsin, bırak beni." Omuz silkti. "Yo, bırakmıyorum."
"Bıraksana, be adam."
"Bırakmıyorum, be kadın. Bıraktır hadi." Dedi ama uyuz uyuz gülüyordu.
"Kapıdaki isimliği değiştir sen!" Dedim öfkeyle. "Araf Uyuz Öküz Pakgör yazdır!"
"Sen de Eda Nefes Karaslan Pakgör yazdıracaksan olur." Dedi rahat bir şekilde. Gözlerimi kıstım. "Niye?"
"Soy adımı isminin yanında görmeden ölmek istemiyorum da ondan." Dediğinde yumruğumu göğsüne geçirdim. "Yürü git be, sığır! Ölmekmişmiş! Yok ölmek falan, sana yasak! Kazık çakacaksın bu dünyaya sen!"
"Sana çaksa-" Gözlerim kocaman olduğunda cümlesini tamamlayamadan kahkaha attı. "Ayol yaralıyım ben, yaralı." Dedim belki idrak eder de halime acır diye.
"Sen daha önce de yaralandın." Dedi. Ahlaksız imalar yapacaktı, sesinden belliydi. "Hastaneden çıktıktan bir hafta sonra benimle arabada bağıra çağıra-"
"Ay sus!" Dedim ellerimi kaldırarak. "Beni de geçtin sen! Hadi gidiyorum ben, yoksa her an üstüme atlayabilirmişsin gibi geliyor! Ben yürüyemiyorum diye topuklu yerine spor giyiyorum; adam yok çaksam, yok soksam, yok bağırtsam, yok bilmem ne!"
"Ben öyle demedim ki! Bak şöyle dedim-" tekrar sözünü kestim. Bu sefer elimi trafik polisi gibi kaldırıp gözlerimi uyarıyla büyütmüştüm.
"Hadi kaçıyorum artık ben, akşam gelirken profiterol al bana." Dedim ve kaçarcasına odadan çıktım. Ben çıkarken Araf'ın kahkahaları odayı yankılıyordu.
E yani o da haklı şimdi, sevişmeyeli bayağı oluyordu. Üstüne bir de ben saldırıya uğrayınca süre daha da uzamıştı. İyi olduğuma benim de inandığım bir zamanda bir sürpriz hazırlasam iyi olacaktı.
Tabi bir de abimin evde olmaması gerekiyordu...
🍁
BAHA KARASLAN.
"Hayallerimiz böyle değildi." Dedim kilit taşı kaplama kaldırıma bakarken. "Çocukken bile en çok birbirimizle kavga ederken yine en çok birbirimizle yan yanaydık. Kopamıyorduk bir şekilde. Büyüdük, yine kavga ettik. İnsan en çok sevdiğiyle uğraşırmış. Seni sevdiğimi geç fark ettim ben. İçten içe hep Eflin'e haksızlık ettiğimi hissetmiştim ama nedenini bulamıyordum. Nedeninin sen olduğunu anlayamıyordum. Belki de korktum, sevgilim. Annemle babam gibi olmaktan korktum. Bu korkaklığım, senin kalbini sürekli istemeden kırmama neden oldu. Hiçbirinin telafisi yok, istesem de artık yapamam zaten."
Derin ve sesli bir nefes verdim. Hava soğuk değildi ama rüzgar vardı, üşütmüyordu. Gökyüzü turuncuya boyanmıştı, gün batıyordu.
"Ben buraya ne veda etmeye geldim, ne başka bir şeye. Ben buraya sadece sana sadakat yemini etmeye geldim, sevgilim." Dedim sevgilimin mezar taşına bakarak. "Ben inanıyorum ki bizim ruhlarımız, manevi katta bağlı. Sana yeminim; senden başkasına dokunmam, senden başkasına bakamam, senden başkasını isteyemem. Sen benim her evrende karım olarak kabul edeceğim tek kadınsın. Bu yapacağım şeyi sakın ihanet olarak görüp da kırılma. Göz yaşlarını dökersen, döktüğün yer benim mezarım olur." Yutkundum ve göz yaşım yanağımdan düzülüp kısalttığım sakallarıma karıştı. Eskiden sakal bırakmazdım, hep keserdim. Şimdiyse hiç kesmiyor, sadece kısaltıyordum. Hiçbir zaman da kesmeyecektim.
"Seni çok seviyorum. Seni hep seviyorum." dedim ve eğilip toprağını öptüm. Üstünde, benim diktiğim açelyalar vardı. Mayıs'taydık, yaz geliyordu. Solmazlardı. Benim Açelya'm solmuştu ama bu açelyalar solmayacaktı.
Ayağa kalktım. Mezarlıktan çıkmadan önce elimdeki mavi laleyi Mavi'nin temsili mezarına koydum. Hayvanlardan mıdır, rüzgardan mıdır, yoksa insanlardan mıdır bilmem. Mavi lalelerin hepsi Mavi'nin mezarının etrafında paramparça bir şekilde dağınıktı. Mezarlıktan çıktım ve arabama bindim. Eflin'e adresini gönderdiğim yere sürdüm aracımı. Onu almaya kendim gidebilirdim ama amcamın şüphesini çekmek istemiyordum. Öğreneceklerdi, ama her şey olup bittikten sonra olacaktı bu.
Restorandın önünde arabayı valeye verip içeri geçtim. Rezervasyon yapmıştım, bu yüzden ismimi verdiğim gibi beni masama yönlendirdiler. Cam kenarıydı. Ben buraya gelene kadar hava da çoktan kararmıştı. Boğazın ışıltılı manzarası sağımda duruyordu.
Eflin gecikti, ama gecikmesine takılmadım. İstanbul gibi bir yerde normaldi. .kapıda göründüğünde onu kolayca fark ettim. Açelya'nınki gibi siyah olan saçlarını dalgalandırmıştı ama Açelya'nın bukleleri gibi göz kamaştırıcı değildi benim için. Üstünde birlikte olduğumuz zamanlarda hediye ettiğim bir elbise vardı. Onun zaten o tarz elbiselerle işi olmuyordu. En fazla düğüne giderken abiye falan giyiyordu. Dolayısıyla buraya uygun giyinmek için benim aldığım elbiseyi giymiş olması anormal değildi.
Bana doğru yaklaştığında ayağa kalktım. Merhabalaştıktan sonra nezaket gereği sandalyesini çektim. Oturduğunda ben de yerime geçtim.
"Neden çağırdın beni?" diye sordu. Mesafeliydi ama bana hala eskisi gibi bakıyordu. Beni hala sevdiğini anlamak zor değildi. Ama onu maalesef üzecektim, çünkü ben Açelya'dan başkasını sevemezdim.
"Önce yemeğimizi sipariş edelim." dedim. Direkt konuya dalıp oldu bittiye getirmek istemezdim.
Yemekleri sipariş ettiğimizde aramızda bir sessizlik oldu. "Sana çok haksızlık yaptım." dedim usulca konuya girmeye çalışarak. Eflin bana dikkat kesildi. Cam gibi olan mavi gözleri beni huzursuz ediyordu. Açelya'mın gözlerini ne kadar özlediğimi, her saniye üstümdeki ağırlığının ne kadar arttığını hissedebiliyordum.
"Evet." dedi Eflin dürüstçe. "Tabiri caizse hayatımın içine ettin, Baha. Bana seni seviyorum dedikten sonra arkadaşımla el ele karşıma geçtin. Aramızda bir şey yok dedin. Onu sevdiğini söyledin. Sen birini sevmeyi bu kadar çabuk bırakıp bu kadar çabuk bir başkasına mı geçersin, Baha? Kazak mı bu? Elbise mi?"
"Ben yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim, Eflin." dediğimde bakakaldı. "O zaman niye buradayız?" dedi haklı olarak garipseyerek.
"Bunu en son söyleyeceğim. Öncesinde konuşacağım başka şeyler var." dedim. Kaşlarını kaldırarak 'dinliyorum' der gibi baktı. "Seninle birlikteyken... Başta seni sevmiyordum." dedim dürüst olarak. "Sonradan seninle vakit geçire geçire seni iyi tanıdım. Sevdiğimi sandım. Seviyorum zaten, hala seviyorum. Ama bu sevgi öyle bir sevgi değil. Değilmiş."
"Değilmiş?"
"Ben aşkın ne olduğunu senle değil, Açelya'yla öğrendim. Açelya'ya hala aşığım ve ömrümün son günü bile ona aşık olacağım. Bunu konuşmak için gelmedim, zaten muhabbet konusu dahi olamaz. Şunu bil, ben sana ihanet etmedim. Hiçbir zaman." Alayla güldü. "Biriyle birlikteyken başkasını düşlemek, başkasını sevmek de ihanettir, Baha. Sen benimleyken Açelya'yı istedin."
"İstemedim." dedim net bir şekilde başımı iki yana sallayarak. "O zamanlar biz kedi köpek gibiydik. Oturup iki dakika didişmeden konuştuğumuz yoktu. O beni tehdit edip zorlardı, ben onu tehdit edip zorlardım. Aynı safta iki düşman gibiydik. Ona aşık olma ihtimali aklımın ucundan bile geçmedi, hep seni düşündüm."
"Sonra ne değişti, Baha? Damdan düşer gibi, şimşek çakar gibi ne değişti bir anda?"
"Her şey." dedim. "İzmir'e gittiğimizde onunla uzun vakit geçirmek zorunda kaldım. Bir yola girmek zorunda kaldım, aynı evde kalmak zorunda kaldım. Didişmeden geçirdiğimiz saatlerde kaldım. Sessizlikte, yalnız kaldım. Kendimi dinlemek ve keşfetmek zorunda kaldım. Kabullendiğimi mi sanıyorsun? Olmadı öyle bir şey. Çok canını yaktım onun. Sonra yenildim işte, bu direniş bir boka yaramadı." Derin bir nefes verdim. Cidden oturmuş Açelya'yı mı anlatıyordum Eflin'e?
Yemekler geldiğinde sustum. İçecekler de servis edildiğinde baş başa kaldık. "Neden bana onu anlatıyorsun şimdi?" dedi kırgın bir şekilde. "Çünkü seni aslında hiç aldatmadığımı bilmeni istiyorum. Sandığın gibi değildi hiçbir şey. Ve Açelya'dan başka birini sevemeyeceğimi de bilmen için."
"Yemek falan yemek istemiyorum. Derdin neyse açıkça söyle." dedi.
"Sana bir teklifim var." dediğimde şaşırdı. "Ne? Neyin teklifi?"
"Evlilik." dediğimde donup kaldı. "Anlaşmalı bir evlilik, Eflin. Benimle evlenir misin?"
Öyle bir dondu ki, nefes alıp verdiğinden bile şüpheliydim. İyi olup olmadığından şüpheleneceğim sırada konuştu. "Anlaşmalı evlilik mi?" Anlam veremiyordu. Yüzü garip bir ifadeyle buruştu. "Neden? Ne istiyorsun?"
"Ben senden tek bir şey istiyorum." dedim. "Benimle evlen, bir Karaslan ol, yaşadığın her şeyin acısını çıkart ve olur da bir gün ölürsem tüm mal varlığıma sahip çık. Onlara sakın verme." Eflin daha da şaşırdı. "Ne diyorsun Baha? Ne geçiyor senin aklından? Neden benden böyle bir şey istiyorsun?"
"Çünkü benim yüzümden çok şey yaşadın." dedim. "Benim hayata dair hiçbir umudum kalmadı, beklentim, hedefim, hayalim... Ben şu an sadece kardeşim için yaşıyorum, benden her şeyimi aldılar. Eğer kalan son iki parçamı da alırlarsa her şey çok kötü olur. Nefes benim canım. Mal varlığımı da sana emanet etmek istiyorum. O kadar şeye sahibim ki, eğer amcam ya da babamın eline geçerse çok kötü şeyler yaparlar."
"Tamam..." dedi ılımlı yaklaşarak. "Anlıyorum seni, haklısın. Ama neden ben, Baha? Kardeşine de verebilirsin, Nefes bunu seve seve kabul edecektir." Başımı salladım. "Evet kabul eder o. Ama istemiyorum. Üstünde çok fazla yük var. Hem bu gücü sana verirsem, sana yaşatılan her şeyin hırsını çıkartabilirsin. Hizmetli değil, evin hanımı olacaksın, Eflin. Baha Karaslan'ın kağıt üzerinde de olsa karısı olacaksın. Tek ricam, benden duygusal veya cinsel herhangi bir şey bekleme. Beni aldatabilirsin, inan sorun değil. Benim yaşamaya halim kalmamış, hiçbir şey umurumda olmaz. Paramı harca, dilediğin gibi yaşa."
Eflin ne diyeceğini bilemeyerek yüzüme baktı bir süre. Ceketimin iç cebinden bir yüzük kutusu çıkardım. İçinde, Açelya'ya aldığımdan daha güzel olmayan bir yüzük ve alyanslar vardı. Kutuyu açık bir şekilde masaya bıraktığımda bakışları yüzüklere döndü.
"Ne diyorsun?" dedim. "Benimle evlenir misin?"
🩸
NEFES KARASLAN.
"Evet, evet. Tam dediğim gibi yazın. E, nokta, Nefes Karaslan Pakgör. Başka değişiklik olmasın. Tamamdır, bekliyorum. İyi akşamlar." dedim ve telefonu kapattım. Salonda boş boş volta atarak telefon görüşmeleri yapmaktan yorulmuştum. Dikkatlice kanepeye oturup ayaklarımı uzattım ve kumandayı elime alıp televizyonu açtım. Çıkan dizilerden hiçbirini izlemiyordum ve olayı bilmediğim için de hiçbir halt anlamıyordum. YouTube'a bağlanıp eski dizilere bakındım. En sonunda kürkçü dükkanı misali Muhteşem Yüzyıl'ın birinci bölümünü açtım.
Bugün kimseyi azarlayasım ve adam doğrayasım yoktu. Bu yüzden yapacağım tüm ciddi konuşmaları yarına atmıştım. Bugün sadece yatmak, yatmak ve yatmak istiyordum.
Atlılar koştu, şehzade Süleyman'a ferman verdiler, Süleyman padişah oldu derken canım yiyecek bir şeyler istedi. Diziyi durdurup saate baktım, Araf kesin trafiğe takılmıştı, yoksa niye bu kadar geciksin?
Mutfaktan cips paketini ve bir bardak kolayı alıp salona geçtim ve diziyi yeniden oynattım.
İkinci bölümün yarısındayken kapı açıldı. Profiterolün heyecanıyla yerimde zıplayıp ayağa kalktım. Dizi kaçmasın diye durdurup kapıya doğru gittim, kocamı karşılayacaktım.
Ama beklediğimin aksine gelen abimdi. Sırtını kapıya vermiş, boşluğa bakıyordu. Bir an duraksadım ve hızlıca süzerek fiziksel anlamda iyi olup olmadığını kontrol ettim. İyi görünüyordu. Abime doğru bir adım atmamla abim kayarak yere oturdu.
Sanırım evlenme teklifini etmişti. Ona hiçbir şey sormadan sessizce eline baktım. Sağ elini yumruk yapmıştı. Öyle sıkıyordu ki bembeyaz olmuştu. Bir anda yumruk yaptığı elini zemine indirdiğinde irkilerek yanına koştum. "Abi!?"
Ard arda yumruğunu yere vururken bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bunu beklemediğim için donup kaldım. "Abim?" Dedim içim paramparça olurken. Yaramı umursamadan hızlıca yere oturdum. Çok sızladı ama umursamadım. Yumruğunu havada yakalayıp kendine zarar vermesine engel oldum. Elinin üstü kıpkırmızıydı, birkaç yerinde ciddi durmayan kanamalar vardı.
Ve alyans da takılıydı.
Bu benim için yeterli bir cevaptı. Yanına oturdum ve abimi kendime doğru çektim. Başını omzuma yaslarken hıçkırıkları, benim de gözlerimi doldurmaya yetti. Onu bu hâlde görmeye alışık değildim. Hem de hiç değildim.
"Kabul etti." Dedi hıçkırıklarının arasından. "Yarın yıldırım nikahıyla evleneceğiz." Sessizce abime sarıldım. "Ben böyle hayal etmedim, her şeyimi çaldı benden. Çocukluğumu, annemi, geleceğimi, sevdiğim kadını, hayallerimi, yaşama sebebimi... Bittim ben, Nefes. Ben bittim, kardeşim."
"Bittiğin yerden beraber yeniden başlarız, abi." Dedim. "Kimsesiz değiliz, kimse olmasa bile biz birbirimize varız."
"Gücüm yok." Dedi. "Benim güç kaynağım sevdiğim kadının gözleriydi. Nerede o? Toprağın altında. Kim soktu? BABAM! ÖZ BABAM ÖZ!" diye haykırdı bir anda. Onu tutmak benim için çok zorlaştı. "ANNEMİ SOKTUĞU GİBİ SEVDİĞİM KADINI DA SOKTU LAN O TOPRAĞA!"
Abim, haykıra haykıra göğsümde ağladı.
"Bir ben giremedim." Diye mırıldandı acıyla. "Bir ben giremedim o toprağa."
Deli gibi bir korku düştü yüreğime. Neden herkes bugün bana ölümden bahsediyordu? Neden herkes bana bugün bunu yapıyordu?
"Hayır!" Diye bağırdım bir anda. "Girmeyeceksin! Bana bak!" Abimi çekip yüzünü ellerimin arasına aldım ve göz kontağı kurdum. "Senin yaşaman için her şeyi yaparım, abi. Duydun mu beni? Sen yaşa diye kırk hayat feda ederim ben. Beni bırakmayı bir an bile düşünürsen, seni bırakan ben olurum. Yemin ederim ki yaparım bunu."
Abime tekrardan sarıldım ve bu kez bırakmadım.
Çok uzun bir süre öyle holde oturup sarıldık. Abim ağladı, ben ağladım ama birbirimizden hiç kopmadık.
Araf gelmedi.
Yatma saatimiz geldiğinde bile gelmedi.
Abim duşa girdi, geldiğinden daha iyi, ama normal hâlinden kat kat kötü bir halde geldi. Benim eski odam, abimin odasıydı. Onu bekliyordum. Abimle beraber uyumak istemiştim.
Yatağa girdiğinde hemen sırnaştım ve birbirimize sarıldık. Uyuyacağını sanmıştım ama o öylece boşluğu izledi.
"Kırmızı en sevdiğim renkti." Dedi bir anda. Bunu biliyordum, ama neden kırmızıyı hiç kullanmadığını bilmiyordum. Neden nefret etmesine rağmen her şeyi siyahtı?
"Annemin saçları da kızıldı, gözleri kehribardı. Çok güzeldi, gördüğüm en güzel kadındı. Kırmızı bir elbisesi vardı. Kalın askılı kumaş bir elbise. Düz renkti, deseni yoktu. Fırfırlı, dizlerine kadar uzanan uzun bir eteği vardı. Prenses gibi olurdu onu giydiği zaman. Ben kırmızıyı annemde sevdim. Çünkü ona kırmızıdan başka bir rengi o kadar yakıştırmıyordum." Baha, annesine aşıktı. Anladığım kadarıyla onunla arası babası gibi değildi. Gerçek bir anne-oğul ilişkisi vardı.
"Ben kırmızıdan yine annemle nefret ettim." Dedi. "Onu kanlar içinde gördüğümde kendimi suçladım. Neden, biliyor musun? Ben ona kırmızıyı çok yakıştırdığım için, onu kırmızıyla çok çok sevdiğim için kıpkırmızı kanların içinde cansız olduğunu sandım. Kırmızıyı ne zaman görsem aklıma annemin kanı gelir. Bu yüzden hiç kullanmıyorum kırmızı. Başka da sevdiğim bir renk hiç olmadı."
Çok acıydı. Çok kötüydü. Annesine en çok kırmızıyı yakıştıran bir oğlan çocuğunun, annesini kendi kanıyla yıkanmış bir şekilde görmesi çok kötüydü. Kırmızıyı ne zaman görse aklına annesinin kanının gelmesi çok kötüydü.
Ben bunu kaldıramazdım.
O kadar şeye dayanmıştım, ama buna dayanamazdım.
Kimse annesini o halde görmeyi hak etmezdi.
"O olay olduğunda orada değilmişsin, nasıl gördün?" Diye sordum.
"Annemin haberini yanlışlıkla sansürsüz verdiklerinde televizyonun başında ben vardım çünkü." Dedi.
Kanım dondu. Televizyon izlerken karşısına bir anda annesinin kanlar içindeki görüntüsü çıkmıştı? Bir de sansürsüz? Baha kaç yaşındaydı o sırada?
Zeynep teyze, annemden bir sene sonra ölmüştü. Yani Baha yaklaşık 5 ya da 6 yaşlarındaydı.
"Peki siyahı neden bu kadar çok kullanıyorsun? Nefret ettiğini söylemiştin."
"Ben babamı ne zaman görsem hep siyah giyinirdi. Annenle tanıştıktan sonra daha açık renklerle giyinmeye başladı. Bu yüzden nefret ettim. Kullanma sebebimse... Siyah leke göstermez. Kanı bile göstermez. Dokunmadıkça, onun kuru yapısını hissetmedikçe anlayamazsın. Olur da bir gün ben de annem gibi ölürsem, kimse beni kanın kırmızısına bulanmış bir şekilde görmesin. Özellikle de çocuklar." Bu cevap fazlasıyla yeterliydi.
Abim bir daha konuşmadı. Ben de soru sorup onu zorlamadım. Çok geçmeden uyuyakaldı.
❄️
ARAF PAKGÖR.
"Hiç mi bir tahminin yok, Kartal!" Diye bağırdım öfkeyle. "Bu siktiğimin işini uzatmaktaki derdiniz ne!?"
"Yok, Araf, yok! Herkes olabilir. Bir değil, iki değil, onlarca var ihtimal! Her yerde lider olarak Sadık Balaban biliniyor. Belli ki sana yapılacak olan bir suikastti, onu buldu."
Bıkkın ve yorgun bir nefes vererek koltuğuma çöktüm ve önce yüzümü sıvazladım, sonra saçlarımdan geçirip ensemde durdum. Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye ve düşünmeye çalıştım.
Düşünemiyordum.
"Amına koyayım kafayı yiyeceğim." Ellerimi indirdim ve kafamı kaldırıp öfkeyle baktım. "İsterse bir milyon ihtimal olsun. Tek tek hepsini sorgulayacağız. Yanına ihtimal olmadığına inandığın birini al ve birlikte yürütün bunu." Kartal gözlerini kısarak bir köşeye odaklandı, düşünüyordu.
"Sanırım yanıma kimi alacağımı biliyorum." Dedi. "Kardeşim pek hoş karşılamayacak ama-"
"Kardeşine ne, Kartal? Ona ne!?" Diye bağırarak ayağa kalktım. Ellerimi masaya yerleştirip eğildim. "Beni delirtmeye ant mı içtiniz? Masada bile değil, ona ne!? Kendi işine bak! Kimmiş o kişi!?"
"Tundra Esposito." Dedi. Tundra hangisiydi? Bildiğim tek Tundra bitki örtüsü olandı, amına koyayım.
"Masanın eski üyelerinden." Dedi. "Fakat toplantılara düzenli katılımı yok, genelde yurt dışında takılıyor. Ancak forsu ve gücü epey kuvvetli. Şahsen benim de güvendiğim bir adam."
"Nerden tanıyorsun peki sen? Şahsen güvenecek kadar?" Geri oturdum.
"Babasıyla annem tanışıyorlar. Hemşehri sayılırız. Babası İtalyan, annesi Türk. Soylu bir aileden değil, ailesi gayet sıradan. Kendisi yapmış yapacağını."
"Senin gibi yani." Dedim geriye yaslanarak. Başını sallayarak onayladı. "Sana güvenmeyi seçiyorum, Kartal. Güvenimi boşa çıkartma. Ne gerekiyorsa yap, tam yetkiye sahipsin." Başını eğdi. "Tamamdır. Çıkabilir miyim?"
"Çık." Dedim eliyle kapıyı işaret ederek. Çıkıp gittiğinde yorgunca başımı geriye yasladım ve gözlerimi kapattım. Saat ikiye geliyordu.
İşten çıktığım gibi buraya gelmiştim. Sabah hastanedeydim, şimdiyse olan bitenin başında durup araştırmak için buradaydım.
Evime gidememiştim ve karıma profiterol alamamıştım. Beni çok beklemiş miydi acaba?
Hepsinin amına koyayım!
Ayağa kalkıp ceketimi giydim ve odadan çıktım. Cemal beni terk edip Nefes'e gittiğinden beri yeni yakın adamım Faruk'tu. Ben çıktığım gibi beni takip etmeye başladı. Arabama bindiğimde telefonumu çıkarıp nöbetçi pastane aramaya başladım. Bazen oluyordu öyle.
Üç yere gittim, üçü de kapalıydı. Madem kapalısınız, neden internette açık yazıyor ulan o zaman!?
Dördüncü açıktı, orada da profiterol yoktu. Tenha bir yerde sağa çekip aracı kapattım ve koltuğumu geriye yatırdım. Kollarımı bağlayarak gözlerimi kapattım.
Sabaha kadar burada duracaktım. Pastaneler açılınca profiterolü alıp eve öyle gidecektim.
Nefes ilk defa eve gelirken almam için bir şey istemişti benden. Belli ki canı çekmişti. İstediği şeyi almadan eve girmeyecektim.
🩸
NEFES KARASLAN.
Gözlerimi açtığımda abim hâlâ uyuyordu. Onu uyandırmadan yavaşça kalkıp önce lavaboya girdim. Sonrasında ensemi ovuşturarak yatak odamıza girdim. Yatak bozulmamıştı, Araf dün gece gelmemişti. Neden haber vermiyordu? Neden böyle yapıyordu ya? Beni meraktan öldürmek hoşuna mı gidiyordu?
Bugün Büyük Masa'ya gidecektim ama öncesinde yapacağım birkaç şey vardı.
Dolabı açıp ne giyebileceğime baktım.
Bugün Desise'ydim. Her zaman öyleydim ama bugün bir ayrı öyleydim.
Kırmızı elbisemi askısından tutup çıkardım. Tam diz hizasında biten bir elbiseydi. Boyunda birleşiyordu ve ön kısmı tamamen kapalıydı, sadece arkada sırt dekoltesi vardı. Omuzlarım ve kollarım da açıktı. Elbiseyi giydim ve hazırladığım topuklu ayakkabılarımı kenara koydum. Çıkarken giyecektim, boştan yere evde topukluyla gezmek istemiyordum.
Siyah saçlarımı topladım ve yüksek bir at kuyruğu yaptım. Desise'nin her zamanki ağır makyajlarından birisi yüzümdeki yerini aldı. Çantamı hazırlayıp onu da kenara koydum ve aşağı indim.
Araf cidden yoktu.
Kendime bir tost hazırlayıp meyve suyuyla yedim ve ilaçlarımı içtim. Saat yediye geliyordu. Topuklularımı giyip çantamı aldım ve evden çıktım.
Cemal beni bekliyordu. "Günaydın, Desise." Dedi gülümseyerek baş eğerken. "Günaydın." Dedim güneşten gözlerimi kısarken. Doğu cephesiydi burası, dolayısıyla güneş tam gözüme gözüme vuruyordu.
"Konuştuğumuz şeyi bugün yapıyoruz, Cemal." Dedim arabama doğru ilerlerken. Cemal'in şaşırdığını hissettim. "Peki neden? Acelesi ne?"
"Acelesi... Çok." Dedim sadece ve arka koltuğa geçtim. Cemal beni sorgulamadan adamlara işaret verdi ve ön yolcu koltuğuna bindi. Şoför koltuğuna da şoför bindi ve araç harekete geçti.
"Babamı hâlâ takiptesiniz, değil mi?" Diye sordum Cemal'e. "Evet, Desise." Dedi. "Oğuz Karaslan'ı takibi bırakmadık. Hala o dağ evinde."
"Tamam. Söylediğimde mesajı atacaksınız." dedim parmaklarımı dizimde gezdirirken. Başını sallayarak onayladı.
Bugün abimle Eflin'in nikahı vardı ama katılmayacaktım. Abime engel olmamıştım ama bu o nikaha katılacağımı göstermezdi. Sonuçta Açelya benim kardeşimdi. Bunu ihanet sayardım, ihanet sayacağım bir şeyi de kendim yapmazdım.
Araç, terk edilmiş evin önünde durduğunda önce camdan eve baktım. Bu ev cehennemdi, bu ev azaptı, bu ev kötülüğün nefesiydi.
Kapım açılınca araçtan indim ve bahçedeki yürüyüş yolundan ilerledim.
Siyah ev, beyaz kapı.
Zeynep Karaslan'ın hıçkırıkları, abimin acı dolu çığlıklarına, annemin babama benim için yalvarışlarına, benim zehrini soluduğum nefesime, Açelya'nın bir türlü kurumayan kanına şahitti.
"Sana söz, abi." dedim kısık bir sesle. bu yüzden adamlarım duymadı. "Senin yüreğinin ateşiyle yakacağım bu evi." Cemal'e baktım, ufak bir baş hareketim yetti. Ellerinde kutularla adamlar geçti ve eve ilerledi. Ben de sırtımı arabama yasladım. Yanımda sadece Cemal kaldı. Nadiren yaktığım sigaralardan birisini aldım. Paketi Cemal'e uzattığımda o da içinden bir tane aldı ve teşekkür etti.
Üstünde D ve A harflerinin iç içe geçtiği, gümüş rengi zippo çakmağımı çıkardım. Sigaramın ucunu ateşe verip çakmağı Cemal'e uzattım. O da sigarasını yakıp çakmağımı geri verdi. Sigarayı, kırmızının en koyu tonuna boyanmış dudaklarımın arasına yerleştirip bir nefes çektim. O sırada adamlar elleri boş şekilde geri döndü. Uzaklaşmaları için emir verdim. Şoförüm benim emrimle onların aracına bindi. Şoför koltuğuna ben geçtim, Cemal yanıma oturdu. Hatırı sayılır şekilde uzaklaştığımızda arabayı durdurdum ve indim. Cemal de benimle birlikte indiğinde sigaramın yarısı bitmişti. Kaportaya yaslanıp sigaramı içerek evi izledim. Cemal bana bakıyordu. Başımı hafifçe eğdim.
Yüreğe korku ateşini düşürecek kadar büyük bir patlama sesiyle birlikte siyah dumanlar gökyüzüne yükseldi.
Evin fırlayan parçaları bahçesine düştü, ev cayır cayır yanıyordu.
"Şimdi." dedim. Cemal, cebinden başka bir telefon çıkardı ve evin fotoğrafını çekti. "Ne yazayım?" diye sordu.
Gülümsedim.
"Bu spoiler senin için, babacığım."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro