48 | Azap Yuvasında Sol ve Soluk
*Merhabalar!
*Depremzedelere geçmiş olsun diliyorum. Umarım bu kara günleri en kısa zamanda atlatabiliriz. Yakınını kaybedenlere de baş sağlığı diliyorum.
Deprem haberini ilk gördüğümde bu kadar büyük bir şey beklememiştim. Hep olan depremlerden birisi sandım. Durumun ne kadar kötü ve felaket olduğunu gördüğümde ise ne yapacağımı bilemedim.
O günler bölümü yazmaya devam ettiğim bir süreçti, ama yazmaya devam etmek istemedim. Hiç içimden gelmedi açıkçası. İnsanlar ölürken oturup da bölüm yazmak kanıma dokundu.
Aslında bir süre daha paylaşmayacaktım ama bölüm aralıklarım zaten çok uzun. Ne zamandır bölüm bekleyen okurlarıma da haksızlık etmek istemedim. İki arada bir derede kaldım ama sonunda paylaşmaya karar verdim.
Hepimizin başı sağ olsun.
*İyi okumalar
🎗️
Mabel Matiz - Fırtınadayım
Gözde Öney - Kavga
Gülden Karaböcek - Ben Olmalıydım
Sezen Aksu - Yol Arkadaşım
Mor Lemur - Kasımpatı
***
48. Bölüm
"Azap Yuvasında Sol ve Soluk"
Cenk...
Yaşadığım her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gitmişti. Her şeyin başladığı o gecenin sahipliğini Cenk yapmıştı. Onun doğum günü partisine gittiğimi düşünerek çıkmıştım evimden. Sadece arkadaşımızın doğum gününü kutlayacağımızı zannederek bulmuştum Seçil'i.
Cenk'i son gördüğüm an, pastasının mumlarını üflediği ve kendisini alkışladığı andı. O kadar mutlu ve keyifliydi ki, sanki yıllardır bu günü beklemiş gibi bir sevinç vardı gözlerinde. Sonrasında tüm ışıklar kapanmış, yerini karanlığa bırakmış, ardından kızıl ışıklarla birlikte Araf ortaya çıkmıştı.
Cenk kaybolmuştu. Onun öldüğünü bile görmemiştim.
Cenk yaşıyor muydu?
O gece yaşayan tek kişi ben değil miydim?
Şu an gitmem gereken bir büyük masa toplantısı varken öğrendiğim şey benim zihnimi ne kadar karıştıracaktı? Ruh halimi ve seçimlerimi etkileyecek miydi?
"Ne saçmalık döndüğünü hemen anlatıyorsun." Dedim kaşlarım çatılıyken. "Cenk yaşıyor mu? O da mı biliyordu her şeyi?"
Araf suskundu. Dudaklarını birbirine bastırıp ağzının içine doğru yuvarlamış, bilgisayar ekranına bakıyordu. Cenk'in konumu Amerika'yı gösteriyordu.
"Araf!" Diye bağırdım ve kolunu sertçe tuttum. "Yine ne saklıyorsun?"
Araf aniden bana baktı. Gözlerinde tehdit vardı, nadiren bana böyle bakardı. "Yine mi?" Dedi. "Keyfimden konuşmuyormuşum gibi davranmayı kes artık! Başına gelenlerin suçlusu ben değilim!"
"Evet, baban!" Dedim. İkimiz de birbirimize sesimizi yükseltiyorduk.
"Evet, babam!" Dedi. "Bunu hiçbir zaman inkâr etmedim ve etmeyeceğim de! Her sikin sorumlusu benim babam! Ama ben değilim!" Başını iki yana salladı. "Değilim ben! Her sinirlendiğinde beni suçlamayı kes."
"Ne zaman seni suçladım!?"
"Az önce yaptığın neydi!?"
"Sadece soru sordum! Her geçen gün benden yeni bir şey saklandığını öğrenmişken ne yapmamı bekliyorsun, boynuna mı sarılayım!?"
"Sen masum musun?"
Eline bir sopa alıp kafama vursa bu kadar sarsılmazdım.
"Ne?" Dedim afallayarak.
"Babamı öldürüp suçu başkasına yıkarak sıyrılan kimdi, Nefes? Gözlerimin içine bakarak kolayca ben yapmadım diyebilen kimdi?"
Araf ilk defa bu konuda konuşuyordu ve yüzüme vuruyordu. Haklıydı, bir şey diyemezdim. Ama ben de haksız değildim.
Ayağa kalkıp ondan uzaklaştım. Biraz daha burada kalırsam birbirimizin kalbini çok kötü kıracaktık ve ben onunla kötü olmak istemiyordum. "Kavga etmek istemiyorum. Ben gidiyorum, gece gelmem, bekleme." Arkamı dönüp kapıya ilerledim.
"Nefes!"
Arkamdan kalktığını gölgesinden gördüm ama durmadım. Kapıyı açtığımda beni bahçedeki korumalar karşıladı.
Araf yetişip peşimden çıktı ve kolumdan tuttu. Onun bu hareketiyle tüm dikkatler üzerimize çevrildi.
"Nereye gidiyorsun? Bir şey konuşuyoruz!"
Onun aksine sakin cevap verdim, "Toplantıya gidiyorum, Araf. Geç kalacağım." Sesim ne kadar sakin olsa da gözlerim öyle değildi. Oradaki öfkeyi, ben onda ne kadar görüyorsam o da o kadar görüyordu.
"Yalnız gitme." Dedi. "Gitmeyeceğim zaten. Maskeler kalsın, kendi adamlarımla gideceğim."
"Nefes-"
"Gölgeni üzerimde istemiyorum, Araf!"
Sustu ve bakakaldı. Kolumu elinden kurtarıp araca ilerledim ve arka koltuğa bindim. Şoförüm öne geçti ve yola çıkarken üç araba da arkamızdan geldi. Dikiz aynasından Araf'ın gidişimi izlediğini görmüştüm ama kafamı çevirdim.
Son zamanlarda yaşananlar ikimizi de derinden sarsacak şeylerdi. Fakat bunun acısını birbirimizden çıkarmamalıydık. Ben yeni öğrendiğim şeyin hesabını sorarken o neden bir anda babasını öne sürmüştü? Neden bunca zaman susmuştu da şimdi patlamıştı?
Şakağımdan patlak veren ağrıyla parmak uçlarımı oraya bastırdım. Gözlerimi kapattım ve başımı geriye yasladım.
Yolculuk boyunca gözlerim kapalı kalsa da bilincim açıktı ve aracın içerisindeki boğuk uğultuyu işitiyordum.
"Geldik, Nefes Hanım." Gözlerimi açtım ve birkaç saniye tavana baktım. Başımı kaldırıp etrafa baktım. Beş yıldızlı otelin önündeydik. Adresi ilk gönderdiklerinde beş yıldızlı bir otel olmasını beklemiyordum. Genelde şehrin dışındaki bir fabrika falan olmaz mıydı?
Arabadan inerken başımın üstünde rengi siyah bir şemsiye tuttular. Bahar yağmurlarıydı, çok süreceğini sanmıyordum.
Döner kapıdan geçtiğimde beni şatafatlı girişi karşıladı. Lobiye yaklaştım. "Nefes Karaslan."
Eda Nefes Karaslan Pakgör.
Tekerleme gibi hepsini saymama ne gerek var?
Vay be, kadere bak. Annenle baban evlenseydi annen de Yağmur Pakgör Karaslan olacaktı. Annenle soyisimleriniz aynı, sadece yerleri değişik olacaktı.
Evet... İronik bir kaderdi gerçekten.
Lobideki genç beyefendi saygıyla gülümseyerek bir kart uzattı. Lacivert parlak kartı elinden aldım ve asansörlere ilerledim. Artık Emniyet'te bir işi olmadığı için Araf'la görüşüp kendi himayeme aldığım Cemal de benimle birlikteydi. Onun dışında iki kişi daha bizimleydi.
Sadık abinin dediği gibi önce A'ya, sonra da -1'e bastım. -2'de otopark vardı, -1'de ise kazan dairesi ve diğer tüm elektrik gibi sistemlerin bulunduğu idare odaları.
Asansör kapıları kapandı, asansörün iç alanı oldukça genişti. Bu yüzden hepimiz kolayca hiç sıkışmadan sığmıştık. Asansör aşağı indi ve bindiğimiz kapı değil, tam arkamızdaki ayna olan kısım iki yana açıldı. İki kişi önden çıktı ve herhangi bir tehlikeye karşı önümden ilerlediler. Cemal ise arkamda kalarak beni arkadan kolluyordu.
Rutubet içindeki beton koridorda ilerlerken göz ucuyla da etrafı inceliyordum. Leş gibi bir koku ve tavandan akıntı vardı. Bazı noktalardan damlamalar ve su birikintileri vardı.
Gri, bodrum kapısına benzeyen çelik kapının önünde durduk. Kartımı yandaki siyah cihaza okuttuğumda kapıdan açılma sesi geldi. Ses koridorda yankılanınca yüzümü buruşturdum. "Koskoca Sadık Balaban..." Diye homurdandım ama devamını getirmedim. Kapıyı açtıklarında bu rutubetli koridor, yerini lüks ve bakımlı bir alana bırakmıştı. Güzel illüzyon.
Halıfleks kaplama alana adımımı attım. Dışarının serinliğinin aksine burası sıcaktı. Trençkotumu çıkarıp Cemal'e uzattım. Kolunun iç kısmına astı ve ondan almak isteyen görevliye ters ters baktı. "Alayım?"
Cemal tek kaşını kaldırdı. "Yo?"
Gülümseyerek önüme döndüm.
"Buyurun Nefes Hanım, bu taraftan." Beni karşılamaya gelen güzel kadına hafifçe gülümsedim ve yanından ilerledim. Ruhum kaybolmuş gibi hissediyordum ama bunu yapmayı da bırakamıyordum, her şeye rağmen hiçbir şey yokmuş gibi gülümsemek. "Ben Sertap." dedi. "Burada kapı görevlisiyim. Gelenleri karşılıyor, toplantı kapısının nöbetçiliğini yapıyorum. Bir sorunuz olduğunda bana sorabilirsiniz. Ayrıca sizi aramızda görmekten mutluluk duyuyoruz."
Kendimi küçümsemiyordum. Fakat hoşuma gitmeyen tuhaf bir koku vardı. Can alıcı hiçbir hareketim yoktu. Bu hepsi birbirinden güçlü mafya ordusu neden beni aralarında bu kadar görmek istiyordu? Sadık Balaban neden bu kadar deli gibi beni istiyordu?
Gözlerimi kısmak dışında başka hiçbir tepki vermedim. Her ihtimale karşı dikkatli olmak zorundaydım. Ne çıkacağı belli olmazdı, buraya ilk defa geliyordum ve amaçlarını henüz anlayabilmiş değildim.
Geniş kapıya doğru ilerlediğimizi fark ettim. Önünde durduğumuzda Sertap bana döndü. "Sizi içeride bekliyorlar."
Büyük masanın bulunduğu odanın hemen önündeydim.
***
BAHA KARASLAN
Ses yok.
Hiç ses yok, hiç nefes yok, hiç kimse yok.
"Bir mucize olsun." diye mırıldandım. Duvarın dibine çökmüş, dizlerimi kendime çekip kollarımı da dizlerime sarmıştım. Bir ileri, bir geri sallanmaktan kendimi alamıyordum. "Allah'ım." dedim. "Yalvarırım bir mucize olsun."
Sevgilimin ve çocukluğumun öldüğü evdeydim. Çocukluğumun öldüğü bodrum katında, sevgilimin yasını tutuyordum. Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere dönüşürken benim yasım hiç bitmeyecekti.
Adım sesleri yankılanarak kulağıma ulaştığında gözlerimi yumdum. Kimseyle konuşmak istemiyordum, kimdi bu?
Eğer gelen kişi babamsa onu kendi ellerimle öldürürdüm. Öyle bir öldürürdüm ki, yaşamak için feryat figan yalvarırdı.
Adım sesleri sona erdi ve sağımdaki merdivenlerin bitiminde bir karartı hissettim. Kafamı kaldırıp hiç bakmadım, o da beni izledi.
Ya Nefes'se? Kardeşime ne kadar öfkeli de olsam, kırgın da olsam, zarar verebilir miydim?
Yapamazdım ki. O bunu aksi sansa da onun saçının teline dokunamazdım. Bana dokunsa onu mahvedeceğimi sanırdı, ama ben sadece sarılıp ağlardım. İçten içe gelenin o olmasını umduğumu fark ettim. Acınası halime güldüm. Onu kovan ve kardeşim olmadığını haykıran bendim, neden gelecekti ki?
Ben gelirdim.
Ama o Nefes'ti. O gelmezdi.
Keşke gelseydi.
Susan adım sesleri yeniden duyuldu. Bana yaklaşıyordu. Yanıma kadar geldi ve başımda durdu. Başımı çevirip ayaklarına baktım. Bir kadındı bu.
Çocuksu bir hevesle kafamı kaldırdım.
Gördüğüm kişi, görmeyi beklediğim son insandı.
Gözlerim, mavi gözlerle buluştu.
Ama bu maviler, benim görmek için yanıp tutuştuğum maviler değildi.
Eğildi ve yanıma çöktü. "Baha... Ne yapıyorsun burada?"
"Burası benim evim." dedim. "Asıl sen ne yapıyorsun burada?" Eflin burukça gülümsedi. "Evin mi? Evden çok tabutun gibi görünüyor." Ben tabut demezdim. Bu ev benim azap yuvamdı, cehennemimdi.
"Gökhan Bey gönderdi." dedi. "Bir şey alacaktım ama... Neyse boş ver." Sustu. Derin bir nefes alıp verdi. "Bok gibi görünüyorsun."
"İçim bok gibi." dedim. "Soluğumu kaybettim." Eflin'in gözlerinde acıyı gördüm. Yine de gülümsedi, tıpkı benim gibi. "Soluğun..." dedi. "Solun ve soluğun."
Solum ve soluğum.
Yüzüm buruştu ve gözlerim doldu. Yana doğru devrildim ve Eflin'in dizine yattım. Gözyaşım şakağımdan süzülerek aktı. Eflin ise kaskatı kesildi. "Eflin öldüm ben." dedim, sesim titredi. "Öldüm ve azap çekiyorum. Beni sonsuz bir azaba düşüren yabancı değil, kendi babam." Eflin sessiz kaldı. "Benim sevgilimi elimden aldı. Beni öldürdü, bana kan kusturdu. Ben sevgilimin bedenine sarıldım da gitme diyemedim. Eflin... Ben sevdiğim kadını kollarımda kaybettim."
Kurşun kalbimde ama... Sana ulaşamadı merak etme, sevgilim.
"Onun kalbine saplanan kurşun beni parçaladı."
Eflin'in elini saçlarımda hissettim. Okşamadı, sadece dokundurdu. "Böyle yapma." dedi. "Açelya... Seni görüyordur. Seni bu halde görse ne hisseder? Kendini suçlamaz mı?"
Suçlar.
"Ama ben, onun beni görebileceğine artık inanmıyorum. Ne annem, ne de Açelya beni izlemiyor. Hangi anne, hangi aşk oğlunun, sevgilisinin, bu denli acı çekmesine dayanabilir ki? Çıkıp gelmez miydi?"
"Ölüler gelemez, Baha." Bedenim buz kesti. Ölüler gelemez.
"Öldü..." diye mırıldandım. "Benim güzel sevgilim öldü, Eflin." Saç diplerimde ıslaklık hissettim. Başımı kaldırıp yüzüne baktım, ağlıyordu. "Sen neden ağlıyorsun? Senin sevgilin ölmedi, benimki öldü."
"Benim sevgilim benim için öldü, Baha. Sen benim için öldün, ama Açelya için yaşa. Lütfen yaşa."
"Yaşayamıyorum." dedim ve bir hıçkırık koptu boğazımdan. Eflin'in dizine sarıldım. "Ben onsuz yaşayamıyorum."
"Yaşamak zorundasın!" diye bağırdı. "Kardeşin var, Baha! Kardeşin hala yaşıyor! Ama bu her an değişebilir!"
Kardeşim mi?
"Ona bir şey olmaz." dedim ve yanan gözlerimi yumdum.
"Amcan Nefes'i öldürecek, Baha." dedi. "Bu gece öldürecek."
Gözlerim açıldı.
"Abi... Beni üzdüler." dediğinde gözyaşı burnundan akarak koluna süzüldü. Öfkenin varlığı bedenimden yok oldu. Bu sefer başka bir duygu yerini almıştı. Nefes'i bağrıma basmak istiyordum. Öyle sarılacaktım ki, yeryüzündeki hiçbir şey ona ulaşamayacaktı. Onu üzen kıran her ne varsa hepsini yok edecektim.
Neden Nefes üzüldüğünde tüm dünyayı yakabilecek güçte hissediyordum kendimi?
Elimi omzuna koydum. Desteğim ve varlığımı tüm benliğiyle hissetmesini istedim. Doğrulduğunda engel olamadığım bir istekle kollarımı açtım. Bana sığınmasını istiyordum. Kimseye değil de bana sığınsın, ben de onu her şeyden koruyup kollayayım. Bir anda kollarını belime sarıp başını göğsüme koyduğunda kasıldım. Belki de içten içe reddedeceğini düşündüğüm için bu hareketi şaşırmama neden olmuştu. Kollarımı sırtına sardım ve o istediğim şeyi yaptım, onu bağrıma sakladım. Kimse söküp alamasın diye de sıktım.
"Kim üzdü beni, abi? Ne hakkı var? Kim verdi ona bu hakkı? Ben mi? Daha kimin üzdüğünü bile bilmiyorum, nasıl öyle bir hak verebilirim ki? Sen bulsana onu bana. Kim üzdü beni, abi? Beni üzeni bul. Lütfen." Bulurdum. Bulduğum yerde de onun feleğini... "Ben seni tilki falan sanıyordum sen bildiğin sümüklü böcek çıktın." dedim burnunu çektiğini fark ettiğimde. Bunu dediğimde burnunu daha sert çekti. Nefes Karaslan benim kardeşimdi. Ve ben bunu ilk kez burada, babamın adını sevdiği kadının saç renginden verdiği mekanda kabulleniyordum. Brunette'de. Ve o kadın benim annem değildi, çünkü benim annem kızıldı...
Yüreğime düşen korku tohumuyla aniden doğruldum. "Ne?" dedim. "Nerede?"
"Telefonda konuşurken duydum." dedi. "Bir toplantı mı ne varmış. Çıkışında Nefes'in aracına suikast düzenleyip onu öldürecekmiş."
"Yürek mi yemiş, amın oğlu?" dedim öfkeyle bağırarak. "O kim bok da Baha Karaslan'ın kız kardeşine suikast düzenliyor?" Bir anda doğrulup ayağa kalktım. "Hayır." dedim sayıklar gibi. "Bir kayıp daha vermeyeceğim. Karaslan'lar benden kardeşimi de alamayacak." Eflin'i arkamda bırakıp koşarak yukarı çıktım. Eski odama girip duvardaki saate baktım. Sekize geliyordu. Eflin'in bahsettiği toplantı Büyük Masa toplantısı olmalıydı.
Hızlı bir duş alıp tıraş makinesiyle uzun sakallarımı ve saçlarımı kısalttım. Tüm bunları yaparken hala sayıklıyordum. "Kardeşimi alamayacaksınız. Kardeşimi öldüremeyeceksiniz." Gardıroptan simsiyah bir takım elbise çıkartıp hızlıca giyindim. Kirli kıyafetlerimin cebinden kapalı tuttuğum telefonumu, araba anahtarımı ve cüzdanımı çıkarıp cebime koydum. Kendimi odadan dışarı attığımda Eflin kapıda beni bekliyordu. Gittiğini sanmıştım, bu yüzden ufak bir duraksama yaşadıktan sonra koşar adım evden çıktım. Eflin de arkamdan çıktı.
Açelya'nın vurulduğu yerde donakaldım. Ben durunca Eflin de durmuştu. Sarsıldım, dizlerim titredi, olduğum yere çökeceğimi sandım.
Kurşun kalbimde... Ama sana ulaşamadı merak etme, sevgilim.
Eflin'in dokunuşunu omzumda hissettiğimde irkildim. "Acele etmelisin." dedi ılımlı bir sesle. Neden bir anda donup kaldığımı anlamış olmalıydı. Kendimi zorlayarak arabama ilerledim. Bindiğimde Eflin de şoförün olduğu arabaya binmişti. Telefonumu açıp yan koltuğa attım. O açılırken ben de arabayı çalıştırıp bahçeden çıkardım. Telefon açıldığında şifreyi girip tamamen açılmasını sağladım. Kendim kapattığım için şarjı vardı. Hızlıca Araf'ı aradım. Uzun uzun çaldı, sonrasında sesini duydum. "Baha!?"
"Sonra şaşırırsın! Bana acilen toplantı yerinin adresi lazım. Sende kesin vardır."
"Ben nereden-"
"Yalan sikme, amına koyayım! Sen bilmeyeceksin de ebem mi bilecek!? Çok acil, hemen at!"
"Baha ne oluyor!?" Endişelenmişti.
"Çok şey oluyor, kardeşim." dedim. "Çok şey. Eğer adresi çabuk atmazsan artık yakışıklı ve dul bir adam olacaksın. Hadi, amına koyayım, hadi!" Araf uzun bir süre sessiz kaldı, şoka girdiğine emindim. "Şaftını siktirtme, Araf! Kendine gel, amına koyayım!"
"Ben de geliyorum."
"Bok geliyorsun! Hiçbir yere gelmiyorsun. Kalabalık olursak dikkat çekeriz. Sana söz karını sapasağlam getireceğim. Senin karınsa benim de kardeşim ulan sikik! Senden önce ben varım, amına koyayım! Dellendirme beni, hadi!" Telefonu suratına kapattım. Dakikalar içinde adresi mesaj olarak atmıştı.
Cenaze günü düştü aklıma.
"Sen beni anlayamazsın, Araf Pakgör. Sen beni ancak ne zaman anlarsın biliyor musun? Sevdiğin kadını kendi kollarında kaybettiğinde, ve kendi ellerinle toprağa verdiğinde. Kokusunu, sesini, gülüşünü, gözlerini özlediğin an bir avuç toprağa muhtaç kaldığında. Beni ancak o zaman anlarsın."
Araf kaskatı kesildi.
"Kendi kardeşinin ölümünden bahsettiğinin farkında mısın?" dedi Araf öfkeyle. Yüzü bembeyaz olmuştu.
"Farkındayım." dedim. "Ama o en azından senin gibi karşımda alay eder gibi konuşmuyor. Şimdi ikiniz de def olun gidin buradan!" Araf, öfkeden kaskatı kesilmiş çehresiyle bana doğru birkaç adım attığında, Nefes "Araf." Dedi. Nefes Karaslan'ın sesi yorgun ve gücü tükenmiş çıkıyordu.
"O haklı." Dedi. Abim, demedi. "Gidelim, lütfen."
"Haklı falan değil!" Diye bağırdı Araf ona. "Açelya'yı öldüren sen değilsin, kendi babası! Ruh hastasının teki olan kendi babası! Suçlayacak birisini arıyorsa onu bulsun, sana tek kelime etmesin!"
"Eğer karın, babamın damarına basmasaydı, babam ona bu kadar bilenmezdi!" Diye bağırdım. "Emin ol, Araf. Benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı! Kendi kalbimi gömdüm ben bugün! Kalbim, bu toprağın altında! Sevgilim bu toprağın altında! Çekip çıkarmak istiyorum ama yapamıyorum! Bunun intikamını en önce o hayatımı siken sikik heriften, sonra da senin karından alacağım!"
Nefes gitti. Onu o günden sonra bir daha hiç görmedim, sesini hiç duymadım. Onu gördüğüm son anda ağlıyordu. Çocukluğunu, kardeşi gibi gördüğü en yakın arkadaşını, sonra da abisini kaybetmişti. Nefes'in gözlerinde sayılı kez gördüğüm bir anlam görmüştüm o gün. Kayıp, mağlubiyet ve acizlik.
Kız kardeşim karşımda ağlarken ilk kez ona sarılmamıştım. O arkasını dönüp gittiğinde dizlerimin üstüne çökmüş, kaybedişime ağlamıştım. Sevdiğim kadının üstüne attığım toprağa ağladım, Nefes'i attığım ateşe ağladım. En çok da kendime ağladım. Pişman olacağımı bile bile kurduğum her bir cümleye ağladım.
O orada ağladı, ben burada ağladım.
Drift atarak virajı döndüğümde asfalta teker izleri kazındı. Camı indirip derin bir nefes aldım, bir daha alamayacakmış gibi. Öyleydi. Çünkü Nefes'imi, güzel çiçeğimi kaybedersem ben de nefesimi kaybedecektim. Bildiğim tek bir şey vardı, ne olursa olsun yetişmek zorundaydım.
***
NEFES KARASLAN
"Desise sonunda aramızda." dedi isminin Sedat olduğunu bildiğim orta yaşların sonundaki adam. Geriye yaslanıp bir bacağımı diğerinin üstüne attım. "Evet öyle." dedim. "Beni neden aranızda görmeyi bu kadar çok istediniz?"
"Gücünün farkında değil misin?" dedi Ercüment alayla gülerek. "Yoksa bizden duymak hoşuna mı gidecek?" Aynı şekilde güldüm. "Sana bunun farkında olmadığımı düşündürten ne? Gücü olan herkesi buraya alıyor olsaydınız Gökhan Karaslan yıllardır kıçını yırtıyor olmazdı. Hemfikir miyiz?"
Sadık abinin hafifçe güldüğünü gördüm. "Doğru." Dedi. "Senin burada olmana sebep olan en büyük şey, kanın. Yıllardır düşmanlığıyla bilinen iki köklü ailenin ortak tek varisisin. İki ailenin kanına da sahip olan başka kimse yok." Sadık abinin solunda oturan yaşlı adam söz aldı. "Baha Karaslan da onların kanından değil mi? Yağmur Pakgör ile Zeynep Karaslan kuzenmiş."
Abimden bahsetmesi tüm tüylerimi diken diken yapmıştı. Onu çok özlemiştim ama karşısına çıkamazdım. Benden nefret ediyordu, nefret ettiği birini karşısına çıkarmazdım. Çünkü bilirdim ki o da böyle yapardı. Elim, masanın altında yumruk hâlini aldı ve saniyelik dağılan duygularımı zara zor tekrardan toparladım.
Bu sırada Sadık abi elini sertçe kaldırarak devam etmesine engel oldu. "Zeynep Hanım, bir Açar'dı. Pakgör değildi. Yalan yanlış bilgi verip kafa sulandırma, Muhsin."
"Afedersin, abi." Dedi, Sadık abi kendisinden yaşça küçük olmasına rağmen. Bu sözcük onlarda yaş göstergesi değil, saygı göstergesiydi. Bu durum bin yıl da geçse kulağıma abes gelecekti ama bozacak hiçbir şey de yapmayacaktım.
"Bugün önemli konuşmalar yapmayacağız." Dedi Sadık abi. Tüm bakışlar merakla kendisine çevrilmişti. "Bugün Desise'yle tanışma günü. Gerçek toplantı birkaç gün sonra olacak. Kesin gün ve saat hakkında her zamanki gibi bilgilendirileceksiniz."
Kısa bir uğultu oldu, Sadık abi hepsini susturdu. "Sırayla!"
"Pakgör ve Karaslan arasındaki husumeti bitirmeye dair planların var mı, Desise?" Dedi Sedat. Yoktu. "Önceliğim oyun." Dedim. "Oyun, ve ailemi kurtarmak."
"Hangi ailen?" Dedi tıpkı benim gibi genç olan kadın. "Pakgör mü? Karaslan mı?"
"Benim ailem kocam." Dedim. "Dolayısıyla Pakgör'lerin tarafındayım."
"Peki abin?"
Neden sürekli abimden bahsederek kalbime hançeri saplıyorlardı? Sanki her şeyi biliyorlarmış da canımı yakmaya çalışıyorlarmış gibiydi. Ama öyle olmadığını biliyordum.
"Abim benim canım." Dedim. "Onu hiçbir zaman bir Karaslan olarak görmedim, görmeyeceğim de. Benim abim onlar gibi canavar değil."
"Duygusal bakıyor olabilir misin?" Dedi Arnaldo Berat. Başından beri sessizdi, ilk kez konuşuyordu.
"Peki sen?" Dedim ona dönüp. "Söz konusu Kuzey olsaydı sen farklı bir tepki mi verirdin, Arnaldo?"
"Aynı şey değil." Dedi. "Kuzey sadece kardeşim değil, aynı zamanda ortağım. Biz biriz."
"Abim de benim ortağım." Dedim. "Sizinki gibi işsel değil, can ortağım. Kocam hayat ortağımsa, abim de can ortağım. Onun canı, benim canımdır." Benim canım da onun canı, diyemedim. Çünkü öyle olmadığını biliyordum. O da biliyordu...
Abim yaşıyordu, ama ruhu ölüydü. Abim, ruhunu, sevdiği kadınla aynı anda teslim etmişti. Tek fark, abimi kimse gömmemişti.
Cenazeyi uzaktan izlerkenki gördüklerim hala zihnimde kazılıydı. Abim susmuştu. Hiç susmayan Baha Karaslan susmuştu. Sadece ağlamıştı. Ruhsuz bedenindeki tek yaşam belirtisi, yanaklarından süzülen göz yaşları olmuştu. Sevgilisinin cansız bedenine toprak atarken küreği elinden üç kez düşürmüştü.
Beni kovduktan sonra gidememiştim. Cenazeyi başta nasıl izlediysem yine öyle izlemiştim. Abim, altında Açelya'nın olduğu toprak yığınına sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
O orada ağlamıştı, ben de ondan metreler ötede ağlamıştım.
"Herkesin kardeşi kendine kıymetlidir, Kartal. Bu konulara girmek ayıp." dedi Ercüment. Arnaldo güldü. "Düşmanının kardeşiyle evlenmiş biri olarak bu konular seni aşar gibi sanki biraz? Haksız mıyım?" Gözlerim büyüdü ve dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsedim.
"Derdim kardeşiyle değildi, abisiyleydi. Abisi de öldüğüne göre bir mesele kalmadı." dedi Ercüment.
"Niye açıklama yapıyorsun ki?" dedi genç kadın. "Onu ilgilendirmez."
"Merakımı maruz görün." dedim araya girerek. "Evlendiğiniz kadın tanıdığımız birisi mi?" Ercüment'i araştırırken karısı hakkında bilgi bulamamıştım. Yalnızca evli olduğunu biliyordum. Bu beni şüpheye düşürse de üstünde durmam gereken daha önemli şeyler vardı ve ilgilenmemiştim.
"Siz şahsen tanıyorsunuz aslında." dedi gerilerek. Tüm masa sus pus olmuş dikkatle bizim konuşmamızı dinliyordu. Kaşlarım çatıldı. "Öyle mi?" dedim şaşkınlıkla. "Kim?"
"Tuğba Duymaz." Dudaklarım aralandı ve Ercüment'e bir süre bakakaldım. Gözlerim kısıldı.
Şahin, namı diğer, Furkan Duymaz'ın kız kardeşi. Tuğba'yı rehin alarak Furkan'ı çaresiz bırakmıştım. Furkan öldükten sonra da kızı serbest bırakmıştım. Hatta uzaktan bir süre korumuştum da. Kızın böyle şeylerle alakası olmadığı için peşime düşeceğine ihtimal vermemiştim, bu yüzden takip etmemiştim. Kendine bir hayat kurduğunu görünce korumaları da geri çekmiştim. Evlendiğinden haberim yoktu.
"Öyle mi?" dedim yeniden. "Tebrik ederim."
"Teşekkürler. Siz de Araf Bey'le evlenmiştiniz, değil mi? Hani şu, karımın abisinin katili olan Araf Bey'le." Kaşlarım çatıldı. Sesinde düşmanlık sezmiştim. Bana değil, Araf'a karşı olan bir düşmanlık. Onun için istemsizce endişelendim.
"Evet." dedim.
"Desise... İki ailenin hem kanını, hem de soy adını mı taşıyor şimdi?" dedi Sedat.
"Evet." dedi genç kadın. "Araf Bey, halasının kızıyla evlendi." Bir şeyler mırıldandı ama ne dediğini duyamadım. Çok da umurumda olmadı. "Bu meseleyi biz konuşmuyorken sizin konuşmanız saçma." dedim. "Haddiniz olan konulara yorum yapın, gerisine ağzınızı açmaya cüret etmeyin."
"Ya ne yaparsın?" dedi Ercüment. "Kocan bizi de mi öldürür?" Güldüm. "Emin ol, kocama sıra gelmez."
Saçma ve can sıkıcı sohbetleri biraz daha devam etti, sonrasında toplantı sona erdi. Odadan çıktığımda burnumdan soluyor, sabır diliyordum. Araf'ın canına okuyacaktım! Sadık abinin teklifini reddetmişken kendisi ne hakla benim yerime kabul ederdi!? Çok istiyorsa kendisi otursaydı o koltuğa!
"Nefes Hanım iyi misiniz?" dedi Cemal yanıma yaklaşarak. "Gergin ve öfkeliyim, Cemal. Bir an önce çıkalım şuradan." Cemal başıyla beni onaylayıp kapıyı açtı ve rutubetli koridora geçiş yaptık. Asansörlere doğru ilerlerken hiç birimiz konuşmadık. Sadece Cemal telefonla konuşmuş, arabanın kapıda hazır olmasını istemişti.
Otelin giriş katına çıktığımızda kapıya doğru gidiyordum ki bir ses duydum.
"Nefes!"
Adımlarım, katın tam ortasındayken donakaldı. Volkanlar bir bir patlarken dizlerimdeki gücün çekildiğini hissettim.
Abi?
Arkama dönemedim. Cemal ve diğer tüm adamlarım döndü ama ben dönemedim. Korktum. Onu, o kadar uzun zaman sonra ilk kez görecektim. Bunu yapmaya gücüm var mıydı?
Zorlukla dönüp baktım. Oradaydı. Yanında kimse yoktu, yalnızdı. Zayıflamıştı, bunun haricinde onu bitik gösteren bakışları dışında dinç görünüyordu. Hiçbir şey olmamış gibi dimdik.
Baha Karaslan.
Gözlerim dolarken burukça gülümsedim. Ah, abi. Nasıl da deliler gibi özledim seni...
Ama... Neden buradaydı?
Neredeyse koşarak yanıma kadar geldi. Adamlarım onu tanıyordu, bu yüzden hiçbir şey yapmadılar. Kalbim gümbür gümbür çarparken ne yapacağımı bilemeyerek ona baktım. Çocuk gibi hissetmekten kendimi alamadım.
Elimi tuttu. O da benim gibi afallamış görünüyordu, hiçbir şey anlayamıyordum. "Hemen gel benimle." dedi ve tuttuğu elimden çekerek beni bir yere sürüklemeye başladı. Koridorlardan dönerek ıssız ve sessiz bir koridora, kadınlar tuvaletine soktu. Şaşkınlıkla kalakaldım. Adamlar kapıda kalmıştı. İçeride ise benim boylarımda, siyah saçlı bir kadın vardı. Beni kabinlere itti. "Hemen üstünüzü değiştirin. Acele et!"
"Neler oluyor?" dedim kaşlarımı çatarak. "Soru sorma, Nefes. Dediğimi yap." Deli gibi neler olduğunu öğrenmek istesem de abime güvenmeyi seçtim. Kızla birlikte kabine girdim. Kıyafetlerimizi değiş tokuş yapacağımızı anlamıştım ama nedenini anlamamıştım. Takip mi ediliyordum acaba?
O benim elbisemle ayakkabılarımı giyerken ben de dar pantolonu ve somon rengi korseli şık bluzu giydim. Biraz dar gelse de nefes alamıyor değildim. Siyah, kapalı burun topuklu ayakkabıları da giydim. Siyah kabanlarımız aynıydı, bu yüzden onu değiştirmedik. Kız, gözüne kocaman bir güneş gözlüğü taktı ve saçlarıyla da yüz hatlarını gizledi. Ben bile kızı bana benzetmiştim. Kabinden çıktığımızda abim lavaboya yaslanmış bizi bekliyordu. Kızı şöyle bir inceleyip memnuniyetle başını salladı. "Baha Bey, hala ne yapacağımı söylemediniz." dedi kadın.
"Bir şey değil." dedi Baha. "Sadece yüzünü gizleyip Nefes gibi davranacaksın, onun arabasına bineceksin. Adamlar da seni Nefes'mişsin gibi onun evine götürecek. Bu kadar." Bana döndü. "Biz çıktıktan on dakika sonra lavabodan çık ve kimseye görünmeden arka kapıdan çık. Benim arabama bin ve yüzünü hep gizle. Ben de geleceğim."
"Baha neler oluyor?" dedim kaşlarımı çatarak. Duraksayıp yüzüme baktı bir süre. Neden böyle baktığını anlayamadım. "Sadece dediğimi yap, Gonzales." dedi ve kızla birlikte lavabodan çıktı.
Gonzales mi?
Sensin be Gonzales!
Çantalarımızın sadece dışını değiştirdiğimiz için her şeyim benimleydi. Telefondan takip ettiğim kadarıyla on dakika sonra ben çıktım. Koridorları aşıp ana salonu bulmaya çalıştım. Köşeyi dönerken Sedat'ı görünce hızla geri dönüp duvarın arkasına saklandım. Kimseye görünme demişti. Sedat ve adamları gözden uzaklaştığında dikkatlice etrafı tarayarak çıkışa ilerledim. Arka kapıya ulaştığımda yüzümü şüphe çekmeden gizleyerek dışarı çıktım. Bu kapı arka bahçeye açılıyordu. Baha'nın arabasını görünce oraya doğru ilerledim ve ön kapıyı açıp bindim. Her ihtimale karşı şoför kapısına uzanıp mandalı indirdim ve tüm kapılar kilitlendi. Rahat bir nefes vererek geriye yaslandım ve abimi beklemeye başladım.
Anlam veremiyordum. Onca zaman sonra neden bir anda karşıma çıkıp beni sürüklemişti? Benden nefret ettiğini sanıyordum.
Baha kapıda göründü ve arabasına doğru yaklaştı. Kapının kolunu tuttuğunda ve açılmadığında kaşları çatıldı. Belli belirsiz gülerek uzandım ve mandalı kaldırdım, kapı açıldı ve hızlıca binip kapıyı kapattı. "Neler olduğunu söyleyecek misin?"
"Hayatını kurtarıyorum." dedi kemerini takarken. "Tak kemerini." Elimi uzatıp kemeri kavradım ve diğer tarafıma doğru uzatıp yerine oturttum. "Baha!"
"Baha senin askerlik arkadaşın mı!?" dedi bir anda bağırarak. Şaşkınlıktan sinip kaldım. "Sus!" dedi. "Söz dinle biraz!"
Ona Baha dememe kızmıştı. İyi ama ne diyecektim ki? Abi dememi de istemiyordu.
Arabayı çalıştırıp otelden çıkarttı. Sokak lambalarının her bir sarı ışıkları yüzümü sıyırıp geçiyordu. Bir süre hiçbir şey söylememenin doğru karar olduğunu düşündüm.
Abim sık sık aynaları kontrol ediyordu. Tehlikede olduğumuzu anlamıştım. Kaşlarımı çatarak arka cama dönüp baktım. Çıplak bacağımdan çıkarıp pantolonun üstünden bacağıma yeniden sabitlediğim silahı kabanımın altından çıkarıp elimde hazır tuttum. Abim yola bakarken ben de çevreyi kontrol ettim. Şüpheli hiçbir şey yoktu. "Abi ne oluyor?" dedim. "Kim takip ediyor bizi?"
"Soru sorma." dedi. "Sadece ne olursa olsun kendi canını düşün. Sadece kendini kurtarmaya bak. Bana hiçbir şey olmayacağına teminat veririm." Otobana girdi ve şehrin kalabalığı, yavaş yavaş kendini dinginliğe ve sakinliğe bıraktı.
"Ne?" dedim. "Nasıl bu kadar eminsin?"
"Çünkü birazdan arkamıza doluşma ihtimali olan adamlar senin peşinde. Onları görevlendiren pezevenk, senden kurtulmak istiyor. Benden değil."
"Onun kim olduğunu biliyorsun, değil mi?" dedim durgunca. Babam olma ihtimali vardı. Ama o beni öldürmezdi. Bana her şeyi yapardı ama öldürmezdi. O zaman kim...
Amcam!
Tabi ya, bu gece toplantı olacağını biliyordu ve ben onun çok istediği o koltukta oturuyordum.
Arkada karartı hissettiğimde dönüp baktım. Yığınla siyah araba doluşmuştu. Birinin camdan silah uzattığını gördüm. "Abi tekere sıkacaklar!" Abim bir anda gaza bastı ve kükreyerek öne atıldı. Adam nişan alamadan abim hızlandığı için kurşun denk gelmedi. Camı indirdiğimde abim bağırdı, "Hayır!" Camı kapattı.
"Abi fare gibi saklanacak mıyız!? En azından birkaç tanesini saf dışı bırakmam gerek!" Tekrar camı açtım. Abim öfkeyle homurdandı. "Eğer bir şey olursa seni kendim gebertirim, bilesin!"
"He abi he, gebert." dedim ve doğru anı kollayıp bir anda camdan sarktım. Bize yakın olan aracın tekerine ve camlarına birkaç el ateş edip tekrar içeri girdim. İçeri girdiğim gibi abim hemen bana baktı, iyi olduğumu görünce sanki saniyelerdir tutuyormuş gibi rahat bir nefes verdi.
Yeniden camdan çıkacağım sırada üç araba hızla yanımızdan geçti ve drift atarak önümüzü kesti, abim ani fren yaparak durmak zorunda kaldı. Renginin attığını görünce uzanıp elini tuttum. Ölü bakışları bana çevrildiğinde gülümsedim. "Merak etme abi, hiçbir şey olmayacak."
Telefonumun çaldığını duydum. Ekranda kocamın adı vardı. Önce önümüzü kesen adamlara, sonra da elimdeki telefona baktım. Yardım istemek için son şansım kocamdı. Yanıtladım ve hoparlöre verdim. "Nefes!?" dedi endişeyle. "Şile yolu." dedim tek nefeste. "Önümüzü kestiler, Araf. Şile yolu otobandayız." Kapımız hızla açıldığında silahımla adamın suratına, ayağımla da karnına vurdum. Telefonum bu sırada elimden düşmüştü.
Abim, onu indirmeye çalışan adamlarla dövüşürken ben de kendimi korumaya çalışıyordum. Birinin bacağına sıktım, diğerine tekme attım. Abimi bırakıp bana yaklaşan adamın yumruk atacağını fark ettiğimde reflekslerime güvenerek ters yöne kaçtım. Yumruğu havaya giderken kasığına ateş ettim.
Birkaç ay öncesi olsa bu şekilde kendimi savunabilir miydim? 16 Kasım 'dan önceki Eda'ya bu anı göstersem inanır mıydı? Peki beni çocukluğumdan beri kendimi savunabilmem için eğiten Furkan abim görseydi gurur duyar mıydı? Annem... Kimseye muhtaç kalmadan kendimi koruduğumu görse o gurur duyar mıydı? İçimde, sırtının sıvazlanmasını dört gözle bekleyen bir kız çocuğu vardı.
Beklenmedik darbe belimden geldi. Soluğum saptı ve nefesim kesildi. O sırada bacağıma tekme atıp yere düşürdüler, pis ayaklarıyla beni iterek yere devrilmemi sağladılar. Canım yanıyordu, yıldızlarla kaplı gökyüzüne bakıp soluğumu toparlamaya çalıştım, tüm kaslarım uyuşmuştu.
"Anne neden yıldız almadınız ki?" dedim hüzünle. "Uyurken onları izlemek istiyordum, karanlık beni korkutuyor." Annem saçlarımın dibinden öptü. "Baban izin vermiyor, bebeğim. Ama karanlıktan korkuyorsan sana yıldız şeklinde gece lambası alayım mı? Mavi ışıklı hem de." Gözlerim kocaman oldu. "Gerçekten mi!? Mavi ışıklı yıldız mı alacaksın bana!? Tavanıma onu takamaz mıyız?"
"Takamayız, anneciğim. Onlar prize takılıyor. Hem neden illa da tavanında olmasını istiyorsun?"
"Gökyüzüne bakarak uyuyamıyorum, bari benim kendi gökyüzüm olsun istiyorum."
Annem ertesi gün bina yöneticisinden anahtarları almış, beni terasa çıkarmıştı. Yerler kirliydi, muşamba sermişti. Sonra da yer yatağı hazırlamıştı. Beraber uzanmıştık, beni bağrına basmıştı ve yıldızları izleyerek uyumuştum. Uykuya dalmadan önce saç diplerimde ıslaklık hissetmiştim ama yağmur olduğunu düşünmüştüm. Uyandığımda odamdaydım. Uykuya daldıktan sonra annem beni odama geri getirmişti. Şimdi daha iyi anlıyordum. Yağmur yağmıyordu, Evrim annem ağlıyordu. Ben onu hiçbir zaman bir hırsız saymamıştım. Yağmur Pakgör ne kadar annemse, Evrim Arslan da o kadar annemdi. İkisinden de hiçbir zaman vazgeçmezdim.
Beni deviren adam ayakta dikildi ve bana tepeden baktı. Silahını doğrulttuğunda öleceğimi düşünmedim. Ölmeyecektim, şimdi değildi!
Yuvarlanarak namlunun hedefinden kaçtım ve bacağına yapışıp kalan tüm gücümle yuvarlanırken çektim. Adam düşerken abim yetişti ve beni yakalamaya çalışan diğer adamları engelledi. Araçtan destek alarak ayağa kalktım. Etrafta ölü ve baygın adamlar vardı. Geriye bir tek bunlar kalmıştı.
Birkaç metre ileriye sürüklenmiş silahıma ilerledim koşar adım. Eğilip silahımı alırken bir ateş sesi geldi.
Fakat tanıdık acı, sesten daha önce gelmişti. Ölüm sessizliği, uğultulu rüzgara karıştı.
Dizlerimin üstüne düştüm, sonra da yana devrildim. Acının kaynağı karın boşluğumdu. Kanımın, yeni yapıldığı belli olan otobanın pürüzlü asfaltına bulaştığını hissediyordum. Korku dolu bir haykırış kulağıma çalındı. "Nefes!" Görüş açım bulanıktı. Acıdan hiçbir şeye odaklanamıyordum. Ama bazı sesleri duyabiliyordum. Başka şeyler düşünmeliydim, acıyı düşünmemeliydim.
Evrim annem beni çok özlemiş miydi?
"Yapma!" diye bağırdı adamlardan biri. "Baha Karaslan'ın kılına zarar gelirse abi bizi öldürür!" Abimden ses gelmiyordu. Hareket de duymuyordum. Sonrasında hareket sesine araba sesleri eklendi ve bu ıssız otobanda abimle baş başa kaldık.
Yol yeni olmalıydı, kullanan kimse yoktu.
Abimin koştuğunu duydum. Gözlerim açıktı ama görüntü pusluydu. Acı hissi tanıdık olduğu için ilki gibi şok etkisi yaratmamıştı. Dayanabilirdim, yapabilirdim! Yapabilir miydim?
Abim kendini yere atarak hemen yanıma geldi ve beni kaldırıp bağrına bastı. "Nefes? Nefes uyuma. Uyuma, güzelim. Sakın uyuma." Sesi titriyordu. "İyiyim." dedim pürüzlü ve kısık sesle. Ceketini hışımla çıkarıp yarama bastırdığında anlık sancıyla inledim.
"Koruyamadım." dedi, ağlıyor muydu? "Kurtaramadım. Kaçıramadım! Sen de gitme. Yalvarırım sen de gitme." Gülmek istedim ama gözlerimden yaşlar boşaldı. "Gitmem." dedim. Serçe parmağımı uzattım. "Söz ver. Sen de gitmeyeceksin. Sen gitmeden ben gitmem." Serçe parmağını serçe parmağıma sardı. "Söz."
Görüşüm biraz netleşti, acı hafifledi.
Uyuşuyor muydum? Abimin yanakları ıslaktı, çaresizce etrafa bakınıyordu. "Araf gelecek." dedi. "Araf gelmek üzeredir. Konuştuğunuzdan bu yana çok zaman geçti. Gelmek üzeredir, pes etme sakın!"
"Korkma abi." dedim gülümseyerek. "Acı geçti, hiçbir şey hissetmiyorum." Abim donakaldı ve dehşetle parlayan gözleri bana çevrildi.
Bir araba sesi uzaktan yaklaşıyordu. "Araf geldi sonunda!" dedi abim ve dikkatle ayağa kalktı. Kucağında olduğum için ben de onunla beraber kalktım, hareket ettiğim için acı yeniden kendini gösterdi ama çok sürmedi. Başım ağırlık yapıyordu, abimin omzuna yasladım.
Far ışığı yüzümüze vururken gözlerimi kapattım. Çok uykum vardı.
Araç durdu, kapısı açıldı. Abim kaskatı kesildi. Sahiplenir gibi daha sıkı tuttu beni. "Ne işin var lan senin burada, it soyu!" diye bağırdı nefret kusarak. Gözümü açmak istedim ama göz kapaklarım çok ağırlaşmıştı, tüm çabam boşaydı.
"Yaklaşma!" diye bağırdı. Ama gelen her kimse onu dinlemedi, yaklaştığını hissettim. Ellerini bedenimde hissedince ürperdim. "Dokunma lan kardeşime! Uzak duracaksın ondan! Onu da mı alacaksın benden!? Def ol!" Abim geriye ilerleyemedi, sanırım onu tutmuşlardı.
Algılarım kapanmıştı, sadece birinin bana dokunduğunu hissediyordum. Yüzümdeki saçı çektiğini, sonrasında beni abimin kucağından aldığını. Beni sıkıca tuttu ve başımı omzuna yaslamama yardım etti. Kokusunu tanımıştım. Bu kokuyu ilk kez çocukken duymuştum. Ama ne zaman olduğunu hatırlamıyordum.
"Şş." dedi. "Güzel kızım.... Baban burada, sana hiçbir şey olmayacak."
Güzel kızım...
Baban burada...
Beni kendi elleriyle esir alıp zehirleyen babam mıydı? Yoksa gözümün içine bakan, saçımı okşamaya kıyamayan babam mıydı? Beni mahveden babam mıydı, yoksa her zaman bana arka çıkan ve kollayan babam mı? Şirket uğruna annemi ölüme iten babam mıydı? Yoksa aynı şirketi bana bırakan babam mı?
Babam burada.
Ama bu sefer hangi yüzüyle?
Annemin, Zeynep teyzenin, Açelya'nın ve abimin çocukluğunun katili olan mı? Yoksa dayım beni öldürmesin diye onu sakat bırakan, bebekliğimden beri beni izleyip koruyan, yok sanırken var olan, bana dağ olan mı?
Kendimi bıraktığımı hissettim. Her ne kadar bunu istemiyor olsam da...
***
BAHA KARASLAN
Öyle biri olmadığımı savunduğum her seferinde kayıpların adamı olduğumu bir kez daha görüyordum.
Annem, sevdiğim kadın ve kardeşim.
Halam da ölmüştü. Ama yakın yaşlarımıza rağmen onunla ilişkimiz hiçbir zaman arkadaş gibi olmamıştı. Pek de bayılmazdım kendisine.
Nefretle gözümü ayırmadan babamı izliyordum. O ise bana bir kere bile bakmamıştı, gözü hep kollarındaki kardeşimdeydi. Bir eliyle ona sarılıyor, diğer eliyle de yarasına bası yapıyordu. Nefes baygındı ve başı babamın omzuyla göğsü arasındaydı.
Ona dokunmasını istemiyordum. İlla bir yere gidilecekse bile Nefes benim kollarımda kalmalıydı! Ama kardeşime dokunmama izin vermiyordu. Sanki onu kaçırıp öldü gösterdikten sonra ışık görmeyen bir yere kapatıp günden güne zehirleyen bendim. Amına koyduğumunun herifi.
Yanımda izbandut gibi bir hıyar oturuyordu ve en ufak hareketimde beni engelliyordu. Kardeşimi o sikikten değil almak, ona yaklaşamıyordum bile!
"Bana öyle bakma." dedi gözlerini Nefes'ten ayırmadan.
"Sokuk bir herifsin." dedim dişlerimi sıkarak.
Güldü. "İnan bana, biliyorum."
Her şeyi siktir ettim. "Kardeşimi bana vermek zorundasın."
"O senin üvey kardeşin." dedi. "Ama benim öz kızım."
Yerimde hızla doğrulduğumda izbandut da hareketlendi. "Kızım derken hiç mi dilin yanmıyor ulan, yavşak! Hiç mi utanmıyorsun!? Ayrıca kanını sikerim, o benim öz kardeşim. Öp öz!" Babam keyif alıyormuş gibi güldü ve başını kaldırıp ilk kez bana baktı. Kardeşimle aynı olan gözleri piç gibi bakıyordu. "Öyle mi? Hangi kanla bağlısınız?"
"Senin bozuk kanınla." Alınmış gibi dudak büzdü. "Kırdın." Ayağa fırladım, eş zamanda yanımdaki pezevenk de ayağa kalkıp beni tutmuştu. Güçlüydü de yavşak. "Kırıldığın yerden sokarım sana, orospunun evladı! Yüzsüz köpek! Hangi yüzle konuşuyorsun ulan sen, gavat!?"
Babam alay ederek baktı suratıma. "Şehmus." dedi. "Oğlum Baha çok gergin görünüyor. Onu biraz sakinleştirelim."
"Oğlum deme bana!" diye haykırdım. "Ben senin oğlun değilim! Sen de benim babam değilsin! Annemi kendi ellerinle öldürdüğün gün bittin sen! Açelya'mı öldürdüğün günse ölüm fermanını imzaladın! Şimdi seni kendi ellerimle sikmiyorsam kucağındaki kardeşime dua et, o yaşasın diye!"
"İyi." dedi. "En azından birkaç tane ortak özelliğimiz varmış. Ben de hevesli değildim baban olmaya. Elimde olsa daha önce gebertirdim ananı. Siktiniz hayatımı zaten!" Gözümün önü karardı. Beni tutan adamdan ne ara kurtulduğumu anlayamadığım bir güçle bir anda atıldım ve Oğuz Karaslan'ın suratına hakikatli bir yumruk geçirdim.
Onun sarsılmasıyla Nefes düşecek gibi oldu ve düşmek üzereyken havada yakaladım. Güzel çiçeğimi bağrıma basıp hiçbir şey olmamış gibi sakince geri yerime oturdum. Kanayan yarasına bası yaparken onu kimse benden alamasın diye sıkı sıkı tuttum ve saçlarından öptüm.
"Oğuz Karaslan'ın şu hayattaki tek becerisi sen olabilirsin, güzel kardeşim."
***
"Şu yandaki parka gidelim annem kızmıyor oraya gitmemize!" diye hevesle şakıdı küçük kız çocuğu. Üstünde okul forması vardı, kestane rengi saçları balık sırtı örülmüştü. Büyük pembe okul çantası sırtındaydı. Hemen eve gitmek istemiyordu, çünkü biliyordu ki annesiyle abisi direkt ödevlerini yapmasını isteyecekti, oyun oynamasına izin vermeyip kızacaklardı.
"Çok oynamayalım ama, annem kızar." dedi siyah kıvırcık saçlı mavi gözlü kız. Saçları kocaman bir at kuyruğu yapılmıştı. Onun da okul forması üstündeydi, çantası ise saks mavisiydi. Küçük kız bu rengi çok seviyordu. Bu yüzden Winx'te bile en çok Musa'yı seviyordu. Diğer, örgülü kız ise Bloom'u severdi.
"Ya senin annen de her şeye kızıyor!" diye sitem etti örgülü kız çocuğu. "Kek yemene de kızıyormuş! Meyve suyu da içemiyorsun! Ne saçma, böyle anne mi olur!?"
"Anneme öyle deme!" diye kızdı siyah saçlı kız. "Benim annem çok güzel bir kere! Masmavi gözleri var, deniz gibi. Saçları da benim gibi siyah siyah. Sana bak bir de. Annenle hiç benzemiyorsunuz!" Siyah saçlı kız gaza gelmişti, az kalsın pot kıracağının farkına varınca elleriyle ağzını kapattı ve gözleri kocaman oldu.
"Mal gibi konuşma, Açelya!" dedi örgülü kız ellerini beline koyarak. "Halama benziyormuşum ben! Annem hep öyle diyor!"
"Sensin mal! Hem resmi falan yok mu halanın?"
"Aptal! Yok. Halamı hiç görmedim, babam görüşmüyormuş hiçbiriyle."
"Geri zekalı! Neden ki? Küsmüş mü?"
"Geri zekalılar kraliçesi! Bilmiyorum. Ben abime küsünce beni dövüyor sonra barışıyoruz. Ama onlar barışmamış."
"Sensin o! Abin de çok yakışıklı. Tam bir Sky. Olsun, benim için Sky görünümlü Riven o." Atışmaya bu şekilde devam ederlerken parka gelmişlerdi. Hem didişiyorlardı, hem de birbirlerinden ayrı kalamıyorlardı. İhanetin bile ayıramadığı bu dostluğu ölüm ayırmıştı. Tabi onlar daha küçük birer çocuktu. Geleceklerinin böyle olacağını nasıl bilebilirlerdi ki?
Parka girdiklerinde ise hala konuşmaya devam ediyorlardı. "Hafta sonu annem beni bir adamla tanıştırdı." dedi Açelya. "Kim olduğunu bilmiyorum, annemin arkadaşıymış galiba. Bir oğlu vardı, görsen aynı Lord Darkar. Yürüyen şeytan. Baş belası! Saçıma sakız yapıştırdı inanabiliyor musun?"
"Ne?" dedi örgülü kız. Eda. "Patlatsaydın bir tane, elin armut mu topluyordu?"
"He patlatayım da sonra da annem kafamı patlatsın. Sen tavsiye verme Eda, sus." dedi Açelya.
Çantalarını banka bırakıp kaydırağa koştular. Onları uzaktan izleyen adam, bir süre daha izlemeye devam etti. Sonrasında arabasından indi ve parka yaklaştı. Açelya onu gördüğünde gözleri kocaman oldu. Genç adam parmağını dudağına bastırarak sessiz olmasını gösterdi ve göz kırptı. Bu, aralarındaki bir oyundu. Açelya kafasını salladı. "Eda!" dedi heyecanla. "Suyumu getirir misin?"
"Ben niye getiriyorum ya? Kalk kendin al." dedi Eda.
"Ölür müsün be bi' su versen? Suyumu getirirsen bugün ödevini ben yaparım."
"Yuh." dedi Eda. "Bir su için ödev mi yapacaksın? Ne karıştırıyorsun sen?" Açelya şaşkın şaşkın baktı. "Hiçbir şey karıştırmıyorum oturuyorum burada." Eda göz devirdi. "Öyle değil be!" dedi Açelya'nın bacağına vurarak. "Biz bir şey saklayınca annem bize hep böyle diyor."
"Bir şey saklamıyorum." dedi Açelya ayaklarına bakarak.
"Hadi be oradan kot faresi."
"O ne be?"
"Bilmem ben uydurdum."
"Alt tarafı su istedim, Eda, ne uzattın!" Eda ofladı. "İyi be! İnsanlık bende kalsın." Kaydırağın tepesinden kayarak indi ve çantalarının yanına gitti. Kenarlara baktı ama suyu göremedi. "Nerede suyun!?" diye seslendi Açelya'ya.
"Çantanın içine bak!"
Eda oflayarak fermuarı açtı. O sırada genç adam da küçük kıza yaklaşıyordu. Adam henüz daha yirmilerindeydi. Gücü dinç, kuvveti tamdı. Saçları koyu kahve, gözleri girdap yeşiliydi. Yüzünü saran koyu renk kirli sakalı onu olgun gösteriyordu. İşten çıkıp gelmişti, bu yüzden üstünde takım elbisesi vardı. Onu herkes tanıyordu. Eda dışında herkes...
Oğuz Karaslan. Karaslan ailesinin küçük oğlu.
Oğuz Karaslan, çekingen ama sert adımlarla Eda'ya doğru ilerledi. İçinde farklı bir his vardı. Daha önce hiç tatmadığı bir his. Annesinin mezarının başına gidip de saçlarını okşamasını beklediği zamana benziyordu bu. Onun annesi de Oğuz'u doğururken ölmüştü. Tıpkı Yağmur'un da Eda'yı doğururken ölmesi gibi...
Oğuz, Eda'yı tanımayı çok istiyordu. Deli gibi istiyordu, onu çok merak ediyordu. Düşündüğü gibi gerçekten de kendisine benziyor muydu? Ama bunu yapamazdı. Eda'nın iyiliği için yapamazdı. Eda'nın canı karşılığında, ondan 19 yaşına kadar uzak duracağına dair yemin vermişti. Eğer bu anlaşmayı yapmasaydı Eda ölecekti.
Eda 9 yaşındaydı. Geriye 10 yıl kalmıştı.
"Merhaba?" dedi Oğuz kibarca gülümseyerek. Eda dönüp onun için yabancı olan adama baktı. Bulduğu su şişesini bağrına basıp ürkekçe adama baktı. Bu adamı tanımıyordu. Tanımadığı biriyle konuşması dahi kati suretle yasaktı. Annesinin neden bu kadar çok yasak koyduğunu bilmiyordu, Eda. Parka ya da sokağa yalnız çıkması yasaktı. Sadece bu parka gelebiliyordu, o zaman da annesi camdan mutlaka izliyordu.
Eda konuşmadı, sadece baktı. "Oturabilir miyim?" dedi Oğuz. Eda dönüp çevresine baktı. "Bir sürü boş bank var." dedi en sonunda konuşarak. "Burada bizim çantalarımız var. Başka yere oturun." Kendi kanından olduğunu bilmediği yabancı adamın dikkatli bakışları Eda'yı huzursuz etmişti. Yutkundu ve ne yapacağını bilemeyerek birkaç yüz metredeki evlerinin camına baktı. Kimse yoktu, annesi onu izlemiyordu. Açelya da yanına gelmiyordu.
"Neden öyle bakıyorsunuz?" dedi Eda rahatsızlığını belli ederek. Kaşlarını çatmış, karşısındaki adamla aynı olan yeşil gözleri hafifçe irileşmişti. Oğuz burukça gülümsedi. "Hiç." dedi. "Birine çok benziyorsun."
"Biri mi?" dedi Eda şaşkınlıkla. Oğuz dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini büyüterek başını salladı. Dışardan bakılınca kocaman ve ürkütücü görünen bu adam, yaptığı yüz ifadesiyle Eda'ya çok sevimli gelmişti. "Evet." dedi Oğuz. "Çok sevdiğim birine."
"Kim ki o?" dedi Eda saf saf.
"Annen." dedi Oğuz. Eda'nın kaşları çatıldı ve birkaç adım geri gitti. "Anneme mi? Annemi nereden tanıyorsunuz? Neden seviyorsunuz onu? Hem... Ben anneme hiç benzemiyorum ki!" Oğuz'un göğsünü kaplayan koca boşluk, tüm hayat ışığını emmişti. Yutkundu. "Affedersin." dedi. "Ben karıştırmışım."
Eda saf saf adamı inceledi. Açelya'nın yanına gitmek için arkasını döndü ama bir şey onu durdurdu. Tekrar Oğuz'a- babasına- döndü. "Çok üzgün görünüyorsunuz." dedi. Oğuz, gözlerinin dolmuş olduğunu ve duygularını her an boşaltabilecek olduğunu o an fark etti. Burnunu çekerek güldü. "Yok bir şeyim." dedi. Eda ona doğru yaklaştı, nedense kendini ona çok yakın hissetmişti.
"Beni benzettiğiniz kadın için mi üzülüyorsunuz?" Oğuz ne diyeceğini bilemedi. Ağlayacağı o kadar şey vardı ki, hangisini söyleyeceğini bilemedi. "Kızımı özledim." dedi en sonunda Eda'nın gözlerinin içine bakarak. Eda çok şaşırdı. "Kızınız mı? Kızınız sizden uzakta mı?"
"Çok uzakta." Eda, tuhaf bir içgüdüyle su şişesini banka bırakarak biraz daha yaklaştı. "Çok sevdiğiniz bir kadın var ve kızınızdan uzaksınız. Sanırım kızınız o kadının kızı ve şu an annesiyle. Dolayısıyla beni de kızınıza benzettiniz."
Oğuz'un gözleri büyüdü ve Eda'ya bakakaldı. "Ne?" dedi şaşkınlıkla.
"Doğru mu tahmin ettim?" dedi Eda ciddiyetle. Şaka yapmıyordu.
Oğuz, kızının bu kadar zeki olduğunu fark etmemişti. Ders notları- matematik hariç- hep çok yüksekti ve akıllıca hareket ederdi. Ama kıvrak ve güçlü bir zekaya sahip olduğunu bilmiyordu. Tabi olağanüstü değildi, ama ortalamanın çok üstüydü.
Oğuz Karaslan, kızının zekasıyla ilk kez tanıştı.
"E-evet." dedi.
Eda tekrar evlerinin camına baktı, sonra Oğuz'a döndü. "Eğer isterseniz annem görmeden bana sarılabilirsiniz. Belki kızınıza sarılıyormuş gibi hissedersiniz. Aynı olmaz ama belki iyi gelir. Çok üzülüyorsunuz." Oğuz, bulunmaz bir cevher bulmuş gibi şokla Eda'ya baktı. "Gerçekten mi?" dedi.
"Evet." Kollarını açtı. Oğuz, şaşkınlığını zar zor atlattı ve nasıl elde ettiğini anlamadığı bu imkansız fırsatı geri tepmedi. Oğuz, kokusunu duymadan hasret kaldığı kızına sarıldı. Kızına sarılırken Yağmur'a sarılmış gibi hissetti.
"Nefes..." diye fısıldadı. Eda garipsedi ama hiçbir şey demedi. 'Galiba kızının adı Nefes' diye düşündü. "Yağmur'umun Nefes'i."
Oğuz, Eda'nın beklemediği kadar uzun süre sarıldı ona. Eda, annesine yakalanmaktan korkarak geri çekildi. "Nefes senin kızın mı?"
Oğuz, yaşlı gözlerine inat gülümsedi ve kafasını salladı. "Evet, benim kızım."
"Onu çok seviyorsun." dedi Eda üzgünce. "Keşke benim babam da beni senin gibi sevse." Oğuz'un kalbine kordan cam parçası saplandı. Hakan Arslan'ın kızına ne yaptığına dair kafasından türlü senaryolar geçti. O adamı öldürürdü, gözünü bile kırpmazdı.
"Neden öyle diyorsun?" dedi Oğuz öfkeyle karışık korkuyla.
"Babam bana değil sarılmak, yüzüme bile bakmaz. Sense geldiğinden beri sürekli gözümün içine bakıyorsun, halbuki sadece kızına benzediğim için. Kim bilir ta kendisine neler yapıyorsundur."
Oğuz, yine Eda'nın gözlerine saplanıp kaldı. "O benim yaşam damarım." dedi kızına kızından bahsederek. "Yaşama sebebim." Eda'nın küçük elini alıp kalbine koydu. "Bu kalp, ancak onunki susarsa susar." Eda hiçbir şey anlamadı. Ama eğer anlasaydı, bu tek cümleden ne kadar büyük anlamlar çıkacağını bilirdi.
"Ben Eda." dedi Eda gülümseyerek. "Ve kızın Nefes'i çok merak ettim. O çok şanslı."
Annemin son nefesi, babamın yaşam damarıydım. Onun kalbi, ancak benimki sustuğunda susacaktı. Babam beni ölümüne seviyordu. Ölümüne. Ne kibri ve hırsından vazgeçebiliyordu, ne de benden vazgeçebiliyordu. İkisini aynı anda götürebileceğini sanmıştı ama ne kadar büyük bir yanılgıda olduğunu şahsen görmüştü. Hem de onun açısından çok acı bir şekilde.
Yine de hiçbir baba, kızını güneşe, insan yüzüne ve özgürlüğe hasret bırakıp onu günden güne zehirlemezdi.
Hiçbir baba yapmazdı, değil mi?
Değil mi?
Buna inanmaya çok ihtiyacım var.
Boşluktaydım. Etrafım zifiri karanlıktı ve ben hiçbir şey görmüyordum. Hiçbir şey hatırlamıyor, görmüyor, duymuyor ve hissetmiyordum.
Boşluk, yerini başka bir hayata bıraktı ve ışık yeniden benim için görünür oldu.
"O gün ki gördüm seni... Yaktın ah, yaktın beni..."
Plaktan çıkar gibi cızırtılı olan o sesi duydum. O sese hoş, kulakları mest eden zarif bir kadın sesi eşlik etti. "Ateşli dudakların, gamzeli yanakların..." Bir evdeydim. Bu evi daha önce hiç görmemiştim ama oldukça görkemli bir evdi. Sanırım yalıydı. Beyaz ahşabın ve gold abartısız bibloların hakim olduğu dekorasyonu vardı. Duvarlarda ünlü tablolar sıra sıra asılıydı ve yer parke kaplamaydı.
Yere bakarken benim üstümde de farklı bir kıyafet olduğunu fark ettim. Siyah, vücudumu saran ama dar olmayan, bacak dekolteli şık bir elbiseydi. Straplezdi, boynumu saran ve kollarımdan düşen inci detayları vardı. Dekolteden bacağımı çıkarıp ayağıma baktım, abimin hediyesi olan yılanlı topuklu ayakkabılar ayağımdaydı. İstemsizce gülümsedim.
Sesi takip ederek köşeyi döndüm. Camın önünde bir masa vardı. Masada hoş bir pikap ve pikapta da Fikrimin İnce Gülü... Pikabın önündeki sandalyede bana arkası dönük bir kadın oturuyordu. Derin V sırt dekoltesine sahip kar beyazı elbise içindeki kadının kim olduğunu bilmiyordum ama hissediyordum.
"Anne..."
Kadın durdu. Bir süre hareket etmedi, sonrasında dönüp bana baktı. Maşalı kestane saçları sırtına doğru dağıldı. Heyecandan nefesimi tuttum.
Son gördüğüm haliyle aynı değildi. Daha genç duruyordu. O kadar genç ki... Yaşıtım gibi...
Gözlerinde parlayan şefkat bana tanıdıktı. Anne şefkati. Ayağa kalktı ve tamamen bana döndü. Helen model kar beyazı bir elbise içindeydi. Elbisenin bel kısmında kalın bir kumaş kemer vardı, üst kısmı ise drapeli ve geniş V yakaydı. Sırtındaki kadar derin değildi yaka dekoltesi. O kadar saftı ki, annemin saflığı ve güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı.
Aynı olduğumuzu söyleyenler anneme hiç dikkatli bakmamıştı.
Annem on dokuz yaşındaydı. Aynı yaştaydık. Aslında yirmi yaşında olsam da şu an bulunduğumuz bu yerde on dokuzumda olduğumu hissediyordum.
"Anne..." Sesim çıkmadı, ancak mırıldanabildim. Annem gülümsedi. "Nefes." dedi. Eda demedi. Zaten onun elbisesi kar gibiyken benimki zift gibiydi. Elbiselerimize baktığımı fark ettiğinde elini çeneme yerleştirip başımı kaldırdı. "Herkes kalbinin ekmeğini yer, Nefes."
"Benim kalbim kötü mü?" dedim durgun bir şekilde. "Eda'nın değil." dedi annem. "Ama Nefes'in ruhu kara. Ve sen Nefes'in vücut bulmuş halisin, güzel kızım." Elbisenin inci detaylarına dokundu. "Ama Eda da yok olmuş değil. Onu az da olsa duyabilirsin, varlığını hissedebilirsin."
"Neden buradasın?" dedim. "En son aylar önce doğum günümde gelmiştin. Neden yine geldin, anne? Aylar boyunca gelmedin, neden şimdi?"
"Çünkü bize ihtiyacın var. Sen ne kadar kendini yetişkin sansan da, canın yandığında içten içe en çok annenle babanı isteyeceksin yanında, Nefes. Hayat böyledir. Doğumdan ölüme kadar ister içinden, ister dışından, anne diye ağlarsın." Çünkü kendisi de bunu yaşamıştı. Belki de ölürken bile annesini istemişti yanında. Anneannemi. Birce Pakgör'ü. Aklımdan geçeni okumuş gibi başını salladı. "Ölürken aklımdan geçen son cümle 'anne korkuyorum' du." dedi. Gözleri kızardı, ağlayacağını hissedince derin bir nefes alıp gözlerini sildi ve bana yaklaştı.
"Baban hakkında sana söylediklerimi hatırlıyor musun?" diye sordu beklentiyle gözlerimin içine bakarak. Hatırlıyordum. Babamın beni sevdiğini, meselesinin hiçbir zaman ben olmadığını söylemişti. "Aynı şartlarda değiliz, anne. Babam beni zehirledi." dedim. Annemin kaşları çatıldı ve çenesini sıktı. Sinirlendiğinde yüz hatlarım ona daha çok benziyordu. "Biliyorum." dedi öfkeyle. "Sen de onu havaya uçurmaya kalktın. İkiniz de hırslarınızın kurbanısınız, Nefes. Ne sen haklısın, ne de o haklı." Elimi tutup sıktı. "Bu aranızdaki düşmanlık ne kadar güçlü olursa olsun, sizin bir bağınız var, Nefes. Bu bağ sen daha dokuz yaşındayken oluştu. Baban senin kokunu duyduğu ilk an bağlandı sana. Seni çok seviyor. Birbirinize ne yaparsanız yapın, isterseniz birbirinizi gırtlaklayın. Ama değişmeyen bir sonuç var ki; senin canın tehlikeye girerse en önce baban koşar oraya."
"Tabi." dedim alayla gülerek. "O yüzden anca ben kan kaybederken geldi. Öleceğimi anlamadıkça hiçbir yerini oynatmaz o herif, anne!" Başını iki yana salladı. "Yanılıyorsun." dedi. "Ama bunu sana ben anlatmayacağım. Anlatıyorsa kendisi anlatsın." Biraz sessizlik oldu aramızda. O boşluğa bakarken ben de dikkatle onu izliyordum. Çok güzeldi, fazla güzel. Babamın ona aşık olmasına şaşırmamak gerekiyordu.
"Saat bile bir turu tamamlayınca geçtiği yerlerden tekrar geçer, Nefes." dedi annem. Ne demek istediğini anladım ama anlamamış gibi yaptım. "Neden bahsediyorsun?"
"Tarih de böyledir. Geçmişe bakıldığında yaşanmış olayların bazen aynısı bazen de benzeri her zaman tekrar yaşanır. Tarih her zaman tekerrür eder."
"Neden bundan bahsediyorsun şimdi?" Omuz silkti. "Hiç."
Tarih her zaman tekerrür eder...
16 Kasım'da annem on dokuz yaşındayken babamla tanışmıştı. Ve yine 16 Kasım'da, ben on dokuz yaşındayken Araf'la tanışmıştım. Annem dostunun ihanetini görmüştü, ben de görmüştüm.
Annemin eski dostu Sevda Hanım da bana 'Küçük kızlar annelerinin kaderini yaşarlar' demişti.
"Anne... Ben ölecek miyim?"
"Hayır." dedi başını iki yana sallayarak. "Vaktin gelmedi, iyisin."
"Nefes alıyor olmam iyi olduğumu mu gösterir, anne?" Annemin yüzündeki ifade sarsıldı ve dudakları hafifçe büzüldü. "Eda'm..." dedi bu ismime vurgu yaparak. Yüzümü tamamen ellerinin arasına aldığında ona sarılma isteğiyle yanıp tutuştum.
"Evrim annemden nefret ediyor musun?" diye sordum bir anda aklıma düşen soruyla. Annem bir anda ondan bahsetmemle şaşırdı. "Evrim'den neden nefret edeyim ki?"
"Beni kaçırdı çünkü. Eğer yaşıyor olsaydın beni bulamayacaktın." Annemin gözleri boşluğa daldı. "Evet, dediğin gibi olsaydı onu kendi ellerimle öldürürdüm. Ama ben öldüm, Eda." Ben öldüm, Eda. Bu cümleyle istemsizce irkildim. Annem beni daha sıkı tuttu. "Bu yüzden ondan nefret etmiyorum, aksine ona minnettarım. O seni o hastaneden kaçırmasaydı sen ölecektin. Ondan uzaklaşma, o seni çok seviyor." Başımı salladım. "Biliyorum. Ama uzak durmalıyım. Çünkü artık onun yetiştirdiği o masum Eda değilim. Eğer karşısında benim gibi bir-" devam edemedim. "Birini... Görürse çok üzülecek."
"Belki evet. Ama onun da bildiği bir şey var ki kader hiçbir zaman değişmez. Sen seçimlerinle yön verirsin evet, ama her şey her zaman olacağına varır. Senin kaderinde yaşanması gereken bir şey varsa, her seçimin yine ona çıkar. O seni istediği gibi yetiştirsin, istediği kadar uzak tutmaya çalışsın. Geleceğin nokta yine burası olacaktı ve o da bunu biliyordu."
"Sen yine ölecek miydin yani?"
"Evet. Belki trafik kazası, belki boğularak... Ama... Bence beni Asaf öldürecekti." Çünkü annem doğum yaptıktan birkaç saat sonra dayım hastaneye gelmişti...
"Bir insan kardeşine bunu nasıl yapabilir?"
"Dünya hayatında işlenen ilk cinayet de kardeş cinayeti değil miydi, Eda? Neden şaşırıyorsun?" Annem bir anda sessizliğe büründü. Aklından geçen bir şey var gibiydi. Sanırım dayımla kendisini düşünüyordu.
Ama söylediği şey, beklemediğim bir şeydi.
"Baha yanıma geldi." dedi. "Bana ölüp de seni koruyamadığım için öfke kustu." Beni koruyamadığı için mi?
Elbiseme baktı. "Senin karardığını düşünüyor."
"Sen ne düşünüyorsun peki?"
"Sen söyle. Sence sen karardın mı?" Cevap vermeme izin vermedi. "Şöyle sorayım; abini öldürmeyi düşünür müydün?"
Abimi öldürmek mi?
Abime değil zarar vermek, sarılmaya bile korkuyordum.
Zihnimde bana bu soruyu soran ses tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum. Karanlık bir boşluktan dönerek gözlerimi hafifçe araladım. Göz açımda kahverengi duvar vardı ve sağıma doğru yan yatıyordum. Belimde bir kol ve sırtımda da bir bedenin varlığını hissediyordum. Ayrıca karnımda nefes almamı zorlaştıracak bir ağrı vardı. İstemsizce ağrıyla yüzüm buruştu.
Sağ kolumda damar yolu ve serum, göğsümde ise yapışkanlı şeyler vardı. Sanırım kalp ritmimi gösteren cihaza aitlerdi. Başımı çevirip bakamıyordum ama sesini duyabiliyordum.
Arkamdaki beden kime aitti peki?
Karnımda duran eline dokundum. Erkek eliydi ama alyans yoktu. Araf değildi.
Baba?
Dönüp bakamıyor olmak canımı çok sıkıyordu. Zorlukla dönmeye çalıştım ama aniden saplanan sancıyla sesli bir şekilde inledim. Hareketim ve sesimle arkamdaki adam yeni uyanmış gibi hareketlendi.
"Nefes!?"
Şaşkınlıkla kalakaldım. Abi?
Benim dönmeme izin vermeden o doğrulup yüzüme baktı. Gerçekten abimdi. "İyi misin, güzelim? Ağrın var mı? Hareket etme, ben hemşireyi çağıracağım." Telaşla kalkıyordu ki son anda elini havada yakaladım. Elini tutmamla dönüp bana baktı. "Gerçekten sen misin?" dedim varlığına inanamayarak. Abim duraksadı. "Evet... Neden öyle dedin?"
"Benden nefret ettiğini sanıyordum." Gözleri büyüdü. "Senden neden nefret ede-" Sustu. Birbirimizi gördüğümüz son gün, Açelya'nın cenazesiydi. Ve tüm nefretini bana kusmuş, onun kardeşi olmadığımı dile getirmiş, intikamını sadece babamdan değil, benden de alacağını söylemişti.
O günden sonra her gece abimin bağırışları bana kabus olmuştu. Çığlık çığlığa bağırarak uyanmıştım. Araf ise en sonunda çareyi psikiyatride bulmuştu.
"Kendini babanın seni aslında hiç sevmediğine inandırmışsın. Çünkü bu senin için daha kolay gelmiş. Babanın seni sevdiği halde sana bunları yaşatmasını kaldıramazsın çünkü."
"Seven biri yapar mıydı peki?"
"Sana bir soru soracağım. Bana içinden gelerek doğruları söyleyeceksin. İstersen düşünebilirsin de. Babanı seviyor musun? Yoksa saf nefret mi var kalbinde ona karşı?"
Bana kalsa anında nefret der kestirip atardım. Ama bu kafamın içindeki paradokstan ve kabuslar silsilesinden kurtulmak istiyordum. Bu yüzden düşündüm, düşündükçe cevap veremez oldum. Düşündükçe, her şeyi bir kenara bırakıp sadece aramızdaki baba kız bağını düşündükçe kayboldum. Nefret diyemedim, sevgi de diyemedim. Neydi bu saçma his?
"Bilmiyorum." dedim gözlerimi kaçırarak. "Annemi, abimi, kardeşimi... Ve diğer her şeyi bir kenara bırakıp sadece ona odaklandığımda saf bir nefret hissetmiyorum. Ama sevgi de değil. Ne bu hissin adı?"
"Bağlılık mı hissediyorsun?" Afallayarak ona baktım. "Hayır, ben o adama bağlı falan değilim!"
"Bağlılıktan kastım sadakat ya da boyun eğmek değildi." dedi. "Her ne olursa olsun, sonunda yanında yine onu arıyor musun? Kalbin kırıldığında, tehlikeye düştüğünde, korktuğunda... Ona sarılma ihtiyacı duyuyor musun? Bu isteği bastırdığın oldu mu?"
Oldu.
Bir cevap vermesem de doktor her şeyi anlamış ve burukça gülümsemişti. "Peki neden aynısını babanın da yaşayabileceğini kabul etmiyorsun? Onun yaptığı yanlıştı evet, ama seninki doğru muydu? Sen babana bağlılık hissettiğin halde, az da olsa sevdiğin halde bombalamak istedin. Tamamen yok etmek istedin. O sana bunu yapmadı, öldürmedi, sadece sevdiklerinden uzak tuttu." Elindeki raporları inceledi. "Ayrıca o ilaç hakkındaki testlere bakıyorum ve bu uyuşturucunun sadece uyuşturucu olduğunu, ölüme sürükleyecek ciddiyette bir madde olmadığını söylüyorum, Nefes. Baban seni hiçbir zaman öldürmek istemedi. Ama sen istedin."
"Çünkü annemi ve beni kıçı kırık bir kaç hisse parçası uğruna sattı. Ölüme itti!"
"Baban bunu biliyor muydu peki? Yani ölüme ittiğini." Annemin raporlarını kasasında sakladığını hatırladım. "Biliyordur, çünkü annemin raporları onun odasındaydı."
"Bunu nereden biliyorsun?"
"Kendim buldum."
"Peki o raporları annen öldükten sonra elde etmediğini nereden biliyorsun?"
"Babamı mı savunuyorsunuz şu an?" dedim dişlerimi sıkarak.
"Hayır, objektif bakıyorum. Baban Oğuz Karaslan'ın hasta ruhlu bir adam olduğu bir gerçek. O normal değil. Karısına ve oğluna yaşattıkları normal değil, vahşice. Ama şu an onlardan bahsedemeyiz, çünkü konu sensin. Seninle olan ilişkisi." Derin bir nefes alarak bilgisayarına döndü. "Tamam, bu günlük bu kadar yeterli bence, daha fazla üstüne gelmek istemiyorum. Uyku problemlerin ve sinir krizlerin için birkaç yatıştırıcı vereceğim, düzenli kullanman gerek. Düzenli kullanıp kullanmadığın bilgisini Araf Bey'den alacağım. Düzenli kullanmadığın takdirde bu nöbetlerin artacaktır, Nefes. Ve maalesef seni hastaneye yatırmak zorunda kalırız. Bunu istemiyorsun, değil mi?" Başımı iki yana salladım, gülümsedi. "Tamam o halde, anlaştık. Bu konuştuklarımızı kendini zorlamadan düşünmeni istiyorum, Nefes. Bir sonraki seansımızda görüşürüz."
Antidepresan kullanma sürecim böyle başlamıştı. Doruğa ulaşan öfke ve kederimi sınırlamıştı. Hissizleşmiş miydim bilmiyorum ama ilk günlerdeki kadar kriz geçirmemiştim.
Abim hiçbir şey söylemedi, belki de söyleyemedi, bilmiyorum. "Hareket etme, hemşireye haber vereceğim." dedi ve odadan çıkıp gitti. Zorlukla sırtımın üstüne yattım ve nefes nefese kalarak tavana baktım. Tavanda yıldızlar vardı, şaşırarak tavanı inceledim. Tüm tavan boyunca yıldızlar döşenmişti. Bu yıldızları biliyordum, karanlıkta parlayan yıldızlardandı. Çocukluğumda hep istemiştim ama babam- Hakan babam- hep saçma bulmuştu. Kirada kaldığımız için sıvalara zarar geleceğini, eve girerken yatırdığı parayı geri alamayacağını söylerdi. Şimdi ise o yıldızlar gözlerimin önündeydi. Gözlerim büyümüş, dudaklarım aralanmıştı. Yıldızların altında ayrıca koyu lacivert duvar kağıdı da vardı. Gece gibi görünüyordu.
Başımı çevirebildiğim kadarıyla odaya baktığımda gözlerim kocaman oldu.
Masmavi, denizci temalı çocuk odası takımı gözlerimin önündeydi. Hakan babam bunun erkek odası olduğunu söylemişti ve parasının da yetmeyeceğini söyleyerek almamış, onun yerine düz beyaz bir oda takımı almıştı. Çok üzülsem de bir şey diyememiştim çünkü biliyordum ki gerçekten durumu yoktu. O zamanlar Hakan babam bankanın müdürü değildi, sadece çalışanıydı ve abim de benim gibi çocuktu.
Ama babam bunu nereden biliyordu ve neden o odayı almıştı? Bu oda eski olmalıydı, çünkü bu oda takımı şimdi hiçbir mağazada yoktu. Tarihe gömülmüş, yerine yeni takımlar gelmişti.
Gardırobun çapa şeklindeki kulpunda bir askı takılıydı. Askıda mor renkte bir çocuk elbisesi vardı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Barbie'nin Rapunzel filmindeki Rapunzel'in o parıltılı mor elbisesiydi. Anneme hep ağlayarak o elbiseden istediğimi söylerdim ve annem de büyüdüğümde bana alacağını söylerdi. O elbiseye girmek için çok küçükmüşüm. Tabi bahaneydi, elbiseyi nereden bulacağını bilmiyordu.
Ama babam bunu da bulmuştu ve almıştı. Yapay durmuyordu, tıpatıp aynısıydı. O kadar güzeldi ki...
Gözlerimin ne ara dolduğunu ve ne ara ağlamaya başladığımı bilmiyordum. Hıçkırdıkça canım acıyordu ve canım yandıkça daha fazla ağlıyordum. Duygusal olarak çok hassas hissediyordum kendimi. Kapı bir anda açıldı ve babamın geldiğini gördüm. Ağladığımı görünce bir an donakaldıktan sonra yanıma oturdu. Elmacık kemiğinde bir morluk vardı. Son gördüğümde o iz orada yoktu. Sanırım abimin eseriydi.
"Nefes? Neden ağlıyorsun?" Kapıya döndü. "Hemşire!" Bağırışı o kadar yüksekti ki, bir an irkileceğimi sandım ama öyle bir şey olmadı. Abim ve hemşire tam o sırada içeri girdi. "Ağrısı var!" dedi babam bağırarak. "Bir şey yap, ağrımasın! Canı acıyor!"
Kolumda takılı olan seruma bir şeyler enjekte etti, sanırım ağrı kesiciydi. Abim koşup diğer tarafıma gelmişti. "Dokunma ona." diye hırladı babama dönüp. Gözlerinden ateşler fışkırıyordu. Babamsa onu dinlemedi, elimi tuttu. Diğer elini alnıma koydu ve ateşime baktı. "Ben hasta değilim." dedim iç çekerken. "Vuruldum."
"Aynen." dedi abim. "Kendi abisi vurdurdu." dedi babamı işaret ederek.
Gökhan Karaslan'dan beklenen hareketler. Ağlama şiddetim azalırken derin nefesler alıp kendi kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Ağlamak istemiyordum, beni aciz gösteriyordu. Kalkmak istediğimde karnımdaki acı beni iki büklüm ederek inlememe neden oldu. Hemşire, babam ve abim aynı anda beni yatırmaya çalıştı. "Daha yeni uyandın, kalkma." dedi abim. "Bana niye haber vermiyorsun?" dedi babam öfkeyle abime bakarak. Abim alayla güldü ve tiksintiyle baktı ona. "Seni ilgilendirmediği içindir."
"O benim kızım!"
"Hı evet, kendi ellerinle zehirlediğin kızın!"
"Ben onu hiçbir zaman zehirlemedim!"
"He amına koyayım, ben de Cüneyt Arkın."
"Ay yeter!" dedim ağrıyla yüzümü buruştururken. "Sizi mi çekeceğim? Rahat bırakın beni." Hemşire onlara döndü. "Hastanın dinlenmesi gerek. Sizi dışarı almalıyım." Abimle babam birbirlerine inatlaşarak bakmaya devam ettiğinde hemşire sıkıntıyla nefesini verdi. "Beyler!" diye seslendi. "Hadi!" Eli maşalı bir kadına benziyordu, hissettiğim acıya rağmen gülümsemeden edemedim.
Babamla abimi odadan kovdu.
Babamla abim odadan çıktı.
Bir anda kahkaha attım, aniden sancı saplanınca kahkaham inlemeyle kesildi, yüzüm buruşmuştu. Hemşire yastığımı düzelterek yatışımı düzeltmeye çalıştı. "Ağrı şiddetiniz ne kadar yüksek?" Boş bulunarak "Karnımı sikiyorlarmış gibi." dedim. Sonra duraksayıp özür dileyerek baktım. "Pardon ya, yanlışlıkla kaçtı."
Hemşire şaşırmıştı, özür dileyişimden sonra ise belli belirsiz gülümsedi. Yapay bir gülümseme değildi. "Sorun değil. Biz acının etkisiyle neler neler söyleyenleri duyduk. Bu masum kaldı. Dozu biraz daha artırayım o zaman." dedi ve az önce koyduğundan biraz daha az miktarda enjekte etti seruma. Başka bir şırıngaya başka şeyler daha ekledi ve şırıngayı sallayarak mix haline getirdi. Onu da enjekte ettiğinde pür dikkat onu izliyordum. Bunu fark ettiğinde gülümsedi.
"Babamla abimi nasıl kuzu ettin?" diye sordum merakla. Gülümsemesi genişledi. "Ortalık bir tık karışmış olabilir." dedi. Serumun akış hızıyla oynadı. "Ve sanırım ben de adamlarından birini yanlışlıkla haşat etmiş olabilirim. Yanlış anlama, elim çarptı sadece. Ben bir şey yapmadım."
"Bir adamı haşat ettin diye senden korkmazlar." dedim. "Birinin kızı, diğerinin de kardeşiyim. Alışkınlar." Güldü. "Boş versene." dedi serumu bırakırken. "Ben Melike. Ağrın olursa bana seslen. Senin için buradayım."
"Seni zorla tutmuyorlar, değil mi?" dedim.
"Yo." dedi. "Aksine ben gelmek istedim. Hastanenin yoğunluğundan biraz olsun kaçmak için. Çok da iyi oldu valla. Kötü davranan yok zaten."
"Babam çalışan kimseye kötü davranmaz." dedim. "Bozuk saat bile günde iki kere doğruyu gösterir. Aşağılayıp kötü davranan amcamdır, babam aksine korur." Melike gülümsedi. "Belli oluyor. Korumanın biri ters bir laf etti diye ağzının yerini değiştirdi, sonra da bana pansuman yaptırtıp 'Ne oldu yarrağım yine bu kıza muhtaç kaldın' dedi." dedi. Sonrasında duraksadı. "Pardon ya, boş bulundum. Ama öyle söyledi yani, ben ne yapayım?" Elimde olmadan güldüm.
"Biri geldi mi hiç?" dedim merakla. "Nasıl biri?" dedi kaşlarını çatarak. "Çok yakışıklı biri." dedim gülerek. "Gamzesi var, uzun boylu, esmer, hafif sakalları var, belki maskeli." Kız aydınlanma yaşamış gibi baktı. "Ha şu deli adam." dedi kapıyı işaret ederek. Gözlerim büyüdü. "Deli mi? O adam benim kocam." dedim şaşkınlıkla.
"Kocan mı?" dedi o da şaşırarak. "O yüzden bir taraflarını yırt- pardon, kafayı yedi Nefes de Nefes diye? Beyefendi rahat durmadığı için Oğuz Bey'in emriyle uyutuyoruz o adamı, hemen yan odanızda." dedi.
"Köpek mi benim kocam ya!? Ne demek uyutuyoruz!?"
"Oğuz Bey'in söylediğine göre köpekten farkı yokmuş." Ellerini havaya kaldırdı. "Vallahi o söyledi, ben değil."
Araf buradaydı. Benim için endişelenip ortalığı birbirine katmıştı ve babam da onu uyutmuş muydu? Köpekten farkı yoktu, öyle mi?
"Çabuk onu benim yanıma getirin." dedim öfkeyle.
"Ama odaya bir yatak daha sığmaz." dedi Melike hemşire. Kaşlarımı kaldırdım, "O zaman beni ona götür."
"Hareket etmemeniz gerek." Kaşlarım çatılırken birkaç saniye derin nefes alıp verdim. Sonrasında karnımdaki yarayı umursamadan "BABA!" diye haykırdım öfkeyle. Birkaç saniye sonra babam içeri girdi. "Ne oldu?"
"Kocamı istiyorum!" dedim çatık kaşlarımın altından öfkeyle ona bakarken. Babam göz devirdi. "Soyunu siktiğim." dedi Araf için.
"Onun soyu senin karın oluyor." dedim tek kaşımı kaldırarak. Babam umurunda olmadığını gösterir gibi baktı. "Ve aynı zamanda annem de oluyor." dediğimde bu sefer yüz ifadesi değişti. "Tamam." dedi. "Sustum. Yok sana kocan. Öldürüyordu beni az daha."
"Acaba neden?" dedim coşkuyla ellerimi açarken. "Kocamı istiyorum, ya o buraya gelsin, ya da beni ona götürün."
"Ameliyat geçirdin." dedi babam. "Hiçbir yere gidemezsin, yat aşağı." Burun kıvırdı. "Birazdan uyanır o hıyar da, görürsün doya doya." Karşı gelmek için ağzımı açtığım gibi Melike'ye bir baş hareketi yaptı. Melike seruma başka bir ilaç daha enjekte edip serumu hafifçe salladı.
Saniyeler sonra uykuya daldım.
***
Uykudan uyandığımda hiçbir ağrı hissetmediğimi ve rahat olduğumu hissettim. Ne kadar süredir uyuduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu ama kocam yanı başımdaydı.
Ayılmak için kendime biraz zaman verdim. Perdeler açıktı ve gün aydınlıktı. Hangi gündeydik? Ne kadar zaman geçmişti? Zaman kavramım kalmamıştı.
"Araf." Araf sesimi duyduğu gibi sıçrayarak uyandı. Sanırım sabah saatleriydi. Telaşlı gözleri beni buldu. "Nefesim? İyi misin? Ağrın var mı? Canın yanıyor mu?" Örtüyü kaldırdı ve üstümdeki rahat bluzu yukarı sıyırmak istedi. "Pansumanına bakacağım." Ellerini tutup durdurdum. "Sevgilim iyiyim ben."
"Şu çenemi sikeceğim artık ha!" Dedi öfkeyle. "Ne zaman sana saçma sapan laflar etsem başına bir iş geliyor." Elini kurtarıp kendi ağzına vurdu. "Sussana piç kurusu!" Kendine vurduğu elini tutup vurmasına engel olmaya çalıştım. "Araf yapma! Senlik hiçbir şey yok neden kendini suçluyorsun?"
"Kimdi o şerefsiz!? Biliyor musun kim olduğunu!? Gidip soyunu sikmezsem bana da Beyaz Maske demesinler!" Duraksadı. "Siyah." dedi. "Siyah Maske. Demesinler işte ulan!"
Tuttuğum elini gülümseyerek kalbime götürdüm. "Sen benim kalbimin beyaz yanısın, sevgilim. Seni ilk tanıdığımda beyazdın, bir an bile kararmadın." Araf bocaladı ve kendini koltuğa geri attı. Bana yakın oturduğu için eli göğsümden ayrılmadı. "Sen öyle san." dedi çocuk gibi homurdanarak.
"Baban öldükten sonra maskenin rengini değiştirdin." dedim. "Neden?" Araf sessiz kaldı. Sessiz kalarak hiçbir yere varılmadığını neden anlamıyordu? Artık konuşması gerekiyordu. Konuşmaya bir yerden başlaması gerekiyordu.
"Babamın baskısına ve karanlığına inat beyazdım ben." dedi. "O öldükten sonra da anlamı kalmadı. Çünkü o, karanlığını da alıp gitmişti ve ben de beyaz olmadığımı biliyordum. Saf ve masum değilim, Nefes. Hiçbirimiz değiliz. Ama babamla karşılaştırılınca ben çok masumdum."
"İşlenen suçlar ve kararmış bir kalp..." dedim. "Eğer bundan bahsediyorsak sen benden de masumsun, Araf." Araf gözlerini kaçırdı. "Engel olamadığım için özür dilerim. Seni karşımda gördüğüm ilk an donup kalmak yerine seni elinden tutup oradan kaçırmadığım için özür dilerim." O gece durmadan, hiçbir şeye bakmadan, dikkati bir an olsun dağılmadan sürekli bana baktığını hatırladım. Ben de ona kitlenip kalmıştım ama onun gibi değildim. Etrafıma bakabiliyordum. Araf ise sadece bana bakıyordu.
O gün, gözüne kestirdiği kurbanın ben olduğumu düşünmüştüm. Korkmuştum ama bunu dışarı yansıtamamıştım. Nereden bilebilirdim bana aşık olduğunu? Nereden bilebilirdim sevdiği kadını ilk kez karşısında gördüğü için donup kaldığını? O orada bir katildi ve gözlerimin içine bakıyordu. Kimin aklına gelirdi?
"Demek güzelliğimden nutkun tutuldu." dedim onunla uğraşarak. Gerginliğine rağmen güldü ve tuttuğum elini hafifçe çevirerek elimi kavradı. "Ne diyorsun? Aklımı aldın, aklımı."
"Hiç mi demedin, amına koyayım halam dirilmiş lan diye?" diye sorduğumda kahkaha attı. "Yüzünün her karışını ezbere bilen adama bunu soruyor musun cidden?" Gülümsedim. "Hiç karşıma çıkmadın mı?" diye sordum hafif bir hüzünle. "Hiç mi görmedim ben seni? Önünden de mi geçmedim? Nasıl ilk kez görmüş olabilirsin beni?"
"İlk kez gördüğümü söylemedim." dedi. "İlk kez karşımda gördüğümü söyledim." Gözleri yere indi ve ayağıyla usul usul yeri tekmeledi. "Ben seni uzaktan hep gördüm. Geceleri pencerenin önünden ayrılmıyordum. Bir kere babana yakalandım. Beni sokak sonuna kadar kovalamıştı. Motoruma atlayarak kaçtım elinden." Dudaklarım aralanırken gülmemek için kendimi zor tuttum. "Nasıl? Hakan baba-"
"Hayır. Oğuz Karaslan'dan bahsediyorum."
Şaşkınlığım katlanarak arttı. "Nasıl ya?" dedim. "E onun orada ne işi vardı?" Omuz silkti. "O da seni izlemeye gelmiş. Tecrübe ettiğim en önemli şey; kız babaları fazla agresif oluyor. Benim babam tam tersi kız bul diye başımın etini yiyordu." Derin bir nefes verdi. "Ne işin var lan senin burada götlek, diye bağırdı. Kendimi ondan kaçarken buldum. Diklenmek aklımın ucundan bile geçmedi, kayınpeder sonuçta riske atmamak lazımdı. İşin ucunda kızı alamamak var, gerçi fikrini de sormadık ama olsun." Kahkaha attığımda yaram sızladı ama büyük bir ağrı yoktu. "Abim sokak kavgası sanıp sallamamıştı." dedim. "Siz miydiniz o?"
"Kız nasıl hatırlıyorsun?" dedi gözlerini büyüterek.
"O adam çok içten bağırmıştı götlek diye, oradan aklımda kaldı. Demek ki babammış." Araf da güldü. "Oğuz Karaslan ile ilgili eğlenerek hatırlayacağım ikinci anım bu." dedi.
"Birinci ne?"
"Evlendiğimiz anki yüz ifadesi." dedi sırıtarak.
"Kes lan, götlek." dedi babam içeri girerken. Kapıda bizi mi dinliyordu? Onu görünce gerildim ve kaşlarım çatıldı. "Nefes 'in kocası demem yapışırım."
"Tövbe tövbe." dedi Baha arkadan. Babamın peşine takılıp gelmişti. Sanırım babamla yalnız kalacağımı düşünüp gelmişti ama Araf da buradaydı. "Yapışırım derken?"
"Evet, sevgili kayınpederim. Yapışırım derken?" dedi Araf dehşetle.
Neler olduğunu anlamıyordum. Şu an aralarındaki en gergin kişi bendim. Olanlar mı unutulmuştu yoksa bilmediğim bir durum vardı da o yüzden mi her şey normalmiş gibi konuşuyorlardı? Araf babama bakmaya devam ederken tuttuğu elimi sıktı. Rahat olmamı istediğini hissettim ama mümkün müydü? Bu adam bize neler yapmıştı! Kardeşim ölmüştü, kardeşim!
Yine abime ve Araf'a güvenmeyi seçtim. Hiç pişman olmamıştım, olacağımı da sanmıyordum.
***
BAHA KARASLAN
İçin içini kopartırken, kanarken, yanarken ve ölürken gülümsemek ve espri yapmaya çalışmak. Kendimizin kendi ruhuna uyguladığı bir işkenceydi. Acıyı katlar, çarpar ve artırırdı. Ve sen de her seferinde daha da gülerdin. Kendinle dalga geçer gibi kahkahalar atar, kendini yok etmek ister gibi gülerdin.
Sevdiğim, evlenmek ve karım olmasını istediğim tek kadını öldüren adama gülmek de benim kendime uyguladığım bir işkenceydi. Bu işkence öldürmez süründürür türdendi. Her ne kadar kafamı duvarlara vurmak istesem de yapamıyordum. Olmuyordu.
"Bu iki hafta çok önemli." dedi Oğuz Karaslan derin bir nefes vererek. "Bu iki haftadan sonra Nefes tamamen iyileşecek ve her şey birbirine girecek. Bana açtığı savaştan sonra bir de abime savaş açacak. Ben ona kıyamıyorum, ama abim kıyar."
Araf hemen yanımda oturuyor, Oğuz Karaslan'a benimle aynı bakışı atıyordu. He öyle mi yarrağım, bakışı.
"Birincisi; ne yapmamızı istiyorsun, amına koyayım." dedim bir parmağımı kaldırarak. "İkincisi; senin isteğini yapacağımızı sana düşündüren ne, amına koyayım." dedim ikinci parmağımı da kaldırarak. "Üçüncüsü; sen mi ona kıyamıyorsun, amına koyayım?" dedim alayla gülerek ve üçüncü parmağımı da kaldırarak. "Dördüncüsü; bize ne, amına koyayım?" dedim dördüncü parmağımı da kaldırıp. Araf yanımda gülerken tek eliyle yüzünü kapattı. Bense hiç olmadığım kadar ciddiydim. Oğuz Karaslan da öyle. Birbirimize uzunca bir süre aynı şekilde bakmaya devam ettik.
"Annenin hırsı mı bu?" dediğinde kanayan yarama dokunduğunun tabii de farkındaydı. Dişlerimi sıktım. Annemin elini tuttuğum o son günü hiç unutmuyordum. Bir sürü makineye bağlıydı ve eli buz gibiydi. "Açelya için bu kadar öfkelenmiş olamazsın. Buna inanmıyorum. Sen kimseyi sevemezsin. Sen kullanıp atmayı bilirsin, oğlum. Eflin'e yaptığın da bu değil miydi?"
"Sen benim sevgimi sorgulayabilecek son insansın." dedim kendimi frenlemeye çalışarak. Ama sesim tıslama gibi çıkmıştı. Kardeşim yukarda baygın yatarken bu adamı öldüremezdim. Dışarıda onlarca adam vardı, kardeşimi öldürürlerdi.
"Halamı karnı burnunda haliyle reddeden ve ölüme iten adam mı söylüyor bunu?" dedi Araf gülerek. "Sen olsaydın halam ölmezdi. Nefes annesiz kalmazdı, sizden uzakta olmazdı!"
"Denemediğimi mi sanıyorsunuz?" dedi Oğuz Karaslan kaşlarını çatarak. "Zeynep benden ayrılmadı. Ayrılmadığı gibi de hayatımı mahvetti."
"Sen de öldürdün?" dedim. Neyse ki bu cümleyi kurarken sesim titrememişti.
"Bunu istemedim, ama mecbur bıraktı. Annen sandığın kadar masum değildi."
"Herkesin annesi masumdur." dedi Araf. "Zeynep Karaslan belki masum değildir, ama Baha'nın annesi masumdu." Oğuz Karaslan bir süre Araf'ın yüzüne baktı. Annenin ne demek olduğunu o bilemezdi. Çünkü annesi doğumda ölmüştü. Yaren Karaslan öz kardeşi değildi, öz halam değildi.
"Beni tehdit etti."
"Sen de susturmanın yolunu aramak yerine öldürdün?" dedim daha da üstüne giderek. Annemin haklı olduğunu düşünmüyordum. Aldatıldığını öğrendiği an çekip gitmesi gerekirken o kalmak istemişti. Bu hataydı, kimse bunu kendine yapmamalıydı.
Araf yine güldü. "Hadi diyelim Zeynep halam seni tehdit ettiği için mecbur kaldın. Peki ya Yağmur halam? Onu neden kendi elinle ateşe attın?" Babam başını çevirdi. "Bunun için konuşacağım kişi siz değilsiniz. Başka bir şey konuşacağım. Nefes için bir şey yapmak istiyorum."
"Bomba? Fare zehri? Suikast?" diye tek tek sıraladığımda göz devirdi. "Doğum günü geçti." dedi. "Geçeli aylar oldu hatta. Ama her şey çok karışıktı, hala karışık. Hatta daha da karışık. Onunla bir araya gelebileceğimiz tek anda birbirimize silah çekmiş olacağız ve benim bir hayalim var."
Kahkahalarla gülmek istedim. Hayalmiş! Bizim hayallerimizi siktikten sonra karşımıza geçip hayalden mi bahsediyordu? Gerçekten mi yani? Bu niye bizi ilgilendirsindi ki?
Uzaktan kuzenim olan, hatta neredeyse kan bağımızın var bile sayılmadığı enişteme dönüp baktım. Annem, onun babasının kuzeniydi. Uzaktan halasıydı.
"Bizi geçtim." Dedi Araf. "Nefes'in ne kadar umurunda bu? Sakin kalacağını sana düşündüren ne?"
"Ona ilaç veriyorum." Dediği gibi ayağa fırladım. Araf da benimle eş zamanda kalkmıştı ama ben daha hızlı davranıp yakasına yapıştım. "Haysiyetsiz köpek! Ne veriyorsun lan kardeşime!? Seni o ilaçta öyle bi boğarım ki nefes alamazsın, sokuk!"
"Baha dur!" Dedi Araf. "Sen karışma!" Diye bağırdım ona bakmadan ama ona hitaben.
"Hiçbir şey!" Diye bağırdı babam da ellerimi yakasından silkip beni itekleyerek. "Sadece sakinleştirici! Fevrice ani hareket edip kendine zarar vermesin diye!"
"Kim inanır sana?" Dedi Araf üstüne yürüyerek. "Sen değil miydin benim karımı zehirleyen? Sen değil miydin onu öldü gösterip günlerce ışıksız odaya hapseden? Sen değil miydin ona tokat atan? Sen değil miydin lan annesinin ölümüne sebep olan!? Ne anlatıyorsun burada!? Senin hayallerin ne bizim ne de Nefes'in umurunda!"
Sıkıntılı bir nefes verdi ve etrafa bakındı bir süre. Araf'la ben ise en ufak hareketinde üstüne atlayacakmışız gibi tetikte bir şekilde onu izliyorduk.
"Bu Nefes'i de etkileyecektir. Şimdi hatırlat mı bilmiyorum, ama onun da çocukluk hayali." Gözlerimi kıstım. "Neymiş o?"
Gözleri boşluğa daldı ve belli belirsiz gülümsediğini gördüm. "Mavi prensesli pasta." Bize baktı. "Siz yapacaksınız."
Ağzım bir karış açılırken şaşırıp kaldım. Dönüp Araf'a baktığımda ne diyor bu değişik der gibi bir garipsemeyle babama baktığını gördüm. Ben "Prenses mi?" Derken Araf "Mavi mi?" Dedi.
"Deccalli kırmızı pasta desen neyse de mavi prensesli pasta ne ulan?" Dedim tip tip bakarak. "Ayrıca yaptığın onca pezevenkliği birkaç lokmalık pastayla mı sileceksin? Kafan bu kadar mı senin?"
Araf ise sessiz kaldı, düşünceli görünüyordu. Öyle düşünceliydi ki, aklından ne geçtiğini merak etmiştim.
"Yukarıdaki oda, Nefes'e hazırladığım bir odaydı. Onun istediği ama Hakan'ın almadığı, Evrim'in ise imkanı olmadığı için alamadığı her şey var. Şimdiye kadar fark etmiş olmalı. Şimdi de o filmden görüp istediği pastayı ona vermek istiyorum. En azından onun için yaptığım son şey bu olsun. Benim için ya da Nefes için değil. O küçük kız çocuğu için, Eda için." Araf, bam teline basılmış gibi ürperdi ve geriye adımladı.
"Sadece bir gün." Diye devam etti. "Sadece bir gün için hepimiz her şeyi unutalım. Tarih 21 Ocak'mış gibi davranalım. Sonrasında isterseniz yine birbirimizi kurşunlarız, fark etmez."
Bu herife zerre güvenmiyordum. Hiçbir lafı da inandırıcı gelmiyordu. Aldığı her bir nefes tanesi benim ciğerime ağır gelirken her şey normalmiş gibi yapmamı bekleyemezdi! Ben canımı gömmüştüm, benden hiçbir beklentisi olamazdı.
"Sen-" Araf kolumu tuttuğunda sustum ve ona baktım. "Nefes iyi değil, Baha. Onun daha çabuk toparlanması için moralinin düzgün olması şart. Sadece senin değil, onun da ruhu kan ağlıyor. Ölen sadece senin sevdiğin kadın değildi, onun da kardeşiydi. İlaçlarla ayakta duran karımı artık gülümserken görmek istiyorum ben. Tek bir anlığına olacak da olsa, tek bir saniyesi için bile her şeyi yapmaya razıyım." Babamla arama girdi ve onu kapatarak karşımda durdu. "Biz buradayız. Biz varken ona kim ne yapabilir? Abisi yanında onun. Nefes'in abisi var, yalnız değil."
Nefes'in abisi var...
Ben varken ona hiçbir şey olmayacaktı.
Ama yine de kanıma dokunuyordu. Kendime daha ağır işkenceler çektirmeye hazır mıydım cidden? Sanmıyorum.
İkisini de bırakıp hışımla arkamı döndüm ve bahçe kapısından dışarı çıktım. Beni direkt çimlik arazi karşıladı. Biraz ilerlediğimde beyaz renkli şık kamelyayı gördüm ve oraya doğru gittim. Eve arkamı dönüp masaya oturdum ve dirseklerimi dizlerime yaslayıp ağaçlığa baktım.
Bağıra bağıra ağlamak isteyip de kendimi tuttuğumu neden kimse göremiyordu? Ölüm döşeğinden farksız olduğumu neden kimse görmüyordu? Onlar mı kördü, yoksa ben mi fazla iyi bir oyuncuydum?
Adım seslerini işittim.
Araf yanıma geldi ve o da masaya oturdu. Bir süre sessiz kaldık. Ne kadar süreydi bilmiyordum ama bana uzun gibi gelmişti.
"Ne hissettiğini anlayamam. Ve inan bana anlamak da hiçbir zaman istemem. Nefes'in vurulduğunu o telefondan duyduğumda öleceğimi sandım. Yüreğim öyle sıkıştı, öyle bir sancı girdi ki... Telefonun öbür ucundayım, diğer ucunda karım ölmek üzere ve ben hiçbir şey yapamıyorum." Ona hiç bakmadım ama dinlemiyor da değildim.
"Ben küçük bir ihtimalle mahvoldum. Tamamen elimden kayıp gitseydi bana ne olurdu hiç bilmiyorum." Bana baktığını hissettim ama ona bakmamakta kararlıydım. Bakarsam gözlerim dolardı ve ben güçsüz görünmek istemiyordum artık. Yeterince bitiktim. "Senin hovarda, dayanıksız bir zengin piçi olduğunu sanıyordum." Dediğinde dudağımın kenarı alayla kıvrıldı ama ses vermedim.
"Ama hiç öyle değilsin. Ben senden daha çok öyleyim, amına koyayım." Belli belirsiz gülümsedim ama hemen kayboldu. "Nasıl başarıyorsun?" Diye sorduğunda sesinde gerçek bir merak vardı. "O gittikten sonra bile... Nasıl bu kadar diksin? Nasıl nefes alabiliyorsun? İnan bana şaşırıp kalıyorum. Seni doğru tanımamışım. Çok güçlü bir adamsın."
"Sırtımdaki kamburu, elimdeki değneği sen görmüyorsun diye ben dik mi oluyorum?" Diye sordum. "Ben sadece nefes alıyorum. Yaşamıyorum, hissetmiyorum, duymuyorum. Bu hayatta hiçbir amacım ve gayem kalmadı. Şu an elimde büyük bir güç var. Babamın konumu ve şirketi bana ait. Ama o kadar anlamsız ki..." İlk defa dönüp baktım. "Babam Yağmur a- teyzeyi... Şirket uğruna terk ettikten sonra nasıl anlam buldu? Nasıl her gün o süslü altın mezara girip de herkese gülümsedi? Benim için Açelya'dan sonra her şey anlamını yitirirken o nasıl hayatına devam edebildi?"
Sessiz kaldı. O da bilmiyordu çünkü. Bunun cevabını bir tek konu odağı kişi verebilirdi ama onun da sesini kesmek, yüzünü dağıtmak istiyordum.
"Sana bir teklifim var." Dedi. Merak etsem de bunu ayan beyan belli etmek yerine sadece baktım ona. "Eğer bunu yaparsak... Yani Oğuz Karaslan'ın bahsettiği şeyden bahsediyorum. Bunu yapmayı kabul edersen... Oğuz Karaslan'ın başını ezmen için her türlü yardımı yapacağım."
Gözlerimi kıstım. "Nasıl bir yardım?"
Gülümsedi. Kırık bir gülümsemeydi. Sanki kulağa güzel gelecek, ama onun için hiç de hoş olmayan bir şeyden bahsedecek gibiydi.
"Büyük masanın yıllardır gizli olan gerçek lideri babamdı. Her ne kadar babam bunu zerre istemese de... O öldükten sonra Sadık Balaban, onun koltuğunu bana verdi."
* 05.03.1978
İyi ki doğdun Yağmur Pakgör 💙💧
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro