46 | Kuyunun Dibi
*Merhabalar!
* Bu bölüm, Esfel'in son bölümü. Artık Mevt'e geçiyoruz :)
Mevt için ayrı bir kitap yazmayacağım, bu kitapta devam şeklinde yazılacak.
*İlk kitabın ismi "Yağmurun Nefesi"ydi, bunu değiştirip "Yağmurun Nefesi - Zuhur" yaptım, çünkü yeni okuyacak olanlar YN'yi tek kitap zannediyordu. Başlığında "I, II, III" yazmasına rağmen nasıl karıştırdılar ben de anlamadım ama buna da bu şekilde çözüm bulduğumu düşünüyorum.
Kitap kitlesi büyürse ve bu sorun da katlanarak büyürse bu kitabı kaldırıp, tüm bölümleri ilk kitapta devam şeklinde yeniden paylaşabilirim. Kesin bir şey yok. Sadece bu sorun katlanarak büyürse yapacağım.
*Üçüncü kısım, planlarımda değişiklik olmazsa Zuhur ve Esfel'e göre daha kısa olacak. Yani demek oluyor ki, finale çok yaklaştık.
*Yağmurun Nefesi, baştan sona kadar planlı kurguya sahip, arkadaşlar. Yani mesela biri ölüyorsa (örnek) bu heyecan olsun diye değil, planlama böyle olduğu içindir.
Gözden kaçan veya unuttuğum birkaç detay var, tekrar okurken ben de fark ediyorum. Final olduğunda bir defter dolusu not alıp hepsini teker teker düzeltmeyi planlıyorum. Büyük değişiklik olmayacak, sadece hataları düzelteceğim. Bölümler yayından da kalkmayacak.
*Çoğu yazarın yorumlarında görüyorum işte "sen yazıyorsun, yazar sensin, böyle yazmak zorunda değilsin" vesaire tarzı. Bilmenizi isterim ki, bu hikayeleri biz kendimiz kurgulamıyoruz. Kafamızda kendiliğinden oluşmuş bir hikâyeyi ve olay örgüsünü yazıya dökerek size ulaştırıyoruz. Kafamıza göre bir şey değiştiremeyiz veya ekleyemeyiz. Kurgu ilerlemez, yarı yolda kalır.
*Esfel'in finaliyle alakalı uzun uzun duygusal konuşma yapmayacağım, bu konuşmayı finale saklıyorum 🩸
*Üçüncü kısım için hikâyeye ara vermeyeceğim. Çünkü bu bölüm için sizi maalesef ki iki ay kadar beklettim. Tercih dönemi, araştırmalarım, babamın şark görevi dolayısıyla taşınma süreci, yerleşme dönemi, üniversiteye gidiş için hazırlık derken hiçbir kitabıma bölüm yazamadım. Yazdığım kadarıyla sizlere kesitler paylaşabildim.
Tekrar söylüyorum; üçüncü kısım için ara verilmeyecek.
*İyi okumalar♥️
Cem Tuncer - Hayat Murat Hüzün Teması
Harry Gregson-Williams - McCall's Return
Feride Hilal Akın, İlyas Yalçıntaş - Şehrin Yolu
No Clear Mind - A New Sun
Cem Adrian, Mark Eliyahu - Kül
🕳️
46. Bölüm
|İKİNCİ KISIM FİNALİ|
"O iyi mi?"
Duyduğum ses, içine battığım bataklıktan beni kurtaran tek şeydi.
Gözlerimi açmak, hiç bu kadar zor olmamıştı. Ayrıca başımdaki ağrı da dayanılmaz derecedeydi ve ben kafamı duvardan duvara vurma isteğiyle yanıp tutuşuyordum.
"Tansiyonu hâlâ düşük, ayrıca çok fazla kilo vermiş, değerleri de çok düşük. Bol su içmesi ve iyi beslenmesi gerekiyor. Bütün bunların dışında şu anlık iyi. Geçmiş olsun."
"Teşekkürler."
Adım sesleri, ve kapının kapanışı.
Elimde tanıdık sıcaklığı hissettiğim an kalbim sanki ilkmiş gibi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Beni hâlâ ilk günkü gibi nasıl heyecanlandırabiliyordu? Ne istiyordu? Ölse miydim yani? Kalp krizi mi geçirseydim?
Ölüm.
Kalp.
Göğsümde kendini hissettirircesine hızla atan kalbim, acıyla sıkıştı.
Kalan tüm gücümü kullanmaya çalışarak gözlerimi araladım. Yoğun ışık huzmesi gözlerime girerken baş ağrım daha da artmıştı. Yüzümü buruşturarak başımı duvara doğru çevirdim. Araf oradaydı. Ve hâlâ elimi tutuyordu. Hâlâ.
Sesimi bulamadım, kendimi toparlayamadım. Sadece baktım. Gözlerimde ne gördü, ona nasıl bakıyordum bilmiyordum. Ama gözlerini gözlerimden kaçırdı ve acıyla yumdu.
"A-"
"Sus." Dedi. "Yorma kendini. Bedenin bitap düşmüş." Gözyaşı şakağımdan süzülerek beyaz yastığa düştü. Benim bedenim bitap düşse ne olurdu ki? Kardeşimin bedeni ölmüştü.
O anları hatırlayamıyordum. Tek bildiğim, Açelya'nın vurulduğu ve abimin kollarında son nefesini verdiğiydi.
Bana ne olmuştu? Neden hastanedeydim? Neden baygındım ve neden bu kadar yorgundum? Neden sakindim?
Ölmek isteyecek kadar yorgundum.
Sırtımdaki yükler omurgamı kıracaktı sanki.
Hırıltılı ve güçsüz çıkan sesimle "Neden hâlâ benim yanımdasın?" Diye sordum. Bir an bile bırakmadığı elimi sıktı. Gözlerime bakmadan, "Eğer gerçekten sen yapsaydın söylerdin. Ona inanacak değilim." Dedi. Ama biliyordum, gerçekten benim yaptığımı biliyordu. Ya kendisini kandırıyordu, ya da beni.
Akan gözyaşlarım daha da hızlandı. Ama sesimi çıkarıp da bağıramadım. Kalkıp ortalığı yıkamadım. "Kardeşim nerede!?" Diye bas bas bağıramadım.
Belki de sakinleştirici yapmışlardı, onun etkisiydi bu sakinliğim.
"Araf..." Dedim ama yine susturdu beni. "Kendini yorma. Sen dinlen, ben de taburcu işlemlerini yapayım." Ayağa kalktı ve yüzüme bakmadan odadan çıkıp gitti.
Kapının kapandığı an, benim içimi çektiğim an olmuştu. Serum bağlı elimi gözlerime götürdüm ve iç çekerek ağlamaya başladım. Bu iç çekişler sessizdi, sakindi. Kimsesiz bir çocuğun, sokağın ücra köşesinde ağlayışı gibiydi.
Araf beni affetmeyecekti.
Affetmesin. Ben de bunu istiyordum.
Ama bildiğim bir şey vardı ki, ne kadar affetmese affetmesin, sırt çeviremeyecekti. Belki beni sonsuza kadar affetmeyecekti, ama çekip gitmeyecekti de.
Hemşire girdi ve benim ağlamaktan kızarmış gözlerime baktı. Tek kelime etmeden sessizce serumu çıkardı, serum izinin olduğu yere ufak bir yara bandı yapıştırıp gitti.
Araf geri dönmedi.
Üstümdeki ince örtüyü kaldırdım. Ayaklarımı aşağı sallandırarak oturur pozisyona geldim. Vücudumda çekilmez bir bitkinlik vardı.
VIP hasta odalarından birindeydim. Normal bir odaya göre fazla lüks tasarlanmıştı.
Yatağın karşısındaki tezgah şeklindeki ufak masada bir çanta vardı. Ayağa kalktım ve ufak adımlarla çantaya ilerledim.
Çantada beyaz örme kazak, kırmızı mat bir pantolon ve siyah elbise vardı.
Ellerim çantanın kenarında donakalırken Araf'ın ne yapmaya çalıştığını anlamıştım.
Beyaz örme kazak ve kırmızı pantolon, Eda'nın Nefes olmaya giderken giydiği son kıyafetlerdi. Tam da onun tarzıydı. Siyah elbise ise Nefes'in kalbini temsil ediyordu, onun tarzıydı.
Araf, neyi seçeceğimi, kimi seçeceğimi merak ediyordu.
Eda mı? Yoksa Nefes mi?
Eda'yı bilen ve tanıyan son kişi de öldürülmüştü. Furkan abim benden uzağa adeta sürülmüştü, Evrim annem beni ölü sanıyordu. Açelya. Bir tek Açelya kalmıştı.
Açelya'm... Artık Açelya'm da yoktu.
Üzerimdeki kana bulanmış beyaz tulumu çıkardım.
Siyah kumaş elbiseyi giydim. Kalın askılı, U yaka bir elbiseydi. Sırt kısmı, önüne göre daha aşağıdaydı. Bele kadar vücuda oturuyor, devamında diz altıma kadar bol iniyordu. Fermuarı çektiğimde elbise üstüme oturdu.
Bu elbise eskiden bana dar gelirdi, çünkü yanlışlıkla küçük beden almıştım, bu yüzden giymezdim. Ama şimdi üstüme oluyordu. Bu da ciddi anlamda zayıfladığımı gösteriyordu.
Açelya'mın kanıyla boyanmış tulumu, Eda'nın Nefes olmadan önce son giydiği kıyafetlerin yanına koydum ve çantanın fermuarını kapattım.
Kenarda duran siyah topuklu ayakkabılarımı gördüğümde onlara doğru ilerledim. Araf'ın oturduğu koltuğa oturup ayakkabılarımı giydim. Bu sabah- belki de dün(?)- ayağımda bunlar vardı zaten. Yeni getirilen bir şey değildi.
Yeni getirilen tek şey, çantanın içindeki kıyafetlerle beraber beyaz spor ayakkabıydı. Ama ben giymek istememiştim. Çünkü acı çekmek istiyordum. Somut bir acı.
Soyutuyla baş edemiyordum çünkü.
Dağılmış saçlarımı özensizce elimle düzeltip çantayı aldım ve odadan çıktım. Araf'ın nerede olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Peki Açelya neredeydi? Onu nereye götürmüşlerdi?
Onu gördüm.
Hemşirelerin oturduğu masanın önünde duruyordu ve birkaç kağıdı imzalıyordu. Sessiz ve yavaşça onun yanına ilerledim. Doğrulduğunda beni fark etmişti. Elimdeki çantayı aldı ve diğer koluyla da belime sarılıp destek oldu. Yataklı servisten çıkıp asansöre bindik. Başımı yorgunca omzuna yasladım. Tek kelime etmiyor, hatta bana bakmıyordu bile.
Ne düşündüğünü biliyorum, demek isterdim. Ne ara sevdiğim adamın babasını öldürecek kadar karardığımı sorguluyorsun. Ondan başka kimsenin kalmadığını bildiğim halde yine de gözümü bile kırpmadan yaptım bunu. Bir süre sessizleşir, kendi içimde savaşırdım. Sonra devam ederdim, ama bunu yapmam gerekiyordu. Eğer sağ bıraksaydım ve iyileşip o hastaneden çıksaydı, ilk işi oğlunun sevdiği kadını, kendi yeğenini öldürmek olacaktı. Çünkü artık onun işine yaramıyor, hatta köstek oluyordum. Kendi ikizine acımayan, bana hiç acımazdı. Kaldı ki acımasını da istemiyordum.
Araf bilmiyordu. Onun bildiği tek şey, babasını öldürdüğüm ve bunu gizlediğimdi. İtiraf etmek yerine yalan söylediğimdi. Haklıydı, bir şey diyemezdim.
Diyemedim.
Hiçbirini.
Çünkü dilim, kardeşimin acısıyla lal olmuştu. Konuşmak istemiyordum, istediğim tek şey onu görmekti.
Yolun yarısında durdum. Araf da durdu ve bana baktı. Gözlerindeki mesafe beni kimsesiz bırakıyordu.
"Açelya nerede?" Dedim kısık ve yorgun sesimle. Araf sustu.
"Abim nerede?" Dedim bu sefer.
"Açelya'nın yanında." Dedi.
"Peki Açelya nerede?" Araf yine sustu.
Belimdeki eli baskı yaparak yürümeye zorladı. "Araf." Dedim yalvarır gibi. "Kardeşim nerede? Ona götür beni."
Hastane çıkışına kadar hiç konuşmadı ve beni adeta sürükleyerek götürmeye devam etti. Gözlerimden sessiz yaşlar boşalırken sesimi çıkarıp da bağıramıyordum.
Arabaya bindiğimizde kemerimi bağlamadım. Anlamsız geldi gözüme. Ama Araf'a öyle gelmemiş olacak ki uzanıp benim kemerimi de kendisi taktı.
Aracı çalıştırdı ve hastane otoparkından çıktı.
Uzun bir sessizliğin ardından konuştu. "Kanında yabancı bir madde tespit edilmiş." Dedi.
Beni delirtmek istediğini söyleyen babamdan sonra bu haber pek de şaşırtıcı değildi. Yemeğime veyahut suyuma koydurmuş olabilirdi.
"Neymiş?" Dedim umursamaz bir sesle. "Uyuşturucu mu?" Klişe.
"Hayır, zehir." Dedi. Arabanın kapısının kolunu istemsizce sıkan elim bir anda gevşedi.
Zehir.
"Dozu muntazam ayarlanmış." Dedi. "Seni öldürecek kadar değil, günden güne çökertecek kadar ayarlanmış."
Sessiz kaldım. Sindirmeye çalışıyordum.
"Kendi baban seni zehirledi. Bir şey yapmayı düşünüyor musun, Desise?" İlk günlerdeki gibi davranıyordu. İlk günlerde de iğneleyici ve soğuk konuşurdu benimle.
Onu suçlayamazdım.
"Düşünüyorum." Dedim. Benden kız kardeşimi almıştı. Ondan kız kardeşini alacaktım.
Hem Yaren, Açelya'ya yaptığının bedelini ödeyecekti, hem de Oğuz Karaslan kardeşini kaybedecekti.
İlk öncelik, Açelya'nındı.
Kız kardeşimi tüm Türkiye'nin karşısında metres olarak gösterip bir de basit kadın ilan etmesinin, onun başını öne eğmesinin bedelini ağır ödetecektim.
Ne demiştim?
Çirkin oynayacağım.
İşte o vakit geldi de çattı bile.
🩸
"Evet." Dedim. "Tam da o şekilde olacak. Hiçbir sorun çıkmayacak, eşinizle de konuştum zaten. Ona yüklü bir miktar ödendi bile. Sizden istediğimi yaptığınızda size de aynı miktar meblağ ödenecek. Sizden tek istediğim, olabildiğince kötü olsun. Anlıyorsunuz, değil mi?"
"Anladım, Desise. Siz hiç merak etmeyin."
"Haberleri bekliyorum." Dedim ve telefonu kapatıp yatağın üstüne attım.
Yas tutmam gereken bir vakitteyken ben yine rahat duramamıştım.
Canlarını yakmadan rahatlamayacak ve yasımı tutacak kafaya evrilemeyecektim. Bu yüzden bastırıyordum her şeyi. Düşünmemeye çalışıyordum. En azından şu iş hallolana kadar.
Altan Şimşek, magazinde çok da popüler olmayan bir iş adamıydı. Çapkındı, fakat bu çapkınlığı profesyonel bir şekilde magazinden gizlemeyi her seferinde başarmıştı. Bu yüzden bu huyunu yakın çevresi dışında kimse bilmezdi.
Karısı bile biliyordu fakat ayrılmıyordu. Çünkü bazı çıkarları vardı.
Altan Şimşek ve Yaren Karaslan'ın magazine yansıyacak olan görüntüleri onun itibarını da sarsacaktı. Bu yüzden öncelikli olarak onunla konuşmuş, anlaşmıştım.
Bu anlaşmaya dair Altan Şimşek'in bildiği tek şey, para ödeyecek olmamdı. Karısının ondan boşanmak için fırsat bulduğunu ve donuna kadar almasını sağlayacak başarılı bir avukat takdim ettiğimi bilmiyordu.
Pekin Bey benim kahrımı gerçekten az çekmiyordu. Ama bir gerçek daha vardı ki, sayemde herif para babası olmuştu.
Altan Şimşek, karısı Ece Şimşek'i, Yaren Karaslan'la aldattı! Müstehcen görüntülerle yakalandılar! Flash haber!
Dudağımda bir gülümseme belirdi.
Metres, öyle mi Yaren Hanım?
"Birisi basına bir şey sızdırmış. Eflin ile benim çok yakın arkadaş olduğumu, Baha ve Eflin'in sevgili olduğunu, benim metres olduğumu, sonrasında Baha'nın benim için Eflin'i terk ettiğini ve Eflin'in şu an psikoterapi aldığını."
"Bütün bunların öncesinde başka bir soru sordular." Dedi. "Evlenip evlenmeyeceğimiz."
"Baha çok kesin ve net bir şekilde öyle bir şey olmadığını söyledi. Sonrasında bu durum patladı. Ne duruma düştüğümü anlayabiliyorsun, değil mi?" Ve gözyaşı yanaklarından süzüldü. Dudaklarını ısırarak bastırmaya çalıştı ama yapamadı.
"Abim bilemezdi, Açelya." Dedim onu teselli etmeye çalışarak. "Bilseydi o şekilde bir üslupla konuşur muydu? Seni o duruma düşürmek ister miydi? Onu suçlamıyorsun, değil mi?"
Omuz silkti. "Ben kendimi suçluyorum. Hata bendeydi. Söyledikleri hangi şey yalan, bir söyler misin?" Başını iki yana salladı. "Eflin'e seni seviyorum dedikten sonra bana ilanı aşk eden adama tüm duvarlarımı yıkıp kapımı açtım, Eda. Eflin kapıma geldi ve bunların hepsini anlattı. Ben buna rağmen yine de Baha'dan kopamadım. Kopamam ki, yapamam. Bu duruma düşmeyi kendim hak ettim ben."
"Hayır hiçbir şey hak etmedin!" Dedim kaşlarımı çatarken. "Aptal saptal konuşma karşımda! Birincisi, sen hiçbir şey bilmiyordun. İkincisi, sen yine hiçbir şey bilmiyorsun. Evet Baha benim yanımda söyledi Eflin'e o sözleri. Ama bir daha asla ona dönmeyeceğini de söyledi, Açelya. Umut falan vermedi. Baha Eflin'i hâlâ seviyor, ama seni sevdiği gibi değil. Onu bir insan olarak seviyor. Sana ise aşık. Sana bakarken içi gidiyor adamın, ben onun hiç Eflin'e böyle baktığını görmedim!" Sıkıntılı bir nefes verdim. "Basına bu yalan haberi kimin sızdırdığını da biliyorum galiba."
Kızarmış mavi gözleri merakla baktı. Öfke de vardı içlerinde.
"Sen dün kiminle laf dalaşına girip hakaret ettin? Üstüne gittin?" Dedim kendisinin akıl etmesini ister gibi.
Kaşları çatıldı ve öfkeyle burnundan solumaya başladı. "Burada değil mi o kaltak!?" Dedi eliyle kapıyı göstererek. Gidecekken kolundan tutup durdurdum. "Dur! Sakin olmalısın, fevri hiçbir hareket içini rahatlatmayacak ve ders vermeyecek. İntikam mı istiyorsun? Beni bekle. Sıra ona da gelecek."
"Nefes! O benim hayatımı mahvetti! Ben hayatım boyunca üstümde bu damgayla yaşayacağım! Metres damgasıyla! Kullanılmasına izin veren basit bir kadın damgasıyla! Bunun benim hayatımda nelere yol açacağını düşünebiliyor musun!? En beri başta iş bulamayacağım ben ya! İşsiz kalacağım!"
Hayatının sonu, tahmin ettiğinden daha yakındı. Hiçbirimiz bilememiştik.
Babamın beni Açelya'yla vuracağını tahmin etmemiştim. Araf'a ya da Baha'ya zarar vermesini beklerdim ama Açelya'yı nasıl fark etmemiştim?
"Kurban." Dedi babam. "Başarılı. Sayı, Karaslan'ların."
Siyah saçlı birisi.
Açelya öldü.
Ben şimdi nasıl kardeşimin saç rengini başımın üstünde taşıyacağım?
Ben nasıl bir daha aynaya bakacağım?
Yeni sayının hangi saç rengi olduğunu bilmiyordum. Kızıl, diyebilirlerdi. Ve ben ölebilirdim.
Ve ölürsem kimseye yararım da zararım da dokunmazdı.
Ruh gibi olan yüzüme hiçbir şey sürmedim. Üstümü değiştirip çantamı ve telefonumu aldım. Evden çıkarken Araf'ı görememiştim ama bahçeye çıktığımda var olan koruma sayısının en az üç katının olduğunu gördüm. Araf, her şeye rağmen yine beni koruyordu.
Arabaya bindiğimde iki araba dolusu koruma da benimle birlikte gelmişti.
Kuaföre giderken ilk defa içim böylesine yanıyordu. İlk defa boş hissediyordum. İlk defa yolumu çevirmek ve oradan köşe bucak kaçmak istiyordum.
Geldiğimizde araçtan indim ve kuaföre girdim. Boşta olan çalışanlardan birisi bana yaklaştı. "Hoşgeldiniz, Nefes Hanım." Saçlarıma baktı. "Boya için mi gelmiştiniz?"
"Evet." Dedim.
"Dip boyası mı?" Dedi.
"Hayır. Siyah." Dedim. Şaşırdı ama bir şey demedi.
Buraya sıkça sarı saçlarıma ve kızıl saçlarıma dip boyası yaptırmak için gelmiştim. Şimdiyse tekrar açığa dönmesi çok zor olan bir renk yaptırıyordum. Şaşırması normaldi.
"Biraz da kısaltalım lütfen." Dedim. "Tabi, ne kadar kısaltalım?"
"Sırt hizasına gelsin. Fazla uzun saç sevmiyorum."
Umarım küt çıkmazdım buradan.
"Saç bakımı da yapalım mı, yoksa sadece kesim ve boya mı?"
"Yapın." Dedim. Burada değilmişim gibi konuşmam ona garip gelmiş olacak ki başka bir soru daha sormadı.
Aradan birkaç saat geçti.
Kuaförden çıktığımda saçlarım zifir karasıydı. Simsiyahtı. Bakım yapılmış, kısaltılmış ve şekillendirilmişti. Ama yüzümdeki ifadeyi silememişti. Aksine, daha kasvetli hâle getirmişti.
Saçlarım bana ağır geldi.
Arabaya bindim ve eve dönmek istediğimi söyledim. Yoldayken telefonum çalmaya başlamıştı. Arayan Araf'tı.
Bir umut abim olmasını beklemiştim. Ama ondan haber alamıyordum. Ne beni arıyordu, ne benim aramalarımı cevaplıyordu. Beni biraz olsun sakin tutan tek şey, Araf'ın onun yanında oluşunu biliyor olmamdı.
Araf onun yanındaydı.
Bu da demek oluyor ki abim beni suçluyordu.
Haklıydı. Her şeyi hesap etmem gerekirdi. Abim ve Araf arasında kalırken Açelya'yı unutmuş olmak benim suçumdu. Onlar beni korurken ben de Açelya'yı koruyabilirdim ama yapmamıştım.
Telefonu cevapladım. "Nefes neredesin?" Dedi Araf. Sesi telaşlı geliyordu. "Neden cevap vermiyorsun? Yüreğim bir taraflarımda attı, amına koyayım! Neredesin sen!?"
Telefonumda cevapsız arama olup olmadığına hiç bakmamıştım. Telefon sesini dahi duymamıştım.
"Kuafördeydim." Dedim durgunca. "Siyah yaptım. Aradığını duymadım. Endişelenebileceğin aklıma gelmedi."
"Ne demek endişelenebileceğin aklıma gelmedi? Karımsın sen benim, Nefes?"
"Babanı öldüren karın."
Araf sessiz kaldı.
Bu konuda ne yorum yapmıştı, ne de bir şey sormuştu. Bu konu onun için sonsuz bir sessizlikti.
"Şimdi neredesin peki?" Dedi merakla. "Eve geliyorum." Dedim. "Şu an yapabileceğim bir şey olduğunu sanmıyorum."
"Doğru olan bu." Dedi. "Hiçbir yere sapmadan direkt eve gelmeni istiyorum, Nefes. Seni yeni buldum."
"Benden nefret ettiğini düşünmüştüm."
"Yanlış düşünmüşsün. Şimdi derhal eve geliyorsun, kollarım fazla boş kaldı."
Dudaklarımda buruk bir gülümseme belirdi. Beni gülümsetebilen tek kişi sevdiğim adam olmuştu.
Kötülüğün sinsi gülümsemesinden hariç, gerçek bir gülümseme.
"Tamam." Dedim kısılan sesimle. "Geliyorum."
"Bu uysal halin de ayrı hoşuma gitti, Eda." Dediğinde kaskatı kesildim.
Eda.
O telefonu kapattı ama ben hâlâ kulağımdan ayıramadım. Önümdeki koltuğun sırtına bakakalmıştım.
Araf bana bu ismi çok nadir söylerdi. İlk günlerde bile Desise derdi, sonrasında Nefes demeye başlamıştı.
Eda'yı, kalbinin bana en çok attığı anlarda söylerdi.
Ben ona hiç Yağmur dememiştim. Çünkü bende Yağmur'un tek karşılığı annemdi.
Araç şehirden çıktığında ve ıssız bir yola girdiğinde bile gözlerimi camdan hiç ayırmadım. Boş boş ağaçları izledim.
Toprak yoldan asfalt yola yeniden çıktığımızda etrafta tek tük evler belirmeye başladı. Araç sağa döndü ve tekrar toprak yola girdik. Ağaçlar arasından ilerledi ve parmaklıklı devasa araç giriş kapısının önünde durdu. Korumalardan birinin kumandaya basmasıyla kapı otomatik bir şekilde açılmaya başladı. Araçlar, evin arazisine girdiğinde kapı arkamızdan kapandı.
Kapımı açtıklarında indim. Eve doğru ilerlerken evin kapısı ben daha zile basmadan açıldı. Haftada bir veya iki kez geldiğini bildiğim genç kadını gördüğümde şaşırmadım. Yanından sıyrılarak geçtim ve ufak koridoru aşarak salona geçtim. Araf ortalıkta görünmüyordu.
"Araf nerede?" Dedim soğuk sesimle.
"Kış bahçesindeler, Nefes Hanım." Dedi genç kadın. Başımı sallayıp evin arka kapının çaprazında duran cam kapıya ilerledim. Cam tokmaktan tutarak ittim ve kapı içeri doğru açıldı. Tavan da dahil olmak üzere beş bir yanı camla kaplı olan büyük odaya girdim.
Burayı biliyordum ama oturmak için hiç gelmemiştim.
Hasır bahçe oturma grubunda oturan Araf'ın yanına ilerledim. Ayakları hasır, ortası cam olan orta sehpaya laptopunu koymuştu ve dirseklerini dizlerine yaslayarak eğilmiş, bir şey okuyordu.
O kanepe olanda oturuyordu, ben de yanındaki tekli koltuğa oturdum. Krem rengi kalın minderler konforluydu. Bacak bacak üstüne atarken Araf bana hiç bakmadı.
Saçlarımı siyaha boyadığımı ona söylemiştim, göz ucuyla kendisi de fark etmişti, ama hiç dönüp bakmadı.
Belki de bakamadı.
Onun da boğazına bir yumru oturdu tıpkı benim gibi.
"Ne yapıyorsun?" Dedim meraksız ve durgun sesimle.
"Şirketle ilgili." Dedi kısaca. "Uzaktan halletmeye çalışıyorum."
"Neden? Gidip orada halledersen daha kolay olmaz mı?"
"Gitmek istemiyorum." Dedi. Başka bir şey demedim.
Uzun bir sessizlik oldu.
"En başta..." Dedim ve bir nefes verdim. "Öz ailemi buldukça, onlar hakkında bilgi edindikçe... Her ne kadar sarsılsam da, içten içe bir yandan da kazanmaya başladığımı düşünmüştüm. Gerçek ailemi ve gerçek kimliğimi kazandığımı sanıyordum. Bir yandan da beni büyüten aileme karşı içimde derin bir kırgınlık ve öfke vardı." Araf sessiz kalarak devam etmemi bekledi.
"Zaman geçtikçe yanıldığımı fark ettim." Dedim gözlerim yere düşerken. "Kazandığımı sandığım yerde kaybetmeye başlamışım meğer. Annemi kaybetmişim mesela. Dayımı kaybetmişim, halamı kaybetmişim, dedemi kaybetmişim, amcamı kaybetmişim, babamı kaybetmişim... Tüm bunların yanında kız kardeşimi de kaybettiğimi sanmıştım. Ama onu hiç kaybetmemişim, bugüne kadar... Kuyu, Araf. O karanlık ve derin kuyunun dibine indiğimi hissediyorum. Beni kurtaracak dört kanat vardı. İkisini sonsuza dek kaybettim. Şimdi de diğer ikisini de kaybetmenin eşiğindeyim."
İsim vermemiş olmama rağmen Araf anladı.
"Beni kaybetmedin." Dedi mesafeli sesiyle.
"Ama-"
"Ben bugüne kadar kendimi babam için harcadım, Nefes. Değdiğini sanıyordum, çünkü babamdan başka kimsem yoktu. Onu tanımıyormuşum, tanımıyorken bile kendimi onun için seve seve harcadım." Bakışları ilk kez bana döndü ama saçlarıma hiç bakmadı, direkt gözlerimle temas kurdu. "Senin için kendimi parçalamaktan gocunmam."
Ona hayretle baktım.
"Bana değer mi yani?"
O kadar değmezdi ki...
"Konu sensen, her şeye değer."
"Araf bu normal değil!" Dedim itiraz ederek.
"Biz ne zaman normal olduk, Nefes? Hangi şeyimiz normal, bir tane örnek versene? Bana istersen takıntılı de, istersen hasta de." İşaret parmağını sol yanına bir silah gibi doğrulttu. "Sen burada oldukça benim sınırım ötem yok, hep sen varsın. Eğer babam doğduğun günden beri senin izini öldürmek için sürdüyse, damarlarımda akan kanı da kuruturum. Hazmedebildiğimi mi sanıyorsun?"
Şimdi o bana hayretle bakıyordu. "Neden kendini aşağı çekiyorsun? Neden en çok seni seviyor olabileceğimi kabullenmiyorsun? Babam adi şerefsizin tekiydi, Nefes! Onun yasını ona bayıldığım için mi tuttum ben? Ailemden kimse kalmadı, yalnızım diye tuttum! Sonra ne oldu? Sen bana her şeyinle aile oldun. Ben ne zaman biterim, biliyor musun? Seni kaybedersem. Ancak o zaman soluğum kesilir, ancak o zaman senin için atan şu aptal yüreğim atmayı durdurur. Her şeyimi öldür, seni her türlü affederim. Ama kendini öldürürsen- metafor veya gerçek- o zaman affetmem seni."
Uzanıp elini tutmak istedim ama elim havada kaldı. Havadaki elimi o tuttu ve sımsıkı sardı.
"Ölmeye niyetim yok." Dedim huzursuzca. "Ölümüm seni tehlikeye atar."
"Beni korumaya çalışma."
"Dedi sırf beni korumak için bir tır dolusu adamı bahçeye yığan adam." Dedim alayla.
Göz devirdi. Tuttuğu elimi çekerek beni ayağa kaldırdı ve yan şekilde kucağına oturup ona sarıldım, bana sarıldı. İşte bu biraz olsun iyi gelmişti.
"Oyun bitmek üzere, Nefes." Dedi. "Sadece iki kişi kaldı."
"Sonra ne olacak?" Dedim hiç bilmiyormuş gibi.
"Kazanan, kaybedenin soyunu yok eder. Hançer, kolye... Ne varsa kazananın olur ve onun soy adının alameti hâline gelir. Yeraltında söz sahibi olur, uzun yıllardır süregelen soy kavgası sona erer."
"Bu oyun başından beri aptalcaydı." Dedim. "Hiç anlam veremedim, hiç de veremeyeceğim."
"Seni buna alet etmelerini engelleyemediğim için özür dilerim."
"Dileme." Dedim itiraz ederek. "Elinden gelebilecek bir şey değildi. Babam ve dayım arasında bir şeydi."
"Babandan nefret ediyorum."
"Ben de..." Dedim yutkunmakta zorluk çekerek.
Babamla karşılaştığım ilk günü hatırladım.
Bana hiç bakmadı.
Uzun bir sessizlik sonrası konuştu, "Konuşmayacak mısın?" İlk defa sesini duydum... Kalın ve tok bir sesi vardı. Yutkundum. Yumruklarımı daha çok sıktım. "Ne diyebilirim?" Yine sessizlik oldu. Bu seferki daha kısaydı. "Bağırıp çağırmanı beklerdim. Yaşadığım ve durumum olduğu hâlde neden sana sahip çıkmadım? Neden seni bıraktım? Neden peşine düşmedim? Neden seni istemedim? Biliyor musun? O gün yaşandığında, bir gün gelip karşıma dikileceğini hiç düşünmemiştim. Karşıma dikilip hesap soracağını hiç düşünmedim."
"Sana hesap soramam. Çünkü sormak için seni tanıyor olmam gerek. Seni tanıyor olmam, neyi yapıp neyi yapmayacağını biliyor olmam gerek. Yapabilirken yapmadıysan asıl o zaman hesap sorarım. Benden haberin vardı. Hadi annem beni bıraktı. Sen neden peşime düşmedin? Neden evlatlık verildim? Buraya geldiğimde her şeyi gördüm. Sırlar açıklanamasa da bazı şeyler anlaşılıyor. Kızıl Maske haklıymış, elimden hakkım olan her şey söke söke alınmış. Sen almışsın...baba." Dondu. Kaslarının gerginliğini buradan görebiliyordum.
Kolunu duvardan çekti. Doğruldu. Arkasını döndü. Beni duyuyordu, benimle konuşuyordu. Ama beni görmeye hazır değildi. Kendini hazırlıyordu. Terleyen ellerimi kırmızı pantolonuma sürdüm.
"Birincisi; annen seni bırakmadı, o da istemezdi. İkincisi; Kızıl Maske denen heriften uzak duracaksın. Üçüncüsü; senin elinden her şeyi alan ben değilim." Her şeyi geçip ikinci maddeye odaklandım. Alayla güldüm. "Neden? Sen beni göt gibi ortada bırakırken; o, arkamı topluyor diye mi?" Kendine hakim olamayarak öfkeyle bana döndüğünde donakaldı. Öfkesi anında yok olurken benimle aynı renk olan koyu yeşil gözleri büyüdü. Fısıldadı, "Yağmur?"
"Evet. Onun kızıyım. Adım-" yine o his, "Nefes. Senin nefesin değil, Yağmur'un Nefes'i."
Yağmur'un Nefes'i. Yağmur'un son nefesi.
Ben, Yağmur'un son nefesiydim.
Bilinçaltıma oynanan her oyun, her kimyasal madde beni bir şeylere zorlamıştı. Yeni kimliğimi kabul etmem bu yüzden hiç zor olmamıştı, çünkü zaten buna zorlanıyordum.
İstenen kişi olduğumda da o his yok olup gitmişti.
Bana hipnozu uygulayan kişiyi bulabilir miydim acaba?
"Biliyor musun?" Dedi Araf bir anda. "Annem, anneni çok severmiş. O kadar severmiş ki... Başına bir şey geleceğini hissetmiş sanki. Annenin kanser hastası olduğu ortaya çıktığında onun adını bana vermek istemiş, annen hâlâ hayatta olduğu hâlde istemiş bunu. Annen karşı çıkmamış, aksine sevinmiş. Babam da hiçbir şey dememiş."
Sessiz kaldım.
Gülşah yengem, annemin öleceğini hissederek onun ismini oğluna koymuştu.
Nedense annelerimizin birbirini çok sevdiğini öğrenmek beni mutlu etmişti.
"Acı çektiğini biliyorum." Dedi zorla çıkan bir sesle. "Neden bunu bastırıyorsun?" Çünkü bunu yapmak zorundaydım.
"Araf..." Dedim konuyu değiştirerek. "Birazdan çiftliğe gideceğim." Araf duraksadı. "Ne çiftliği?"
"Dedemden miras kalan çiftlik. Hiç ziyaret etmedim. Sanki sahibi hiç değişmemiş gibi idare edilmeye devam edildi. Gidip görmem lazım. Hem uzaklaşmış olacağım."
"İki gün sonra cenaze var."
"Biliyorum. Cenazede burada olacağım."
"Ben de geleyim."
Başımı kaldırıp yüzüne baktım. "Olmaz." Dedim. "Senin burada halletmen gerekenler var, Araf. Benim için erteleme onları."
Karşı çıkacak gibi duruyordu. Elimi kaldırıp yüzüne dokundum. "Lütfen, sevgilim. Buna ihtiyacım var, senin de ihtiyacın var. Merak etme, yanıma koruma alırım." Pes edercesine sıkıntılı bir nefes verdi.
"Tamam ama saçının teli kırılırsa yakarım orayı." Burukça gülümsedim. "Tamam, yak."
🩸
Orta boy bavulumu odanın kenarında bırakıp oda içerisinde ilerledim. Nerdeyse akşam olmak üzereydi. Yaren'in yakın arkadaşı Birsu'nun söylediği üzere şu an hazırlanıyorlardı.
Birsu, ihanet etmeye çok eğilimli bir insandı. Ona bir ev tapusu teklif etmiştim ve Yaren'i anında satmıştı.
O da haklıydı, bu devirde normal evler bile ateş pahasıydı. Kaldı ki ortalama maaşa sahip biri için lüks bir apart almak imkansızdı.
Duşa girdikten sonra kahverengi kumaş havuç pantolon, krem rengi crop ve beyaz, örme, salaş bir hırka giydim. Örgü aralıkları açık duruyordu ve tenim gözüküyordu. Kuruttuğum siyah saçlarımı yukarıdan topladım, kulaklarımın yanlarından ufak tutamlar bıraktım. Makyajımı yaptıktan sonra orta boy halka küpelerimi ve zincir kolyemi taktım. Sol bileğimde Açelya'nın lisedeyken aldığı mor arkadaşlık bilekliği vardı. Ortası rengarenkti ve bileklik bir tutam ipten ibaretti. Fakat anlamı paha biçilmezdi.
Krem tonlarındaki topuklu botumu giyip fermuarını çektim. Telefonumu elime alıp odadan çıktım.
Koyu kahverengi parke zeminde ilerlerken topuk seslerim koridorda yankı yapıyordu. Bu ses beni huzursuz etmiyor, aksine özgüven aşılıyordu.
Odama geçmeden önce çiftlik görevlileriyle görüşmüş, tanışmış, gerekli konuşmayı yapmıştım.
Hiçbir değişiklik olmayacaktı. Sadece verilmesi gereken bilgiler babama ya da amca değil, bana verilecekti.
Yerleştiğim oda, bir çift odasıydı. Henüz hiçbir şeyine bakmamıştım, yalnızca içeride bulunan ebeveyn banyosunu kullanmıştım.
Dış kapıdan bahçeye doğru birkaç basamaktan oluşan taş merdiveni indim. Rüzgar anında toplu olan saçımın uçlarını uçuşturarak enseme çarpmasına sebep olmuştu. Akşam ayazı sert esiyordu fakat üşütecek kadar değildi. Belki de ben üşümeye o kadar alışmıştım ki, hiçbir şey hissetmiyordum.
Çiftlik arazisinin etrafına dağılmış korumaları görebiliyordum. Kuş uçurtmayacaklarından da emindim.
"Nefes Hanım?" Çiftliğin önemli görevlilerinden birisi bana seslendiğinde ona doğru döndüm. Orta yaşlı bir adamdı, saçlarına yer yer ak düşmüş olsa da cildi ve bedeni dinç duruyordu. "İsterseniz size çiftliği gezdirebilirim."
Yalnız ve sessiz kaldıkça kendimi yiyeceğimi biliyordum.
"Olur." Dedim. Beton yol, evin arka tarafına doğru uzanıyordu. O tarafta ahırların ve kümeslerin olduğunu görebiliyordum. Beton, yerini taşlı toprağa bıraktığında hiç sorun etmeden yürümeye devam ettim. Sonuçta çiftliğe gelmiştim, burada çamura da bulansam normaldi.
"Çiftliğin yeni sahibinin siz olduğunu öğrendiğimde açıkçası şaşırmadım." Dedi.
"Neden?"
"Babanız için burası çok özeldir. Tapusu dedeniz Haluk Karaslan'daydı ama sanki tek sahibi Oğuz Bey'di. Burayı eğer bir gün birine bırakacak olsaydı, bu sizden başkası zaten olamazdı."
Gözlerim kısıldı.
Adam bana dikkatle bakarken gülümsedi. "Size şaşırdığım bir şeyden bahsedebilir miyim?"
"Tabi."
"Yüzünüz." Dediğinde yutkundum. Annemi tanıyordu.
Babam buraya annemle geliyordu.
Adam, anladığımı anlamış gibi sıcak bir gülümsemeyle baktı. "Sizi yönlendirdiğimiz oda, annenizle babanızın odasıydı. Annenizin ölümünden sonra Oğuz Bey'i bir daha hiç burada görmedik. Ayak basmadı, önünden geçmedi. Annenize çok aşıktı."
"Aşık değildi." Dedim. "Aşık olan annemdi, babam takıntılıydı."
"Her aşkta takıntılık vardır." Dedi. "Siz Araf Bey'e takıntılı değil misiniz?"
"Değilim." Dedim bu düşünce zerre hoşuma gitmemiş gibi.
"Söz konusu o olduğunda gözünüz kararmaz mı? Sorgusuz sualsiz her şeyi yapmaz mısınız?" Yapardım. Ama bu takıntı olamazdı, takıntı çok ileri bir seviyeydi. Hastalıklı bir histi.
"Peki şöyle sorsam..." Dedi. "Onun için kendinizden vazgeçer miydiniz? Maneviyattan bahsetmiyorum. Gerçekten, fiziki olarak."
"O kadar delirdiğimi düşünmüyorum." Dedim ama şüphelerim vardı.
Adam bir süre sessiz kaldı.
"Haddimi aşıyorsam bağışlayın, bilgim olmadığından ve sizi kızım yerine koyarak düşündüğümden soruyorum: Hiç onun için bağıra bağıra ağladığınız, göğsünüzdekinin ağırlığından diz çökmek zorunda kaldığınız oldu mu?"
"Anne... Bu ağırlık bana fazla geliyor." Dediğimde bile sesim kısıktı. İlk defa annemle konuşuyordum. İlk defa.
"Sırtımda ayrı, kalbimde ayrı bir ağırlık var. Ne tarafa eğileceğimi bilmiyorum, omurgam kırılacak, anne." Bir süre sustum. "Sığınacak, güç bulacak kimsem yok. Yalnızım. Etrafımda bir ordu kadar insan var ve hepsi benim güvenimi kazanmak için her şeyi yapmaya razı ama ben yapayalnızım."
Anneme- yani mezarına- sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamıştım.
"Açelya vardı, sen tanımazsın." Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. "En iyi dostumdu. Lafın gelişi demiyorum, gerçek bir dosttu. Biliyor musun? Bir gün benim yüzümden disiplin cezası yemişti. Ortaokuldaydık ve ben bir suç işlemiştim. Yangın alarmını patlatmıştım, sırf merak. Kamera bozuktu ve bundan yararlandım. Açelya üstlenmişti suçu, benim savcı olmak istediğimi biliyordu. Bu ceza ve sicilin bana sorun çıkaracağını da biliyordu. Benim için kendi geleceğini yakmıştı." Gözlerim dolmuştu. Burnumu çekerken gülümsedim. "Ben bunun karşılığında ona hiçbir şey yapamadım, hiçbir zaman izin vermedi ve ona çok kızdım. O da bana biz kardeşiz, kardeşler birbiri için her şeyi yapar ve karşılık beklemez demişti. Abim vardı ama kardeşim yoktu. Benim kardeşim her zaman Açelya olmuştu. Gülerken, ağlarken, doğum günlerimde, özel günlerde, kötü günlerde... Yanımda olması imkânsız olan anlarda bile bir yolunu bulup hep benim yanımda oldu. O... Gerçek anlamda bir kardeşti. En yakınımdı, herkesten daha yakın. Bana en çok koyan darbe de bu yüzden Açelya'ydı. Herkesten hesap sordum yakıp yıktım ama Açelya'da sustum. Herkesten öcümü alırım, ama Açelya'ya asla dokunamam, anne. O tam tersini düşünecek. Hatta öldüreceğimi bile düşünebilir ama ben yapmayacağım. Yapamam. Onu asla affetmem ve güvenmem ama hâlâ ona değer veriyorum. Değer vermek denen deyimi bir anda bırakamıyorsun."
Açelya artık yok.
"Baha'yı biliyorsundur. Ben doğduğumda dört yaşındaymış. Kocaman adam olmuş ama beyni küçücük kalmış." Dedim ve kendi şakama kendim güldüm. "Şaka yapıyorum tabii, onun da hakkını ödeyemem. Sana karşı öfke doluydu ve bu yüzden başta bana çok kötü davrandı ama ben anladım. Onun öfkesi sana veya bana değil, Oğuz Karaslan'a. Senin de en az benim kadar suçsuz olduğunu o da biliyor. Babasına öfkeli ve bunu bizden çıkartmayı seçti, kolay yolu yani. Ama şimdi aramız iyi. Abi kardeş değil de arkadaş gibiyiz. Bana bazen Furkan'ı hatırlatıyor ve buruklaşıyorum. Furkan benim üvey abim. Hiçbir kan bağımın bulunmadığı abim yani. Onun hikayesi çok uzun. Biz hiç anlaşamazdık, hatta ergenlik zamanlarında beni ciddi bir şekilde döverdi. Olgunlaştıkça yaptığı her şeyin farkına vardı ve benden özür diledi. Başta affetmedim ama zamanla kendini gerçekten affettirdi. Ve ilişkimiz o zamandan sonra tamamen değişti. Gerçek bir abi oldu. Bunun ne demek olduğunu sen benden daha iyi bilirsin. Asaf Pakgör her ne kadar ikiz kardeşin olsa da sana abi gibi davranmış."
Abim benden nefret ediyor.
"Seçil vardı, arkadaşım. Açelya kadar derin olmasa da onunla da hayli yakın bir arkadaşlığımız vardı. Sonra... Sonrasını boş ver. Hatırlamak istemiyorum."
Seçil'i öldüren bendim.
"Bir de Araf var, anne." Dedim acı dolu bir sesle.
"Araf var, anne. Araf hep var."
Araf'ı da kimsesiz bırakan bendim.
Araf'ı benimle tutan tek şey aşkıydı.
Araf'ın aşkı ve Eda'nın ruhunun kalıntıları dışında yapayalnızdım.
Bunu sen istedin. Dedi Eda beni suçlayarak. Öyle birine dönüştün ki, her aynaya baktığında seninle göz göze gelmekten iğreniyorum.
"İç hesaplaşması mı yaşıyorsunuz?" Dedi yanımdaki adam. O konuşana kadar hâlâ burada olduğumu ve hâlâ nefes alıyor olduğumu fark etmemiştim.
"Oldu." Dedim son sorusuna cevap vermeden.
"Siz ona aşıksınız, bundan eminim." Dedi. "Ama takıntılı mısınız? Bunu zaman gösterir. Unutmayın; takıntının en büyük zararı, yer edindiği bedenedir."
Bedenim her ne kadar anneme benzese de, içim tamamen babama benziyordu.
Bu yüzden, bu adamın söylediklerine inandım. Hiç belli etmesem de inandım. İnanmak zorunda kaldım. Çünkü acı gerçeği ben de biliyordum.
Hava kararana kadar çiftliği gezmiş, at korkumu yenmiş, kuzuları sevmiştim. Kuzulara her zaman zaafım vardı, bu minik şeyleri nasıl yiyorlardı, anlamıyordum. Daha çok küçüklerdi. Bugüne kadar ağzıma bir lokma kuzu eti sürmemiştim, sürmeyecektim de.
Akşam yemeğinin ardından odaya geri döndüğümde bu sefer ilgiyle inceledim içeriyi.
Belki de annemle aynı noktalara adım atıyordum, aynı noktalarda nefesimi verip, aynı noktalarda nefesimi alıyordum.
Gardropun kapağını kaydırarak açtım.
Dudaklarım aralandı.
Annemin elbiseleri ilk günkü gibi duruyordu. Kimse dokunamamıştı. Belki de dokunmamaları için emir verilmişti.
Titreyen ellerim, askıdaki elbiselere uzandı ama dokunamadı.
Bazen her ne kadar dik durmaya çalışsam da, dikmek için emek harcadığım o kalın duvar üzerime devriliyordu. Ve ben yine yeni yeniden o duvarı inşa etmeye çalışıyordum. Bir gün o duvarın altında can vermekten korkuyordum.
Annem gibi.
Gözlerimi yumup birkaç saniye bekledim. Yutkundum, elbiselere dokunamadım. Kapağı hemen geri kapattım.
Aklıma Evrim annem düştü. O hâlâ yaşıyordu.
Telefonumu elime alıp onu aradım ama açmadı. Meşguldü ya da uyuyakalmıştı herhalde. Bu hep olurdu. Arada orada burada uyurken yakalardım onu. Uykuya düşkündü ama çok uyuduğumuzda bize kızardı.
Yatağın ucuna otururken dirseklerimi dizlerime koyup ellerimi birleştirdim ve yumruk hâline getirdim. Çenemi o yumruğun üstüne koyup yerdeki halıyı izledim.
İçimden ortalığı yakıp yıkmak geliyordu, bağıra bağıra çığlık çığlığa ağlamak istiyordum.
Yapamıyordum.
Bildirim sesiyle yerimde dikleşip yatağa koyduğum telefonu aldım. WhatsApp uygulamasına girdim.
Gönderilen fotoğraflar, görevlendirdiğim kadından geliyordu. Altan Şimşek ve Yaren Karaslan, barda konuşuyorlardı ve yakın görünüyorlardı. Bir diğer fotoğrafta yakınlaşmışlardı. Fakat yetmezdi.
Eda Nefes Karaslan: Bunlar yeterli değil, Müjgan. Devam et.
Müjgan Selvi: Tamam, Nefes Hanım.
Çevrimdışı oldu ve ben de uygulamadan çıktım. Sosyal medya hesabıma girdim. Mesaj kutum yine doluydu. İlkokul arkadaşlarım, eski tanıdıklar, asla görüşmediğim üvey akrabalarım... Magazinde bir yeriniz olduğunda ve zengin olduğunuz öğrenildiğinde geçmişin hedefi oluyordunuz.
Hepsini görmezden gelerek diğer bildirimlerime baktım. Anasayfama Açelya'nın geçen haftalarda paylaştığı fotoğraf düşünce donakaldım.
Abimin çekmiş olduğu bir fotoğraf olduğu belliydi. Hatta yorumlarda atışmaları bile vardı.
Bahakaraslan: B-beni göğsüne mi etiketle-... Ahh ölüyorum galiba
Açelya, onun yorumuna cevap vermişti.
Acelyaaaww: Ne göğüsü Allah'ın abazası, kalp o.
Bahakaraslan: Abaza mı? Bu kırdığınız ananızın porselen takımı değil, hanımefendi.
Acelyaaaww: Bir biyoloji öğrencisi olarak her cinsten canlı gördüm ama senin gibisini ilk defa görüyorum, Baha.
Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu. Araf bile katılmıştı konuşmalarına. Büyük ihtimalle yan yanalardı ve sesli de atıştıklarını görünce girip bakmıştı.
Arafpakgor: Bu şimdi iyi bir şey mi dedi kötü bir şey mi?
Bahakaraslan: Tabiki iyi bir şey! Bana eşsiz olduğumu söylüyor işte daha ne?
Bahakaraslan: Öpüveririm kız her yanından
Acelyaaaww: Tövbe estağfurullah, sen yüz metre yakınıma yaklaşma, Baha.
Bahakaraslan: Kalbim çıt
Acelyaaaww: 🥱
Açelya'nın profiline girdim.
Dejavu yaşadım sanki.
Açelya Bostan
Anısına
Seçil'in hesabına girdiğimde de aynısını yaşamıştım.
Seçil Kovan
Anısına
İkisi de ölmüştü. Birini öldüren, diğerinin ise sebebi olan bendim.
Açelya'nın cenazesinde ailesiyle nasıl yüzleşecektim ben?
Seçil'in ailesi hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ne onlar beni arayıp sormuştu, ne de ben onları.
Etiketlendiğim gönderilere baktım biraz da.
Bir yanında babamın, diğer yanında Açelya'nın fotoğrafı olan bir gönderiyle karşılaştım. Bir magazin sayfasıydı. Üstünde kocaman puntoyla "ÖLDÜRÜLDÜ" yazıyordu. Gönderiyi yana kaydırdığımda Açelya'nın abimle ve benimle olan fotoğrafları da vardı. Açıklamaya indim ve okumaya başladım.
Geçtiğimiz haftalarda hayatını kaybeden, Karaslan Holdingin sahibi Oğuz Karaslan'ın kızı Eda Nefes Karaslan'ın yakın arkadaşı olan ve yakın zamanda hakkında 'metres' iddiaları ortaya atılan Açelya Bostan silahlı saldırıya uğrayarak hayatını kaybetti.
Karaslan Holding'de gerçekleşen, sırrı çözülemeyen şüpheli patlama ve Oğuz Karaslan'ın ölümünün ardından Açelya Bostan'ın silahlı saldırıyla öldürülmesi polis teşkilatının dikkatini çekti.
Cinayetin bir kıskançlık, intikam ya da suç örgütü cinayeti olabileceği düşünülüyor. Şüpheli ölümü hâlâ araştırılıyor.
Silahlı saldırı olduğu zaten barizdi fakat olayın aslı ve kanıtları babam tarafından ortadan kaldırılmış olmalıydı.
Uzun bir süre daha oturup magazin hesaplarının yazdıklarını ve yorumları okumuştum.
Katilin derhal yakalanıp tutuklanmasını isteyen kadın hakları savunucuları çok fazlaydı, bu duruma isyan edenler de vardı.
Her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini sanan ahlak bekçileri de yerlerini almıştı.
Karaslan'ların mafyaya bulaştığı teorisini üretenler de çoğunluktaydı.
Kimse bilmiyordu ki Karaslan soyu zaten mafyaydı.
Böyle şeylerin sadece dizilerde olduğunu sanan çok insan vardı. Bilmiyordu ki gerçekte de holdingini paravan olarak kullanıp işlerini yürüten çok soy isim vardı. Üstelik çoğu da bilinen, marka hâline gelmiş isimlerdi. Karaslan gibi, Pakgör gibi, Balaban gibi, Kara gibi... Belki de kimsenin bilmemesi zaten en iyisi olandı.
Akın Kara'dan bir daha haber almamıştım. Sadık Balaban'ın icabına baktığına emindim fakat öldürüp öldürmediğinden emin değildim. Belki de daha farklı bir cezada karar kılmıştı.
Açelya'nın ölümünden sonra Sadık Balaban'ın maddi manevi her türlü destek verdiğini öğrenmiştim. Hastanede benim için VIP odalardan birini hazırlatan da oymuş, basını bizden uzak tutan da oymuş. Benim için ekstra olarak kendi adamlarını da koruma olarak koridora dikmişti. Ben çıkınca görememiştim, çünkü çıkış işlemlerini yaptırırken Araf hepsini göndermişti.
Herkesin iki ayağı bir pabuca girince bazı şeyleri o düşünmüştü.
Müjgan'dan yeni fotoğraflar geldiğinde saat gece yarısını geçiyordu.
Gizlice çektiği fotoğraflarda Yaren Karaslan ve Altan Şimşek'in müstehcen görüntüleri vardı. Kuytu bir yerde ayaküstü sevişiyorlardı. Yaren yarı çıplaktı ve Altan Şimşek'in sadece pantolonunun bir kısmı açıktaydı. Dudakları Yaren'in boynundaydı ve Yaren'in başı duvara yaslıydı. Kendinden geçmiş görünüyordu.
Gülümsedim.
Eda Nefes Karaslan: İsimsiz bir kaynak kullanarak fotoğrafları basına ver.
Eda Nefes Karaslan: Haberin sosyal medyada ve televizyon magazinlerinde çalkalandığını gördüğüm an ücretini fazlasıyla alacaksın.
Eda Nefes Karaslan: Ve özellikle Yaren Karaslan'ın, Altan Şimşek'in metresi olduğunu ve kuytu bir köşede gizlice ilişkiye girdiklerini yaz.
Müjgan Selvi: Tamamdır.
Açelya'nın gözyaşlarını, misliyle akıtacaktım o kadından. Misliyle.
Gülümsedim.
Sözümü tuttum, kardeşim.
🩸
Topuklu ayakkabımın sivri topuğundan çıkan tok ses, otoparkta yankılanıyordu. Bugün hava oldukça yağmurlu ve serindi. Bu yüzden siyah trençkotum yeniden üzerimdeki yerini almıştı. Üstümdeki mini elbise ve siyah, ince topuklu çizmemle auramı etrafa yayıyordum.
Matem, tehlike ve öfke bir arada olduğunda patlamaya hazır bomba gibi hissettiriyordu.
Araf'ın kızacağını bilmeme rağmen buradaydım. Pakgör Holding'de.
Otoparka inen yokuştan hızla inen ve drift atarak ani fren yapan aracı gördüğümde duraksadım. Arkama dönüp baktığımda siyah saçlarım hızımla savrulmuştu.
Bu arabayı tanıyordum. Gülümseyerek beklenen kişinin karşımdaki yerini almasını bekledim.
Arabanın kapısı açıldı ve tanıdık sarışın araçtan indi. Darmadağın görünüyordu. Makyajı ağlamaktan akmıştı. Saçları dağılmıştı ve dudağının kenarında kanayan ufak bir yarık vardı. Büyük ihtimalle abisinden okkalı bir tokat yemişti.
"Sen!" Diye bağırdı ve kapıyı açık bırakarak bana doğru yürüdü. "Sen yaptın, değil mi!? Sen yaptın! Mahvedeceğim seni! Öldüreceğim seni!"
Sinir bozucu bir şekilde sırıttım. "Niye ya? Eğleniriz sanmıştım." Dedim. "Sen o haberleri yayınlattığında ve Açelya'nın yüz ifadesinden zevk aldığında sana özendim. Çok merak ettim nasıl hissettirdiğini. Halama özenmem dünyanın en normal şeyi değil mi yani?"
"Hayatımı bitirdin!" Diye bağırdı kıçını yırtarak. "Bitirdin sen benim hayatımı, aptal! Abim öldürecek beni!"
"Sen annemi yaktığında ve öz kardeşi onu kapıya koyduğunda için yandı mı? Umurunda oldu mu? Benim neden olsun? İstersen öl, çok da umurumda değilsin. En fazla içim soğur."
Bana acıyarak baktı. "Bir kadın bir kadına bunu nasıl yapar?"
Omuz silktim. "Bilmem, sana sormak lazım. Bir kadın bir kadına bunu nasıl yapar, Yaren? Önce annem, sonra Açelya'm. Sen hemcinsine acıdın mı da senin hemcinsin sana acısın? Mesele kadınlık erkeklik değil, insanlık!" Bu sefer ben ona acıyarak baktım. "Ve maalesef ki sen bu dersten sınıfta kaldın."
"Bana diyorsun ama kendine bakmıyorsun!" Diye bağırdı. Bağırmadan konuşamıyordu galiba. "Kötüsün, Nefes! Saf kötüsün! Bu hipnoz falan değil! Sen kendin kötüsün! Her şey bahane!"
"Diyelim öyleyim." Dedim. "Değişen ne?" Güldüm. "Canı yakılan her kadın biraz kötüdür, Yaren. Yaptıklarının yanına kalacağını sanmadın umarım? Önce annemi sayıma ispiyonlayışın, sonra raporları değiştirişin, bana yaptıkların, Açelya'ya yaptıkların... Kim saf kötü tartışmayalım. Çünkü ben sana hak etmediğin hiçbir şey yapmadım."
"O annen olacak kadın orospunun tekiydi!" Diye bağırdı yeniden. Kaşlarım çatıldı. "Evli adamla düşüp kalkan bir şıllığa ne yapacaktım!? El üstünde mi tutacaktım!?" Çenesini sertçe kavradığım gibi sırtını arkasındaki kolona yapıştırdım. Topuklu ayakkabı giymemişti, bu yüzden ondan oldukça uzun duruyordum. Zaten normalde de boyum ondan daha uzundu. "Annem hakkında konuşurken o diline dikkat edeceksin! Etmiyor musun? Keserim o dilini."
Öfkeden gözlerim alev alev yanıyor, diş etlerim sızlıyordu.
"O pezevenk abine tek laf etmiyorsun ama benim masum anneme orospu mu diyorsun sen!? İki kadını aynı anda idare eden, annemi kandıran senin şerefsiz abindi! Benim annem suçsuzdu! Zeynep teyze suçsuzdu! Tek bir suçlu vardı, o da abin! Şimdi karşıma geçip de bana masal okuma!"
"Zenginlikten bir anda yoksulluğa düşünce ne yapacağını şaşıran ve kendini evli ama zengin bir adama yamamaya çalışan annene orospu demeyeceğim de ne diyeceğim!?"
Bir anda gülmeye başladım.
Öyle bir güldüm ki Yaren duraksadı.
Öyle bir güldüm ki nefret ve öfkeden başka bir şey görünmeyen gözlerinde korku belirdi.
"Yolun sonuna geldik, Yaren Karaslan!" Dedim keyifle. "Senin hikâyen de buraya kadarmış."
"Ne.. Ne saçmalıyorsun sen yine?"
"Benim kardeşim yarın sabah toprağın altına girecekken sen nefes alabileceğini mi sandın, Yaren? Vah vah... Abin seni öldürecek diye ondan kaçtın ama kendi ayaklarınla bir başka celladına geldin. Salaksın."
Yaren'in gözleri büyüdü. "Onu öldüren ben değilim! Git onu öldüren kimse ona sor hesabını!"
"Sadece kardeşim mi? Canını yaktığın hangi kadın yaşıyor, Yaren?" Güldüm. "Bana bakma, benim de bir mezarım var orada."
"Onları öldüren ben değilim!"
"Annemi öldüren sensin lan!" Diye bağırdım bir anda. Sesim o kadar gür ve öfkeli çıktı ki Yaren bir anda olduğu yere pustu.
"Aylarca... Günlerce... Günlerce bana yapmadığın ima kalmadı." Dedim. "Yok baban yaptı, yok dayın yaptı, yok eben yaptı! Her şeyi ince ince işleyen de yapan da sensin!" Dedim işaret parmağımı sertçe göğsüne vurarak. "Annemin raporlarını değiştirdin! Kanser derecesini hiçbir zaman bilemedi! Yanlış tedavi uygulandı! Annemin bildiği buydu! Babam ise hiçbir şey bilmiyordu! Annemi öldüren sendin! Annem son nefesini bana emanet bırakıp gittiğinde benim için bir yaşama amacı belirlendi! Bu amacı öğrendiğimden beri gözüme uyku mu giriyor sanıyorsun sen!? Senin aldığın her nefes, benim canıma battı!" Diyerek bu sefer kendi göğsüme vurdum parmağımı.
"Artık yeter. Kardeşimin intikamını fazlasıyla aldım. Artık tüm dünyanın gözünde orda burda evli adamlarla sikişen bir kadınsın! Ne demiştin? Açelya, Eflin'in sevgilisini mi ayartmıştı? Baha Açelya'yı sadece kullanmış mıydı? Eflin psikolojik tedavi mi görüyordu?" Güldüm. "Bitti, Yaren. Kardeşime verdiğim sözü tuttum. Sıra geldi anneme."
"Hastasın sen!" Dedi dehşetle. Korkuyla çığlık attı. "İmdat!"
"Yaren?" Dedim şirince. Korku dolu gözleri etraftan bana çevrildi. "Burası benim çöplüğüm." Dedim parmağımı kendi etrafta çevirerek. "Bu holding benim. Bu bina benim. Burası tamamen benim! Senin sesini birisi duysa bile gelir mi sanıyorsun? Hadi geldi... Sesini çıkarabilir mi sanıyorsun?"
"Canisin sen!"
"Evet öyleyim! İstediğiniz bu değil miydi!? Daha altı yaşında oyun çağında bir çocukken beynimle oynayan, bu karakteri bana aşılayan siz değil miydiniz!?"
"Bizim istediğimiz bu değildi!" Dedi. "Bu karakterin yalnızca paravan olacaktı! Arka planda bizim isteklerimizi yapan bir köleden farksız olacaktın!"
Üzülmüş gibi dudak büzdüm. "Vay be... Cidden acıklı bu. Unuttuğunuz tek şey; benim kimin kızı olduğum, kimin kardeşi olduğum... Evrim Arslan bu günlerin geleceğini bilmiyor muydu? Biliyordu. Beni ince ince işleyen yalnızca siz değildiniz. Sizden gizli gizli benim için size karşı bir savunma mekanizması oluşturan annem vardı! Her zaman aklımı kullanmamı söyleyen annem! Çünkü içgüdülerimi ele geçiren sizdiniz. Bende kalan tek şey kendi aklımdı. Her zaman bir karar vermeden önce uzun uzun düşünmemi ve her seçimi uzun uzun tartmamı söyleyen annem vardı. Kimsenin dolduruşuna gelmememi söyleyen, her zaman kendi kararlarımı vermemi sağlayacak şekilde beni yetiştiren bir annem vardı! Annem benim her şeyimse, Evrim annem de her şeyim. Furkan abim de aynı şekilde. Bilmiyordu ama hissediyordu sanki, bana kendimi savunmayı öğreten oydu. Hem bedensel hem zihinsel olarak! Bir olaya her zaman objektif bakmayı ve resmi dışardan görmeyi öğreten oydu! Resme dışardan baktım, ve her birinizin ne bok olduğunu gördüm. Sonra sizin benim içime yerleştirdiğiniz silahı kullandım, hepinizi bitirdim. Son nefesimi verene kadar da savaşım bitmeyecek."
Yaren boş boş baktı suratıma.
"Ama sen bunu anlayamazsın." Dedim canını yakma hırsıyla. "Sonuçta senin annen yoktu, değil mi? Hiç olmadı. Abilerin sana abilik yapmadı. Sen onların kardeşi değil, esiri falandın. Sen beni ölsen anlayamazsın. Yazık." Söylediklerime hiç de üzülmüş gibi görünmüyordu ama biliyordum. İnsandı bu, kırılırdı. Kırılsın, paramparça olsun ve derman bulamasın.
"Senin yaşamanın bir değeri kıymeti yok, Yaren." Dedim daha fazla üstüne giderek. Onu psikolojiden yıkmaya çalışıyordum. Çünkü biliyordum ki sözler, bir bıçaktan daha çok acıtırdı. "Seni burada öldürsem kimsenin umurunda olmaz. Hatta bahse varım, Gökhan Karaslan kapıma gelip teşekkür bile eder. Sen etkisiz elemansın. Faydan yok, zararın var."
Durgunlaştı.
"O haberler ortaya çıktığında bile dilinden dökülen cümle abim beni öldürecek oldu. İşin acı yanı, abin bunu cidden de yapar. Şimdi söyle, seni bugün benim elimden alabilecek bir Allah'ın kulu var mı?"
"Bah-"
"Daat!" Dedim sesimi yükselterek. Sonra normal bir tonda "Yanlış cevap." Dedim. "Sevgilisine, sevdiği kadına yaptıklarından sonra seni koruyacak mı sanıyorsun? Üstelik bahsi geçen aynı sevdiği kadın, birkaç gün önce senin abin tarafından öldürüldükten sonra... Hiç sanmıyorum."
"Yalan söylüyorsun!" Dedi. "Abim öyle bir şey yapmış olamaz, haftalardır şirketten çıktığı yok!"
Tehlikeyi bir gülümseme yüzümdeki yerini aldı. "Aynı abinden mi bahsediyoruz, Yaren?"
Yaren duraksadı.
Kaşları çatıldı.
Gözlerini kaçırdı.
Düşündü.
Gözleri büyüdü.
Şaşkınlıkla bana baktı.
"Oğuz abim yaşıyor mu!?"
"Ne kadar da güzel, ufacık bir zekâ belirtisi yakaladık." Dedim bakışlarımı etrafta gezdirirken ferah bir şekilde.
Ferah... Ah... Zehirli meyvem benim. İkinci kurbanım...
Allah taksiratını affetsin.
"Bunu bana söylemen-"
"Evet evet evet." Dedim hızlıca. "Arap atı gibi sonradan açılıyorsun maşallah. Evet seni öldüreceğim, çatlak sarışın."
Kaçmak için arabasına doğru koştu. Topuklarımın üstünde ona doğru dönmek haricinde hiçbir tepki vermedim. Ellerimi trençkotumun ceplerine sokmuştum.
Arabasına bindi, çalıştırdı, geriye dönmek için dikiz aynasına baktı, dondu kaldı.
Otoparkın giriş çıkışları başta olmak üzere her bir köşesinde siyah giyimli adamlar vardı.
Maskeleri yoktu.
Çünkü bu adamlar bana aitti.
İçerideki adamlardan birkaçı arabaya yaklaştı. Biri kapıyı açarken diğeri Yaren'i kolundan tutup dışarı çıkardı. İkinci kişi de diğer kolundan tuttu ve neredeyse sürükleyerek benim karşıma getirdiler. Diz çöktürüp birer robot gibi başında dikildiler, benden gelecek herhangi bir emri beklediler. Yaren'in kızarmış dolu gözleri yüzüme çıktı. Korkuyordu, çok korkuyordu. Korkmalıydı, çünkü kendime biçtiğim amaç buydu.
İstedikleri değil, isteyemeyecek kadar korkacakları kişi olmak.
Bu uğurda her yolu mübah saymak.
Sadece Desise, yani oyun değil; Asise, yani oyun tanrıçası olmaktı.
"Çok özür dilerim!" Dedi ağlayarak. İş ciddiye binince yusuf yusuf atmaya başlamıştı. "Yemin ederim ki çok özür dilerim! Lütfen bırak beni. Desise, lütfen bırak."
"Seni hiç uyarmadığımı söyleyebilir misin, Yaren?" Dedim duruşumun dikliğini hiç bozmadan.
Zaten topuklu ayakkabı giydiğinde dengeni sağlamak için istemesen bile dik durmak zorunda kalıyordun. Topuklu ayakkabının iyi özelliklerinden biri de buydu.
"Söyleyemem." Dedi. "Uyardın evet. Defalarca kez uyardın. Ama ben anlamadım, aptalın tekiyim ve kibrime yenildiğimi kabul ediyorum! Tekrarı olmayacak, yemin ederim ki olmayacak. Lütfen bırak beni gideyim. İstersen yurt dışına giderim beni bir daha görmezsin bile."
Zihnimde Eda'nın sesi yankılanıyordu.
Bırak gitsin! Daha fazla vahşet saçma!
Nefes ise onun ağzını kapatıyordu.
Kes sesini, aptal. Bugüne kadar bunun için çabaladık!
"Eda olsa bunu kabul ederdi." Dedim başımı sallayarak. "Ama neyse ki Eda değilim. Ben kimim?" Diye sordum sesimi yükselterek.
Tüm adamlarım hep bir ağızdan "Desise!" Diye bağırdı.
Kibirli bir gülümseyiş.
"Bugüne kadar bunu idrak edememiş olman ne acı..." dedim başımı iki yana sallayarak. Yaren'i tutan adamlardan birine baktım. Başımla aşağıyı işaret ettiğimde Yaren'i otoparkın da altında olan kata sürükleyerek indirmeye başladılar.
Neyse ki otoparkta ses yalıtımı vardı ve her türlü giriş çıkışlar kapalıydı.
Yaren'in bu şekilde dibimde biteceğini zaten biliyordum.
Eflin'in bana son iyiliği bu olmuştu.
Derin bir nefes vererek gülümsedim ve peşlerinden ben de indim.
Söz verdiğim gibi, dilinden başlayacaktım.
🩸
(Kadın cinayetleri hassasiyeti sebebiyle işkence ve cinayet sahnesi yazılmamıştır.
Aramızda erkek olduğunda sesi çıkmayıp, kadın olduğunda ortalığı ayağa kaldıran kesimler de var.)
🩸
Islığım ve topuk seslerim dar koridorda
yankılanıyordu.
Avucumda tuttuğum, ucunu duvara sürterek ilerlediğim kanlı bıçak, duvarda kırmızı bir çizgi bırakıyordu.
Siyah, uzun trençkotumun kumaşı çıplak bacaklarıma çarpıyor, ince topuklu ayakkabımın hazin sesi ıssız koridorda ölümü çağırıyordu.
Damarlarımda hissetmeyi beklediğim şey neydi? Kayıp vermenin acısı mı? Alışmamış mıydım bu geçen sürede zaten? Acı çekmeyi unutmuştum, halbuki acı çektirmeyi ezbere biliyordum. Gerek fiziksel, gerek mental, gerek ekonomik.
Trençkotumun siyah oluşu, üzerime bulaşmış olan kanı gizlememe en büyük yardımcıydı. Bu trençkotu yok etmem gerekecekti.
Olmak istemedikleri kişiydim. Olmamı istemedikleri kişiydim. Karşılarına çıkmasından korktukları kişiydim.
Şirkete girmeden direkt otoparka girdim ve parlak siyah arabamın kapısını açıp içeri girdim. Filmli camlar sayesinde içerisi gözükmezdi.
Önce trençkotumu, sonra siyah, büzgülü detaylı mini elbisemi çıkardım üzerimden. Nisan'ın ortasındaydık, Nisan yağmurları ortamı soğutuyordu.
Karton çantadaki temiz kıyafetleri çıkardım. Yırtmaç detaylı siyah mini eteği bacaklarımdan geçirdim. Sütyenimi çıkarıp siyah büstiyer giydim. Siyah, kolları katlanan blazer ceketimi de üzerime geçirdikten sonra siyah topuklu çizmelerimi çıkardım. Gümüş rengi, burnu kapalı bir stiletto tercih etmiştim. Kirli kıyafetleri çantaya tıkıp koltuğun altına sakladım. Saçlarımı ellerimle düzeltip araçtan indim. Anahtarla kilitledim ve asansörlere ilerledim.
Giriş katına çıktığımda asistanım beni karşıladı. "Nefes Hanım, hoş geldiniz." Ona bakmadan odama giden koridora ilerledim, kendisi de peşimden geliyordu. "Bugünkü toplantınız için Kuzey Bey ile görüşeceksiniz. Birkaç ay önce Asaf Bey ile yapılmış sözleşmeleri hakkında sizinle konuşacaklar. Anlaşırsanız sözleşme yenilenecek."
Hafifçe gülümsedim. "Demek sonunda benimle tanışma şerefine erişecek?" Asistanım afallamış bir şekilde "Anlamadım efendim?" Dediğinde onu geçiştirdim.
"CEO'muz hazır mı peki bu bahsettiğin toplantıya?" Asansöre bindiğimizde yönetim katının tuşuna bastım.
"Selçuk Bey'in zaten haberi vardı, Nefes Hanım. Ben size sadece hatırlatmak istedim." Bir bakış attığımda dudaklarını birbirine bastırdı. Gözlerimi hafifçe kısıp geri önüme döndüm.
Yönetim katına geldiğimizde asansör tiz bir ses çıkararak kapılarını araladı. Halıfleks zeminde ilerleyerek odamın kapısına geldim. Çift kapaklı büyük kapının hemen yanında parlak bir panoda aynen yazan şuydu: Yönetim Kurulu Başkanı Nefes Karaslan Pakgör.
Masama geçtim. Asistanım çıktıktan sonra bilgisayarımı açıp işlere odaklanmaya çalışsam da baş ağrısı vurgun gibi giriyordu beynimin içine doğru. Baş ve işaret parmağımla burun kemerimi sıkıp gözlerimi yumdum.
Yarın Açelya'nın cenazesi vardı. Gitmeye hazır hissetmiyordum. Dahası onun artık olmadığı düşüncesi aklıma geldikçe kendimi kaybedecek gibi oluyordum.
Sabah magazini, medyaya damga gibi vurarak ortalığı sallamıştı. Görüntülerin hepsi sansürlenerek paylaşılmıştı. Çünkü kimsenin cinsel birleşme anını izlemeye ihtiyacımız yoktu. Dahası, RTÜK içimizden geçebilirdi.
Güldüm.
Hak ettiğini bulmuştu.
Herhangi bir vicdan azabı duymayı bekledim ama olmadı.
Satranç tahtasından bir taş daha devrilmişti vezir tarafından. Bu taş fildi. Yaren Karaslan bir satranç taşı olsaydı fil olurdu.
Bu tahtanın şahı ise Araf'tı.
🩸
(Spoiler sebebiyle Nefes ve Kuzey'in sahnesi Kayıp Pusula'da yer alacaktır.
Çünküsü, zaman olarak Yağmurun Nefesi, Kayıp Pusula'dan birkaç ay kadar önde ✨)
🩸
Çıkış saati geldiğinde gözlerim saate takılı kaldı. Beşi on geçiyordu.
Yönetimi yaparken pek de zorlanmıyordum çünkü çoğu görev CEO'ya aitti. Benim sadece kontrol etmem gereken bazı şeyler oluyordu ve toplantılara katılmam gerekiyordu. Başta hiçbir şey anlamıyor olsam da sonradan bu duruma alışmıştım.
Kapımın tıklandığını duyduğumda "Gel." Dedim. Sesim yorgun çıkmıştı. Ama bu yorgunluğun mental olduğunu anlamaları pek mümkün değildi. Fiziksel bir yorgunluk sanıyorlardı.
Kapı açıldığında içeri giren kişi Araf'tı. "Seni burada bulacağımı biliyordum." Dedi ve kapıyı kapattı. "Dayanamadın, değil mi?"
"Dayanamadığım çok şey var. Bu hiç bile sayılmaz." Dedim kısık sesimle. Yanıma geldi ve masama yaslandı. "Olanlardan haberim oldu. Çekmişsin sonunda Yaren'in fişini."
"Fişini çekmek demeyelim de, intikam planımdan bir kurban eksildi diyelim." Dedim geriye yaslanırken.
"Babam, baban, Yaren... Sıradaki kim?"
"Babam bitmiş sayılmaz." Dedim. "Onunla hesabım kapanmadı."
"Tamam... Öyle olsun. Sevda Hanım'dan da intikam alacak mısın?"
Güldüm.
"En yakın arkadaşı olan anneme ihanet edip Oğuz Karaslan'ın kişisel asistanı olduğu için mi? Dostluk ilişkileri umurumda değil. Ben, annemi ölüme sürükleyenlerden intikam alıyorum." Araf, bu düşüncemden memnunmuş gibi gülümsedi. "İşte bu yüzden." Dedi.
"Ne bu yüzden?"
"Bu yüzden senin kararlarını sorgulamadığımı ve sana güvendiğimi söylüyorum. Kime ne yapman gerektiğini ve kime ne yapmaman gerektiğini biliyorsun. Bir şey yapıyorsan mutlaka bir bildiğin vardır." Gözlerim kısıldı. "Babanın katilinin ben olduğumu öğrendiğinde bu yüzden mi bir tepki vermedin?"
Araf bir süre sustu.
"O her ne kadar babam olsa da... Tiksinç bir insandı." Dedi. "Annemi öylece alevlerin arasında bırakıp gittiğinde bir nevi annemi öldüren o oldu. Kolundan tutup kendisiyle beraber götürebilirdi ama bunu yapmadı. Gözü beni bile görmedi. Dahası halama ve sana yaptıkları... Aklı selim bir insan değildi ve ben bunu çok geç anladım. Hayatta kalsaydı daha korkunç şeyler yapabilirdi. İşte bu yüzden istesem de seni suçlayamıyorum, doğru olanı yaptın belki de. Sana olan tek kırgınlığım, bana bu konuda yalan söylemen. Dürüst olmaman."
"Evet haklısın." Dedim. "Ama ben de haksız değilim. Sana bunu söyleseydim neler yapardın ikimiz de biliyoruz. Şüphelendiğinde bile neler söyledin, Araf?"
Tüm söyledikleri ve sonrasında olanlar gözünün önünde canlanmış gibi yutkundu, gözlerini kaçırdı. "Evet." Dedi. "Ama daha sonra da söyleyebilirdin, yapmadın."
"Gündemimiz olan başka mevzular vardı."
"Araya sıkıştırabilirdin."
"Yapamazdım!"
Gözlerini yumup birkaç saniye sindirmeye çalışır gibi durdu. Belki de öfkelenmemeye çalışıyordu. Ya da kırmamaya. "Tamam..." Dedi konuyu kapatmak, ya da rafa kaldırmak istiyormuş gibi. "Yarın Açelya'nın cenazesi var. Geleceksin, değil mi?"
Yüreğime bir ateş düştü ama ben güldüm. "Tabi. Cenaze kombinim bile hazır!"
"Nefes yapma şunu!" Dedi sesini yükselterek. "Acından sorunundan dalga geçerek ya da konuyu değiştirerek kaçmaya çalışma! İçini döktün diye, belki de o an çöktün diye kimse seni yargılamayacak!"
"Ben düşmeyeceğim, Araf." Dedim dişlerimi birbirine bastırarak. "Hiçbir zaman."
"Neden!?"
"Çünkü son düştüğümde, herkesten önce beni bırakan sen olmuştun!" Dedim hızla yerimden kalkarken. "O evde! 16 Kasım'ın gerçekleştiği, seni ilk gördüğüm evde! Ben düşmekten korktum herkes bir tekme indirir diye! Yargılamasından korktuklarım bana destek olurken sonuna kadar güvendiğim sen beni terk ettin! Sebebi neydi peki? Baban!" Gözlerim yandı, dolmamaları için derin bir nefes aldım. "İşte bu yüzden bir yemin ettim kendi içimde. Her gün ölsem bile bu dizlerin üstüne düşmeyeceğim!"
Araf gözlerime bakarken yutkundu ve bakışlarını kaçırdı. "Üzgünüm." Dedi. "Amacım bu değildi."
"Buydu ya da değildi! Çok özür dileyerek ilk defa kendimi düşünmek istiyorum, müsaadeniz olursa! Ben o haldeyken bile kendi sırtıma demir kırbacı indire indire zorlukla ayağa kalktım! Ben o haldeyken bile yine ayağa kalktım senin peşinden koştum! Akmış makyajımla, solmuş tenimle, morarmış gözaltlarımla, dermansız dizlerimle saatlerce yürürken o kadar bakışa maruz kaldım ki! Bana kendimi aciz hissettiren o kadar bakış oldu ki! Hepsini görmezden geldiğimi düşündüm, ta ki içimde oluşan yarayı fark edene kadar! Tekme vurmasından korktuğum herkes ben düşmeyim diye koluma girdi de, kendimden çok güvendiğim sen indirdin bacaklarıma darbeyi, Araf! Şimdi karşıma geçip edebiyat yapma, gözünü seveyim!"
"Özür dilerim."
"Özrün hiçbir anlam ifade etmiyor."
"Senin de öyle."
Gülümsedim. Acı bir gülümseyişti. "Biliyorum."
Araf sessiz kalırken ben de bilgisayarı kapatıp eşyalarımı toplamaya başladım. Yanıma doğru ilerlediğini göz ucuyla görmüştüm. Kolumdan tutup yavaşça kendine çevirdi. "Neden bunu yapıyoruz?"
"Yorulduk çünkü." Dedim. "Kaybetmekten."
"Kazandığın hâlde kaybettiğini düşünüyorsun." Dedi.
"Belki de ben kaybedeceklerimi baştan kaybetmişimdir, Araf? Her şeyini kaybettikten sonra bir zafer elde ettin diye huzur bulmuyorsun. Ben bu saatten sonra toprağın altında bile huzur bulamam."
"Deme öyle." Dedi kaşlarını çatarak. O da kaybetmişti her şeyini. Yanında bir ben kalmıştım.
"Öyle ama."
"Değil. İçinde kopan fırtınaları anlayamam, büyüklüğünü hissedemem. Sana ne kadar iyi gelir, ya da iyi gelir mi bilmiyorum. Ama... Seni seviyorum. Seni çok seviyorum, sevgilim." Dedi ve alnımdan öptü, bunu yaparken saçlarımı da koklamıştı.
Bu hareketi, bir damla yaşı gözümden akıttı.
Görmemesi için hemen ona sarıldım ve yüzümü göğsüne sakladım.
"Ben de seni çok seviyorum." Dedim yorgun sesimle.
"Yüklerini alamam." Dedi. "Ama dilersen paylaşabilirim?"
"İstemem." Dedim. "Senin yükün sana yeter."
Bir süre öylece sarıldık. Sonrasında toparlanıp çıktık. Eve geçerken yol boyunca sessizdim. Araba kullanmak istememiştim, bu yüzden Araf'ın yanına binmiştim. Adamlarımdan biri, benim arabamı arkamızdan getiriyordu.
"Yarın gelmek istediğine emin misin?" Dedi Araf soluk bir endişeyle.
"Eminim. O benim kardeşim." Dedim.
"Nefes... Açelya'nın babası da orada olacak."
"Beni suçlayamaz. Karısı, Açelya'yı babama satarken gıkını çıkarmadı, şimdi aynı adam Açelya'yı öldürdü diye beni suçlayamaz."
"Evet ama acısını çıkaracak birini arayacak."
"Sorun değil. Her türlü kabak benim başımda zaten." Dedim ve boş boş yolu izlemeye devam ettim.
Bunda hatalıydım, bunu ben biliyordum. Ama onlar bilmiyordu. Ben içten içe suçluluktan ölecektim, ama onlar bilmeyecekti.
Akşam yemeğinde de sessizdim. Gece yatarken Araf bana kimsesiz hissettirmek istemez gibi sıkıca sarılarak uyumuştu, ama benim gözüme uyku girmiyordu.
Sabahında kız kardeşimi toprağa vereceğim günün gecesinde nasıl uyuyabilirdim ki?
🩸
Nefes almak ve vermek. Doğuştan sahip olduğumuz bu refleksi yerine getirmek ne kadar zor olabilirdi ki?
Tam şu anda hiç olmadığı kadar zordu.
Zalim olduğunda yalnızca kendini korumuş olurdun. Kimseyi değil, sevdiklerini bile değil. Herkesi keskin bir kılıçtan acımasızca geçirerek kendini kurtarırdın.
Zalim olmayı kabul ederken, kayıplarımın bu derece ağır olacağını tahmin edemezdim.
Avuçlarımın arasındaki nemli kara toprağı sıktım. Üzerimdeki uzun, siyah, düz akordiyon etek, ıslak toprağa oturduğum için çamur olmuştu. Çıplak ayak bileklerim ve topuklu botum da öyle. Fakat herkesin üzerindeki kiri pası dahi umursamayacağı kadar büyük acı çekeceği bir anı vardı. Ve ben de tam o anın içerisinde, kardeşimin toprağını avuçluyordum.
Ağlamak isterdim. Ama yalnız. Herkes gittiğinde ve yalnız kaldığımda.
İşte bu yüzden saatlerce bu yağmurun altında, taze mezarın başında beklemiştim. Başımdaki siyah tülbent sırılsıklam olmuştu ve saçlarıma yapışmıştı. Yüzümden yağmur damlaları süzülüyordu. Nisan yağmurları, kardeşime ağlıyordu.
Herkes gitmişti ve ben burada, kız kardeşimle baş başaydım.
Araf'ın düşündüğünün aksine Aykut amca beni suçlamamıştı. Kendi içine kapanmıştı ve hep sessiz kalmıştı.
Semra teyzenin ise gizlice ağladığını görmüştüm.
Benimle konuşan hiç olmamıştı.
Abimi hiç görmemiştim.
Mezar başına saplanmış tahtaya kaydı gözlerim.
Açelya Bostan
08/07/2001- 13/04/2021
Hak etmemişti. Hem de hiç hak etmemişti. Kız kardeşimi kendi hırslarım yüzünden kaybetmiştim ve bu omuzlarımdaki tüm yüklere meydan okurcasına daha ağırdı.
Gözyaşım yanaklarımdan süzüldüğünde gözlerimi kapattım. Konuşmak ve özür dilemek istiyordum ama anlamsızdı. Sesimi çıkarmaya yüzüm yoktu.
Ben bir canavardım. Sevdiğim herkesi öldürüyordum. Hepsi benim yüzümden ölüyordu.
Eğilip alnımı toprağa yasladım. Çocukluğumu gömdüğüm toprağa sarıldım.
Birkaç ara ileride de annemin mezarı vardı.
Önce annemi, sonra çocuğumu, sonra da çocukluğumu gömmüştüm.
Bir mezarda annem, yanında çocuğu, diğer yanında da çocuğum yatıyordu. Ben sadece Açelya'yı değil, çocukluğumu da gömmüştüm. Benim yerim burasıydı, buradaydı.
O mezarda Nefes Karaslan yazıyordu. Ölüydü.
Bense Eda'ydım. Eda Arslan Pakgör.
Eda yarımdı, Eda boşluktu, Eda yalnızdı, Eda kimdi? Baştan aşağı Nefes olmuşken, Eda benim için bir yabancıydı. Yine de onun ismini her kimliğimde taşımaya devam ediyordum.
Adım sesleri işittiğimde başımı kaldırdım ve kızarmış gözlerimi karşımdaki adama diktim. Abim. Yüzü hiç olmadığı kadar darmaduman, hiç olmadığı kadar çaresiz. Elleri ayrı, dizleri ayrı titriyordu. Sarıldığım kara toprağa canını gömmüş, ve geri almaya gelmiş gibi bakıyordu. Onu o günden sonra ilk defa şimdi görüyordum.
Abim bitmişti.
"Abi?" Dedim zorlukla. Sesim titremiş, kırılmıştı. En az onun kadar çaresizdi.
Gözleri bana döndü aynı zorlukla. Bir karartı geçti. "Git buradan."
Avuçlarımdaki toprağı istemsizce daha da sıktım. "Def ol git!" Diye bağırdı. "Senin yüzünden oldu her şey! Def ol! Sakın çıkma bir daha karşıma! Benim artık bir kardeşim yok!"
"Benim artık bir kardeşim yok."
"Sana abilik yapacağımı sanma, kardeşimmiş gibi de davranma. Babamın basit bir hatasının sonucusun sen. Başka bir şey değil. Seni de istemediler zaten."
Yüzünde gördüğüm nefret, onu ilk gördüğüm günkü nefretle aynıydı. O gün, karşısında annesinin ölümünden suçladığı kişi vardı. Bugün ise sevdiği kadının ölümünden suçladığı kişi.
Haklıydı.
Annemi de ben öldürmemiş miydim zaten? Benim varlığım koca bir aileyi yıkmamış mıydı?
Onun gözünde olduğum kişi belliydi. Annesinin kazaya değil cinayete kurban gittiğini gizlemiştim, babasını öldürmek istemiştim, sevdiği kadının ölümünden sorumluydum. Kendi dayısını bile gözünü kırpmadan öldüren bir kadındım. Sebeplerle değil, sonuçlarla ilgileniyordu ve sonuç buydu.
Sana kol kanat germelerini mi bekliyordun? Nefes'in tabiatı bu. Her zaman yalnız, sonsuza dek yalnız, ölürken dahi yalnız.
Nefes Karaslan olmak, beraberinde bazı bedelleri getiriyordu. Nefes Karaslan'ı toprağa gömdüm ama onun soyut kimliğinden kurtulamadım. Nefes'i bir tek Eda, Eda'yı bir tek Nefes öldürebilirdi. Aksi halde ikisi de her zaman yaşamaya devam edecekti.
"Baha." Araf'ın sesini arkamda hissettim. "Yapma bunu... Sevdiğin kadındı evet, ama o da senin kardeşin. Öz kardeşin. Ve ikimiz de biliyoruz ki hiçbir şeyin suçlusu Nefes değil."
Baha'nın nefret dolu bakışları Araf'a çevrildi. "Öyle mi?" dedi alay ederek. "Babanı öldürmüş bir kadına karşı fazla merhametlisin. Yoksa oyun mu oynuyorsun? İntikam mı alacaksın?"
Delirmiş gibi güldü ve sonra ciddileşti. "Sen beni anlayamazsın, Araf Pakgör. Sen beni ancak ne zaman anlarsın biliyor musun? Sevdiğin kadını kendi kollarında kaybettiğinde, ve kendi ellerinle toprağa verdiğinde. Kokusunu, sesini, gülüşünü, gözlerini özlediğin an bir avuç toprağa muhtaç kaldığında. Beni ancak o zaman anlarsın."
Araf kaskatı kesildi.
"Kendi kardeşinin ölümünden bahsettiğinin farkında mısın?" dedi Araf öfkeyle. Yüzü bembeyaz olmuştu. Beni ölümün kıyısından yeni kurtardığını düşünüyordu ve abimin sözleri onu derinden sarsmıştı.
"Farkındayım." dedi. "Ama o en azından senin gibi karşımda alay eder gibi konuşmuyor. Şimdi ikiniz de def olun gidin buradan!" Araf, öfkeden kaskatı kesilmiş çehresiyle abime doğru birkaç adım attığında "Araf." Dedim. Sesimin yorgunluğu ve güçsüzlüğü onu durdurmuştu.
"O haklı." Dedim. "Gidelim, lütfen." Çünkü ben de utanıyordum burada olmaktan.
"Haklı falan değil!" Diye bağırdı Araf bana. "Açelya'yı öldüren sen değilsin, kendi babası! Ruh hastasının teki olan kendi babası! Suçlayacak birisini arıyorsa onu bulsun, sana tek kelime etmesin!"
"Eğer karın, babamın damarına basmasaydı, babam ona bu kadar bilenmezdi!" Diye bağırdı abim de. "Emin ol, Araf. Benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı! Kendi kalbimi gömdüm ben bugün! Kalbim, bu toprağın altında! Sevgilim bu toprağın altında! Çekip çıkarmak istiyorum ama yapamıyorum! Bunun intikamını en önce o hayatımı siken sikik heriften, sonra da senin karından alacağım!" Al, abi.
Bir insanın kendi öz babası en büyük düşmanı olabilir miydi? Bir insana takılan en büyük çelmenin sahibi kendi öz babası olabilir miydi? Bir insanın önündeki en büyük engel kendi öz babası olabilir miydi?
Bu saatten sonra buna yürekten inanıyordum.
Olabilirdi.
Öz babam, öz kızının tutunacak dallarının üçünü de kırmıştı. Öz kızı ve öz oğlunu birbirine düşürmüştü, kocamla aramdaki güven bağını kırmıştı.
Abimi istesem de suçlayamazdım, tüm suçlu babamdı.
Ve ben de onu öldürmek için her şeyi yapacaktım.
Mevt'e kavuşturacaktım.
Zaman parçalandı. Hikâyemi başlatan "Gize" yok oldu. Onunla beraber, sevgilim. Biz de yok olduk.
İkinci Kısmın Sonu.
* Karakterlerin parodi hesaplarında, diyalogların aynısı değil, sadece benzeri veya daha kısası var :)
*Karakterlerin parodi hesapları:
nefesasise
arafpakgor
Bahakaraslan
Acelyaaaww
*Bana ait sosyal medya hesapları:
Instagram ane1hikayeleri
yagmurunefesi
katillercetesi_phoenix
Tiktok ayenurerol
Twitter Ayenurerol_
Ayranlilolipop
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro