Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

44 | Karanlık ve Aydınlık

*Merhabalar ♥️

*Evimizde wifi yok, benim de internetim bittiği için bölümü geç yayınlamak zorunda kaldım. Allah'tan kitaplarıma çevrimdışı da erişebiliyorum da bölüm yazıyorum.

*Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın ✨

*İyi okumalar 🩸

44. Bölüm

Çığlık.

Dört bir yanım kaba çığlıklarla inlerken ben öylece durup oluşan kaosu izledim.

Yangın, diğer katlara sıçrarken, plazanın içindeki tüm insanlar, kaçışan farelere benziyordu. Bu görüntü beni gülümsetti.

Sonra durdum.

Gülümsemem anında soldu ve kaşlarım çatıldı. Kendimi sorguladım. Neden masum insanların korkusu ve dehşeti beni tatmin etmişti? Ben sadece Oğuz Karaslan'ın ölümünü istiyordum.

Korktuğumun başıma gelmesini istemiyordum. İçimde az da olsa kalan merhameti, sevgiyi, şefkati ve acıma duygusunu yitirmek istemiyordum. Eğer yitirirsem, bir canavardan farkım kalmazdı. Etrafına ölüm saçan bir canavar.

Yumruklarımı sıktım.

Eda nefret etti. Eda benden etiyle kemiğiyle nefret etti. Bağırdı. Bir aile buldun sen. Sonra da acımadın yaktın hepsini. Sen bir katilsin! Aile katili! Arkadaş katili! Evlat katili! Benim katilim!

Evlat katili?

Mavi'min ölümü benim yüzümden değildi.

Öyle, değil mi?

Hırsın, kibrin, öfken hepimizin sonunu getiriyor! Mavi de senin yüzünden öldü!

Hayır, benim yüzümden değildi.

Değil mi?

Şu an hissetmem gereken neydi? Yükselerek kül eden ateşin benim yüreğimde yanması gerekmez miydi? Ben neden hissizdim?

Neden hissizim ben?

Baba, söyle! Ben neden senin ölümüne karşı hissizim?

Çünkü seni hiç yanımda göremedim. Bir baba olarak hiçbir zaman yanımda değildin. Arkamda olman bir şeyi değiştirmez, sonuçta insanların arkasında gözü yoktur. Arkamda olsan bile o kadar uzak bir mesafedeydin ki, seni hissedemedim bile.

Baba, ben seni hissedemedim. Dolu dolu babam var diyemedim. Çünkü yoktun!

Dolu dolu babam var diyemedim. Çünkü sen bizi sikik bir hisse uğruna satmıştın!

Dolu dolu babam var diyemedim. Çünkü sen, annemin ölümüne giden o karanlık yolu kendi ellerinle göstermiş, yaşama açılan gül bahçelerini karanlığınla gizlemiştin. Annem göremedi.

Benim gibi. Annem de benim gibi seni hiç göremedi, baba. Sen hiç yoktun.

Sen, ne uğruna olursa olsun, karısını aldatabilecek kadar haysiyetsiz bir adamdın. Sen, ne uğruna olursa olsun dört-beş yaşındaki oğlunun gözündeki parıltıyı söndürecek kadar haysiyetsiz bir adamdın. Sen, ne uğruna olursa olsun oğluna işkence ettiğin anların videosunu çekecek kadar haysiyetsiz bir adamdın.

Ve o oğlun, o videoları izledi. Bu sefer kanayan bedeni değil, canıydı.

Kendi oğlunu piyon olarak kullanacak kadar haysiyetsiz bir adamdın. Tıpkı Asaf Pakgör gibi.

O da öldü. Sen de.

Taraflar öldü, ortaklık bitti, kurban yandı.

Eda yandı.

Babasıyla beraber cayır cayır yandı. Ölmedi, ama ölmeyi diledi.

"Eda!"

Boğaz yakan bir bağırış, yakarış, isyan.

Saçı başı dağılmış, terlemiş, beti benzi atmıştı. Kahverengi gözleri dehşetle etrafa bakınıyordu.

Yüzünün yarısını annesiyle beraber yangında kaybeden Araf. Evlerini kundaklayan adam, ölümüne gözünü kapattığı kadınlar gibi öldü.

Gülşah yengem gibi yanarak.

Yağmur Pakgör ve Zeynep Karaslan yanarak ölmedi belki, ama kaderleri yandı kül oldu. Onlar gibi yandı o da.

Canlı canlı yanarak acı çeken Araf gibi yandı o da.

Özür dilerim, sevgilim. Eda, babasıyla birlikte içeride yanıyor.

Sen Nefes'i arıyorsun.

Beni arıyordu. Beni bulamıyordu.

Araf. Canım.

Karanlıkta kalan ağaçların arasından önce kaldırıma çıktım. Sokak lambalarının aydınlık ışıltısı, beni açığa çıkarmıştı. Fakat bu kalabalıkta Araf beni yine de göremezdi.

Ona doğru yaklaştım. Yüzümde son derece inandırıcı bir dehşet belirdi. "Araf!" Koştum. "Neler oluyor!? Babam! Babam içerideydi!" Etrafa bağırdım öfkeyle. "Yardım etsenize! Oğuz Karaslan içerideydi!"

Bu süre zarfında Araf sadece beni izledi. Sonra aniden kendine çekip öyle bir sarıldı ki, canım canına karışacaktı. Sıktı, çok sıktı. Hiçbir şey gelip beni ondan alamasın diye. Ölüm bile.

Annesini aldığı gibi beni de almasın diye.

"İyi misin!?" Dedim başımı Araf'ın göğsünden kaldırmaya çalışarak. Ama buna izin vermedi ve beni hiç bırakmadı.

"Sen iyisin. Ben daha iyiyim."

"Araf, babam!" Dedim ağlamaklı bir sesle. "Babam içerideydi! Yardım etsenize!"

Kapı önünde duran basın mensupları, büyük bir hararetle çekim yapıyordu.

"Karaslan Holdingin yıldönümü kutlamasındayız! Holdingde büyük bir patlama oldu ve Oğuz Karaslan'ın hâlâ içeride olduğu söyleniyor!"

"Sakin ol. Babana hiçbir şey olmayacak." Ben öyle demezdim.

"Eda!" Açelya kalabalığı tüm gücüyle iterek yanıma geldiğinde onun yanında abim de vardı. Açelya endişeliydi fakat abim daha farklıydı.

O zaten bunun olacağını tahmin ediyordu. Tepki veremiyordu, yüz ifadesi tamamen donuktu ve rengi atmıştı. Korkuyordu. Tıpkı Araf gibi. Araf'ın, babasını kaybettiği gün gibi

İkisi de birbirine çok benziyordu. Birbirlerini en iyi yine ikisi anlardı.

"Neredeydin!? Öldüm öldüm dirildim!" Dedi Açelya bana bağırarak. Gören de sevgilim zannederdi, öyle bir bağırıştı bu.

"Telefon görüşmesi yapmam gerekiyordu, dışarıdaydım ben." Dedim hâlâ Araf'ın kollarındayken. Beni bırakmaya niyeti yok gibiydi.

"Asıl siz iyi misiniz!? İçeride olan sizdiniz!"

"Sadece sarsıntı hissettik ve o büyük patlama sesi bize yankılanarak geldi. Bir süre duyma yetimizi kaybettiğimizi sandık. Hepimiz bir aradaydık ama sen yoktun. Sana suikast düzenlediler sandım, çok korktum, Eda!" Açelya, beni Araf'ın kollarından tüm gücüyle zorla kopardı ve sıkıca sarıldı.

Açelya, benim holdingi patlatacağımı bilmiyordu. Araf da öyle. Abim de bilmiyordu, ama tahmin ediyor olmalıydı ki onlardan daha sakindi.

Bilmiyorlardı. Ama böyle düşüneceklerini de akıl edememiştim. Onları fazla korkutmuştum.

Kollarım sıkıca Açelya'yı sardı. Birbirimize o kadar sıkı sarıldık ki, birbirimizin kalp atışlarını göğüslerimizde hissediyorduk.

"Ben de sizin için korktum." Dedim. "Ya menzil daha yüksek olsaydı? Ya size bir şey olsaydı?"

"Bunlar hep Baha'nın verdiği sadakalardan." Dedi Açelya hafifçe gülmeye çalışarak.

"Sadaka mı?"

"Evet. Her ay yüklü miktarda bağışlar yapıyor yetiştirme yurtlarına. Hatta haberin yok, bir eğlence merkezi inşa ettiriyor. Sadece yetiştirme yurtlarındaki çocukların kullanabileceği özel bir yer. Kendilerini özel hissetsinler diye."

"Bunları anlatmanın yeri miydi şimdi?" Dedi abim en sonunda sessizliğini bozarak. "İyilik gizli yapılır ve ben de hep gizledim. Şimdi açıkladın da ne oldu?"

"Ay sus be, koca adam. Kardeşin o senin. Sevgilinin bilip de onun bilmemesi saygısızlık olurdu." Dedi Açelya homurdanarak.

Abim sessiz kaldı.

"Gidelim buradan." Dedi Araf soluk bir sesle. "Araf ama babam!" Dedim hızla ona dönerek.

Ama o bana sanki baban çok umurunda der gibi baktı ve daha fazla uzatmadım.

Araf beni zorla götürülüyormuşum gibi yaparak basın mensuplarından kaçırdı ve arabaya bindirdi.

Kalabalığın kapattığı yoldan zar zor geçerek çıktık ve anayola girdik.

Uzaklaştığımızda "Senin işin miydi bu?" dedi arkamızda oturan abim.

"Ay yok artık." Dedi Açelya gülerek. Araf ise onun aksine şaşkınlıkla bana bakıyordu. Bu ihtimal aklına yeni gelmiş olmalıydı. Normaldi, patlama ve yangından sonra dalgın duruyordu. Aklı acımasız anılarında olmalıydı.

"Siz de beni iyice Deccal yaptınız." Dedim göz devirirken.

"Bunu sana daha önceden söyleyen zaten bendim!" Dedi abim öfkeyle. Evet, bana daha önceden de Deccal demişti ama şaka yapıyordu. Şimdi ise ciddiydi.

"Görüyorum ki haklıymışım!" Tamam, bu beklenen bir tepkiydi. Abimin bunu aşması imkânsızdı.

"Bir dakika bir dakika!" Dedi Açelya araya girerek. "Nefes? Cidden sen mi yaptın?"

Yorum yapmayan tek kişi kocamdı. O sadece yola bakıyor, başka düşüncelerde dolanıyordu.

"Sevgili abiciğime sorar mısın, Açelya? Acaba bu haltı benim yediğim sonucuna nasıl ulaşmış?" Dedim önüme dönüp sırtımı koltuğuma yaslayarak.

Bu sırada istikametimiz, anladığım kadarıyla, Pakgör Malikânesiydi. Asaf Pakgör'ün yaşıyorken kaldığı o vişne çürüğü rengindeki villa. Geberdikten sonra Araf'a kalmıştı ve yalnız kalmak istedikçe oraya gidiyordu.

Araf'la bir evimizin olmadığı gerçeği suratıma çarptı. Babasının evi vardı, benim evlerim vardı, onun evi vardı. Ama evimiz yoktu. Evet, beraber oldukça her yer bize evdi. Ama evli olarak, bize ait olan bir ev yoktu.

"Sence nasıl varmış olabilirim!?" Dedi abim yükselerek.

"Baha." Dedi Araf bir anda. Hepimiz ona döndük. "Sizi evinize bırakayım. Nefes'i götürmek istediğim başka bir yer var benim." Neresi?

Annesinin mezarına götürmeyecekti, değil mi? Sanırım bu bana ağır gelirdi. Ayrıca annesinin mezarını hiç görmemiştim. Aile mezarlıklarının nerde olduğunu bilmiyordum. Asaf Pakgör, annemin yanına gömülmüştü; çünkü onlar ikizdi, mezarda dahi ayrılamazlardı.

Her ne kadar bu beni tamamen rahatsız etse de.

Öldüğünde, karnı burnunda hâliyle kar kıyamet gecede sokağa attığı kardeşinin yanında kendine yer bulabilmişti ancak.

Onu hak etmediği hâlde.

Araf, Karaslan'ların evinin önünde abimi ve Açelya'yı indirmişti. Şimdi ise nereye gittiğimize dair hiçbir fikrim yoktu.

Beykoz civarına gelmiştik. Camdan dışarı izliyor, evlere ve dükkanlara bakıyordum.

Yoksul kesimin oturduğu bir bölgeye geldik. Bir şeyler tanıdık geliyordu ama anlayamıyordum. Sonunda araba durdu. Araf inemedi, o inmediği için ben de inmedim.

Başımı soluma çevirdim. Araf'ın penceresinden gördüğüm evle tüylerim diken diken oldu.

Yıkılmış, yanmış, virane hâldeki ev; annemin eviydi. Annemin kovulduğu ev.

Araf inmek bir yana, başını çevirip eve bakmadı bile. Belki de bakamadı. Çünkü son derece vahşet dolu o anı, o yaşamıştı.

Araf, o günü bildiğimi bilmiyordu. İzlediğimi bilmiyordu. Sadece annemin kovulma anını izlediğimi biliyordu.

Camını indirdi ve bir sigara yaktı. Benim yanımda içmemeye çalışırdı. Hatta daha öncesinde sigara içtiğine şahit olduğum an o kadar sayılıydı ki... Her seferinde benden köşe bucak kaçarak içiyordu. Utanıyor gibi. Ama bundan neden utandığını bilmiyordum. Nadiren ben de içerdim.

O kadar süre konuşmadı ki... Sadece beton asfalta bakarak sigara içti. Ben de onu izledim, bazen gözlerim eve kaydı ve annemin gençliğini hayal etmeye çalıştım.

Dedem Koray Pakgör'ün iflasından sonra buraya taşındıkları gün mesela.

Nakliye aracından ikinci el eski püskü eşyalar inip eve giriyordu, annemse kollarını göğsünde bağlamış düşünceli bir şekilde adamların hareketlerini izliyordu. Sonra yanına kardeşi, dayım, geliyordu. Ona sarılıp her şeyin geçeceğini ve çok mutlu olacaklarını söylüyordu.

Başlarına gelecek olan felaketten dördü de habersizdi. Yağmur, Asaf, Koray ve Süheyla Pakgör.

Lüks yaşamından koparılıp sefalete sürüklenmiş genç bir kızdı annem Yağmur Pakgör.

Başka bir an canlandı gözümde, annem okula gitmek için aceleyle kapıdan çıkıyordu. Basamakların sonunda tökezliyor, son anda sokak lambasına tutunup ayakta kalıyordu. Sonrasında koşar adım otobüs durağına ilerliyordu.

Başka bir görüntü.

Gece vakti, ışıklar açık. İçeriden kahkaha sesleri geliyor. Yemek masasında toplanmış hepsi. Asaf Pakgör, hayatının aşkı Gülşah Pakgör'le evlenmiş. Belki de Gülşah yenge, Araf'a hamile.

Başka bir görüntüde Araf, Gülşah yengenin kollarında. Bir bebek daha. Gülşah yengenin karşısında annem oturuyor, ve o da bana hamile. Bebek Araf'ın etrafı inceleyen şaşkın bakışları anneme dokunuyor. Karnında gelecekteki karısını taşıyan anneme.

Ve şimdi buradayız.

O hayallerin yaşandığı ev kül, biz viran. Yan yanayız, her şeye rağmen.

"Halam ve babam bu eve taşındıktan birkaç gün sonra dedem kalp krizi geçirmiş. Koray Pakgör'ün ölümü erken olmuş. Babaannem o kadar yıkılmış ki... Oracıkta felç geçirmiş. Destanları susturacak kadar büyük bir aşk hikâyesiymiş onlarınki. Babam böyle anlatırdı bana." Araf'ın bir anda sessizliği bölüp geçmişi bildiği kadarıyla anlatıyor oluşunu dikkatle dinledim.

"Babam annemle yeni tanışmış o sıralarda. Halam felçli annesine bakarken, babam eve para getirmek için iş aramış. Daha reşit bile değilmiş o zaman. Bu yüzden çoğu insan bunu sorun edip işe almamışlar. En sonunda bir fırında çırak olmuş. Her gece eve üstü başı un içerisinde gelmiş." Bitmiş sigarasını camdan aşağı attı.

"Üniversitedeyken annemle evlenmişler. Annem babamdan üç yaş büyükmüş ama bunu hiçbiri sorun etmemiş. Babam ve halam, aynı anda hem okumuş hem çalışmış. Halam kasiyerlik yapıyormuş ünlü ve büyük bir market zincirinde. Babamsa bir mobilyacıda usta yamağıymış. Zaman geçtikçe ve üniversitenin bitimi yaklaştıkça ustalığa terfi etmiş. Üniversitenin ardından staj dönemi için işten ayrılıp, başka bir holdingde staja başlamış. Daha gencecik, yirmi bir yaşında. Sonra annem bana hamile kalmış. Babamın omzuna daha büyük yükler inmiş. Onun yüklerini halam üstlenmiş. Sen stajına devam et, bırakma. Benim için sorun değil, ben çalışır para getiririm eve demiş." Annem her zaman kendinden öne başkalarını koymuş. Benim gibiymiş. Başkalarının iyi olması için kendisini harcamaktan çekinmemiş.

Anneme benziyormuşum.

Anneme benziyorum.

"Annemin hamileliği ilerledikçe halam değişmiş. Çok farklı davranmaya başlamış, her an gergin, stresli ve öfkeliymiş. Nedenini kimse hâlâ bilmiyormuş. Ama ben tahmin edebiliyorum, baban yüzündendi." Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Eğer Gülşah yengenin hamileliğinin sonuna doğru annem farklı ve öfkeli davranmaya başladıysa, bu demektir ki bana hamile olduğunu öğrenmişti. Çünkü Araf'la aramızda yalnızca bir yaş vardı.

"Halamla babamın arası gün geçtikçe daha da bozulmuş. Her an kavga ediyorlarmış, halam evden çıkıp gidiyor, birkaç gün sonra ancak dönüyormuş. Babam anlamış sevgilisi olduğunu. Ama o kişinin Oğuz Karaslan olduğunu bilemezdi. Çünkü Oğuz Karaslan, babamın kuzeni Zeynep Karaslan ile evliydi. Halam, dayısı hakkında hiçbir şey bilmek istemediği ve bu konuda sert olduğu için bunu bilmiyordu. Magazini de takip edemezdi, çünkü çok yoksullardı. Her an çalışıyordu, evinde televizyonu yoktu. Cebindeki telefonu doğal olarak tuşlu telefondu."

Annem masumdu. Onu kandıran Oğuz Karaslan'ın ta kendisiydi. Bildiğim kadarıyla bu gerçeği annem öğrendiğinde babamı anında terk etmişti. Ama hamileydi ondan! Ne kadar uzak kalabilirdi ki? Üstelik o durumdayken? Evde kendisinden başka çalışacak kimse yokken?

"Ben doğmuşum, benim doğuşumla birlikte babamın stajı bitmiş ve aynı şirkette işe başlamış. Maaşı ciddi anlamda çok iyiymiş, toparlaması çok da uzun sürmemiş. Bu süreçte halam daha da farklı davranmaya başlamış. Sürekli bol giyiniyormuş ve aile içerisine neredeyse hiç katılmıyormuş. Sana hamileymiş ve karnı büyümüş. Neden aldırmadığını halen daha bilmiyoruz." Gözleri bana çevrildi. Bana öyle bir baktı ki, kalbim kendini infaz etti. "Ama iyi ki aldırmamış." Dedi bana içi gider gibi bakarak.

"Araf..." Dedim ama devamını getiremedim.

"Nefesim..." Dedi aynı benim gibi. İsmimi söyler gibi değil de, gerçekten nefesi olduğum için bunu söyler gibiydi.

"Sonrasını babam yalanlarıyla süsleyerek anlattı. Halam bile isteye metreslik yapmış ve hamile kalmaktan bizzat çekinmemiş. Babam da bu yüzden onu evden kovmuşmuş.  Sonrasında öldüğü haberi gelmiş ve yıkılmış. Yeğenini sahiplenmek için hastaneye gitmiş ama onu bulamamış. Öldüğünü söylemişler. Evrim Arslan'ın bebekleri değiştirme olayı işte, biliyorsun."

Asaf Pakgör için hiçbir yorum yapmayacaktım. Bugüne kadar çok bile konuşmuştum. Diyeceğim tek şey; bu ölümü kendisi hak etmişti.

"Pakgör Holding'i yeniden kuruşu, o geceden çok sonraydı." Yüzünün yandığı ve annesini kaybettiği geceden bahsediyordu. "Şimdiki gördüğün o villayı aldı. Halamın ölümünden sonra babaannem kaldıramadı. O da onun ardından vefaat etti. Anlayacağın, babam koca evde yapayalnızdı. Benim varlığım onun için çok değerliydi çünkü ailesinden bir tek ben kalmıştım." O soruyu benden bekliyor olabilir miydi? Anlatmak için benim sormamı mı bekliyordu? Kendisi anlatamayacağı için?

"Peki... Annen?" Dedim. Bu soruyu sormak benim için o kadar zor olmuştu ki... Boğazım dilim düğüm düğümdü.

"Annem..." Dedi ve sustu. Bu, onun için çok zor bir şeydi. O kadar zordu ki, dilinin bağı bir türlü çözülmüyordu.

Bir sigara daha yaktı. Bu görüntü de beni yaktı. Araf ilk defa peş peşe iki sigara yakıyordu. Onu sigara içtiğini gördüğüm hiçbir anda ikinciyi yakarken görmemiştim.

Sigaranın ucundaki ateşi izledi. O ateş sanki onun ciğerini yaktı.

"Bir gece... Annem ilk defa bana masal okumadan yatırdı. O gün işleri onun için çok yoğundu ve ayakları bile şiş şişti. Ben istemedim masal okumasını. Gidip uyu, uyursan yürürken canın yanmaz demiştim anneme. O da saçlarımdan koklayarak öptü, merhametli oğlum benim dedi. Merhamet..." Kendisine acır gibi güldü. Şu an merhametsiz olduğunu mu düşünüyordu? Çok yanlış düşünüyordu. Kendisine bir de benim gözümden bakmalıydı.

"Annem bebekliğimden beri beni hep saçlarımdan öperdi. Hiç yanağımdan ya da boynumdan öptüğünü hatırlamıyorum. Öyle alışmış, öyle gelmiş. Sonra gitti, ben de uyudum. Uyurken dünyanın en kötü kâbusunu göreceğini bilmeyen bir çocuktum sadece." O yangın, çığlıklar, babamın bağırışları, Gülşah yengeyi bilerek içeride bırakması ve Araf'ı çıkarmalarını emredişi...

Hepsi bir bir gözümde yeniden canlandı.

"Bir kokuyla uyandım." Dedi. "Çok kötü bir kokuydu, genzimi ve ciğerlerimi yakmıştı o koku. Bugün bile hâlâ burnumun direğinde hissederim o kokuyu..." Yumruklarımı sıktım.

"Gözlerimi açtığımda kapının altından duman sızdığını gördüm. Bir de turuncu ışıklar vardı. Bizim koridorumuzun ışığı turuncu değildi ki?" Dedi o anı bugün bile yaşayan küçük bir oğlan çocuğu gibi.

"Çok sıcaklamıştım. Yorganı üstümden attım ve ayağa kalktım. Dumandan nefes almakta zorlanıyordum, öksürdüğümü hatırlıyorum. Çok öksürmüştüm, Nefes." Dedi dumanı bana şikayet ediyormuş gibi. Sanki gidip o dumanın icabına bakacak, ve Araf'ı çok öksürttüğü için ona kızacaktım. Gözlerimin yandığını hissettim. Araf'ın görmemesi için bakışlarımı ondan ayırıp başka yere baktım.

"Kapıyı açmak için demir kulpu tutup indirdim. Çok sıcaktı! Elim yandı, Nefes. Acıdan bağırdım ve ağlamaya başladım. Annemin sesini duydum, sakın gelme buraya dedi bana. Olduğun yerde kal Araf! Alevler evi öyle bir aydınlatıyordu ki, zifiri karanlığa hapsolmayı tercih ederdim."

Şakağımın üstünde, hemen saç dibimdeki dikiş izi sızladı.

Yoksa o izi kazandığım geceyle Araf'ın yüzünü kaybettiği gece çakışmış mıydı? Aynı gecede mi zarar görmüştük ikimiz de? Ben karanlık yüzünden alnımı patlatırken, Araf aydınlık yüzünden zarar görmüştü.

Ve iki anne de aynı şeyi söylemişti; olduğun yerde kal, gelme buraya. Ve iki çocuk da onları dinlememişti.

Düşünüyordum. Eğer dinleseydik, bugün neler farklı olurdu?

"Ateşten korktum. Çok korktum. Ateş ocaktan çıkardı ve yemek pişerdi. Ben de mi pişecektim? Ben yemek değildim ki? Nasıl kurtulabilirdim buradan? Kafamda dönen soruların hepsi bunlardı." Sigarasından bir nefes çekti ve külünde bir kıvılcım belirdi.

"Alevlerin henüz ulaşmadığı köşelerden koştum. Giriş kattaydı odalarımız. Üst katta çok oda yoktu, ve orada bir oda vardı ki babam oraya kimseyi sokmazdı. Kapısı hep kilitli kalırdı, hiç görmedim o odayı. Biliyor musun? İlk önce o oda yıkıldı yangında. Sanki bir ah gibi. Birinin ahı orayı yerlebir etmiş gibi. Şimdi düşünüyorum da, o oda halamındı. Annenindi." Annemin odası... Yangında ilk yıkılan oda annemin odasıydı. Babam bunu bilerek yapmış olabilir miydi? Yangını ilk o odadan başlatmış olabilir miydi?

"Annemin çığlığını duydum. Onun çığlığıyla tökezledim ve yere düştüm. Tam alevlerin üstüne denk geldi yüzüm, biliyor musun? Kızgın tavaya elini değersin, yanar. Ya da fırına falan. Ama o meğer çok hafif bir acıymış. Yüz yanması hiçbir şeye benzemiyormuş. O an ağlayamadım bile, biliyor musun? Canım o kadar yandı ki, sesimi çıkaramadım. Nefes alamadım. Annemin o çığlığından sonra sesi bir daha hiç gelmedi." Sokak lambasının ışığı yüzümüzü aydınlatıyordu. Ve Araf ağlıyordu, bunu görebiliyordum. Burnunu çekti, çenesi titriyordu. Küçük bir çocuk gibi huysuzca koluna sildi burnunu.

"Babamı gördüm. Yanımdan koşarak geçti ve dışarı attı kendisini. Kapıya yakındım, beni alma şansı vardı. Ama bunu yapmadı, bana bakmadı bile. Gördü, biliyorum. Orada olduğumu biliyordu. Ama bakmadı." En büyük kırgınlığıydı babasının onları alevlerin arasında bırakarak sadece kendisini kurtarması.

"Dışarıdan boğuk sesler geliyordu. Hiçbirini algılayamadım. Bir yüz belirdi gözümün önünde. Yeşil gözleri olan bir kız çocuğu. Bana öyle bir gülümsedi ki, anlam veremediğim bir şekilde hayata tutunmak istedim. Ölmek istemiyordum, gözlerimden yaşlar döküldü ama sesim çıkmadı. En son hissettiğim, bacağımdaki yanma hissiydi. Sonra bilincimi kaybettim. Uyandığımda beyaz bir odadaydım. Oda gün ışığıyla apaydınlıktı. Babam elimi tutuyordu. Bağırdım, Nefes. Can havliyle bağırdım. Kapatın ışıkları dedim. Ben karanlıkta kalacağım! Annem nerede!?" Yutkunmak istedi, zorlukla yutkundu.

"Annem hiç gelmedi yanıma. Hastanede kaldığım süre boyunca kalın ve siyah stor perdelerle odanın aydınlığını minimum seviyede tutmaya çalıştılar. Çünkü sinir krizleri geçiriyordum. Çok korkuyordum, aydınlıktan ve ışıktan çok korkuyordum. Karanlık daha güvenliydi, en azından yakmıyordu." Gözyaşları benim de yanaklarımdan süzüldü. Fazla bile tutmuştum kendimi.

"Her yerim sargı içerisindeydi, ama en kalın ve acıtan sargı yüzümdeydi. Zamanla bacağımdaki yanık kayboldu. Diğerleri kadar ciddi değildi o. Babam yüzümü eski hâline çevirmesi için bir ton doktor aradı, ama bulamadı. Reşit olduğumda omzumdaki kalıcı yanık izini dövmeyle kapattırdım. Dövmenin hiçbir anlamı yok, sadece hoş görünmesini ve yarayı kapatmasını istemiştim."

Hiçbir şey söyleyemedim. Şu an istediğim tek şey Araf'a sarılmaktı.

"Annemi kaybettikten sonra... Doğum tarihimi sakladım olabildiğince. Kimse bilmesin istedim. Sadece yıl yeterdi bence. Doğum günümü saklarsam annemi de saklarım, ölmez sandım. Doğum günümde saklı kalır, orada ölümsüz olur. 12 Mart'ta seninle evlenene kadar her doğum günüm benim için cenazeydi. Çünkü her sene bir kez daha yüzleşiyordum, annemi saklayamıyordum."

Gözyaşlarım hız kazandı. Ona uzanıp tüm gücümle sarıldım. Alnını omzuma yasladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.

Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçarken "Özür dilerim." Dedim titreyen sesimle.

Anlamadı.

Umarım hiç anlamazdı.

***

Duştan çıkmış, giyinmiş, saçlarımı kuruluyordum. Mor havluyu omuzlarımda asılı bıraktım ve kumandaya uzanıp televizyonu açtım.

Sabah saatleriydi. Araf'la eve gelmiş, hiçbir şey konuşmadan öylece sarılıp uyumuştuk. Uykusunda kâbuslar görmüştü ve ben de her seferinde onu uyandırıp hiçbirinin gerçek olmadığına inandırmış, bağrıma basarak yeniden uyutmuştum. Sanki kocam değil, bebeğimdi. Bebeğim gibi sevdim onu.

Kalktığımda ise kaskatı olmuş saçlarım ve akmış makyajımdan bir an önce kurtulmak için sıcak bir duşa girmiştim. Saks mavisi kumaş pantolon ve beyaz büstiyer giymiştim. Islak saçlarımın üstümü ıslatmaması için de havluyu omuzlarımda bırakmıştım. Birazdan kurutacaktım ama merak ettiğim bir şey vardı.

Yanmış ve simsiyah hâle gelmiş holdingin içerisine giren ekiplerin görüntüsü çekiliyordu. Canlı yayındalardı.

Hararetli bir şekilde son durumu anlatan spiker kadına döndü kamera. "Şu anda Karaslan Holdingin önündeyiz. Dün geceki patlamanın ardından çıkan yangını ekiplerimiz çok zor söndürdüler ve arama kurtarma ekiplerimiz içeride birinin kalıp kalmadığına bakmak için içeri girdiler. Oğuz Karaslan'ın içeride kalmış olduğuna dair bilgi edinmiştik. Ancak içeride bulunamadı." Ne?

Bu nasıl olabilirdi!?

"Fakat onu dışarıda da gören hiç olmadı. Polis ekiplerinin sorguları devam ediyor. İçeride yanmış bir hâlde bulunan üç cesetten birisi olabileceği tahmin ediliyor. Cesetler otopsiye gönderildi, uzmanlarımızın sonuçlarına göre karar verilecek. Şu anda o patlamanın nasıl ortaya çıktığı araştırılıyor, suikast olabileceği tahmin ediliyor."

Ah, evet. Tabii ki suikast. Ama düşmanları tarafından değil, kendi kızı tarafından.

Ne kadar acı, öyle değil mi?

Umarım o üç cesetten birisi, Oğuz Karaslan'ın ta kendisidir.

Aklıma bir şüphe düştü, içeride babamdan başka kimsenin olmadığından emin olmuştum. Diğer cesetler kimdi? Umarım masum insanlar değillerdir. Aksi hâlde büyük bir suçluluk hissedebilirdim.

Televizyonu kapatıp tekrar yukarı çıktım. Saçlarımı kurutup havluyu kaldırdım ve kenara koydum. Kabarmış saçlarımı düzleştirip makyaj yapmaya başladım. Gözaltlarımın morluğu çok az da olsa gitmeye başlamıştı ama beni yorgun gösteren o renk eşitsizliği halen daha sabitti. Bunun için bi güzellik merkezine gitsem iyi olurdu. Aksi halde kendiliğinden geçmesi imkânsız gibi duruyordu.

En son kaliteli ve büyük bir markaya sahip olan renkli glossumu sürdüm. Taç tokamı çıkarıp saçlarımı serbest bıraktım ve elimle düzelttim. Beyaz, askılı büstiyerim göğüs dolgulu ve dekolteliydi. Göğüslerimin taşmış görüntüsü kötü durmuyordu.

Bu yeni bir şey değildi benim için. Ben eskiden de çekinmezdim böyle şeylerden. Rahatsız olduğum tek şey eteklerdi, onun da sebebi ağdayla uğraşmak istemeyişimdi.

Blazer ceketimi giyip kolunu kıvırdım. Altından uzanan kumaşını uzatıp düğmesini ilikledim. Yarı resmi yarı rahat bir görüntü vermişti. İnce şeritli bir topuklu ayakkabı giyip tokasını taktım. Boş kalmış gerdanıma abimin aldığı Mikail meleği kolyeyi taktım. Kulağıma da ufak halka küpeleri taktım.

"Bugün fazla mı güzeliz?"

Araf'ın uyku mahmuru boğuk sesini duyduğumda dönüp ona baktım ve gülümsedim. "Günaydın."

"Günaydın. Seni hazırlanırken izlemeye bayılıyorum."

"Öyle mi?" Dedim muzip bir sesle. "En sevdiğin hangisi?"

"Ayakkabı giyişin." Dedi sırıtarak. Ben de güldüm ve göz kırptım. Ayakkabı giyerken eğiliyordum ve kalçama bakıyordu, tabi en sevdiği bu olurdu.

Arkamdan yaklaştı ve kollarını belime sarıp çenesini omzuma koydu. Ellerimi ellerinin üstüne koyup ona yaslandım. "Özledim seni." Dedi. "Bu aralar herkese çok uzaksın."

"Nasıl uzağım?" Dedim şaşkınlıkla. "Her an yanınızdayım Araf?"

"Bundan bahsetmediğimi biliyorsun." Biliyordum.

"İç dünyanı olabildiğince saklıyorsun, Nefes. Ulaşamıyoruz sana, paylaşmıyorsun hiçbir şey. Dün gece yaptığın şeyden bile hiçbirimizin haberi yoktu. Bizi de tehlikeye attın, gözün hiçbir şey görmüyor artık." Yutkundum.

"Araf, sizi tabiki tehlikeye atmadım. Bombanın menzilini yüz kere kontrol ettirdim. Hatta boş bir arazide deneme amaçlı patlattırdım bile. Sizin alacağınız tek hasar kısa süreli duyma zorluğuydu. O da hemen geçti zaten."

"Nefes üç kişi öldü. Bunun farkında mısın?"

"Evet. Ve sen de üç kişiden daha fazla kişiyi öldürmüş birisin. Bunun nesi tuhaf senin için?"

"Nefes birisi babandı!" Dedi bir anda sesini yükselterek. "Baha'dan sonra, ailenden kalan tek kişiyi öldürdün farkında mısın sen?"

İlk defa yaptığım bir şey değil.

Yüreğimde bir kara delikle dolaşıyordum, ama bunu kimsenin bilmesi gerekmiyordu.

"Nefes, dibe batıyorsun, görmüyor musun? Ne demiştin bana? Kuyu." Nasıl hatırlıyordu?

"Kar tanesinin kan damlasını bırakarak dibe yaklaştığını düşünüyordun, değil mi? Hayır, Nefes. Kan her zaman kardan daha ağırdır, ve sen dibe çakılmak üzeresin. Durdurulamaz bir hıza ulaştın ve hepimiz senin için korkuyoruz!"

O boşluk genişledi.

Araf haklı olabilir miydi? İntikam hırsıyla gözüm mü kararmıştı? O kadar kararmıştı ki, karı geride bırakarak düşüyor olduğumu bile fark edememiş miydim?

Belki de haklıydı, ama ben de kendime bir söz vermiştim. Bu sözü tutmak için elimden geleni yapıyordum.

"Seni bir yere götüreceğim." Dedim Araf'a. Önce duraksadı, sonra sorgulamadan "Tamam." Dedi.

Ben kahvaltı hazırlamak için aşağı inerken Araf da duşa girmişti.

Kahvaltı sofrası hazır olduğunda Araf geri gelmişti. Saçlarını kurutmuş, hazırlanmıştı. Koyu renk kot pantolon, siyah tişört ve baharlık ceket giymişti. Kahvaltının ardından arabaya geçtik. Şoför koltuğunda oturan bendim. Araf, henüz ehliyet sınavıma az kaldığı için izin vermek istemese de onu dinlemedim.

O binanın önünde durduk. Dört bir yanı filmli camlarla kaplı olan, iki katlı yapıya. Ne içi görünüyordu, ne de üstünde bir şey yazıyordu. Araf sorgulayarak suratıma baktı. Ona gülümseyip araçtan indim ve zincirli çantamın askısını sağ omzuma astım. Araf da araçtan indiğinde uzaktan kumandayla kilitledim.

Araf'ın parmaklarıyla parmaklarım kenetlendi. Güneş gözlüğümü başıma taktım.  Cam tokmaklı cam kapıyı iterek açtım ve içeri girdik.

Araf donakaldı.

Kocaman olmuş gözleri boş tuvallerle dolu duvarlarda, mermer kolonlarda, parlak karolarla kaplı zeminde, yaldızlı duvar şeritlerinde dolaştı. Elimi bıraktı ve birkaç adım ilerledi. Kendi etrafında dönüp etrafa bakındı.

Şu görüntü o kadar güzeldi ki... Buranın iç inşası süresince hep Araf'ın bu yüz ifadesini hayal etmeye çalışmıştım. Şimdi ise karşımdaydı.

Tavandaki yer yer gömülü spotlar ve her tuvalin üstünde yer alan aydınlatmalar buraya ayrı bir hava vermişti. Tavandaki spotların renginin değiştirilebilir olduğunu Araf daha bilmiyordu. Ya da zeminin normal bir zemin olmadığını.

En önemlisi, daha odasını görmemişti.

"Hayallerin, Araf." Dedim. "Her şeyden daha kıymetli. Senden hisselerini istedim, çünkü senin ait olduğun yer o cehennem değil. Burası. Beraber yanalım düşüncesinde olduğunu biliyorum. Ama ben bunu istemiyorum ve ister kabul et ister etme; bir yolunu mutlaka bulurum."

"Burası..." Dedi. "Şimdi... Benim mi?"

Kocaman gülümsedim ve ona yaklaştım. Topuklu ayakkabımın sesi yankı yapıyordu. "Tabiki senin. Alt katta da atölyen hazır. Ve üst katta da kişisel odan var."

"Bakabilir miyim?" Dedi bana dönerek. Şaşırdım. "Tabiki bakabilirsin, Araf? Senin burası." Bana öyle bir güldü ki, tüm yaralarımın kirlenmiş sargısı düştü ve yenisi sarıldı.

İleri doğru ilerledi ve kırılmaz cam basamaklara sahip sarmal merdivene ulaştı. Cam basamakların alt kısımlarında sensörlü ledler bulunuyordu. Bir basamağın üzerine basıldığında hepsi birden yanıyordu ve merdiveni aydınlatıyordu. Bozulmamaları için özel bir cam tüp içerisindelerdi. Su veya herhangi bir şey giremezdi. Dolayısıyla karanlık yüzünden düşme riski sıfıra indirilmişti.

Atölyenin aydınlatmaları ise daha farklıydı. Sanki hissetmiş gibiydim ve bilerek yaptırmıştım. Aydınlatma seviyesini ayarlayabileceği minik bir kol vardı. O kolu ne tarafa çekerse, ışık o kadar artar ve azalırdı. Yanındaki ekrandan ise ışığın rengini ayarlayabilirdi. Ya da tıpkı bir saat gibi zamanlayıcı kurabilirdi.

Çocuk Eda'nın ve çocuk Araf'ın en büyük korkuları birleşip ortadan kalkmıştı.

Karanlıkta merdivenden düşüp zarar görmeyecekti. Ya da zihnindeki anı tiyatrosuna daldığı bir zamanda istediği zaman karanlıkta çalışabilecekti.

Ben karanlıktan korktum, Araf aydınlıktan. Günün sonunda ben karanlığa tutsak kaldım, Araf aydınlığı istedi.

Olsun, sorun değildi.

Aşağı kata indiğimizde merdivenin hemen dibindeki kolu yarıya kadar çektim ve odanın içi loştan biraz daha aydınlık hâle geldi.

Atölye ciddi anlamda genişti. Bir duvarı tamamen gömme raf şeklindeydi ve her rafın altında çok ince ve voltu düşük beyaz aydınlatmalar vardı. Her çeşitten ve tondan boya vardı. Aklına gelmesi dahi imkânsız tonların hepsi burada mevcuttu. Çoğunluğu akrilik, yağlı ve guaj boyaydı.

Başka bir duvarın yalnızca yarısı aynı tasarıma sahip bir gömme raftı. O rafta büyük bir çanta bulunuyordu. Çantanın içerisinde yine her tondan boya kalemleri vardı. Pastel boyalar, mum boyalar, sulu boyalar... Daha nicesi.

Başka bir rafta da her çeşitten üçer beşer tane boya fırçaları vardı. Özellikle en kalitelilerinden sipariş vermiştim.

Oda içerisinde en az üç tane ahşap şövale vardı. Ayrıca yerde duvara yaslı bir şekilde her boydan tuvaller bulunuyordu. Üstünde tuvali duran bir tane şövale vardı, onun da yanında cam bir masa vardı. Özellikle her şey camdı. Çünkü camlar saydamdı, içini ve arkasını görebilirdik.

Önümüzde duranı bile göremediğimiz şu hayatımızda başka bir şeylerin arkasını göremezdik. Ben de bunu ortadan kaldırmak istemiştim. Duvarlar dahi cam olsun istemiştim bu yüzden.

Atölyenin içinde daha sayamadığım çok fazla şey ve detay vardı.

Araf'ın bakışları bana döndüğünde orada gördüğüm şey minnettar bir adam değil, hayalleri gerçekleşmiş küçük bir çocuk heyecanıydı. "Nefes..." Dedi ne diyeceğini bilemiyormuş gibi. Gözlerinin dolduğunu gördüğümde bu, yutkunamayışıma sebep oldu.

"Eda." Dedim. Nefes, ellerini boğazıma geçirip beni sarsa sarsa boğmak istiyordu ama ben uzun zaman sonra ilk defa Eda'ya seslenmek istedim.

Çift karakterli gibi değildim.

Ben gerçekten çift karakterliydim.

Kimse anlamadı. Belki de anladılar ama sustular.

Araf'ın gözlerinde bir duvar yıkıldı. Bana tüm savunmasızlığıyla baktı. "Nefes sana kör kütük aşık." Dedim. "Ama sen en çok Eda'nın zaafısın, Araf. Bunu bana yaptıran da oydu. Çünkü ilk defa Nefes'le aynı fikirdeydi."

Ellerinin titrediğini gördüm göz ucuyla. Hızlı adımlarla bana yaklaştı, elini boynuma sardı ve dudaklarının sert baskısı dudaklarımı deldi adeta. Üst dudağım dudaklarının arasındayken sırtım arkamdaki merdivenlerin hemen yanındaki duvara çarptı. Çanta kolumdan düştü ve elim ensesine çıktı. Öpücüğündeki tutku ve hırs başımı döndürmüştü.

Dudaklarımız zar zor ayrıldığında alnını alnıma yasladı. Birkaç saniye nefeslerimizin düzene girmesini bekledik.

"Varlığın varlığım." Diye fısıldadı.

"Varlığın varlığım." Diye fısıldadım.

Atölyeden, ardından da salondan ayrıldığımızda bu sefer şoför koltuğundaki Araf'tı. Her ben kullandığımda kalp krizi geçirdiği için bir şey dememiştim. Bıktım senin için polislerle uğraşmaktan dediğinde gülme krizlerine girmiştim. Kendimi ailenin sorunlu haylaz çocuğu gibi hissediyordum.

Pakgör Holding'e geldiğimizde aracı kapalı otoparka park etti. Beraber asansöre ilerlerken asansöre yakın olan gri kolona takıldı bakışlarım. Araf'la yeni tanıştığım günlerde orada kavga etmiştik. Desise'yi kabullenmeye ilk kez orada başlamıştım. Gerisi zamanla gelmişti, artık tamamen Desise'ydim. Bundan sonuna kadar memnundum.

Giriş katın asansörlerinde indik ve B bloğa geçtik. Yönetim katına çıkmak için asansörlere ilerliyorduk ki Finans departmanı başkanının bağırdığını duyduğumuzda ikimiz de durup koridorun öbür ucuna baktık.

"Çalışanların devamlılığından sen sorumlu değil misin!? Gelmediği ilk gün ona ulaşman gerekiyordu!"

"Özür dilerim, Faruk Bey. Ben-"

"Özür falan dileme! İşini doğru yapamayacaksan neden burada çalışıyorsun!? Sizin sorumsuzluğunuzun sorumluluğu benim üstüme binecek, farkında değil misiniz!?"

Araf'la birbirimize baktık, ikimizin de kaşları çatılmıştı.

Araf'la beraber oraya doğru ilerlemeye başladık. Adım seslerimizi duyan Faruk Bey anında duruşunu dikleştirdi ve önünü ilikledi.

"Faruk?" Dedi Araf. Ben Araf'ın biraz daha gerisinden geliyordum, sadece dinleyip anlamaya çalışıyordum.

"Araf Bey. Nefes Hanım. Üzgünüm, fazla mı bağırdım?" Dedi Faruk Bey mahçup bir şekilde. Bakışlarım yanındaki kadına döndü. Pakgör Holding'in yüksek forslu çalışanlarından birisi gibi duruyordu, siması da tanıdıktı. Fakat Faruk Bey kadar yüksek mevkili olmasa gerekti ki azar yiyordu.

"Mesele nedir?" Dedi Araf bakışlarını Faruk Bey ve genç kadında gezdirerek.

"Bu, Sertap. Çalışanların devamlılığından sorumlu şefimiz. Birkaç gündür işe hiç gelmeyen bir çalışanımız varmış ve o bunu kontrol edememiş, ulaşmamış bile."

"Peki bu neden sizin sorumluluğunuz olsun?" Dedim ilk defa konuşarak. Faruk Bey'in bakışları bana döndü. Daha birkaç ay önce kayıtlara ismimi geçirirken alttan alttan küçümseyen ve ukalalık yapan adam; şimdi şirket sahibinin yeğenine değil, bizzat şirketin sahibine bakıyordu. Kader gerçekten çok değişik ve kıymetli bir şeydi.

"Gelmeyen çalışan, Finans departmanındanmış. Ben de bu departmanın başkanı olduğum için yargılanan ben olacağım, Nefes Hanım. Bu tarz şeylerin hepsi, kurulda benim de sorumluluğum sayılır."

"Kimmiş o gelmeyen?" Dedim kaşlarım çatılırken.

"Yiğit Uzun." Kaşlarım anında düzeldi ve şaşkınlıkla bir süre durdum. Araf da şaşkın görünüyordu, demek ki onun bu işte parmağı yoktu.

Söz konusu ben olduğumda kıskançlığı pis oluyordu. Yiğit'in burnunu kırdığı anı hâlâ hatırlıyordum.

Ayrıca Yiğit'i en son Asaf Pakgör öldükten sonra görmüştüm. Nedenini anlayamadığım bir şekilde Akın'la beraberdi.

Bir dakika.

Ben nasıl bunu yeni fark edebilmiştim!?

Akın, Gökhan Karaslan'ın dostuydu! Yiğit ise Pakgör Holding çalışanıydı. Normal şartlar altında onlarla ne işi olabilirdi!?

Ve birkaç gündür ortalıkta da yoktu.

Öldürülmüş olabilir miydi?

Düşüncelerime dalmışken telefonumun sesiyle kendime geldim. Araf'ı Faruk Bey'in yanında bırakarak uzaklaştım. Telefonumu çantamdan çıkartırken tamamen cam olan duvara ilerledim.

Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Cevapladım ve akıp giden araçlara baktım. "Alo?"

"Nefes Hanım?"

"Evet benim?"

"Ben Yılmaz..." Bir süre sustu. Yılmaz adında birini hatırlamıyordum.

Fakat kısık sesle devamını getirdi. "Cemal'e yardım eden diğer maske." Ah, Araf cidden harikaydı. Oraya yerleştirdiği tek ajan Cemal değildi.

"Tamam. Peki ne oldu?" Dedim.

"Otopsi sonuçlarından birisi erken gelmiş." Dediğinde yüreğimin atış hızı arttı. "Sonuç ne?" Dedim hissettiğim adrenalini sesime yansıtmayarak.

"DNA kaydından kimliği tespit edilmiş. Cesetlerden birisi sizin holdingde çalışan Yiğit Uzun'a aitmiş." Gözlerim büyürken ağzım açık kaldı. Beynim durmuş gibi hissederken şaşkınlıkla nefesim kesilecekti.

Elim ağzıma giderken havada kaldı. "Ne? Nasıl? Gerçek mi? Kontrol ettin mi iyice? Sonradan hata çıkarsa kötü olur!" Dedim bir ihtimal yalan olur diye düşünerek.

"Hayır, efendim. Ceset yüzde yüz Yiğit Uzun'la uyumlu. Ekipler ailesinin evine gitti az önce." Karaslan'ların evine çok yakındı Yiğit'in evi.

Yiğit'in orada ne işi vardı!? Hem de o saatte!? Babamla aynı anda!

Karaslan'ların ajanı olmalıydı, bu yüzden bana Akın'la görünmekten çekinmemişti. Çünkü bilmiyordu aslen Araf Pakgör'den taraf olduğumu.

İki taraf arasında ihanet çıkaran mutlaka Desise tarafından cezasını bulurdu.

Seçil gibi.

Bilmeden yanlışlıkla Yiğit'in de cezasını kesmiştim.

"Tamam, Yılmaz." Dedim şaşkınlıktan zar zor sıyrılarak. "Gelişmeleri bekliyorum."

"Tamam." Dedi ve kapattı. Cemal'e göre daha soğukkanlı ve ciddiydi. İşini de ciddiye alıyor olmalıydı.

Cemal halen daha gözaltındaydı. Mahkemeye daha zaman vardı ve Zafer'in onu kurtaracağına inanıyordum. İşinde çok iyi bir avukattı, savcılığa hazırlanacaktı ama hâlâ hazırlanmamıştı anlaşılan.

"Nefesim?" Araf'ın arkamdaki varlığını hissettim, sonra da sesini duydum. Ona doğru döndüm. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde kaşları çatıldı. "Neler oluyor? Kimdi arayan?"

"Diğer köstebek." Dedim isim vermeden. Araf da zaten hemen anlamıştı. "Cesetlerden birisinin raporu gelmiş. Araf... Yiğit'miş." Araf'ın yüzünde beliren şaşkınlığı anbean izledim. "Nasıl?" Dedi hayretle.

"İhanet etmiş."

"Ben..." Dedi. "O gece kulübe geldiğimde onu görmüştüm ama tesadüf sanmıştım. Akın da oradaydı."  Başımı salladım. "Evet. Akın'la birlikte gelmişlerdi. Sonrasında yanımızdan ayrıldı, ama anlaşılan gidemeden sana yakalanmış. Dün gece de babamla birlikte yukarıdaymış."

Dişlerini sıktığında çenesi belirginleşmişti. Öfkelenmişti. "O akşam onu gebertmeliydim! Az bile yaptım burnunu kırmakla! Ah, aptal kafam!"

"Araf saçmalama istersen!" Dedim sinirlenmeye başlayarak. "Sen o gece kıskançlık krizine girip de kırdın burnunu! Nereden bilecektin ki köstebek olduğunu!"

"Bilmem gerekirdi, Nefes! Baha da anlattı bana o ibneyi! Neden bir an bile şüphelenmedim ki! Geri zekalıyım ben!" Elimi kaldırıp durdurdum. "Bir dakika. Ne anlattı abim? Neyden şüphelenmedin?"

Araf bana Baha, Yiğit ve Cansu mevzusunun tamamını anlattığında ağzım açık kaldı.

"Ne zaman anlattı bunu sana!?"

"İşte sen..." Dedi ve gülmeye başladı. Elleriyle yüzünü sıvazlayıp gözlerini ovuşturdu. "Açelya ve sen ağaca daldığınız gün. Baha'yla kahvaltıya gitmiştik." Ağzım bir an olsun kapanmayacaktı anlaşılan.

"Araf!?" Dedim dehşetle.

"Ne oldu?" Dedi telaşlanarak.

"Sen basbaya abime yürüyorsun!" Dedim büyük bir olaydan bahseder gibi bir dehşetle. "Abimin senin sarhoşluğun hakkında anlattıkları, senin beni bırakıp abimle baş başa kahvaltıya gitmen... Yasak aşk mı yaşıyorsunuz, aldatılıyor muyum?"

Bana geri zekalıya bakar gibi baktı. "Saçmalama istersen, Nefes? Abin bana zevk vermezsin çirkin herif dediği an kapandı o mevzu benim için." Dedi uzaklara bakarak. "Ne!?" Diye bağırdım elimde olmadan. "Ha kabul ediyorsun yani, yalvardın cidden!?"

Araf bir an etrafa bakındı ama koridorda bizden başka kimse yoktu, zaten ara bir koridor olduğu için hep ıssız olurdu burası.

Beni ittirip cama yasladı ve elini koyup bana doğru eğildi. Kulağıma yaklaşıp "Sen dururken neden abine yalvarayım ki?" Gülümseyişimi engelleyemedim. Elimi göğsüne sürterek "Ne zamandır göremiyoruz işlevini." Dedim.

Kolumu tuttuğu gibi hemen sağımda kalan odaya soktu beni. Buranın yedek toplantı odası olduğunu biliyordum. İçeri girdiğimiz gibi kapıyı kapatıp kilitledi. Beni beyaz toplantı masasına oturttuğunda masum çantam yine kolumdan kayarak yere düştü. Bu çantanın bugün çekeceği vardı anlaşılan.

(+18 başlangıcı.

Çok rica ediyorum, rahatsız olacaklar, saçma sapan yorum yapacaklar okumasın. Ha illa 'yapacağım' diyorsanız da çekinmeden silerim yorumunuzu, olur biter.

Sevgiler :)  )

Dudaklarımız ateşli bir şekilde birleşmiş, öpüşmemiz gittikçe alevlenmişti. Araf ceketimi omuzlarımdan sıyırdı, ben de onun baharlık ceketini çıkartmıştım. Benim için büyük olan eli belime geldi, çıplak belimde gezindikten hemen sonra sertçe kendisine çekti. Kendisi zaten bacaklarımın arasındaydı. Çekişiyle beraber vücutlarımız arasında mesafe kalmamıştı.

Dudakları ve öpücükleri çenemden boynuma doğru aktı. İzini bıraktığı ilk yeri, dövmemin üstünü öptü. Eli belimden karnıma kadar yol çizdi, oradan da yukarı doğru çıktı ve göğüslerime geldi. Diğer eli büstiyerin, kumaşın altına gizlenmiş gizli kopçasını açarken ben ondan tutunarak dik durabiliyordum.

Büstiyerin askılarını kollarımdan çıkarttığında göğüslerim çırılçıplak bir şekilde ortadaydı. Dudakları göğüslerime ulaştı. Birini avuçlarken diğerini dişlemeye başladı. Dudaklarımdan kaçan iniltilere mani olamıyordum ama kimsenin duymaması için de olabildiğince kısık çıkmasını sağlamaya çalışıyordum.

O kadar emip dişlemişti ki, uçları kıpkırmızı olmuştu. Uzamış saçları avuçlarımın arasındaydı, ben çekiştirdikçe o hırslanıyordu. Avucu diğer göğsümü sıktığında inleyerek başımı arkaya attım. Canım yanıyordu ama bu acı zevk veriyordu.

Diğer göğsüme geçtiğinde boşta kalan eli kumaş pantolonumun düğmesine uzandı, sonrasında fermuarı açtı. Eli oraya inerken aklımı kaybetmek üzereymiş gibi hissediyordum. Delirecek gibiydim. En son arabanın tavanını delmiştik, o zamandan beri birbirimize karışmamıştık. Ve onu çok özlemiştim.

Parmağını içime ittiğinde büyük bir inleme kaçtı boğazımdan. Araf'ın diğer eli anında ağzımı kapattı. Beni geriye doğru masaya yatırdığında ağrıyan belim rahatlamıştı. Bir eli ağzımı kapatıyor, diğer elinin parmakları içimde hareket ediyordu. "Araf..." Dedim ama ağzımdaki eli yüzünden sesim boğuk çıktı.

"Sakin ol..." Dedi. "Yeterince ıslanmazsan sana zarar veririm." Haklıydı ama bir an önce onu hissetmek istiyordum.

Pantolonumu kalçamdan sıyırdı. Parmakları içimden çıktığında iyice ıslandığımı hissediyordum, iç çamaşırım hâlâ üzerimdeydi.

Kemerini çözdü ve pantolonunu indirdi. Boxerının üzerinden belli oluyordu şişkinliği. "Seni özleyen sadece ben değilmişim." Dedi üzerime eğilirken. İç çamaşırımı iki yanından kavrayıp indirdi. İki eli iki elime kenetlendi ve başımın üstünde masada birleştirdi. Onu hissettiğimde alt dudağımı kanatırcasına ısırdım, belim gerilmişti. Bacaklarımı ona sardım. Yavaşça içime girdiğini hissettiğimde anlık acı yerini zevke bıraktı.

Başımı geriye attım, boynum gerilmişti. Araf önce yavaş bir şekilde gelgitlerine başladı. Sonrasında hızlanmaya başladığında inlemelerimiz odayı dolduruyordu. Neyse ki toplantı odalarımızın hepsi ses yalıtımlı olurdu, kimse hiçbir şey duyamazdı.

Birleşimimizden çıkan sesler, inlemelerimize karışıyordu.

İlk defa içime tamamen girdiğinde çığlık attım. "Şş!" Dedi kızarcasına. "Bu çığlıklarını evimizde duymak istiyorum, burası olmaz."

"Evimizde duyduğun tek şey çığlıklarım olmayacak." Dedim nefes nefese. Yeniden tamamen girdiğini hissettim ve derin bir inleme çıktı boğazımdan. "Öyle mi?" Dedi gülerek. "Bunu şimdi görmek isterdim, şansımın amına koyayım."

"Şansına değil bana koyuyorsun, amına koyayım!" Dedim. Araf öyle büyük bir kahkaha attı ki, bir an seslerin dışarı gidip gitmediğinden gerçekten şüphe ettim.

Hızını artırdığında acıyla beraber zevk de arttı. Tırnaklarım tişörtünün üstünden tenine geçiyor olmalıydı. Ben çıplakken o neden değildi? Bu hoşuma gitmemişti ama acısını evde çıkartmak istiyordum.

Orgazm olmaya yaklaştığımı fark etmiştim. Geldiğinde gözlerimin önünde bir ışık parladı sanki. Çığlığı bastığımda boşalma hissi anında tüm bedenimi sarmıştı. Çok geçmeden Araf da gelmişti. Nefes nefese üstüme çöktüğünde bir süre nefeslerimizin düzelmesini bekledik.

Rahatlamış hissediyordum. Araf'ın da öyle hissettiğine şüphem yoktu.

Şu an tek ihtiyacım, yeni bir iç çamaşırı ve ertesi gün hapıydı. Birkaç saat sonra kullanmam gerekiyordu, bunun için zamanlayıcı kurmalıydım yoksa unuturdum. E Araf da her yerde prezervatifle gezmediği için korunamamıştık. Sorun değildi, ben hallederdim.

Tekrar bebeğimi kaybetmek istemiyordum, bu benim için kâbustan beterdi.

(+18 sonu, devam edebilirsiniz.)

Araf üstümden kalktığında ve beni de kaldırdığında iç çamaşırımı ve pantolonumu giydim. Yerdeki beyaz büstiyerimin kirlenmediğini görmek derin bir nefes vermemi sağladı. Onu da giydim ve Araf kopçamı takmaya yardım etti. Ceketimi de giydim ve saçlarımı elimle düzeltmeye çalıştım. Yerdeki çantamı da aldım. Araf'la birlikte toplantı odasından çıktık. Etrafta kimse yoktu.

Araf'a alışveriş merkezine uğrayacağımı söyleyip şirketten ayrıldım. Alışveriş merkezi yakındı, arabama binip otoparktan çıktım. Alışveriş merkezinin otoparkına arabayı park edip asansörlere bindim.

Giriş katta inip iç çamaşırı mağazasına girdim. Bir iç çamaşırı takımı alıp ödedim ve kabine girdim. İç çamaşırımı değiştirdikten sonra karton çantayla beraber mağazadan çıktım. Yakınlarda eczane olup olmadığını bilmiyordum.

Otoparka yeniden indim. Arabamı buldum. Binecekken bir ses duydum.

"Nefes!"

Kanım dondu.

Şaşkınlıkla kalakaldım ve bir süre arkama dönemedim.

Ağır ağır döndüm sonra.

Öldüğüne emin olduğum babam bana bakıyordu, arkasında sürüsüyle adamla birlikte üstelik.

Bana olan bakışları bir baba gibi değil, bir düşman gibiydi.

"Tebrik ederim, güzel kızım." Dedi tehditkar bir şekilde. "Yeni ve büyük bir düşman edindin."

Lan bu herif ölmedi mi!? Lan bu herif yaşıyor mu!? Yaşıyor musun lan sen!? Diye bağırdı iç sesim.

"Cesur, Nefes Hanım'a eşlik edin." Dedi babam ellerini ceplerine sokarak.

Cesur. Şoförüm olarak yanıma aldığım Cesur.

Akın, Yiğit, Cesur... Daha ne kadar ihanet vardı? Neden hiçbirini zamanında fark edememiştim!?

Adamlar bana yaklaşırken onları durdurdum. "Yaklaşma! Ben kendim gelirim." Babama doğru ilerledim. "Ne istiyorsun?"

"Ne istiyorum?" Diye sordu kendi kendine. "Bütün bunları daha sonra konuşuruz. Şimdi. Bin şu arabaya." İşaret ettiği siyah minibüse baktım. Bu adamların bana dokunmasını istemiyordum. Bu yüzden istemeye istemeye bindim. Babam karşıma binerken yanımıza iki adam daha binmişti. Cam kenarına geçtim. Babam çantama uzanıp aldığında ona çatık kaşlarımla baktım.

"Güzel kızımın(!) çantasına bir bakalım. Ah, telefon. Buna ihtiyacın olduğunu sanmıyorum." Dedi ve iç cebine koydu. "Hm... Cüzdan? Buna da ihtiyacın yok." Onu da aldı. "Bakalım... Ruj, güneş gözlüğü falan var. Onlar kalabilir. Al bakalım." Çantamı bana geri verdiğinde dişlerimi sıktım. Allah razı olsun.

"Şu bakışlara bak." Dedi gülerek. "Benim kızımsın işte, bir şey diyemiyorum." Şoföre döndü. "Gidelim."

Şu an babam tarafından kaçırılıyordum.

Ve işin kötüsü; herkes babamı öldü sandığı için doğru yerde aramayacaklardı. Belki de beni bulduklarında çok geç olacaktı. Çünkü karşımdaki adam artık babam değil, düşmanımdı.







Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro