39 ~ Desise'nin Zehri
"Kadınların her biri tehlikelidir aslında. Çünkü kadın beyni detaycı, kurnazdır. Her bir kadın güçtür. O gücü kesmek ise sadece korkakların yapacağı bir şeydir..."
***
Vadim Kiselev - Alone in the Dark
Cem Adrian, Mark Eliyahu - Kül
Emre Aydın - Bu Yağmurlar
***
39. Bölüm
Evime adım atar atmaz rahatladığımı hissettim. Botlarımı çıkarıp bir kenara fırlattığımda arkamdan abimin homurdanma sesi geldi. "Kendi evinde bile pasaklısın."
"Sana ne be?" dedim ve kabanımı askıya asıp mutfağa girdim. Kettle'ın tuşuna basıp ısınmasını beklerken bir kupaya yeşil çay hazırladım. "Bir şey içmek istiyorsanız su ısıtıyorum, kaldırın kıçınızı kendiniz yapın!" diye seslendim içeriye.
"Ne kadar misafirperversin(!)" Bu ses de Araf'tan gelmişti.
Çayımı yapıp içeri geçtim ve tekli koltuğuma yayılıp kupamdan bir yudum aldım.
Abim göz devirerek ayağa kalktı. "Sen ne içiyorsun?" diye sordu Araf'a dönüp. "Çay." dediğinde sırıttım. "Kimin sevgilisi?"
"Kimin sivgilisi." dedi abim yüzünü çirkinleştirerek. "Bol fare zehirli yapıyorum." diyerek mutfağa gitti. Elinde iki kupayla döndüğünde beyaz olanı Araf'a uzattı, siyahı kendine almıştı. Şerefsiz sırıtışı yapıyordu, Araf ise ona dik dik bakıyordu. "Çocuk gibisiniz." diye homurdandım.
"Onu bırak. Sen şaşırttın. Neden polise teslim ettin o gavatı?" dedi Araf hışımla bana dönerek. Bu anın geleceğini biliyordum. "Çünkü siz geri zekalılar, vurulduğumu sağır sultana kadar duyurmuşsunuz. Aksel'i arayan tek siz değildiniz. Furkan abim sayesinde polis teşkilatı da arıyordu. Biz hesabı görüp onu yok ettiğimizde Furkan abim elbet bunu ortaya çıkaracaktı. Başı belaya giren biz olacaktık. Abim mesleğini çok ciddiye alır. Hatırlarsanız bana yapışkanlı çip bile takmıştı. Onun bütün bunlardan haberi olmasaydı kendi ellerimle öldürürdüm Aksel'i. Ama merak etmeyin, zaten ölecek." dedim sırıtarak.
"Nasıl ölecek? İçeride mi?" dedi Baha merakla. "İçeride çok kalmaz. Arkası sağlam. Elbet çıkacak. Çıktığı gibi de şüphe çekmeyecek bir şekilde ölecek. Malum... Çok fazla düşmanı var." dedim ve bakışlarımı onlardan çekmeden çayımı yudumladım.
"Bu kız beni korkutuyor." dedi abim sevgilime dönerek. "Salak herif, sen bir de evleneceksin bu çakma Deccal ile. Allah taksiratını şimdiden affetsin." Kahkaha atarken başımı geriye attım.
"Valla abiciğim, evlenecek miyiz meçhul! Kendisi daha yüzüğümü bile geri vermedi." Abim hışımla Araf'a döndü. "Bana bak, göt! Sen benim kardeşimi kullanıyor musun lan, amcık!" Araf bana naptın der gibi baktı fakat sonunda cebinden büyük bir yüzük kutusu çıkardı.
"Vermedim çünkü eksikti."
Kutuyu açtığında içinde tek taşımla beraber iki alyans vardı. Gözlerim büyürken yerimde doğruldum.
"Bunu senden aldığım an için söyleyecek bir şeyim yok, olamaz. Hiçbir özür telafisi olmaz çünkü." Dedi gözlerime bakmadan. İlk defa şu an bu kadar yorgun görünüyordu.
Araf haftalardır her acısını içine atıyordu. Gülüyor, omuzlarını dik tutuyordu. Fakat ne öfkesi öfkeydi, ne suskunluğu suskunluk. Sevdiğim adamın iyi olmadığını yeni fark ediyor olmak, kendime sinirlenmeme neden oldu.
Sağ elime teker teker yerleştirdi yüzükleri. Yüzük parmağımdaki tanıdık ağırlık hissini özlemiştim.
Onun alyansını da ben geçirdim sağ elinin parmağına.
"Ne kadar duygusal, vallahi şimdi oturup sıçana kadar ağlayacağım." Dedi abim bizi tiye alarak. Kusuyormuş gibi yaptı ve ayağa kalktı. Kupasını orta sehpaya bıraktı. "Hepinizden iğreniyorum. Gidiyorum ben, deniz gözlümü özledim. Hepinize lanet olsun." Dedi ve evden çıktı.
Kupayı mutfağa değil de buraya bıraktığı için arkasından küfür ettim ama duymadı.
Piç.
"Uykusuz görünüyorsun. Uyu istersen." Dedim ilgiyle. Avucumu yanağına yasladı ve gözlerini kapattı. "Sadece sen de benimle uyursan." Çok isterdim... Ama ben uyuyamıyordum. Hastaneden çıktığımdan beridir uyuyamıyordum. Bir iki saatlik uykudan sonra geri uyanıyor, bir daha da asla uyuyamıyordum.
"Olur." Dedim Araf'ı kırmamak için, ya da derdim ona daha fazla dert olmasın diye.
Yatak odama geçtiğimizde ona abimin eşofmanlarından verdim. Kendim de bir eşofman altı giyip sütyenimle kaldım. İçim yanıyordu sanki, üşüyemiyordum bir türlü.
Yatağıma, beyaz çarşafların arasına geçtik. İnatla beyazdan kaçıyordu ama inatla yine beyaza tosluyordu. Benim kırmızıya tosladığım gibi. Kan kırmızısına.
Beni kollarının arasına çekip sımsıkı sarıldı. O benim kokumla uyuyakalırken ben ise sadece pencereyi izledim.
Gözümden sadece bir damla yaş düştü ve Araf'ın üzerindeki tişörte damlayarak kayboldu...
🌼
AÇELYA
Babam bu gece de evde yoktu.
Çünkü yine annem olduğunu iddia eden vasıfsız kadınla kavga etmişlerdi. Babam çıkıp gitmişti, o kadını da ben kovmuştum.
Bizim evde her zaman gerçekleşen çok normal şeylerdi bunlar. Bu yüzden yadırgamıyordum. Sadece bıkmıştım.
Düzleştirdiğim siyah saçlarım kalçama kadar uzanıyordu. Aslında kıvırcık, doğal, halindeyken sırtıma dökülüyordu. Fakat düzleştirince kalçama kadar uzanmıştı. Buna da alışmıştım.
Annemin nefret ettirdiği fakat Baha'nın sevdirdiği mavi gözlerimde lens yoktu haftalardır. Her aynaya bakışımda tuhaf hissediyordum ama buna da alışmıştım.
Alışmaya mahkum olduğum bir hayatım vardı.
Gri, bilekleri lastikli eşofman altı ve siyah dantelli bralet vardı üstümde. İç göstermiyordu, bu yüzden rahatlıkla ev içerisinde giyebiliyordum. Boynumda ise kocaman A ve B harflerinin sallandığı bir kolye vardı. Aslında sadece A vardı ama B harflisini de almış, ikisini de aynı zincire takmıştım. Bu yüzden iç içeymiş gibi duruyorlardı.
Açelya ve Baha.
Sevdiğim adam aklıma geldiği gibi yine elimde olmadan gülümsedim.
Tek dayanağım Eda ve Baha'ydı. Başka ne kimsem vardı, ne de dayanağım. Babam bile artık ilgisini sevgisini esirger olmuştu. Aynı ev içerisinde iki yabancıydık. Ne o bana karışırdı, ne de ben ona.
Araf'ı kendime benzetiyordum. Kimsesizdi ve tek dayanağı Eda'ydı.
Eda'nın vurulduğu gün, Araf'ı da onu ayakta tutan destek kolonundan vurmuşlardı. Araf düşmüştü, kimse kaldırmamıştı.
Onda kendimi görmüştüm. Öylece kimsesiz kalmasın, istemiştim. Çünkü bunun ne demek olduğunu en iyi ben biliyordum.
Bu yüzden ben kaldırmıştım Araf'ı ayağa.
Kapı zilinin sesini duyduğumda tedirgin oldum. Babam gelmezdi, annem ise cesaret edemezdi. Eda, Araf ile birlikte olmalıydı, öyle olmasa bile o bizim eve gelmezdi.
Akşam vakti kimdi bu?
Kapıya yaklaşıp deliğinden baktım.
Aşığı olduğum şapşal sureti gördüğümde içim rahatladı. O aptal gülümseme yine yüzümde yer edindi. Hemen açtım kapıyı. Baha ile karşı karşıya kaldığımızda gülümsemem genişledi. Adeta otuz iki diş sırıtıyordum. Salak gibi görünmek de umurumda değildi.
Beni gördüğü an o da gülümsemişti. İçeri geçti ve kapıyı kapattı. İçeri geçmeden, holdeyken beni direkt kendisine çekip dudaklarımızı derin ve uzun bir öpücükle birleştirdi. O beni her öptüğünde içim çekiliyor, ruhum başka bir dünyada hayat buluyordu sanki.
Çıplak belimde duran eli, belimi okşarken benim elim onun yüzündeydi. Sakallarını kesmişti, yüzü pürüzsüzdü. Her hâli çok yakışıyordu ona. Her hâliyle yakışıklıydı.
İki odanın arasında duran kolonda uzun bir boy aynası takılıydı. Sırtımı o aynaya yasladı ve daha sert öptü beni. Her hareketinden anlıyordum özlediğini. Beni özlemişti, benim onu özlediğim gibi.
İki günde sanki iki yıl görmemiş gibiydi.
Dudaklarımız ayrıldığında alnını alnıma yasladı. "Odaya mı geçsek?" Gözlerimi açıp ona dik dik baktım. "Daha neler?"
İsyan edercesine geri çekildi. "Kızım bir ay oldu ama ya!"
"Bana ne, Baha!? Daha erken!" Dedim inatla reddederek. Çocuk gibi dudak büzdü, "Hâlime bak. Resmen hayatımda ilk defa birine sevişelim diye yalvarıyorum." Sırıttım ve kollarımı göğsümün altında birleştirdim.
"İlkler unutulmazmış, Karaslan! Biraz daha ağla." Boş boş baktı ve salona geçti. Arkasından sırıtarak bakmaya devam ettim. Sonrasında ben de salona geçtim. Kanepeye oturmuş, hatta yayılmıştı. Yanına gidip kucağına oturdum ve saçlarını okşadım. Başını eğip boynumdan koklayarak öptü ve geri çekildi. Bunu her yapışında canımdan can gidiyordu sanki. Salak salak kalakalıyordum ve o da hep gülüyordu.
Eli kalçama gitti ve düşmemem için güvene aldı. Hevesle gevrek gevrek sırıttı, "Sevişeceğiz, değil mi?"
"Yo?"
Yüzünü ağlıyormuş gibi buruşturdu, "Yaa... Bu resmen gösterip elletmemek ama! İn kız kucağımdan, küçük Baha'yı zapt edemiyorum." Kahkaga atarak kendimi yana attım. Onu böyle delirtmeye bayılıyordum. Tepkileri şahaneydi ve görülmeye değerdi.
Kapı zili yeniden çaldı. Baha ile birbirimize baktık.
İşte bu sefer gelmesi gereken başka kimse yoktu.
"Birini mi bekliyordun?" Dedi Baha. "Yo, hayır." Ayağa kalktım ama beni durdurdu. "Bekle o zaman ben bakayım. Ne olacağı belli olmaz." Başımı salladım. Kapıyı açmaya gittiğinde ben de peşinden gittim.
Açtı.
Baha'yı gördüğü an hayalkırıklığı ile parlayan kıpkırmızı mavi gözlerle karşılaştık.
Eflin'in burada ne işi vardı?
Düz siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Üstünde kiremit kırmızısı botları, siyah pantolonu ve siyah montu vardı. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı, nefretle Baha ve bana bakıyordu.
"Doğruymuş." Dedi ama sesi çatlamıştı. Baha'nın yüz ifadesini göremiyordum, çünkü bana arkası dönüktü.
"Gerçekten birlikteymişsiniz... Gerçekten de bana seni seviyorum dedikten bir kaç gün sonra yakın arkadaşıma ilanı aşk etmişsin... Sen... En büyük hatamsın, Baha Karaslan. Hayatımı da sen mahvettin, beni de sen mahvettin! Senden nefret ediyorum!" Bakışları bu sefer bana döndü. "Ya sen? Arkadaşının sevgilisine göz diken bir ka-"
"Eflin!" Baha'nın öfkeli bağırışı koridorda yankılandı. "Laflarına dikkat et! Bana dediklerine susarım, ama Açelya'ya tek kelime edemezsin. Ettirmem!"
Eflin acıyla güldü. Sonra tekrar bana baktı. "Sana son dost tavsiyemdir, Açelya. Bu adama dikkat et. Çünkü sana aşk sözcükleri fısıldamadan daha bir kaç gün önce bana beni sevdiğini haykırıyordu. Nefes Hanım da şahittir." Nefes Hanım da şahittir.
Öylece Eflin'e bakakaldığımda Baha konuştu.
"Öyle mi, Eflin? Peki söylesene, seni gerçekten sevseydim terk eder miydim? Kendi ellerimle zindan eder miydim hayatı? Yoksa Açelya ile yaptığım gibi her şeye inat elinden tutar, herkese karşı mı koyardım? Açelya'nın canını yakarsan, canını yakarım. Eski sevgilisin sen sadece. Eski! Kabullen! Sırf sen hâlâ beni seviyorsun diye Açelya ile ben mutsuz mu olalım!? Şeyh kızı mısın sen!?" "Yalandı yani..." Dedi Eflin çaresizce. Dudakları titriyordu ama inatla birbirine bastırarak durdurmaya çalışıyordu.
"Yalan değildi, eksikti. Sana olan hislerim abartılmış basit bir hoşlanmadan ilerisi değildi. Aşk değildi. Sana hiçbir zaman aşık olmadım, aşık olduğumu da sana hiçbir zaman iddia etmedim. Seni hâlâ seviyorum. Ama bu normal bir insan sevgisinden başka bir şey değil. Gerçek sevgiyi görmek istiyorsan Açelya'ya olan bakışlarımdan fazlasıyla görebilirsin."
Eflin'in bakışları kırgındı. Sonrasında hırçınlaştı ve nefrete büründü. Baha'ya nefretle baktıktan sonra bana baktı. "Sevgilin süslü yalanlarıyla yine kandırmaya çalışıyor, görüyor musun? Baha'yı sen de tanırsın. İsterse kandıramayacağı insan yoktur. Zeki bir kızsın sen. Anlarsın diye umuyorum." Ona istediğini vermeyecektim. Baha'yı elde edememişti, bizim aramızı bozmaya çalışıyordu.
"Seni kandırdığı gibi mi? Evet yakın şahidiyim." Dedim alayla gülerek.
Gökhan Karaslan bir şeyde çok haklıydı.
Ben hiçbir zaman Eflin'in sahip olduğu saflığa ve iyiliğe sahip olmadım. Eflin saldırmaya çalışırken bile tavsiye vermeye kalkıyordu.
Onunla aramdaki en büyük fark buydu. Benim kalbimde kötülük de vardı, iyilik de.
"Beni kendinle bir tutma, ben senin kadar aptal olmadım hiçbir zaman. Şimdi üç kuruşluk aklınla güya bizim aramızı mı bozacaksın? Peki neden? Baha seni değil de beni istiyor diye mi? Seviyeni bu kadar düşürme. Hesabını sor git. Daha fazlasına hakkın yok çünkü." Dediğimde Eflin'in dudakları şaşkınlıkla aralandı.
"Zort, demek isterdim ama fazla ayıp olur sanki?" Dedi Baha bana dönerek. Annesine danışan çocuk gibiydi. Ona cevap vermeden Eflin'e bakmaya devam ettim. Kapıya yaklaştım ve omzumla Baha'yı ittirip kenara çekilmesini sağladım.
"Bittiyse gidebilirsin artık, eski dostum. Burada işin yok." Dedim dik duruşumu bozmadan.
Eflin'in kalbinde birazcık olsun kötülük olsaydı şu an saçlarıma yapışırdı. Ama tanıyordum onu. Bunu yapmayacaktı.
Baha'ya son kez iğrenerek baktıktan sonra "Birbirinizi bulmuşsunuz." Dedi ve ardını dönüp gitti. Kapıyı arkasından sertçe kapattım ve Baha'ya döndüm.
"Neyden bahsediyordu o?" Dedim baş başa kaldığımız için rahatlıkla hesap sorma moduna geçerek.
"Hangisi?" Dedi şaşkınlıkla. "Mübarek paragraf sıraladı. Hangisinden bahsediyorsun?"
"Eda'nın da şahit olduğu, aşk haykırma olayı!" Dedim bağırarak. Sabrım kalmamıştı!
Göz devirdi. "Haykırma falan yok, abartıyor ruh hastası! Ben aşkımı sadece bir kez, sana haykırdım. O an sadece basit bir seni seviyorum dedim o kadar. Veda ediyordum o an, aşk tazelemiyordum. Balayına başka kadınla gitmişim gibi tepki vermeyi keser misin lütfen?"
"Sen eski sevgililerine ayrılırken sevdiğini mi söylersin hep? O zaman neden ayrılıyorsun? Yarın bir gün beni de terk edip seni seviyorum demeyeceğinin güvencesi var mı?" Gözlerini yumup derin bir nefes verdi ve bana yaklaştı. Yüzümü avuçları arasına aldı.
"Eflin ile aramdaki ilişki tam olarak neydi, biliyor musun? Anlatayım. Eflin evimizin hizmetçisiydi. Beni de tanıyorsun, o zamanlar çapkın bir şeydim. Düzenli olarak yatağa atabilmek için uydurduğum yalandan ibaretti sevgi. Sonradan hoşlandım ondan. Ama yemin ediyorum ki daha ilerisi değildi. Amcam öğrenince ve Eflin'i kovunca vicdan azabı çektim. İş bulmak çok zor bir şey. Türlü zorluklarla işe geri aldırdım. Fakat ondan uzak durmam gerekiyordu, benim için hiç problem olmadı. Abartan hep Eflin'di çünkü gerçeği bilmiyordu, bilmeyecek de. Eflin hikâyesi bundan ibaret sadece. Sen düşün şimdi. Eflin ile farkınız ne? Sana aşığım, mal! Bunu hâlâ anlayamıyor musun?" Baha'nın aşığı olduğum gözlerine pür dikkat baktım.
Eflin'in haklı olduğu bir yer vardı ki; Baha herkesi kandırabilirdi. Fakat ben Baha'yı çocukluğumdan beri tanıyordum. Bakışları ezberimdi. Şu an yalan söylemiyordu.
"Git istersen, geç oldu." Dedim gözlerimi ondan çekerek. Bana yapma der gibi baktı ama üstüme gelmedi. "Yarın görüşürüz." Dedi burada bitmediğini gösterircesine.
Evden çıktı ve kapı kapandı.
Yine kafamdaki seslerle baş başa kaldım.
🩸
NEFES
Sabahın ilk ışıkları camdan süzülürken üç saatlik uykudan uyandım. Hâlâ uyuyan Araf'ı bıraktım ve üzerimdeki ağırlıktan biraz olsun kurtulabilmek için duşa girdim. Bir kaç ağda işi hallettikten sonra duşakabine girdim. Sırtımdaki ameliyat yarası su geçirmez bandajla kaplı olduğu için oraya su değemezdi.
Odama geri döndüğümde dolaptan siyah, dolgulu bralet çıkardım. Braleti ve siyah iç çamaşırı giyindim. Siyah çorap ve jartiyeri de bacaklarıma geçirdim. Bugün benim için önemliydi. Resmi, şık ve iddialı olmak istiyordum.
Siyah deri blazer ve onun takımı olan siyah deri mini şortu giydim. Blazerin önünde sadece bir tane olan düğmeyi kapattığımda karnım kapanmıştı.
Mikail meleği kolyeyi çıkardım ama cebime koydum. Yine yanımda olacaktı.
Anlamıyla alakası yoktu, abimin her şeyden değerli hediyesiydi.
Anneme ait olan yılanlı gerdanlığı taktım. Abimin hediyesi olan küpeyi de taktım. Siyah, topuğuna gümüş rengi bir kılıç figürü olan stilettoyu ayaklarıma geçirdim. Bugün biraz bileklerim ağrıyabilirdi ama problem değildi.
Saçlarımı kurutup maşayla dalgalar vermiş, omzumdan geriye salmıştım. Makyajımda normalden farklı olan tek şey gözlerimi çerçevelediğim siyah göz kalemiydi. Daha keskin, çakmak çakmak bakıyordu gözlerim, yeşili daha belirgindi. Koyu tonda nude bir ruju da dudaklarıma yedirdim. Zincirli çantamı omzuma astım. Parfüm sıktıktan sonra siyah mantomu koluma atıp Araf'a son kez baktıktan sonra evden çıktım. Uyandığı gibi beni arayacaktı zaten.
Arabama bindiğimde şoförüme gideceğimiz yeri söyleyip geriye yaslandım.
Yolda akıp giden ağaçları, insanları ve arabaları izlerken düşünüyordum.
Bu hayata zorla sokulduğum ilk günlerdeki hâlim ile şimdiki hâlim arasında çok büyük fark vardı.
Masumiyetim yoktu. Kötü kalpli birisine dönüşme yolunda ilerliyordum. Hırslıydım, nefret doluydum. İlk günlerde kazanırken, şimdi yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştım.
Ölmüş dahi olsa annemi kazanmıştım. Dayı, Araf, baba, amca, hala, abi...
Şimdi ise kaybetmeye başlamıştım.
Dayımı kaybetmiştim- ben öldürmüş olsam dahi-, bebeğimi kaybetmiştim. Kaybedeceklerim bununla sınırlı değildi.
Babamı da öldürecektim.
Yaren'i de.
Hukuk Bürosuna geldiğimizde arabadan indim. Mantomu arabada bırakmıştım.
Pakgör ailesinin saygı değer avukatının odasına geldiğimde içeri girdim. Orta yaşlı kilolu adam beni gördüğü an tanımıştı. "Merhabalar, Pekin Bey." Dedim ve içeri girip kapıyı kapattım. Önündeki koltuğa oturup bir bacağımı diğerinin üstüne attım.
"Hoş geldiniz, Nefes Hanım." Dedi adam kibarca.
"Sevgili merhum dayım Asaf Pakgör'ün bana bırakmış olduğu mirası resmi olarak üzerime almaya geldim. Malûm, kendisi beni pek severdi(!)" Dedim gülümseyerek. Yüzümdeki kötücül gülümsemenin aynısı avukatta da oluştu.
Vasiyetnameyi beraber değiştirmiştik.
Sadece ailenin değil, aynı zamanda benim kişisel avukatım da olmuştu. Bu uğurda yüklü bir miktar ödemiştim ama değecekti.
Bir dosya çıkarıp önüme koydu. "İmzalayın yeter. Sonrasında şirket size ait."
"Cık." Dedim karşı çıkarak. "Henüz tamamen benim değil. Araf'ın hisselerini de almam lazım. O zor değil, halledilir." Masasındaki saatine baktım. "Bir kaç saat sonra hızlandırılmış bir eğitimden geçeceğim. Şirket yönetimi hakkında yüzeysel bilgiler öğrenmem lazım. Vizelerimi online üzerinden verdim geçen günlerde. İşletme fakültesine geçiş yaptım. Şu anlık bir pürüz görünmüyor." Dedim memnun bir şekilde. "Pürüzlerden o kadar sıkıldım ki..." Bir kalem alıp imzamı attım ve bıraktım. Üstümden bir yük kalkmış, rahatlamıştım.
Pekin Bey'de benimkini aratmayan bir sırıtış oluştu. "Tebrikler, Nefes Hanım. %75 hisseyle yönetim kurulu başkanı artık sizsiniz." Ayağa kalktım ve omuzlarımı dik tuttum. "Gücüme güç eklendi resmen. Araf'ı halletmek çok kolay. Sıradaki yapmam gereken şey; babam Oğuz Karaslan'ı ortadan kaldırmak ve yardımınızla ondan kalan hisselerin abim Baha Karaslan'a geçmesini sağlamak. Sonrasında ezelden beri düşman olan bu iki ailenin şirketleri ortak olacak. Oluşacak depremi düşünebiliyor musun?" Pekin Bey de ayağa kalktı.
"Aklınız kalmasın, Nefes Hanım. Erdinç Bey'i ben hallederim. Sahte bir vasiyetname hazırlamak hiç zor olmayacaktır. Sizden istediğim tek şey, babanız Oğuz Bey'in el yazısı. Bir mektup, bir kağıt... Gerisini yapay zekâ ile halletmemiz çok kolay." Başımı salladım. "Güzel. O da zor değil. Babamın el yazısıyla size geri döneceğim. O güne kadar, görüşmek üzere."
"Bu arada, Nefes Hanım!" Durdum ve kapıdan elimi çekerek ona döndüm. "Size bildirmem gereken önemli bir şey var." Gözlerim hafifçe kısıldı, "Dinliyorum."
"Asaf Bey, ölmeden önce bana bir not verdi. Eğer bir şeyler ters gider ve ölürse bu notu Gökhan Karaslan'a iletmemi söyledi." İşte bu ciddiydi. Bir kaç adımda masaya yaklaştım. "Ne notu o?"
"Hançerin yerini biliyormuşsunuz. Eğer ölürse, hançerin kesinlikle sizde kalmasını istemiyordu. Bu olanların başına geleceğini biliyormuş gibiydi. O notta hançerin tam konumu yazıyor. Sizin elinize geçmesindense Karaslan'ların almasını tercih etti. Bu sayede hançeri sizden, oğlunu da Karaslan soyundan kurtarabileceğini düşündü." Öfkeyle güldüm.
"Bunak herif! Asıl Gökhan Karaslan hançeri elde ederse öldürür Araf'ı! Geri almaya teşebbüs edebileceğini düşünür ve risk almamak için ortadan kaldırmak ister. Sonuçta yaşayan son Pakgör, Araf." Bir kaç saniye sakinleşmeye çalıştım. "Siz ne yaptınız? Verdiniz mi notu?"
"Hayır. Sizinle ortak olduğumuz vakte denk geldiği için vermedim. Sizinle konuşmayı bekledim." Gülümsedim. "Güzel. Benden haber bekle. Ben sana bizzat söylemedikçe sakın o notu verme Gökhan Karaslan'a."
"Tabi."
"Görüşmek üzere." Odadan çıktım. Bunu da aradan çıkarmıştım. Üzerimden bir yük daha kalkmıştı, ama başka bir yük yüklenmişti.
Saksıyı çalıştırmam gereken başka bir andaydık.
Arabaya bindim. "Sürücü kursuna gidelim, Cesur. Ders saatim yaklaşıyor."
🩸
Saat öğleden sonraya gelirken hem dersim, hem de hızlandırılmış eğitimim sona ermişti. Aynı zamanda hançeri ne yapacağımla ilgili bir fikir de bulmuştum, bunun hakkında güvenilir kişilerle gerekli konuşmaları yapmış, işlemleri başlatmıştım. Yaklaşık bir haftaya ihtiyacım vardı.
Pakgör Holding'e giriş yaptım. Pekin Bey sayesinde holdingin haberi olmuştu olanlardan. Öyle ki, dayımın eski odası dahi benim için hazırlanmıştı.
"Hoş geldiniz, Nefes Hanım." Yönetim katına iner inmez yeni asistanım peşime takılmıştı. Bana teker teker her şeyi hallettiklerini anlatıyordu. "Kapınıza yerleştirilecek isimlik plaketiniz için sipariş verildi, efendim. En geç bir haftaya gelir ve duvara sabitlenmesi yapılır." Çift kapaklı büyük kapıdan geçtiğimde aurası tanıdık odanın içerisindeydim. Bu odayı dayımla konuşmak için az ziyaret etmemiştim. Şimdi ise tamamen bana aitti.
"İsmin neydi?" Dedim yanımdaki kıza dönüp
"Zeynep."
"Zeynep. Yönetime karışmayacağım. Yönetim, her zamanki gibi CEO'muz Selçuk Bey'de olacak. Ben sadece ara ara gelip kontrol edeceğim ve yönetim kurulu toplantılarına katılacağım. Bu kadar. Fakat her gelişimde seni burada görmek istiyorum." Başını salladı. "Tamam, Nefes Hanım."
Önemli ve bilmem gerektiğini söyledikleri bir kaç dosyayı inceledikten sonra holdingten çıktım.
Şehire kar hâkim olmasına rağmen güneş tepedeydi. Gözlerimin etkilenmesini istemediğim için güneş gözlüğümü taktım. "Atölye'ye gidelim."
Atölye holdinge uzak değildi. Bu yüzden kısa sürede gelmiştik. Oldukça büyüktü. İki katlıydı, ön dış cephesi tamamen cam ile kaplıydı. Dışarıdan içerisi görünmüyordu ama içeriden dışarısı görünüyordu.
Atölyenin içine adım attığım an beni normal sıcaklıktaki havası karşıladı. Sağ ve sol duvarlarda boş tuvaller asılıydı. Lacivert parlak karo yerde beyaz boya izleri vardı fakat bir görevli paspasla bunu temizliyordu. Üst kattan tadilat sesleri geliyordu.
Bitmek üzereydi ve bu çok hoşuma gitmişti.
Salonun ortasında sıralı mermer sütunlar vardı. Bunun dışında boş ve geniş bir alandı. Sergi açılışı yapıldığında kalabalık oluşmazdı.
İlk katı gezdikten sonra üst kata çıktım. Ustayla konuştuğumda üst katta bir tek Araf'ın kişisel odasının tamamen hazır olduğunu, gerisinin hâlâ inşaat halinde olduğunu söylemişti.
Araf'ın odasına girdim.
Bir duvarı siyah, diğer duvarı beyazdı. Beyaz duvarda babasıyla beraber bir fotoğrafı vardı. Çok büyüktü ve üstünde bir aydınlatma vardı.
Siyah duvarda ise benimle bir fotoğrafı vardı. Aynı şekilde aydınlatılmıştı.
Anlamı derin ve inceydi. Araf'ın bunu anlayacağından emindim.
Benim bulunduğum fotoğrafın olduğu tablonun kenarında bir kağıt görünüyordu. Kaşlarım çatıldı ve oraya yaklaşıp katlanmış beyaz kağıdı çıkardım. Uzun, ince dikdörtgen kağıt parçasını açtım.
"Belki senin sonun yazılıdır."
Ne?
Asaf Pakgör'ün bulunduğu tabloya baktım. Orada da kağıt vardı fakat daha gizliydi. Dikkatli bakmadıkça asla göremezdim.
Aynı kağıdın siyahıydı. Çıkarıp hızla açtım. Beyaz harflerle bir cümle yazıyordu.
"Bu desisenin zehrinde."
Şifre!
İki şifre aynı anda.
Kağıtları katlayıp cebime koydum. Sona yaklaşıyordum.
Odayı incelemeye devam ettim.
Çalışma masasına geçip koltuğuna oturdum. Masadaki ikili çerçeveye gözüm ilişti. Tam da istediğim gibi, çerçevelerden birinde aile fotoğrafları vardı. Annesi, babası ve kendisi.
Diğeri ise...
Bir çocukla çektirdiğim fotoğraftı. Kız çocuğunun yüzü gözükmüyordu. O kız çocuğu, Mavi'yi temsil ediyordu. Doğmamış bebeğimize temsili bir mezar yaptırışından belliydi Araf'ın ne kadar üzüldüğü ve istediği. Mavi'ye cidden değer veriyordu.
Böyle bir fotoğraf yaptırmak özellikle istemiştim.
Çünkü biliyorduk ki bir daha çocuğumuz hiçbir zaman olmayacaktı.
***
Kapıyı açıp içeri girdim. Derin ve rahatsız edici sessizlikteki evime adımladım. Bu eve ne zamandır gelmiyordum, hiçbir fikrim yoktu.
Saat ikindi vaktine geliyordu. Ancak buraya gelirken Araf arayabilmişti. Onunla akşam eski evlerinde buluşacaktık. Araf öyle istemişti. Onun işlerini sorgulamayı artık bıraktığım için kabul etmiştim.
Şimdi ise Pakgör Holdingin üstündeki rezidansımdaydım.
Çantamda hard disk ile beraber.
Yatak odama geçip laptopu aldım ve yatağıma oturdum. Ara kablo ile hard diski bilgisayara bağladım.
"Şifreyi mi arıyorsun?
Hemen arkanda,
Bazen de kalbinin hemen içinde.
Belki senin sonun yazılıdır,
Bu desisenin zehrinde."
Beş videonun şifreleri bu şekildeydi.
İlk iki videoyu izlemiştim. Şimdi kalanları çözecektim.
Normalde on video vardı. Fakat üçü Baha'ya aitti ve Baha onları silmişti. Geriye yedi video kalıyordu. Beşinin şifresi elimdeydi, ikisi yoktu.
Yazdım.
Bazen de kalbinin hemen içinde.
Açıldı.
Burayı biliyordum. Asaf Pakgör'ün eski evi. Ücra bir mahalledeydi. Bu evden annemi kovmuştu.
Mobese görüntülerinin kenarında saat de yazıyordu. Gece yarısı üç sularıydı. Peş peşe arabalar gözüktü. Birinden babam ve amcam indi. Geride durdular. Adamları eve ilerledi. Fakat kapıyı çalmadılar, ya da zorla girmediler.
Benzin bidonlarını evin etrafına ve kapısına boşaltıp yanan çakmak attılar. Anında alev aldı. Hızlandırılmış görüntülerde dakikalar sonra alevler evin her yanını sarmıştı. Babam ve amcamdaki o gururlu dik duruş midemi bulandırdı. O evde sadece Asaf Pakgör değil, beş yaşındaki oğlu Araf ve karısı da vardı.
Görüntüler sesliydi. Alev sesleri ve çığlıklar birbirini kovalıyordu. Asaf Pakgör kendini zoru zoruna dışarı attı, karısı ve oğlunu evin içinde bıraktı. Babamın heybetli bağırışı duyuldu, "Sana söylemiştim! Seni yakarım, dedim! Dinlemedin, gavat herif! Kızımdan uzak duracaksın; yoksa bu sefer bizzat seni diri diri yakar, kül olduğunu görmeden bırakmam!" Asaf Pakgör'ün suratına tükürdü. "Çocuğu çıkarın içeriden!" Diye bağırıp arabasına bindi ve uzaklaştı.
Adamları ceketlerini siper ederek eve girdiler ve Araf'ı çıkardılar. Fakat baygındı, ve sokak lambasının ışığının el verdiği kadarıyla görüyordum ki, yüzünün yarısı kıpkırmızıydı. Uzaktan sadece kızarıklığı gözüküyordu. Fakat ne denli ciddi bir yanık olduğunu bugün bile görebiliyordum.
Annesi ise o evle beraber yandı ve kül oldu.
Sokağı Asaf Pakgör'ün çığlıkları inletti.
Görüntü sona erdi.
Dolan gözlerimden yaşlar dökülürken başımı kaldırdım ve tavana baktım. Derin nefesler alarak ağlamamaya çalıştım. Bugün bu görüntüler bitecekti.
Yazdım.
"Belki senin sonun yazılıdır."
Başka bir video açıldı.
Karaslan'ların eski malikânesi.
Annem hemen önündeydi. "Oğuz!" Kapı açıldı ve babam göründü. Evin kendi güvenlik kamerasına aitti görüntüler.
"Geldim. Buradayım!" Babamın öfke kusan koyu yeşil gözleri, bu dandik görüntüden dahi belli oluyordu. Annemin karnı burnundaydı, bana hamileydi.
"Sana gelmemeni söyledim!" Yağan yağmura inat sırılsıklam bir şekilde yine de dimdik durdu annem. Ağlıyordu. Omuzlarının düşüklüğünden ve bedeninin yorgun duruşundan belliydi uzun süre bu hâlde olduğu.
"Senin sözlerin benim için hiçbir anlam ifade etmiyor! Bir halt yediysen sorumluluğunu al!" Babam güldü.
"Sorumluluk mu? Hangi sorumluluk? Benim hiçbir sorumluluğum yok. Sorumluluk sende! Zamanında aldırsaydın şu an böylece sokakta kalmazdın! Şimdi def ol git evimden." Annem hızla elini şişkin karnına bastırdı ve inledi. Sancı girmişti. Ama eğilmedi, acıdan bile olsa babamın önünde asla eğilmedi.
"Oğuz... Lütfen... Çok sancım var, canım yanıyor!" Babam yine güldü, "Sence ne kadar umurumda? Def olup gitmeni söyledim." Dediği gibi annemi ittiğinde, annem çamur olmuş mıcır taşların üzerine düştü ve acıyla bir çığlık attı. Sonra sesi kesildi. Ağrı nefesini kesmişti.
"Oğuz!" Annem her şeye rağmen yine de yardım çığlığı olarak babamın adını zikretti. O an olanlara rağmen! "Oğuz!"
Babam, beyaz dış kapıyı çarparak kapattığında annem koca bahçede yalnız kalmıştı.
Uyuşmuş bacaklarını zar zor kendine çekti ve cenin pozisyonu alıp karnına- bana- sarıldı. "Annem... Sen de beni bırakma, güzel kızım." Şefkatle karnını okşadı. Kısacık bir süre sonra elini karnına daha sıkı bastırdı ve gülümsedi. Tekme atmıştım sanırım.
Aniden kendini yere bıraktı, diğer eli sırtına gitti. Gözleri büyümüş, dudakları aralanmıştı. Kesik kesik nefes alıyor, gökyüzüne bakıyordu. Yüzüne adeta saplanan yağmur damlaları umurunda değildi.
Sonra bir şey gördü ve sadece oraya bakmaya başladı. Korkuyla izledim, izlemek istemedim.
Kapı açıldı. Genç bir adam çıktı. Amcam! Can çekişen anneme bir bakış atıp adamlarının yanına gitti. Öfkeliydi, zorla gidiyor gibiydi.
Bir kaç adamla konuştuktan sonra eve geri döndü ve o kapı tekrar sertçe kapandı.
Annemin bilinci de kapandı. Gözlerini yumdu. İşte bu sefer gözyaşlarımı tutmam imkânsızdı.
Başka bir adam çıktı. Saçlarında aklar hâkimdi. Haluk Karaslan olmalıydı. Anneme baktıktan sonra öfkeyle yukarı cama baktı, sonrasında adamlarına bağırdı, "Hâlâ duruyor musunuz!?" Apar topar annemi arabaya bindirip götürdüler.
Köşedeki tarih 21 Ocak 2001'i gösteriyordu.
Annem o gün gittiği hastanede can verdi.
Bilgisayar ellerim arasında ellerimle beraber titrerken yatağa bıraktım onu. Hıçkırıklarımı durduramıyordum.
Güya benim için Asaf Pakgör'ün karısını öldürmüş, oğlunda kalıcı bir iz kalmasına sebep olmuştu. Ama en başından annemin ölme sebebi oydu. Belki anneme ve bana sahip çıksaydı şu an böyle olmazdı. Annem o gün şiddetli sancıyla yere yığılmaz, doğumda ölmezdi.
Bulanık bakışlarım ve titreyen ellerimle, elimdeki son şifreyi de girdim.
"Bu desisenin zehrinde."
Bu görüntüde benim lakabım vardı. Zehir diyordu. Desise'nin zehri.
Bu görüntü gizlenmiş bir kameraya aitti. Bitki yaprakları görünüyordu kenardan.
Haluk Karaslan ve babam. Holdingin toplantı odasıydı burası.
"Seninle artık konuşmanın vakti geldi." Dedi Haluk Karaslan tepeden bakar bir şekilde. Babam ise onu görmeye alışık olmadığım derecede pasif duruyordu. Babası karşısında boynu kıldan inceymiş gibiydi.
"Neden çağırdın beni, baba?"
Masada duran dosyalardan birini çekti ve babamın önüne itti. Babam incelediğinde gözleri kocaman oldu ve şok içerisinde babasına baktı. "Yüzde elli hisse." Dedi Haluk Karaslan.
"Hayır." Diye mırıldandım. "Yapmadım, de bunu..."
"Yüzde elli hisse senin olacak ve hisse çokluğu sebebiyle yönetim sende olacak." Babam inanamıyormuş gibi bakıyordu babasına. Sanki gerçekleşmesi son derece imkansız bir şeymiş gibi, rüyaymış gibi.
"Ama bir şartla." Dediğinde babamın yüzündeki ifade yavaş yavaş düştü. "Yağmur denen o kızdan ayrılacaksın, bir daha asla görüşmeyeceksin, onun da senden sonsuza dek uzak durmasını sağlayacaksın."
"Baba..." Dedi babam dehşet içerisinde. "Baba ben... Yapamam."
"Yapamaz mısın!? Sana istediğin şeyi veriyorum işte! Çocuklarımın arasında en ezik olan hep sendin! Bu hisseyi ve şirkete girmeyi hiçbir zaman hak etmedin! Hiçbir zaman da sahip olamayacaktın! Şimdi sana şirkete girmekten ziyade, şirketin sahibi olma fırsatı sunuyorum ve red mi ediyorsun!?"
"Baba sen benden ne istediğinin farkında mısın!?" Haluk Karaslan ayağa kalktı ve bu sefer daha etkili bir şekilde babama yukarıdan baktı. Öyle bir baskı kuruyordu ki, insanın özgüvenini kolayca kırabilirdi. "Ne istemişim? Basit bir kız, hatta bizzat baş düşmanımızın kızıyla Karaslan Holding yöneticiliğini bir mi tutuyorsun!? Bunu sorman bile aptallık! Aptal olma! O kızı seçsen mutlu mu olacaksınız!? Anında ölürsünüz ikiniz de! Kendi ellerimle öldürürüm ikinizi de!" Babamın gözlerinden bir ifade geçti. O ifadeden aklına gelen kişinin ben olduğum net bir şekilde belli oluyordu. Fakat babası beni bilmiyordu.
"Yağmur'u mu? Hiçbir şey yapamazsın!" Diyerek ayağa kalkmak istedi fakat Haluk Karaslan omzuna kuvvet uygulayarak geri oturttu. Suçlu bir çocuk gibi görünüyordu babam.
"İyi düşün! O koltuk, abinin hakkı! İstersem seve seve veririm ona! Ama sana bir seçenekle geliyorum, sana vermeyi teklif ediyorum. Asla elde edemeyeceğin bir şeyi! Saygı! İstediğin bu değil mi? Sana hiçbir zaman saygı duyulmadı! Hiçbir zaman güçlü olan taraf olmadın! Hiçbir zaman kararlarını kendin veremedin! Pasifsin! Eziksin! Bunu kabul edersen elime geçecek olan gücün farkında mısın? Farkına var!" Ve manipülasyon bu şekilde devam etti.
Babam en sonunda o dosyayı imzalayarak yönetici oldu ve annemi kendi elleriyle ölüme itti. Beni bile bile.
Hisse için, şirket için annemi ve beni harcamıştı. Satmıştı!
Eda belki bir şey yapmazdı, ilişkisini keserdi.
Fakat Nefes...
Onun canını yakmakla kalmayacak, sökecekti!
Desise'nin zehri, hak eden herkesi zehirlemekten çekinmeyecekti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro