37 ~ Mavi
Evgeny Grinko - Epilogue
Evengy Grinko - Once Upon a Time
Ferhat Göçer - Kızım
Tomme Profitt, Sam Tinnesz - Glass Heart
***
37. Bölüm
ARAF
"Eda!"
İsmini haykırdım, ama cevap vermedi. Beline sımsıkı sardığım koluma bulaşan leke ise onun rengiydi.
Nefes kandı, demiştim. Onu, beyazlığıma sıçramakla itham etmiştim daha dün gece. Şimdi ise onun kanı ellerimdeydi.
Çaresizdim, korkuyordum.
Bedenin ölmedikçe Eda asla ölmeyecek.
Ve sen, Nefes; Eda'yı öldürüyorsun.
Ağzımdan geçmişte ya da bugünde çıkmış her bir cümle, şimdi kalbime bir hançer saplıyordu.
Korkuyordum. Ellerim titriyordu, dizlerim zangır zangır titriyor, ayağa kalkmaya mecal bulamıyordum. Yaşamayı, karanlığa dibine kadar batmayı uğruna kabul ettiğim kadın şimdi kollarımda cansız yatıyordu. Ya onu sımsıkı tutarken giderse?
Bir çocuk gibi hissediyordum. Çenemin titrediğini, gözlerimin dolduğunu hissettim. Dudaklarımı aralamak, uyanması için ona cümleler dizmek, ismini haykırarak uyandırmak istedim. Ama ağzımdan çıkan tek kelime, çaresiz bir "Ölme..." ydi...
"Nefes... Sen benim nefesim değil misin? Ölme, yalvarırım kesme nefesimi." Gözüm, hemen arkamdaki halamın mezarına kaydı. "Özür diledim senden, pişmanım, hala! Alma onu benden, lütfen!"
"Nefes!" Bir kadın çığlığı ile birlikte Baha'nın bağırışı. Başımı güçsüzce kaldırıp onlara baktım. Akın pezevengi de buradaydı ve şok içinde kanlar içindeki Nefes'ime bakıyordu. Kolumu başından beri yarasına bastırıyor, kanamayı durdurmaya çalışıyordum ama nafileydi.
Babamı gömdüğüm şu mezarlıktan ayrılamadan Nefes'imi vurmaları kader miydi?
Nefes'e haksızlık mı etmiştim yoksa? O değil miydi babama bunu yapan? Yoksa Nefes'i vuranlar mıydı? Benden önce babamı, sonra Nefes'i mi almak istemişlerdi?
"Allah belamı versin!" Diye haykırırken buldum kendimi. Can havliyle Nefes'in uzun, kanlı kızıl saçlarına gömdüm burnumu. Bir daha kokusunu duyamayacakmışım gibi kokladım.
"Versin lan versin! Götlek!" Dedi Baha Karaslan nefret ve acı içerisinde bağırarak. Nefes'i zorla benden kopararak çekti ve hızla kucağına aldı. "Küçüğüm, dayan. Dayan, kardeşim! Akın bakma öyle yarrak yemiş gibi, aç şu kapıyı!"
Oturduğum yerde bir enkaz gibi kaldım. Kanlı kollarım ve ellerimle hareketsizce yerde oturuyor, gidişlerini izliyordum.
Babasının düşmanı dahi Nefes için çırpınırken benim kimsesizliğim yüzüme tokat gibi çarptı. Düştüğümde kaldıracak tek kişiyi ben mahvetmiştim ve şimdi de sonsuza dek kaybetmenin eşiğindeydim.
Kolumda bir el hissettiğimde irkildim.
Yüzü ıslak, mavi gözleri kıpkırmızı bir şekilde Açelya yanımdaydı. Bana olan öfkesi hâlâ gözlerinden okunuyordu ama o onlarla gitmeyi değil, beni kaldırmayı tercih etmişti. "Kalk hadi." Dedi ağlamaklı sesiyle. Her an bağıra bağıra ağlayabilirmiş gibi duruyordu.
Açelya'nın eline tutunarak zorlukla ayağa kalktığımda Nefes'imin kanı bu sefer de onun ellerine bulaştı.
Koluma girerek bana destek oldu ve çıkışa kadar gittik. Baha son hız Nefes'i hastaneye götürmüştü ve Akın, Açelya için burada kalmıştı.
Bir an direnmeyi düşünsem de söz konusu olan Nefes'ti ve benim gurur yapma lüksüm yoktu. Bu hâlde araba kullanamazdım.
Akın'ın yanına oturduğumda Açelya da arkaya oturdu ve araç Baha'nın gittiği yöne doğru ilerlemeye başladı.
***
İLAHİ ANLATIM
Baha, hastaneye geldiği gibi Nefes'i doktorlara teslim etmişti. Ellerine bulaşan kana bakarken canı o kadar yanıyordu ki, dolu gözleriyle yüzünü buruşturuyordu. Annesinden sonra kız kardeşini de kaybetmekten korkuyordu.
Eli titreye titreye telefonunu aldı ve ezbere bildiği numarayı çevirdi.
"Efendim."
"Baba..." Dedi Baha çaresizce. Oğuz, oğlunun çaresiz ve neredeyse ağlayacak olan sesini duyduğunda kötü bir şey olduğunu anladı. Yüreğine korku düşerken oturduğu yerden kalktı ve dışarı yansıtamadığı korkuyla bekledi. Karşısında oturan Gökhan Karaslan ise kardeşinin bu haliyle şüpheye düştü, neler olduğunu sorguladı.
"Nefes'i vurdular." Ve adam, uğruna yıllarca savaştığı hançeri tam kalbine yedi.
Oğuz Karaslan konuşamadı. Lütfen. Dedi içinden sevdiği kadına yalvararak. Götürme onu. Bir kaç adım sendelediğinde masaya tutundu. Gökhan hızla ayağa kalktı ve kardeşini sandalyesine oturtup telefonu elinden aldı. Arayan kişiye baktıktan sonra "Neler oluyor, Baha?" Diye sordu.
Aynı cevabı o da aldı.
Gözleri bir anlık büyürken bakışları kardeşine kaydı.
Oğuz, elini kalbine götürdü. Sonrasındaysa ayağa fırladı ve kapıyı çarparak odadan çıktı. Kendisini şirketten atar atmaz arabasına bindi ve şoförünü orada bırakıp son hız Asaf Pakgör'ün defnedildiği mezarlığa en yakın hastaneye sürdü.
Nefes'in orada olacağını en başından biliyordu zaten. Ve orada vurulduğunu tahmin etmek de zor değildi.
Trafiğe yakalandığında haykırarak direksiyona avucuyla vurdu. Yukarıdaki aynalığın olduğu kısmı açtığında karşısında direkt sabitlenmiş eski fotoğraf çıktı. Nefes'in çocukluk fotoğrafı. Kocaman gülüyordu ve yeşil gözleriyle başka bir yere bakıyordu.
"Lütfen." Dedi Oğuz. "Lütfen, güzel kızım. Seni yaşatmak için her şeyi yaptım, böyle bir anda gidemezsin. İyileşmek zorundasın. Sen annenin kızısın, yaparsın." Benim kızımsın diyemedi. Çünkü Nefes bunu kabul etmezdi.
Bir anda sağanak yağmur bastırdı İstanbul'a. Oğuz Karaslan acıyla yumdu gözlerini ve yaşlar boşaldı yanaklarından aşağı. Ne zaman yağmur yağsa acı çekiyordu adam. Aklına gelen tek suret, sevdiği kadından başkasının sureti değildi.
Nefes'in acil ameliyata alınışının üzerinden iki saat geçtiğinde Oğuz girmişti hastane kapısından içeri. Trafik yüzünden geç kalmıştı. Üzerinde ne ceketi ne de kabanı vardı. Beyaz gömleğiyle, odasında oturduğu şekilde çıkmış ve gelmişti.
Ameliyathanenin yerini öğrendikten sonra koşarak çıktı merdivenleri.
Ameliyathane, yazan buzlu camın önünde oturan insanlarda gezindi gözleri. Açelya koltukta oturuyordu ve ağlıyordu. Baha ayakta duvara yaslanmış dolu gözlerle tavanı izliyordu. Furkan Arslan sivildi fakat üzerindeki telsiz, işinden çıkar çıkmaz kendini buraya attığını gösteriyordu. Evrim Arslan ise Açelya'nın yanına koltuğa oturmuş, ağlayarak Allah'a dua ediyordu. Araf ise mahvolmuş bir hâlde yerde oturuyordu. Tıpkı bir harabe gibi. Araf'a uyan en büyük tanım, harabeydi.
Akın burada değildi ve Oğuz Bey'in Akın Kara'dan haberi de yoktu.
Hak ettim. Diye düşünüyordu Araf. O viraneyken terk ettim onu, ben harabeyken o beni niye terk etmesin ki?
Aklında dolaşan ses ise Nefes'inin son sözlerinden, mırıldandığı şarkıdan başka bir ses değildi. Sanki Nefes tekrar tekrar başa sararak söylüyordu aynı sözleri.
"Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun.
Beraber olamayız, benim gibi biliyorsun.
Başka bir dünyanın insanısın yavrucağım,
Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun."
ARAF
Aklımda sürekli Nefes'in sesi vardı. Nefes'in sesi ve benim cümlelerim birbirine karışıyor, bir curcunaya sebep oluyordu.
"Eda Pakgör. Senin karın olmayı hak eden kişi Eda, Araf. Nefes değil. Çünkü senin canını yakan kişi her zaman Nefes'ti." Omuz silktim. "İnsan nefes almaya devam ediyorken diğer organlara aldığı hasarlar illa ki iyileşirmiş. Canımı yaktığını iddia ettiğin Nefes, benim nefesim oldu. Eda benim karım olmasaydı da her zaman sevgilim olurdu. Onun hak ettiğini iddia ediyorsun ama hak eden asıl kişinin her şeyiyle beraber ta kendin olduğunu anlayamıyorsun. Ben Eda ve Nefes arasında hiçbir zaman ayrım yapmadım, Nefes. Tek bedeni ikiye bölen sensin."
"Araf anlıyorum, babanı kaybettin. Ama beni böyle bir şeyle itham edecek kadar da gözün kararmış olamaz." Dedi kanını dondurmuşum gibi. "Yapma... Yapma, Araf. Pişman olacaksın."
"Sanmıyorum. Hatta biliyor musun? Hayatımın en doğru kararını vermişim iki gün önce."
"Babam, bir bebeğin canına kastedecek kadar haysiyetsiz herifin teki olabilir! Fakat sen? Aşık olduğun ve evleneceğin adamın babasını öldürecek kadar vicdansız mısın, Desise?"
"Ne kadar çabuk inandırdın kendini buna böyle? Yoksa başından beri zaten güvenmiyor muydun bana, Araf Pakgör? Ne de olsa sağ gösterip sol vuran, bir dediği bir dediğini tutmayan iki yüzlü bir kadınım. Değil mi? Günlerce Pakgör'leri seçeceğim dedikten sonra aniden Karaslan'ları seçecek kadar riyakarım, değil mi? Evet haklısın, Araf. Ben olsam ben de bana güvenmezdim. Gerçekten çok haklısın."
"Sen aşkımı öldürüyorsun."
"Sen, Nefes. Benim Eda'mı öldürüyorsun. Ve sen, Nefes; iğrenç bir insansın."
Yumruğumu fayans zemine indirdim hırsla.
"Sen, Araf; aklımdaki seni öldürüyorsun."
Peki kalbi? Kalbindeki Araf'ı öldürmüş müydüm? Yoksa oraya asla ulaşamayacağım için mi aklından bahsetmişti?
Veya çoktan öldüğü için?
Kalbinde ölüp ölmediğimi bilmiyordum. Ama ben ölüyordum.
***
Ameliyat uzarken neredeyse herkes buradaydı. Fakat çok uzun saatler geçmişti ve neredeyse herkes uyuyordu. Oğuz Bey, Baha ve benim dışımda. Açelya, Baha'nın göğsüne başını koymuştu ve Baha da onun saçlarıyla oynayarak karşı duvarı izliyordu.
Oğuz Karaslan'ın derbeder hâle düştüğünü ilk kez görüyordum. Kızını bu kadar mı seviyordu? Belli etmiyordu.
"Oğuz. Daha bir kaç hafta önce kalp krizi geçirdin. Dinlenmen lazım." Dedi Gökhan Karaslan. Sigara içmek için aşağı inmişti ve şimdi gelmişti. Oğuz Bey reddetti. "Çok istiyorsan sen dinlen, Gökhan."
"Ne sanıyorsun? Sen böyle uykusuz ve yorgun bekleyince Nefes sanki daha çabuk mu çıkacak ameliyattan? Git ve dinlen!"
"Gitmiyorum!" Diye bağırdı abisine bir anda. "Sürekli beni yönetmeye çalışmaktan vazgeç ve kararlarıma saygı duy, abi! Kızım içeride savaş verirken ben dönüp uyuyamam!"
"O Yağmur değil!" Diye bağırdı Gökhan Bey de ona. Zemindeki yumruk olan elim daha da sıkılaştı.
"Vicdan azabını böyle susturmaya çalışıyorsan yanlış yol seçiyorsun, kardeşim." Oğuz Bey abisine imayla güldü. "Tabi, her şeyin doğrusunu siz bilirsiniz, öyle değil mi? Egon sarsılacak abiciğim, ama hayır! Ben Nefes'i Yağmur'a benzediği için değil, kızım olduğu için seviyorum! Şimdi siktir ol git nereye gidiyorsan! Bana yaklaşma!" Hep öfkeli ya da düz bakan Oğuz Bey'in gözleri ilk defa kara bir boşluktan ibaretti. Nefes'imle aynı renk olan yeşil gözleri o kadar yorgun bakıyordu ki...
Nefes'im babasına benziyordu. Her ne kadar duyarsa hoşuna gitmeyecek olsa da gerçek buydu.
Fiziksel görünüşü aynı annesi olsa da huyları babasıydı.
Hırsı, gözü karalığı, aşkı, sevgisi, acımasızlığı, bencilliği, öz saygısı, kıvrak zekâsı ve hatta yalanları bile.
Benden vazgeçtiysen bari baban için tutun, Nefes. Çünkü o seni gerçekten seviyor.
Nikotin ihtiyacı tüm benliğimi sararken sendeleyerek ayağa kalktım. Güçsüz ve sarsak adımlarla aşağı indim. Hastane bahçesine çıktığımda boş banklardan birisine oturdum. Sigara yakarken koyu geceye baktım.
Yanıma biri oturdu.
Ezbere bildiğim, uğruna canımı vereceğim yeşillerle karşılaştım.
Gülümsedi. "Ne yapıyorsun burada? Hava soğuk." Yutkundum ve gerçekliğini sorgulayarak onu inceledim. Bugün giydiği her şey tertemiz bir şekilde üzerindeydi. Kan olmuş kızıl saçları yoktu, gayet temizdi saçları. Ellerini siyah kaşe kabanının ceplerine sokmuştu, boynunda Baha'nın hediye ettiği ve hiç çıkarmadığı Mikail meleği kolye vardı. Sahte kolye boynunda yeşil lekeler bırakmıştı ama o bunu umursamıyor, kolyeden asla vazgeçmiyordu. Çünkü abisinin hediyesiydi. Abisi, onu gerçekten kabul ettiği ilk an bu kolyeyi almıştı. Nefes anlatmıştı.
"Bana öyle bakma." Dedi gülerek. "Nasıl?" Dedim korkak bir sesle. "Hasretle." Dedi ve gülüşü, tebessüme dönüştü. "Sizi gören de öldüm zanneder. Gerçekten o kadar dayanıksız mı gözüküyorum? Yer mi lan Ege çocuğu?" Dediğinde gülümsedim. "Yemez." Diye fısıldadım. "Hiç yemesin."
"Bence sen yiyebilirsin." Dedi ve göz kırptı. Mal gibi bakakaldım. Neyden bahsediyordu? "Saf saf bakma, sevgilim. Libidona ne oldu senin? Libido beklerken bidon buldum resmen. Tamam sus hevesim kaçtı." Dedi ve trip atarak önüne döndü. Gece ayazında düz kızıl saçları geriye doğru uçuşuyordu. Tepkileri, konuşması ve bedeniyle o kadar gerçekçi görünüyordu ki... Aklımı yitirmemiş olmasaydım onu gerçek zannedip bağrıma hemen basabilirdim.
"Sen gerçek değilsin." Dedim hüzünle. Girdap yeşili gözleri yüzümde gezindi. Uzun uzun izledi beni, bir sanat eserini izler gibi ilgiyle. "Evet. Gerçek değilim." Dedi kabullenerek. Artık gülümsemiyordu. "Boşluktayım. Nereye gittiğimi ve ne yaptığımı bilmiyorum. Annemi bulurum sanıyordum ama onu da göremedim. Neredeyim ben, Araf? Sende miyim?" Araftaydı. Bendeydi. Araf'ta.
"Bendesin." Dedim kan revan acı içinde. "Sen her zaman bendesin, sevgilim."
"Sevgilin olduğumu sanmıyorum." Dedi acı çekmesine rağmen yine de gülümseyerek. Bu cümlesi içimi yaktı kavurdu. O bana sevgilim diyordu ama ben dediğimde buna inanmıyordu. İnancını mı kırmıştım? "Hayır." Dedim ve elini tuttum. Ama elim boşluğa gitti, tutamadım. Ona dokunduğum an yok oldu.
Boşluğa düşer gibi oldum. Sarsıldım. Afallayarak öylece yanımdaki boşluğa bakakaldım.
"Araf?"
Bana doğru yaklaşan adama baktım. Oğuz Bey neden yanıma geliyordu? Birbirimizi hiç sevmezdik. "Ne yapıyorsun?" Dedi şüpheyle beni izleyerek. Boşlukla konuştuğumu görmüş olmalıydı. Güçlü bedeni enerjisiz, sert yüz hatları yorgun, gözleri boş bakıyordu. Sanki Nefes içeri girdiğinde bu adamın ruhunu da beraberinde götürmüştü.
Keşke sevgini ve varlığını daha erken gösterseydin, Oğuz Karaslan. Belki o zaman Nefes'i sen kurtarırdın, ben başaramadım.
"Yok... Yok bir şey." Dedim ve önüme döndüm çatılmış kaşlarımla. Sigaramın üstüne işaret parmağımla vurarak külünün düşmesini sağladım. Yanıma oturdu. Nefes'in hayalini gördüğüm yere.
"En son bu hale geldiğimde Yağmur'un ölüm haberini almıştım." Dedi hüzünle. Bana içini mi döküyordu?
"Aşktan daha güçlü hiçbir duygunun olmadığını düşündüm her zaman. Her düşündüğümüzü maalesef hayata geçiremiyoruz ama düşüncem tam olarak buydu. Yağmur için hissettiğim tüm histen daha güçlü bir his olduğunu bilmiyordum." Sertçe yutkundu ve ademelması görünür bir şekilde hareket etti.
"Evlat... Nefes'i kaybetmeye ilk defa bu kadar yakınım ben, Araf. O bilmiyor, abim bilmiyor, Yaren bilmiyor ve hatta Baha bile bilmiyor. Ama benim tüm ömrüm, Nefes'in güvenliğiyle geçti. Sayısız kez ben kurtardım onu ölümden, daha oyun çağında bir çocuktu. Ruhu duymadı, ama öz babası her zaman onun arkasında, bir nefes kadar yakınındaydı. Ona bu ismi vermemizin sebebi de bu. Hem annesinin son nefesiydi, hem de ona yakın olduğum en uzak mesafe."
Bilmiyordu. Ama o her zaman babasının prensesiydi. En yalnız anında bile yalnız değildi. Benim aksime.
"Babana yaptıklarımı biliyorum. Ve sen de biliyorsun, bunu hazmedemiyorsun. Biliyorum. Asırlar öncesinden kalma kıytırık bir hançer için mi bunu yaptığımı sanıyorsun? Ya da daha mı farklı anlattı o herif?" Hiçbir şey söylemeden sigarama baktım ve devam etmesini bekledim. "Benim küçük Nefes'imi öldürecekti. Kızıma doğrulttuğu silahla ben vurdum onu. Ölsün istedim ama ölmedi. Fakat geri kalan hayatı boyunca süründü ya... O da yeter bana. Yine de tam olarak soğumuyor içim. Geberdi gitti ama hâlâ içim soğumuyor." Oflayarak dirseklerini dizlerine koydu ve yüzünü sıvazladı. Soğuk havada konuştukça ağzından gri duman çıkıyordu.
"Şimdi diyeceksin. Madem bu kadar korudun kızını, neden şimdi bu hâlde? Mecbur kaldım. Asaf'ın gözü öyle kör olmuştu ki... Nefreti, hırsı, öfkesi hiç dinmedi. Hastaydı baban ve kendisine hiçbir zaman hakim olamadı. Bunu kabul de etmedi. Belki etseydi en azından tedavi olup kurtulurdu. Bir gün Nefes'e o kadar yaklaştı ki... En sonunda Evrim Hanım ve ben onunla anlaşma yapmak zorunda kaldık. Nefes'i korurken yalnız değildim. Evrim Hanım da kendi öz kızı gibi koruyordu onu. Canını siper ediyordu Nefes'e. Asaf, bir oyunla geldi önümüze. Elinde listeyle. Listedeki her kurban, azılı bir suçluydu. Kimisi açık açık yaparken, kimisi saman altından su yürüterek iyilik meleği gibi gezen adi insanlardan birisiydi." Oyunu anlatıyordu.
"Öldürülen hiçkimse masum değildi. O gece katletmek zorunda kaldığınız parti var ya... O partideki her bir birey özel olarak gelmişti. Aranızda Nefes dışında masum kimse yoktu. Seçil bile. Kaldı ki o bize ihanet ederek infaza en başından boyun eğmişti zaten. Fakat bu infazın, Nefes'in elinden olacağını bilmiyordu. Neyse, konuya dönüyorum. Nefes'i altı yaşındayken itibaren her üç ayda bir hipnoz seansına alacaktı. Hipnoz ve bilinçaltı yöntemleriyle Nefes'in bilincine ince ince işledi her şeyi. Tarihine kadar. 16 Kasım 2020 gecesinde saat kaçta istenilen kişiye dönüşeceğine kadar. İşinde profesyonel bir adamdı bunu yapan. Ve o gün seansa geldiğini de unutturuyordu. Hatta garanti olsun diye unutturucu haplar veriyordu, Evrim Hanım'a. Hatırlamaması için ilaç kullandı. Bunu biliyorsun. Nefes, Arslan ailesinden ayrıldıktan sonra baban sana verdi o hapları. Nefes'in başı ağrıdıkça vermeni istedi. Öyle değil mi? Ve sen bir süre sonra unuttun, Nefes yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Ama parça parça ve bulanıktı, parçaları birleştiremedi." Bu doğruydu. Bunu fark ettiğim her an telaşla ilacını içiriyordum ve geçiyordu. Hep içtiği o ilacı ne olarak bildiğini ben de bilmiyordum. Veriyordum ve o ilacı tanıyor, sorgusuz sualsiz içiyordu.
Nefes'in o hâlini fark etmediğimde veya ben yanında olmadığımda neler oluyordu, onu da bilmiyordum. Umarım kendisi içmiştir. Çocukluğundaki her anı hatırlaması onun için hiç iyi olmazdı. Hatırlamayıp sadece bildiği hâlde bile yıkılmıştı. Peki ya hatırlasaydı? Onu hangimiz düzeltebilirdik?
"Nefes'in bana olan nefretini anlıyorum. Bilmese bile hissediyor bazı şeyleri. Hiç tanımadığı hâlde annesine çok düşkün."
"Neyi hissediyor? Ne yaptınız?" Dedim sert bir sesle Nefes'i savunurcasına. Burukça gülümsedi. "Hayatım boyunca verdiğim en büyük kararı. Ve hayatımızı sonsuza dek değiştiren kararı. Bunu hatırlamaya bile gücüm yetmiyorken sana nasıl anlatırım, Araf?" Durdu bir süre. "Kızımla aynı yaşta sayılırsın. Bebekliğini biliyorum. Baban yüzünden sizin aileye büyük bir nefret içerisindeydim, Araf. Seni tanımıyordum, bildiğim tek şey babanın maşası olduğun. O ne isterse onu yaptığın. Bu yüzden kızımı korumaya çalıştım. Ona gerçekten aşık olduğunu göremedim, oyun sandım. Ne de olsa bir babayım, öyle değil mi? Her işte bir bit yeniği aramak zorundayım, yoksa en ummadık anda darbeyi evladımla yerim. Seninle problemim yok, babanla var."
"Oyun devam edecek." Dedim taviz vermez bir şekilde. "Madem listedekiler ölmeyi hak eden, cezasız kalan azılı suçlular... Ölecekler."
"Oyunun sonucu peki?" Dedi Oğuz Bey bilge bir şekilde suratıma bakarak. "Kazanan, kaybedenin soyunu kurutur."dedi kuralı tekrar ederek.
"Ziyanı yok, Pakgör ailesinin soyu zaten kurudu, bir ben kaldım." Dedim gözlerimi ondan çekip karşıdaki ışıklı hastane kantinine yöneltirken.
"Ben bu oyunu oynamak istemiyorum." Dedi Oğuz Bey. Göz ucuyla baktığımda, durgun bir şekilde beton zemine odaklandığını gördüm. "Hançeri isteyen de ben değilim, abim. Her zaman kazanan olmak ister, buna alıştı çünkü."
"Ben kazanırsam... Sizden kimler ölecek?" Dedim içimdeki korkuyu bastırmaya çalışarak. "Ben, Gökhan, Yaren, Baha, Nefes."
Nefes'in aslen Pakgör'lerin tarafında olduğunu bilmiyordu.
Söylemeyecektim.
"Siz kazanırsanız da sadece ben öleceğim." Dedim gülümseyerek. Ama bu öylesine bir gülümseme değildi. Kaybetmeye alışmış bir gülümsemeydi. Oğuz Bey'in her şeye rağmen güçlü kalan elini omzumda hissettim. "Hevesin yok. Yaşama hevesin ve beklentin... Bir gün olacak. Seni hayata bağlayan bir şey olacak, Araf. Herkese olur. Bitti dediğin an yeniden, sıfırdan başlar her şey. Hayat böyle. Yaşayacakların varsa, intihar etsen de ölmezsin. Seni bağlayan o şey hayatına geldiğinde, yaşamak için her şeyi ve herkesi yakıp yıkacaksın. Çünkü sebebin var."
İnancım yoktu.
Beni bağlayan tek şey, içeride yaşam savaşı veriyordu. Ve ameliyatın bu kadar uzun saatler sürmesi, ciddi bir şeyler olduğunu da gösteriyordu.
Sırtından vurulmuştu.
Ya felç kalırsa?
Kendi ayakları üzerinde durmaya bu kadar tutkulu ve takıntılı bir kadın felç kalırsa bununla nasıl yaşardı? Nefes'imi tanırdım. Yaşayamazdı.
Sigaramı söndürürken ayağa kalktım. Benimle birlikte Oğuz Bey de kalktı ve beraber hastaneye geri girdik. Ameliyathane katına çıktığımız an kapı açıldı. "Nefes Karaslan'ın yakınları?" Oğuz Bey herkesi yarıp koşarak yanına gittiğinde ben de arkasından gitmiştim. En önde ikimiz endişeyle doktora bakıyorduk.
"Ben babasıyım! İyi mi kızım?" Dedi Oğuz Bey. Doktor bey, benim yüzümdeki ifadeyi gördüğünde bir süre baktı, o kadar mı endişeli ve harap haldeydim? "Peki siz nesi oluyorsunuz?"
"Nişanlısıyım."
Herkes şaşkınlıkla bana dönüp baktı. Baha ve Açelya dışında. Onlar bana bakışlarıyla küfür ederek bakıyordu.
Nişanlandığımızı Baha, Açelya ve Akın dışında kimse bilmiyordu. Akın burada değildi ve Açelya ile Baha'nın öfkesi de gayet haklıydı.
Doktor Oğuz Bey'e döndü. "Kızınızın ameliyatı çok zorlu ve riskli bir ameliyattı. Kurşun, omuriliğe yaklaşmış fakat gerçekten mucize ki, omuriliğe zarar vermemiş. Çıkarmak gerçekten zor oldu ama neyse ki başardık." Bana döndü. "İsminizi rica edebilir miyim?"
"A-araf." Dedim şaşkınlıkla. Neden sormuştu? "Araf Bey." Dedi ve derin bir soluk verdi. "Nefes Hanım'ın ameliyatı başarılı geçse de hayati riski halen var." Bir şey söyleyecekti ama söze başlayamıyor gibiydi. Elimi yumruk yaptım ve kendimi uyarmak amacıyla avucumu acıtarak iyice sıktım. "Nefes Hanım'ın henüz birkaç haftalık olduğunu tahmin ettiğimiz gebeliğinden haberiniz var mıydı?"
Yumruğum aniden açıldı. Ellerim, kollarım ve bacaklarımdan güç bir anda boşaldı ve ben kendimi sanki havada asılıymışım gibi hissettim.
Kulaklarım hiçbir ses duymuyor, uğulduyordu. Gözümün önü bulanıklaşıyordu.
Doktor konuşuyordu fakat duymuyordum. En sonunda tek bir cümlesini duyabildim, "Maalesef bebeği kaybettik."
***
1 Hafta Sonra
Taze mezar taşında gezindi gözlerim. Yeni, daha az önce yapılmış mezar taşı, yanındaki iki büyük mezarla birlikte uyum içerisindeydi.
Mavi Pakgör
Ve altında da doğum ile ölüm tarihi yerine koca bir sonsuzluk işareti.
Eğer doğsaydı, kız veya erkek olması fark etmez, adının Mavi olmasını çok isterdim. Bilirdim ki Nefes de karşı çıkmaz, aksine duygulanırdı. Çünkü mavi, Eda'ydı. Eda'nın en sevdiği ve ona en huzur veren renkti. Babam, Eda'nın elinden en sevdiği rengi bile almıştı.
Mavi. Bizim Mavi'miz. Anneannesi Yağmur Pakgör'ün hemen yanındaydı temsili mezarı. Halamın diğer yanında babam vardı ve Mavi'min mezarının o adamın yanında olmasını istemiyordum.
Halam... Yaşasaydı 43 yaşında olacaktı. Ve ona her baktığımda sevdiğim kadının yıllar sonra nasıl birisine dönüşeceğini görecektim. Yaşasaydılar, daha 43 yaşındayken anneanne olup torunuyla oynayacaktı. Ve kimse bu güzel ve genç kadının, o güzeller güzeli kızın/dünya yakışıklısı oğlanın anneannesi olduğuna inanmayacaktı.
Yalnızca hayaldi. Olsun. Mutlu olduğumuz tek yer hayaller olacaksa buna da razıydım. En azından hayal kurma lüksümüz vardı.
Mavi'nin minik bebek mezarına elimdeki siyah kağıda sarılmış mavi gül buketini bıraktım ve burukça gülümsedim. "Cinsiyetin ne olacaktı bilmiyorum. Ama içimden bir ses, kız olduğunu söylüyor. Haklı mıdır sence?" Gülümsemem genişledi ve altında olmadığını bilmeme rağmen toprağını okşadım, saçlarını okşar gibi. "Varlığından ne benim, ne de annenin haberi vardı. Fakat olsaydı, inan bana. Herkesi ve her şeyi yakıp yıkar, bu işten bir şekilde sıyrılır, yine de seni güvende büyütürdüm. Annen gibi olmana asla izin vermezdim. Deden izin verdi, ama ben asla izin vermezdim."
Küçük kızlar, annelerinin kaderini yaşardı. Ama eğer kızım yaşıyor olsaydı, o kaderi yaşamaması için canımı bile verirdim.
O gün. Nefes ameliyattan çıktığı gece, Mavi'yi öğrendiğim gece mezarlığa gidip arabamı bulup acımı atarcasına yolların tozunu attırmıştım. Sonunda ise kaza yapmıştım. Sıyrıklarla kurtulmuştum. Arabayı tamire vermek yerine hurdaya verip yenisini almıştım. Yeni hayata yeni araba gerekirdi ne de olsa?
Siyah Range Rover'a bindim ve kapımı kapattım. Buketten kopardığım bir adet mavi gülü ceketimin iç cebine koydum.
Arabayı hastaneye doğru sürdüm.
Gündüz vaktinin getirdiği trafikle, ancak bir kaç saat sonra varabilmiştim. Arabayı park ettikten sonra inip hastaneye girdim. Kolumdaki saate bakıp ziyaret saatinin geçip geçmediğini kontrol ettim. Hâlâ ziyaret saati olması, bir haftanın ardından yeniden gerçekten gülümsememe neden oldu.
Nefes'in odasına geldiğimde kapıyı çalarak içeri girdim.
Baha, Açelya, Oğuz Bey, Evrim Hanım ve Furkan içerideydi. Sanırım ziyarete gelenler, ben gelene kadar çoktan geri gitmişti bile. Geriye kalanlar ise Nefes'in gerçek ailesiydi.
Nefes'imin bitkin yeşil gözleri beni bulduğunda kalbim tekledi. İlk defa görüyordum sanki onu. İlk defa karşılaşıyorduk.
"Araf?" Dedi çatlak sesiyle. Hâlâ yorgundu ve sesi hâlâ gür çıkamıyordu. İyice zayıflamış, rengi gitmişti. Bedeni o kadar yorgundu ki, kızıl saçlarının dibi gelmişti. Gözaltlarında mor torbalar vardı. En ufak harekette yüzünü buruşturması, ağrısı olduğunu gösteriyordu. Yemeğini yeni yemiş olmalıydı. Hatta bizzat Evrim Hanım yedirmişti. Çünkü hemen yanında boş yemek tepsisi vardı ve Nefes'in yanına oturmuştu.
"Nefesim?" Dedim içeri tam girip kapıyı kapatarak. Yanına ilerledim ve bir elimi sedye başına koyup aramıza mesafe koyarak üzerine eğildim. "Nasıl hissediyorsun? Ağrın var mı?" Derken çaktırmadan hemşire çağırma butonuna bastım. "Yok, hayır. İyiyim ben." Dedi tam tahmin ettiğim gibi dik başlılık yaparak.
Oğuz Karaslan hikmeti olsa gerek, herkes ekstra ilgili ve hassastı Nefes'e karşı. Kapı açıldı ve hemşire içeri girdi.
"Hemşire hanım, bu inatçı hastamızın ağrısı varmış." Dedim hemşireye. Nefes kaşlarını çattı ve uyarırcasına "Araf!" Derken koluma vurdu. Fakat bu benden çok onun canını yaktı. Hemşire, Nefes'in serumuna ağrı kesici enjekte ettikten sonra çıktı. Onun ardından bir görevli geldi ve boş yemek tepsisini alarak çıktı.
Nefes'in yanına otururken iç cebimdeki mavi gülü çıkardım. Nefes'imin kulağına, saçlarının arasına taktım. O ise şaşkın şaşkın ne yaptığıma bakıyordu. "O da ne? Nereden çıktı? Hem neden mavi? Neden kırmızı değil?" Gülümsedim. Odadaki herkes durgunlaşmıştı ama bunu yalnızca ben anladım, çünkü Nefes hiçbir şey bilmiyordu.
"Sen mavisin çünkü. Benim Mavi'm."
"Bizim Mavi'miz." Dedi Baha gülümsemeye çalışarak. Nefes, ondan bahsettiğimizi sansa da hepimizin aklındaki kişi farklıydı. Mavi Pakgör.
"Mavi nereden çıktı şimdi?" Dedi huysuzca. "Ben kırmızıyım!"
***
NEFES
Hepsi sinirlerimi bozuyordu. Hepsi!
Maviye karşı artık hiçbir şey hissetmediğimi neden anlamıyorlardı? Kırmızıya çekiliyordum ben. Mavi bana uzaktı.
Belki de Nefes'e uzaktı ve ben Nefes'i kabullendiğim için böyle düşünüyordum.
Neyse ne. Tanıştığımız ilk günden beri beni kırmızıya, kana iten Araf; ne olmuştu da ziyaretime gelirken mavi gül getirmişti? Kırmızı gülün soyu tükenmiş olamazdı herhâlde?
Zaten hepsi çok farklıydı. Hepsi dağılmış görünüyordu. Sanki ben bir top, onlar bir lobuttu ve tek darbemle hepsini darmadağın etmiştim. Cenaze varmış gibi davranıyorlardı. Yaşadığıma bu kadar üzülmüş olamazlardı herhalde?
Şahsen benim bir yanım üzülmüştü. Fakat diğer yanım beni tokatlıyor, kendine gel, işimiz bitmedi! diye bağırıyordu.
Olsun. Bekleriz.
Dün gece o morgdan farkı olmayan yoğun bakımdan çıkmış, servise çıkmıştım. Kimsenin beni görmesine izin vermemişlerdi. Refakatçi olarak abim kalmak için ısrar etse de Açelya kesin bir dille reddetmişti. "Özel, mahremi bir ihtiyacı olduğunda ne yapacaksınız, sayın taş fırın haşmetli harbi erkek Baha Karaslan?" Demişti ve abimi ikna ederek refakatçim o olmuştu. Fakat abim durmamıştı. Ne yapıp edip izini almış, her gün gelip gidebilecek bir ziyaretçi olmuştu. Bu diğerleri için geçerli değildi. Abimin başarısıydı. Babam ise başhekimlikle konuşmuştu. Her ne dediyse herkes bana prenses, önemli bir zat gibi bakıyordu. Hoşuma gitmedi diyemezdim ama fazla ilgi de insanı sıkıyordu. İlgi manyağı değildim sonuçta.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyordum. O süre boyunca boşlukta savrulmuştum. Sanki kan damlasıyla yer değiştirmiştim. Boşluktan düşen ben, gerçek dünyaya geçen de oydu.
"Ee anlatın bakalım." Dedim acıyan gözlerimi hepsinin üstünde gezdirerek. "Neler oldu? Beni kim vurmuş?"
"Hele bismillah, daha yeni odaya alındın." Dedi Baha abim dik dik bakarak.
"O hep böyle kurtluydu." Dedi Furkan abim sırıtarak. Saçlarımı karıştırdı, "Ne de olsa doğal ortamını özlüyor, onu da anlamak lazım. Değil mi, Kızılkız?" Ona kirpiklerimin altından boş boş baktım. Kafamdaki elini ittirdim. "Twitter'da hastag başlatacağım artık! #SaveNefes." Dedim parmaklarımla hastag işareti yaparak.
"Artık kurtuluşun yok. Ben o Nefes'i çok güzel koruyacağım." Dedi Araf gözlerini bana dikerek. Ona da boş boş baktım. "İhtiyacım yok." Hepsi aynı anda bana öyle bir bakış attı ki, he aynen gördük der gibi bakıyordu hepsi. Göz devirdim. "Olabilir, canım! Hem dikkatim dağınıktı benim." Dedim anında savunmaya geçerek.
"Neden?" Dedi babam araya girerek. Ellerini belinin iki yanına koymuş, sorgulayarak bana bakıyordu.
"Araf'ı izliyordum." Dedim dürüstçe. Herkes sessizleşirken Araf'ın suratında oluşan gülümsemeye şahitlik ettim. Dik dik baktım. "Şımarma!"
"Sen niye beni tersliyorsun ya?" Dedi mızıkçılık yapan küçük bir çocuk gibi sitem ederek. "Beni terslediklerine say, sus!" Dedim ve trip atarak önüme döndüm. "Trip yedik lan..." Diye mırıldandı, aramızdaki mesafe kısa olduğu için duymuştum.
"Çok sıkıldım ben!" Dedim oflayarak. Üzerimdeki hastane pikesini attım ve bacaklarımı sarkıttım. Herkes dibimde biterken hep bir ağızdan söyleniyorlardı.
"Yemin ediyorum kıçında kurt var. Yatsana, geri zekalı." Dedi Baha beni zorla oturtmaya çalışırken.
"Eda, otur." Dedi Furkan abim. Ona dik dik baktım. "Köpek miyim lan ben?" Odada yankılanan kahkahanın kaynağı ise tabiki dünyanın en ibne iki abisine aitti.
"Estağfurullah." Dedi Furkan abim gülerek. Geliyor... "İneksin sen, ne köpeği?" Al işte...
"Nerden geliyor bu inek muhabbeti?" Diye sordu Baha Furkan'a. Furkan abimin mavi gözleri, Baha abimin kahverengi gözlerine çıktı. "Boğaziçi Hukuk kazanacağım, diye kıçına motor takmış gibi sürekli ders çalışıyordu. Ama kazanamadı. Ben de o zamandan beri hep Sarıkız diyorum." Saçlarıma baktı, "Gerçi artık Kızılkız olmuş."
"Komik mi?" Dedim düz bir ifadeyle. İkisi de aynı anda "Evet." Dediğinde göz devirip inatla ayağa kalktım. Bu hareketim canımı yakmıştı. Herkes yine hep bir ağızdan konuşuyordu.
Babam aradan sıyrılıp yanıma geldiğinde ona baktım. Koluma destek olup serumumu direğinden çıkarıp eline aldı. "Gezmek mi istiyorsun? Gezeriz. Çekilin." Şaşkınlıkla babama bakarken o ise beni çoktan yavaş yavaş yürütmeye başlamıştı. Bu adam bana haftalar önce tokat atan adamla aynı kişi miydi?
"Ölecek miyim?" Dedim korkuyla. Benimle aynı renk olan yeşil gözleri ters ters baktı, "Salak salak konuşma, kızım."
"Huyu kurusun." Dedi Baha abim arkamdan sırıtarak. Herkes odada kalırken o inadına yapar gibi peşimize takılmıştı. "Baha." Dedi babam uyarırcasına. Şu an dönüp abime kapak yapmayı o kadar isterdim ki... Ama en ufak hareketimde canım yanıyordu. Buna rağmen çabuk toparlanmak istiyordum. Sürekli yatıp durursam toparlanmam daha geç olurdu.
Asaf Pakgör ölmüştü. Ondan kalan yüzde ellilik şirket hissesi bana miras kalmıştı. Bendeki yüzde yirmi beşlik hisseyle beraber toplam yüzde yetmiş beş hisseyle yönetim kurulu başkanı oluyordum. Şirket benimdi, bana aitti. Araf isterse kendi hissesini bana verecekti, istemezse vermeyecekti. Ama her şekilde de şirketle hiçbir ilişiği olmayacaktı.
Çünkü onu muhteşem bir atölye bekliyordu. Hayallerindeki gibi.
Vurulduğum için atölyenin mimarisi yarım kalmıştı. Çünkü her şeyi bizzat kendim yönetiyordum. Araf'a yoğun olduğumu söylerken yalan söylememiştim. Eksik anlatmıştım sadece.
"Çok korktuk." Dedi babam bir anda. Ona baktım. "Özellikle de Araf. Kendini yedi bitirdi. Baha ve Furkan bir an bile ayrılmadı kapından. Evrim Hanım'dan hiç söz etmiyorum bile. Ne de olsa seni büyüten annen. Emzirip büyüttüğü kızını yoğun bakım önünde beklemek ona ağır geldi. Bir ara tansiyonu düştü ve baygınlık geçirdi ama doktorlar hemen müdahale ettiler. Hiçbiri sana hiçbir şey yansıtmamaya çalışıyor." Dedi. Onlar yansıtmamaya çalışıyorsa babam neden hepsini anlatıyordu şimdi?
"Değersiz ve yalnız hissettiğini biliyorum. Kimsesiz hissettiğini de öyle. Bütün bunları anlatıyorum, çünkü bilmen gerekiyordu. Eğer... Hayata tutunmak yerine gitseydin... Götürdüğün tek ruh seninki olmayacaktı."
"Sen mi olacaktın?" Dedim kendime düşünme fırsatı vermeden. "Götürdüğüm diğer ruh. Sen mi olacaktın?" Gülümsedi. "Bilmem. Belki sırf anneni yeniden görmek için umarım derdim. Ama annen artık diğer cihanda bile bakmaz benim yüzüme." Olduğumuz yerde durmuş konuşuyorduk. Bir süre sessiz kalarak yüzüne baktım. Yakışıklı bir adamdı. Annemse çok güzel bir kadındı. Boşuna söylemiyorlardı, yüzü değil kaderi güzel olsun diye.
Babamdan beni anneme götürmesini istemeyi istedim. Fakat bu, annemin mezarını net bir şekilde öğrenmesi demekti. Ve dolayısıyla hançeri de. Her ne olursa olsun ortada bir oyun vardı. Karaslan'ların o hançeri ele geçirmesi demek, Araf'ın infazı demekti. Buna izin veremezdim. En kısa zamanda hançerin yerini değiştirmeliydim.
***
1 hafta sonra
Kara toprakla başlayıp kanla biten o günün üzerinden iki hafta geçmişti. Ve ben iyice toparlanmıştım. Hastaneden taburcu olmuştum ve bir kaç gündür evdeydim. Yavaş hareket ederek kendi başıma istediğimi yapabiliyordum ama Baha Karaslan adında bir abiniz varken bu ne kadar mümkündü?
"Abi yeter lan, yatalak değilim ben!"
"Ya düşersen? Dikişlerin açılırsa? Enfeksiyon kaparsa? Yeniden ameliyata alınmak zorunda kalırsan?" Bön bön suratına bakakaldım. "Siktir et tüm işlerini, git senarist ol sen. Türk dizi sektörünün buna ihtiyacı var. Rezil senaristlerle dolu tüm sektör, yenilik kat." Bana küfür edercesine baktı.
"Nereye gideceksin? Ben götürürüm." Abimden kurtuluşum olmadığını ve olmayacağını artık kabullenmiştim. Üzerimdeki beyaz kabana sarılarak tek ayağımın üstünde verdim ağırlığımı. "Mezarlığa. Anneme gideceğim." Abim bir anda durdu. Yüzüme öyle bir ifadeyle baktı ki, bir şeylerin döndüğünü anında anladım.
"Neler oluyor? Yine kime ne oldu?" Dedim öfkeli bir sıkıntıyla. "Yok... Yok bir şey. Gidelim tabi." Dedi ve benden önce çıktı evden.
Bugün ilk defa bu kadar açık renkler tercih etmiştim. Bebe mavisi mini elbise ve dizlerime kadar uzanan topuklu çizme. Üzerimdeki beyaz kaban kalçalarıma kadardı ve üşütmüyordu. Dibi gelmiş saçlarımı boyatmıştım ve şu an dalgalıydılar.
Bir kaç gün önce Akın aramış, beni vuran kişiyi bulduğunu söylemişti. Bugün önüme getirip atacaktı ama öncesinde annemi görmek istemiştim.
Kar taneleri İstanbul'u beyaza boyarken araba durdu. Kar yağışı, şehirden çıktığımızda daha da şiddetlenmişti ve lapa lapa yağıyordu.
"Ben arabada oturacağım. Sen git." Dediğinde duraksadım. Annemin mezarının önünde vurulmuştum ve iki hafta sonra yeniden annemin mezarına gidiyordum. Ve beni yalnız mı bırakıyordu? Baha Karaslan'lık hareket değildi hiç.
Yine de bozuntuya vermedim. "Tamam." Dedim ve arabadan indim. Beyaz kar taneleri kızıl saçlarıma tutunurken ellerimi kabanımın cebine soktum ve yokuşu çıkmaya başladım. Yokuş boyunca iki tarafımda da mezarlıklar vardı.
Annemin mezarına geldim. Önünde kurumuş kan lekesi vardı. Bu kan bana aitti. Hemen yanında da kanlı bir el izi vardı. Bu da Araf'a ait olmalıydı. Çünkü en son hatırladığımda Araf'ın kollarında kaybetmiştim bilincimi.
Gözlerimi kaldırıp annemin mezarına iyice yaklaştım.
Asaf Pakgör'ün mezarı net bir şekilde gözümün önündeydi ama onu zerre umursamadım. Mezarına tükürebilirdim ama bunu bile yapmadım.
Annemin mezarının yanındaki bebek mezarını gördüğümde olduğum yerde durdum. Daha önce burada bu mezar yoktu, bundan emindim. Vurulduğum gün de yoktu.
Mavi Pakgör.
Böyle birini tanımıyordum. Mezar yeniydi ve annemin hemen yanındaydı. Dayımın yanındaki genişliğe değil de bilerek annemin yanındaki ufak alana koyulmuş gibiydi.
Mavi... Mavi Pakgör?
Araf yanıma otururken ceketinin iç cebinden bir şey çıkardı. Bir adet mavi güldü bu. Sapı kesilip kısaltılmıştı. Kulağımın arkasına, saçlarıma taktı. "O da ne? Nereden çıktı? Hem neden mavi? Neden kırmızı değil?" Dedim şaşkınlıkla. Araf ilk defa bana kırmızı harici bir renkle geliyordu.
"Sen mavisin çünkü. Benim Mavi'm." Dedi burukça gülümseyerek.
"Bizim Mavi'miz." Dedi Baha abim gülümsemeye çalışarak.
Anlam veremiyordum. Belki de vermek istemiyordum.
Yutkunamadım.
Ufak adımlarla mezara yaklaşırken dudaklarım aralık kalmıştı. Üstünü beyaz kar tanelerinin örttüğü kurumuş kan birikintisinin üstüne basarak geçtim.
Canıma bir ateş düşmüş gibiydi. Nedenini anlamadım.
Annemin mezar taşına oturarak bebek mezarına doğru yavaşça eğildim.
Mavi Pakgör.
Ve altında da siyah bir sonsuzluk işareti.
"Bizim Mavi'miz."
Ellerimin titrediğini hissettim. Gözlerim yanarken öylece bebek mezarına bakakaldım.
Mezar taşının arkasına yapıştırılmış kırmızı bir poşet gördüm. Çatık kaşlarla poşeti sökerken ağzım ve dudaklarım kurumuştu. Poşetin içinden bir zarf çıktı.
Mavi bir zarf.
Gözlerim yavaş yavaş dolmaya başladı.
Zangır zangır titreyen ellerimle zarfı açtım ve içinden beyaz bir kağıt çıktı.
"Nefesim,
Buraya artık geldiğine göre, olanları öğrenmen gerek."
"Hayır..." Diye fısıldadığımda bir damla gözyaşı yanağımdan süzüldü.
"Birkaç kere olan korunmasız birlikteliklerimizin bu şekilde sonuçlanacağını tahmin etmemiz gerekirdi.
Keşke erken fark etseydik. Onu kaybetmeden." Devamını okuyamadım. Ağzım açık kalırken gözyaşlarım daha hızlı boşaldı.
Anne olmak, çocukluğumun en büyük hayaliydi. Çünkü annelere özenirdim. Bir bebeği bu derece sevmek için anne olmamız gerektiğini düşünürdüm.
Büyüdüğümde ve bu hayatla tanıştığımda başka bir hayal oluşmuştu. Bu hayattan kurtulup Araf ile mutlu bir hayat kurmak. Bir bebeğimizin olması.
Şimdi ise elimde hiçlikle kalmıştım.
Hamile olduğumun bile farkında değildim.
Hem Araf'ı, hem de varlığını dahi anlayamadığım bebeğimi kaybetmiştim.
Kalbimin teklediğini hissettiğimde elimi oraya bastırdım ve bebek mezarına baktım yaşlı gözlerimle.
Bebeğim ölmüştü. Ben daha onun varlığını bile öğrenemeden.
Bir çift el boğazımı sıkıyordu sanki. Sığamadım. Avucumu annemin mezar taşına koydum ve bastırarak güç almaya çalıştım.
Boğazımı yırtan bir çığlık, mezarlıkta yankılandı. Adeta patlar gibi, içimde ne varsa kusar gibi. İçime attığım tüm acılarımı kusar gibi.
Dizlerimin üstüne düştüm. Annemle bebeğimin arasındaki ufak açıklığa, karlı zemine.
Kolumu bebeğimin mezar taşına koydum. Uzun uzun isminde gezinirken gözlerim, kalbimdeki sızlama geçmek bilmiyordu. Alnımı koluma yaslayıp tekrar bir çığlık daha attım. Boğazım yandı, acıdı, ama yangın dinmedi.
Eda'nın elinden yeni ve mutlu bir hayat kurma fırsatını da aldılar. Eda'dan bebeğini de aldılar.
Başımı kaldırıp mezarda gezdirdim gözlerimi. Yüzüm sırılsıklam olmuştu, gözlerim yanıyordu. Nefes alamıyordum. Hıçkırık kaçtı dudaklarımın arasından. Devamı da beraberinde geldiğinde alnımı bebeğimin toprağına yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Yeri geldi mezar taşını yumrukladım, ama o yangın yine dinmedi.
"Nefes..."
Gözlerim aralandı ilk. Başımı kaldırıp arkama baktım.
Akın, abim, adamları ve elleri bağlı yerde oturan bir adam daha.
Abim gözlerini yummuştu ve yüzü buruşuktu. Bu hâlimi görmek onun da canını yakıyordu. Akın ise hüzünlüydü ama yine de kontrolünü kaybetmemişti.
O adamı önüme fırlattı.
Avını gözleyen bir şahin misali keskince ona döndü bakışlarım.
Aksel Cenkat.
Beni taciz eden pezevenk.
Ani bir fren sesi geldi yoldan ama dönüp bakmadım. Gözlerim Aksel'e odaklanmıştı ve başka yere çekemiyordum.
Araf'ın "Bu mu lan o gavat!?" Diye haykırışı kulaklarıma doldu.
Bebeğimin mezarından destek alarak ayağa kalktım. Beyaz botlarım, kabanım ve elbisemde kirlendiğine dair izler vardı. Ağır ağır Aksel'e yaklaşırken onun gözleri de bendeydi. Araf ise haldır haldır buraya doğru geliyordu.
"Nefes? Sen karar ver. Ne yapalım buna?" Dedi Akın saygıyla. "Ben biliyorum ne yapacağımı!" Dedi Araf ve Aksel'i ensesinden kavradığı gibi kurumuş kan lekesinin önüne fırlattı.
"Orospu çocuğu! Feriştahına soktuğum! Sen sağ çıkacak mısın şimdi bu mezarlıktan!?" Abim, Araf'a destek olurcasına arkasından, "Bok çıkar!" Diye bağırdı. Ben ise kıpkırmızı gözlerimle hâlâ nefretle, kinle Aksel'e bakıyordum. Her an yığılıp kalacakmışım gibi hissediyordum. Başım dönüyordu. Sanırım tansiyonum düşmüştü.
"Yala lan!" Araf, Aksel'e kurumuş kanımın olduğu beton zemini yalatıyordu. Onlara arkamı döndüm. Sağımda bebeğimin, solumda annemin mezarı vardı. Ve ben aralarında emanet gibi duruyordum. Yanlarında olmayı çok isterdim.
Eğildim ve avuçlarımı dizlerime yasladım. Bir kaç derin nefes alıp verdim. Gözlerim yine yeni yeniden doluyordu ve akıyordu.
Araf ve abim Aksel'e odaklanmışken, Akın benim yanıma geldi. Koluma dokundu. "İyi misin? Hiç iyi görünmüyorsun." Dolu gözlerimi mezarlardan çekip ona yönlendirdim. Gerçekten üzgün görünüyordu, samimiydi. "Değilim zaten." Dedim titreyen sesimle. Doğruldum. Mavi gözlerine merhamet yerleşti ve bana sarıldı. Buna şu an cidden ihtiyacım vardı ama abim ve kaybettiğim bebeğimin babası şimdi benimle değil, kin dolu oldukları bir şerefsizle meşguldü.
"Babam bana kimsesiz olmadığımı söylüyor. Benim için üzülen herkesi tek tek sayıyor. Ama aslında kime ihtiyacım olduğunu hiç sorgulamıyor. İhtiyaç duymak ve sahip olmak arasında dağlardan daha büyük bir fark var."
"Kime ihtiyacın var?" Diye sordu cevabını bildiği hâlde.
"Anneme. Yağmur Pakgör'e." Dedim içim paramparça bir hâlde
Bir evlat, anneyi. Ve bir anne de evladı kaybetmişti. Ben ise bunun tam ortasında duruyordum.
Ama biliyordum. Bu daha başlangıçtı.
Kaybedeceklerim bununla sınırlı olmayacaktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro