31 ~ Silah
Thurisaz - Tangram
Yalın - Deva Bize Sevişler
Evgeny Grinko - Noir
***
"Kendi kalbine sıktığın kurşun, onun canını aldı."
***
31. Bölüm
Yünlü kalın hırkama sarınarak odanın teras konseptli devasa balkonuna çıkmıştım.
"Neler oluyor, Desise? Saatten haberin var mı?" Telefonu adeta kulağıma yapıştırmıştım. Şu an soğuktan tir tir titremem de zerre umurumda değildi. Ciddi anlamda sıçmıştım ve kurtuluş için çabalamalıydım. Bu uğurda uykumdan olmuş olsam da.
"Bana hemen, hem de hemen bir sığınak buluyorsun. Gökdelen mi kiralarsın yoksa köstebek gibi çukur mu kazarsın orası beni hiç ilgilendirmiyor." Hattın diğer tarafından bir süre ses gelmedi. Sonra "Anlamadım?" Diye mırıldandı. Uyku sersemi olmalıydı. "Sorun ne?"
"Sorun tam olarak Furkan Duymaz." Homurdanma sesi geldi. "Doğan avlanmaya mı başlamış? Dur tahmin edeyim, yeni avı da sensin?"
"Asıl o benim avımdı. Fakat nasıl olduysa kendisinin av olduğunu, oyunu, her şeyi öğrenmiş. Şu an kendisini avdan avcı konumuna sokuyor. Otelden her şeyden haberi var ve benim bu durumda güvenli hiçbir yerim yok. İşte bu yüzden yardım etmek zorundasın bana. Bir anlaşma yaptık."
"Anlaşmamız Oğuz Karaslan'ı mahvetme yönündeydi, Desise."
"Furkan Duymaz'ın ölmesi de tam da bu yüzden gerekiyor işte. Karaslan'ların sayı kaybetmesi demek, ölüme bir sayı daha yaklaşmaları demek. Hem de ailece. İşte bu yüzden yardım etmek zorundasın bana." Bir süre ses gelmedi. Düşündüğü aşikârdı. "Pekâlâ haber bekle." Dedi ve kapattı.
Umarım her şeyi iyice bok etmezdi.
İçeri geri döndüğümde Araf'ın hâlâ uyuduğunu görmek rahatlamama neden olmuştu. Yorgundu, dahası çok fazla darp edilmişti. Dinlenmeye ihtiyacı vardı, onun da uyanıp gerilmesini, telaş yapmasını istemiyordum.
Bir an kendimi klişe kitaplardan birinde gibi hissettim. Çift tehlikededir ama kızın bundan asla haberi olmadan mışıl mışıl uyuyordur. O sırada erkek gerekirse uyumaz ve her şeyi gizliden hâlleder.
Bu hikâyede erkek olan benmişim gibi hissediyordum. Farkımız buydu belki de.
Ben, beni çalmış bir ailede el bebek gül bebek büyümüştüm. Araf ise öz ailesinde çile çekerek büyümüştü.
Daha yirmi yaşındaydı! Yirmi! Asaf Pakgör kim bilir onu kaç yaşında bu işlere sokmuştu da Araf şimdi otuz yaşındaki adamlar gibi soğukkanlı ve profesyonel olabiliyordu.
Artık durumlar değişmişti, değişmek zorundaydı. Çile çekmeye razıydım, zaten en zorunu geride bırakmıştım, sonrası koymazdı; yeter ki Araf artık durulsun, kendisi olabilsin. Bana ilk günden beri haklarımdan bahsederken kendi haklarını asla düşünmemişti. O düşünmüyorsa ben düşünecektim.
Hırkayı üzerimden çıkarıp yatağa girdim ve Araf'a sımsıkı sarıldım. Yalnızlığını, yalnızlığımla dindirmek istercesine.
***
Siyah bir skinny jean üstüne kan kırmızısı, dik oval göğüs pencereli bir bluz giydim. Göğüs dekoltesi veriyordu ve vücudumu sımsıkı sarıyordu. Kolları uzundu.
Kahverengi tonlarını kullanarak bir göz makyajı yaptım ve abartısız bir eyeliner çizdim. Uzun zamandır elime almadığım kırmızı ruja uzandım ve dudaklarıma yedirdim.
Sarı saçlarımı taradıktan sonra günlük kalın maşa yaptım. Kalın bukleleri dağıtarak hacim verdikten sonra boynumdaki abimin verdiği kolyeyi elimle düzelttim.
Kenara koyduğum uzun topuklu siyah botları ayağıma geçirip banyodan çıktım.
Araf'ın horladığını fark edince bir an durup şaşkınlıkla uyuyan bedenine baktım. Başımı iki yana sallayarak güldüm.
Saat sekize geliyordu. Akın Kara'dan gelen mesaj üzerine lobideki kafeteryaya inmem gerekiyordu. Çabucak döneceğimi düşünüyordum.
Kredi kartımı ve kimliğimi telefon kılıfının arkasına koydum. Botumun içine mini, katlanan bir çakı koyup kendimi güvenceye aldıktan sonra süitten çıkıp aşağı indim.
Etrafta gözlerimi gezdirerek kafeteryayı bulduğumda içeri girdim. Köşedeki çift kişilik bir masada oturmuş, yarını yokmuşçasına rahatlıkla kahvaltı yapan Akın'ı gördüğümde onun yanına ilerledim.
Beni gördüğünde kısaca süzüp ayağa kalktı. Gülümsedi. "Günaydın, hoş geldin." Uzattığı elini havada bırakıp iki elimi belime koydum ve ben de gülümsedim, ama alayla. "Asıl sen hoş geldin. Her şey hazır ve kendinden çok eminsin herhâlde?" Dedim ve kahvaltıyı gösterdim. "Rahatlığına bakılırsa?"
"Gel bana katıl, sen de rahat ol." Dedi ve hiç laf sokmamışım gibi bir rahatlıkla yerine oturarak kahvaltısına devam etti. Ona inanamaz bakışlar atıp iflah olmaz bu dercesine başımı iki yana salladım. Karşısındaki koltuk tipi sandalyeye oturdum ve elimdeki telefonumu masaya koydum.
"Bir şey ister misiniz, Nefes Hanım?" Dedi garsonlardan birisi yanımıza gelerek. Ayağımın birini sandalyenin altına doğru, diğerini de ileri doğru koyup masaya yaslandım. "Burada var mı bilmiyorum ama yoksa da yaptır; dünyanın en normal tostu ve yine dünyanın en normal çayını istiyorum." Balolardan, partilerden, lüks lüks yiyeceklerden ve nicesinden artık bıkmıştım! Ben orta halli bir ailede büyümüştüm ve bunların hiçbirine alışkın değildim.
Araf haklı olabilirdi. Ben ölmediğim sürece Eda da ölmeyecekti.
Garson uzaklaşırken Akın bıyık altından gülüyordu. "Rahatlamaya karar verdin herhâlde?" Dedi ona söylediklerimi iğneleyerek. Gerçekten kinci birisiydi. Bunu aklıma yazsam iyi olurdu.
"Sadece açım, Akın. Biz insanlar bunca şatafat olmadan, sadece kuru bir tostla da doyabiliyoruz." Dedim masaya donattırdığı abartılı serpme kahvaltıyı göstererek.
"Ya da koskoca (!) Karaslan soyunun en kıymetli varisi olsan da ruhun fakir?" Dedi gayet normal bir şey söyler gibi konuşarak. İnceden laf sokuyordu. Bu da bizim anlaşma stilimizdi anlaşılan.
"Belki de öyledir, inkâr etmiyorum? Ben lüks içinde büyümedim, o yüzden bana tüm bunlar abartı geliyor." Başını salladı. "Eda Nefes Karaslan. Evrim Arslan'ın hastaneden çaldığı ve büyüttüğü kız çocuğu. Açıkçası ona büyük bir öfke beslemene rağmen ihbar etmediğine şaşırıyorum. Parmaklıklar ardında olmalıydı." Hakkımdaki bu derece özel bilgileri bilmesine şaşırmamıştım. Beni tanıyorsa her şeyimi araştırmış olmalıydı.
"Evet ona öfkeliyim, ama ihbar edemem, bu çocukluğuma ihanet olur. Bana öyle gerçek bir anne oldu ki, hiçbir zaman üvey olduğumu düşünmedim. Kendisi doğurmuş gibiydi hep."
"On dokuz yaşında olduğuna inanmak istemiyorum. Davranışların, konuşman, oturup kalkman o kadar olgun ki." Burukça gülümsedim.
"Yalnız değilim. Erken olgunlaşmak zorunda kalan milyonlarca genç kız var bu ülkede. Her neyse, fazla derine girdiniz. Konuya dönelim; her şeyi tam takır hazır ettin, değil mi?" Peynirden alırken başını salladı. "Evet, hepsi hazır. Şahin, yani Furkan Duymaz'ı, tanırım. Zaten bu sektörde olup da tanımaman imkânsız."
"Şahin onun lâkabı mı?" Dediğimde garson, tepsideki tostu ve çayı önüme koyup saygıyla uzaklaştı.
"Evet. Centilmen, pamuk gibi, asil, iyi kalpli ve yakışıklı görüntüsünün altında bir vahşi vardır. Vahşetten beslenir. Onun gazabına uğramak istemezsin." Dedi tüm bunları küçümsercesine bir iğrentiyle. Furkan Duymaz'dan hiç hoşlanmadığı ortadaydı.
Peki neden böylesine tehlikeli, ciddi ve önemli bir adamı öldürmemiz istenmişti?
Akın aklımı okumuş gibi "Size verilen görevin Şahin olmasına da ayrıca çok şaşırdım. Hedefiniz imkânsız denecek kadar büyük. Asaf ya da Gökhan'ın bu adamla bir derdi olmalı. Hâlbuki bu oyuna kişisel çıkarları karıştırmamaları gerekirdi." Haklıydı. Sessiz kalarak tostumdan ısırdım.
Bir süre öylece tost yiyişimi izlediğinde rahatsız olarak kaşlarımı çattım. "Burnu havada görüntünün aksine çok samimisin." Dediğinde bakakaldım. Ağzımı açmadan "Hı?" Diye sorarcasına mırıldandım.
"Gündelik hayatında hep çok şık takılıyorsun. Yüzündeki mesafe ve soğuk ifade hiç değişmiyor, hep ciddisin. Uzaktan burnu havada birisi gibi duruyorsun ama şu an tam karşımda hunharca tost ve tavşan kanı çay gömüyorsun."
"Öyledir benim sevgilim." Omzumda hissettiğim el, sesten sonra gelmişti. Araf, sadece yüzünün yara tarafını kapatan maskesi ve rahat tarzıyla karşımızdaydı. Siyah örgü kazak ve pantolon giyip gelmişti.
Onunla ilk tanıştığımızda ya da daha tanışmadığımız zamanlarda dahi her şeyinin beyaz oluşunun aksine şimdi beyaz olan tek şey maskesiydi. Hep siyahtı, hep.
Araf, arkamızdaki boş masadan sandalye çalarak yanıma koydu. Oturduğunda masaya yaslanmıştı ve dikkatle Akın'a bakıyordu. Bu bakışı tanıyordum, kıskançlık.
"Mevzu bahis nedir, sevgilim?" Dedi Araf bakışlarını bana çevirerek. Olanları özet geçtiğimde sinirlenmişti. "Nefes sen beni çıldırtmak mı istiyorsun? Neden tek başına süper kahramanlık yapmaya çalışıyorsun? Neden beni uyandırmıyorsun!?"
"Bana bağırma." Dedim dişlerimi sıkarak. "Ayrıca art niyetli olmadığımı sen de biliyorsun! Kendim bir yolunu bulup üstesinden gelebilecekken neden kolaya kaçıp sana koşayım?"
"Akın'a koşmuşsun ama?"
"Akın Kara ile ortağız, Araf. Bizden büyük yaşı ve tecrübesi var. Çok uzun zamandır bu pis işlerin içerisinde. Güvenli sığınakları en iyi o bilir."
"Ben elime yüzüme mi bulaştırırım yani?" Kafasına bir tane geçirip kendine gelmesini sağlamak istiyordum! "Araf ne saçmalıyorsun? Buradan bunu nasıl çıkarttın?"
Akın, yapay bir öksürükle araya girdi. "Benim için tartışmanız gururumu okşuyor, ama bu kadar yeter. Araf Bey, gururunuzun zedelendiğini anlayabiliyorum fakat bu gibi durumlarda öz gururdan daha önemli şeyler vardır; temel ihtiyaçlar gibi. Ve yaşamak da temel bir ihtiyaçtır. İzmir hakkında bir bilginiz olmadığı aşikâr. Bilmediğiniz bir şehirde dogmatik bir şekilde sadece bağlantılarınıza güvenerek yola çıkamazsınız, sizi o yolda yarıda bırakmayacağını bilemezsiniz. Ben İzmir'i biliyorum ve işimi de bizzat kendim hallettim. Resmi bir anlaşma imzaladık, istemeseniz de, dost olmak zorundayız."
Araf bir şey söylemeden öylece Akın'ın suratını izledi, gözlerini kısmıştı. Telefonum çaldığında ekranda abimin ismi belirmişti. Çaydan son bir yudum alıp telefonu elime aldım. "İzninizle." Diyerek ayağa kalktım ve ahşap tasarımlı, vintage konseptli kafeteryada büyük pencerelerin olduğu sessiz köşeye ilerledim.
Telefonu açıp kulağıma götürdüm. "Günaydın, Baha Bey. Sabah şehifleriniz hayır olsun!" Dedim sırıtarak. "Nefes gözünü seveyim gel kurtar beni bu ruh hastası arkadaşından!" Duraksadım. "Bir dakika, ne?" Dedim şaşkınlıkla. Açelya ile abimin odaları ayrıydı. Neyden bahsediyordu?
"Bi uyandım zebani gibi dikilmiş başıma beni izliyor. Odaya nasıl girdi ne yaptı hiç bilmiyorum. Bak kızım, ben bu kızdan korkmaya başladım amına koyayım cin gibi bir şey bu. Birden beliriveriyor falan." Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Odanda mısın sen?"
"Evet, yolladım kendi odasına. Git konuşuyor musun ne yapıyorsun, beni rahat bıraksın." Göz devirdim. "Çok kırıcısın."
"Ne yapayım, kendisi kaşınıyor."
"Biraz ilgi görmeyeverin hemen etekleriniz tutuşuyor!" Diye atar yapıp telefonu suratına kapattım. Ben şu an Açelya'yı mı savunmuştum?
Daha neler.
Araf ve Akın'ı her ne kadar baş başa bırakmak istemesem de el mahkum yanlarına ilerledim. "Acil bir durum varmış, ben yukarı çıkıyorum." Dediğimde Araf sorgulayarak baksa da bir şey demeden benim yarım tostuma uzanmış, kocaman bir ısırık almıştı. Gülüp arkasına geçtim, boynuna sarılıp yanağından kokusunu içime çekerek uzunca öptüm ve uzaklaşıp kafeteryadan çıktım.
Sağ elimdeki yüzüğe alışamamıştım ve arada bir gözüme takılıyordu. Ama gülümsetmiyor da değildi.
Asansörden indiğimde Açelya'nın kapısının önüne geldim. Kapıyı tıklattım.
"Kimsiniz?" Diye bir ses geldiğinde göz devirdim. "Ecel meleği. Aç kapıyı, kızım, mal mısın sen?" Dedim kapalı kapıya sanki beni görebiliyormuş gibi dik dik bakarak.
Kapıyı açtığında yüzüne bakmadan direkt içeriye girip odaya doğru ilerledim. "Abimin namusuna göz falan mı diktin? Sanki ırzına göz dikmişler de kirlendiğini düşünürmüş gibi telaşla konuşuyor benimle." Dedim yatağın ucuna otururken.
"Abinde namus kalmış gibi konuşuyorsun. Şerefsizin teki!"
Peşimden odaya girdiğinde sonunda ona bakmıştım. Siyah, dantel işlemeli, saten, askılı uzun geceliği hâlâ üzerindeydi. Değiştirmemişti hâlâ. Kıvırcık siyah saçları da dağılmıştı, gözleri kıpkırmızıydı.
Açelya'nın tarzı böyleydi. Ben sweatshirtler ve pijamaların hastasıyken o hep bu tarz gecelikler tercih ederdi.
"Abimin başına da bu şekilde dikildiysen korkması anormal değilmiş aslında." Dedim sırıtarak dirseğimi yatağa yaslayarak. Yarı yatar pozisyona gelmiştim. "Şahsen ben uyurken benim başıma böyle dikilsen üstüne atlayabilirdim." Göz devirdi. "Allah'tan biseksüel olmadığını biliyorum da içim rahat." Dedi elini yüreğine koyarak. Kahkaha atarak kendimi tamamen yatağa bıraktım.
"Ayrıca başına falan dikilmedim. Dün olanlardan haberim yoktu, bayılttılar mâlum. Uyandığımda bir odadaydım, bir kaç adam vardı. Korktum, kaçmaya çalışırken bir daha bayılttılar. Uyandığımda da buradaydım işte. Nasıl geldim, ne oldu, bilmiyorum. Mesaj atmışsın, her şeyi anlatmışsın uyanınca göreyim diye. Yüreğim ağzıma geldi, endişelendim. Temizlik görevlisinden kartı çalıp odasına girdim, görmeden içim rahat etmezdi. Gördüm, daha beter oldum." Durdu ve bir süre sadece nefes aldı.
"Onun yaraları benim yaralarım, Eda. Onun canı yanmasa bile, yarasının sızısı bende. Beni istemiyor. Herkesi isterken bir tek beni istemiyor, beni itiyor. Dokunuyor, Eda. Çaresiz, eli kolu bağlı kalıyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum, acıtıyor." Tekli bej koltuğa çökmüş, tırnaklarıyla oynayarak boynunu bükmüştü. Bu hâli içimi acıtmıştı. Devam etmesi için sustum ama devam etmedi.
Doğrulup oturur pozisyona geldim. "Tecrübe ettiğim bir şey var, Açelya, sana karşı tamamen dürüst olacağım. Eğer bir erkek herkese yakın davranıp sadece seni uzaklaştırıyorsa ya seni seviyordur ya da senden hiç hoşlanmıyordur. İki türlü de farklısındır onun için. Fakat yine şöyle bir gerçek var ki, kimse sevmediği biriyle ilgilenmez."
Bana bakakaldı.
"Yani Baha-" Elimi kaldırıp onu durdurdum. "Bilmiyorum. Hiçbir şey net değil. Abim seni seviyor mu bilmiyorum ama nefret etmediği bir gerçek." Oflayarak geriye yaslandı. "Ben ne yapacağım? Hiçbir bok bilmiyorum, göt gibi kaldım resmen ortada." Açelya'ya tuhaf tuhaf baktım. Nadiren küfür kullanırdı ve her seferinde de ilkmiş gibi tepki verirdim.
"Ne mi yapacaksın? Koca kıçını kaldırıp hazırlanıp kahvaltıya ineceksin. Köpek gibi aşık da olsan, sırtına bir hançer de saplasa sen süslenip püslenip kocaman gülümseyecek, dik duracaksın. Seni yıkmalarına izin vermeyeceksin." Suratıma bakakaldı. "Duygusuzlaşmışsın."
Başımı yavaşça iki yana salladım. "Hayır, Açelya. Ben hep böyleydim. Sadece bu düşüncelerimi daha katı bir şekilde savunuyor, uyguluyorum. Sıradan bir kızken dizlerimin üstüne düşme lüksüm vardı. Fakat içinde bulunduğum bu yeni dünyada ben dizlerimin üstüne çöktüğüm an baltayı boynuma indirirler."
Başıma aniden saplanan ağrıyla gözümün önü karardı. Elim şakağıma giderken gözlerimi kapatıp yüzümü buruşturdum.
"Düşme lüksün olmayacak. Düştüğün an ölümün mübah olacak. Hüzün yok, hüzün yok, hüzün yok."
Yine aynı ses, yine aynı his. Görüntü yoktu. Sadece bu cümleler vardı, hafızama bıçakla kazınmış gibiydi. Ama daha önce hiçbir yerde duymadığıma da emindim.
"Eda!?" Açelya telaşla dibimde bittiğinde koluma dokunmuştu. Beynimin içi karıncalanıyormuş gibi bir hisle gözlerimi araladım. Başım dönüyordu ama bilincim yerindeydi.
"İyi misin sen?"
"İki oldu bu." Dedim oflayarak. İki elimi de yüzüme kapatıp dirseklerimi dizlerime koydum.
"Ne iki oldu?" Dedi hiçbir şey anlamamış bir şekilde. "Neyse boş ver." Dedim ve ayağa kalktım. Ona güvenmiyordum ve anlatmayacaktım.
"Nerede bavulun?" Dedim etrafa bakınarak. "Gardıroba koydum." Dedi durgunca.
Gardıroptan bavulu çıkarttım ve yatağın üstüne koydum. Fermuarını açıp kapağı geriye doğru ittirdim. Kıyafetleri iyice karıştırdıktan sonra siyah boğazlı bluz, siyah mini etek ve bej rengi ince uzun hırka çıkardım. Bavulun dibindeki siyah ince çorabı görünce onu da çıkarıp hepsini Açelya'nın suratına fırlattım. "Yürü git duş al giyin. Zombiler seni böyle görse arkasına bakmadan kaçar." Göz devirip elindekilerle beraber banyoya kapandığında diğer bavulu açtım. Ayakkabılara bakınırken siyah, süet, topuklu çizme gözüme çarptı. Uzun kısmını katlayarak en alta koymuştu. Onu da çıkarıp kenara koyduktan sonra toka buldum ve bavulları kapatıp yerlerine koydum.
Botlarımı çıkardım ve kendimi onun yatağına attım.
O uzun kıvırcık saçları yıkaması ayrı, kurutması ayrı, bakımı ayrı uzun sürerdi. Bence uyusam hiç de fena bir şey yapmazdım. Zaten uykusuzdum.
Bir kaç tıkırtı sesiyle gözlerimi açtığımda Açelya'yı boy aynasının önünde tamamen hazır bir şekilde görmek kendimi sorgulamama sebep olmuştu. Ne kadar süredir uyuyordum?
Saçlarını kurutmuş, hacimlendirmiş, makyajını tamamlamış, tokasını bileğine takmış, çizmelerini giymişti. Tamamen hazırdı ve şu an karşımda bir afet duruyordu.
Bana döndüğünde gözlerim kocaman oldu. Lens takmamıştı. Masmavi gözleri ortadaydı. Kalın ama hoş bir eyeliner bile çekmişti. Kaldı ki Açelya benim aksime eyeliner özürlüsüydü. Harbiden saatlerdir uyuyor olmalıydım.
"Nasılım?" İşaret parmağımla baş parmağımı birleştirip havada salladım. "Benim öğrencim." Diye böbürlenerek yatakta doğruldum. Topuklu botlarımı ayağıma geçirdim ve fermuarlarını çektim.
"Hadi alacağını al da inelim aşağı. Millet kadın görsün."
Sırıtarak "God is a woman." Dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Allah'ım ben gülmedim o güldürdü." Diyerek Açelya'yı parmakla gösterdim. Odadan çıktığımda Açelya da gülerek peşimden geliyordu. Kendine gelmiş olmasına sevinmiştim. Milli taktiğimiz hiç şaşmıyordu. Şüphesiz ki kadını yeniden doğmuş gibi hissettiren en önemli şey, özenle hazırlanmaktı.
Asansöre bindiğimizde elimdeki telefonu aydınlatıp saate baktım. On bire geliyordu. Araf'tan ve abimden cevapsız çağrılar vardı. Takvime gözüm kaydı.
19 Ocak 2021
Hepsini es geçip kamerayı açtım ve havaya kaldırdım. "Gel." Dediğimde Açelya şaşkınlıkla bana baktı. Fırsatı kaçırmadan hemen arkamdan geldi ve poz verdik. Selfieleri çektikten sonra telefonu kapattım.
Açelya ile aramızdaki buzların erimeye başladığının farkındaydım. Fakat bu ona güvendiğimi göstermezdi.
Asansörün kapıları açıldı. Parlak altın rengi çelikler ve varaklarla tasarlanmış, devasa giriş holüne indik. Cam karolarla kaplı zemine ayak basarak asansörden indik.
Yerin yaklaşık bir metre altında devasa büyüklükte bir aslan kafası maketi vardı. Aşırı gerçekçiydi. Yerler cam karolarla kaplıydı ve bu aslan kafası ayaklarımızın bir metre altındaydı. Aynı kafanın daha küçük versiyonu da lobideki görevlilerin arkasındaki duvara montelenmişti. Altında da şık bir fontla "Karaslan Hotel" yazıyordu.
Girişin sağında kalan kafeteryaya ilerledik. Kahverengi çift kapılı koca girişten girdiğimizde gözlerimiz etrafta gezindi.
Daha büyük bir masada oturan Akın, Araf ve abimi gördüğümüzde oraya doğru ilerledik. Masanın başına dikildiğimizde dikkatler bize çevrildi. Abim ağzına tıktığı bir kaç dilim domatesle tam bir sincaba benziyordu. Açelya'ya bakakaldığında ise balon balığı gibiydi.
Açelya ona ters ters bakıp atarla gözlerini çektiğinde abim de onu inceledi. Dolu ağzıyla "Geldi Gulyabani." Dediğinde Açelya şokla ona döndü. "Gulyabani mi!? Sen nesin be, at hırsızı!"
İlk defa ikisi de çok haklıydı.
Abim "Excuse me?" Diyen siyahi adam gibi elini bağrına koyup kendini hafifçe geriye yatırarak hayretle "Ben? At hırsızı?" Dedi. "Ben? Gulyabani?" Dedi Açelya yapay bir şekilde onu taklit ederek. Araf, Akın ve ben şaşkınlıkla onları izliyorduk. Kedi köpek gibilerdi.
Abim çarpık bir şekilde sırıttı. "Niye alındın? Çok da yabancısı olduğun bir şey söylemedim." Açelya'nın tepesi atmak üzereydi, öfkeden mavi gözleri kızarmıştı. "Doğru! Yedi yirmi dört yan yanayız, pek de yabancı değilim!" Elim ağzıma giderken şokla abime baktım. Fena laf yemişti!
Ve bunun altında kalacak gibi de durmuyordu.
"Yan yana olmaktan ziyade beş dakikada bir telefon kamerasından kendine bakıyorsun. Güzel Gulyabani, bana mı güzel gözükmeye çalışıyorsun?" Kaşlarım havaya kalkarken vereceği tepkiyi merak ettiğim için bu sefer de Açelya'ya döndüm.
Duraksadı. Sonra kaşları çatıldı, dişlerini sıktı.
Büyük bardaktaki soğuk suyu kavrayıp hızla abimin suratına çarptığında şaşkın bir nida döküldü dudaklarımdan. Araf ise su kendisine gelmesin diye ayaklanıp geriye kaçmıştı.
Akın ise eli çenesinde, ilgiyle tartışmalarını izliyordu. Açelya suyu çarptıktan sonra kaşlarını havaya kaldırdı, şaşırsa da yüzünde tuhaf bir memnuniyet ifadesi vardı.
Kafeteryadakiler de bize dönmüştü.
Abim sırılsıklam bir hâlde ayağa kalktığında ıslak kızıl kahve saçları düşmüştü. Fönü bozulmuştu. Elini geçirerek alnına düşmüş saçlarını kaldırdığında bir kaç damla düşmüştü. Öfkeyle yanan kahverengi gözleri Açelya'nın mavi gözlerini yakıp yıkacak gibi bakıyordu. Açelya ise asla sinmiyor, aynı öfkeyle, meydan okumayla abime bakıyordu.
"Vay." Dedi Akın ilk defa araya girerek. "Maviş bayağı dişli çıktı. Desenize iyi ki en başta onu bayıltmışım." Abimin bakışları, avını gözeten bir kaplan misali Akın'a çevrildi. "Maviş derken?" Dediğinde sesi tehdit saçıyordu. Gerginlikle yanağımın içini ısırdım.
"Maviş. Gözleri masmavi ya hani?" Dedi Akın salağa anlatır gibi. "Gözleriniz gayet güzelmiş, Açelya Hanım? Neden lens takıyorsunuz?" Açelya tam ağzını açmıştı ki abim araya girerek "Sana ne?" Dedi. Gülmemek için kendimi zor tutarak onlara arkamı döndüm.
Bal gibi de kıskanıyordu.
"Ağzım var, Baha." Dedi Açelya ters bir şekilde. "Bana bir soru soruyor, sana ne? Sen ne karışıyorsun?"
"Karışmıyorum." Dedi abim Açelya'yı tersleyerek. "Ne bok yiyorsanız yiyebilirsiniz. Kimseye karışmıyorum."
"On dokuz yaşında olan benim ama ergen olan sensin!"
"Ben miyim ergen? Sence daha şeyine sahip çıkmayı beceremeyen yeni yetme bir ergene mi benziyorum?"
"Terbiyesizleşme."
"Sen de alacağın cevaptan emin olduğun aptal sorularını sorma.""Aptal?"
"Evet! Sen." Abim Açelya'ya son kez öfkeyle baktıktan sonra çıkıp gitti. Mutlak bir sessizlik oldu.
Açelya'nın kalbi yeniden paramparça olmuştu. Parça parça.
Abim gittikten sonra bile sessizlik devam etti. Bir süre yerimizden kımıldayamamıştık.
"Sevgiden mi bahsetmiştin?" Diyerek bana döndüğünde ona baktım. "Üzgünüm, Eda. Ama senin abin beni zerre sevmiyor. Saçının tek bir telini bile benden daha fazla önemsiyordur." Abimin gittiği yönün aksine bahçe çıkışına ilerledi. Üzerinde sadece incecik bir hırkayla üşüyecek olsa da bunu umursamamıştı.
Üzülmüştüm.
Çünkü bu hissi daha önce ben de yaşamıştım. Araf'ın, sevgisini hissettirdikten hemen sonra hiçmişim gibi hissettirecek her hareketinde bu hissin aynısını hissetmiştim.
Belki de Araf da hissetmişti.
"Dram. Dramatik bir aşk hikayesi desenize." Dedi Akın geriye yaslanarak. "Açıkçası Açelya hiçbir şeyin farkında değil gibi. Ya da farkında ama kabul etmek istemiyor. Baha'nın asıl öfkesi banaydı ve bunu fark etmeden kendi üzerine alındı." Bana döndü, "Kankanda aşağılık kompleksi falan mı var?" Göz devirdim.
"Şu an burada hepimiz aynı fikirdeyiz, ve ne yalan söyleyeyim bu beni korkuttu." Dedi Araf sırıtarak ellerini cebine sokup. Akın Araf'a döndü. "Ne o, taze damat? Zoruna mı gitti?" Sesinde herhangi bir ciddiyet yoktu. Tamamen alaya alıyordu. Mizahi bir mizaçı vardı.
"Sen benim zoruma gidemezsin. En fazla gideceğin yer Zincirlikuyu olur." Dedi Araf onu kâle bile almadan. Bakışları bana döndü. "Sevgilim? Gel bahçeye çıkalım." Şaşkınlıkla Araf'a baktım. "Araf ceketimiz yok, götümüz donar."
"Tamam o zaman bekle ben alıp geliyorum." Diyerek koşar adım kafeteryadan çıktı. Akın'a döndüm. Bulduğu yer hakkında yüzeysel bir kaç bilgi verdiğinde Araf ceketlerle geri dönmüştü.
İçi siyah yün kaplama deri ceketimi giyip yandaki fermuarını çektim. Araf, şişme montunu çoktan giymişti, o sadece fermuarını kapattı. Bahçeye çıktığımızda Ege denizinden gelen çarpıcı soğuk hava dalgası suratımıza çarptı. İliklerime kadar işlerken ürperdim.
İnsanlardan uzak bir köşeye, çalılıkların arkasına geçtik. Araf cebinden çıkardığı siyah boyunluğu kafamdan geçirdiğinde ona bakakaldım. Ama o üşüyecekti?
"Sen?" Dediğimde ellerimi alıp kendi boynuna sardı. Kendi kollarını da belime sarıp kendine çektiğinde boynuna sarılmıştım. "İşte şimdi ben de üşümüyorum." Dediğinde asıl üşümeyen bendim. İçimi ısıtmıştı. Gülümseyerek sımsıkı sarıldım boynuna. Burnumu boynuna gömerek başımı omzuna yasladığımda kollarımı boynundan indirip beline sardım, onun elleri de belimden sırtıma çıkmıştı. Çenesini başıma koyup denize dönmüştü.
"Abin bana küfrediyor ve hemen seni korumaya geçiyor fakat o Açelya'yı kırmaktan çekinmiyor. O kızın da abisi var mı?" Bir anda kurduğu böyle cümlelerle yumduğum gözlerimi araladım.
Açelya'nın anne babası dışında kimsesi yoktu. Annesiyle de hiçbir zaman anne kız ilişkileri olmamıştı.
Aile ilişkileri ise tam bir entrika hikâyesiydi.
Babası Aykut amca orta halliden yüksek, zenginden az bir gelire sahipti. Fakat sözü geçen birisiydi. Güçlüydü, hırslıydı, cesaretliydi, kızına düşkündü.
Annesi Semra hanım ise hep fakir bir ailede büyümüş, yaşadığı zorluklar yüzünden hep zengin bir koca bulma hayaliyle yaşamıştı. Çünkü biliyordu, o imkanları kendi kendine kazanmaya çalışsa, buna çalışmak için elverişli imkan ailesinde yoktu.
Aykut amca ile Semra hanım üniversitede tanışıp birbirlerine aşık olarak evlenmişti. Daha sonra Semra hanım, Açelya'ya hamile kalmıştı. Onu hiç istememişti, çünkü anne olmaya uygun birisi olduğunu hiç düşünmüyordu. Rahatına düşkün ve sorumsuz birisiydi. Bu yüzden bebeğini aldırmak istemişti. Fakat Aykut amca kesinlikle karşı çıkmıştı ve onun izni olmadığı için de kürtaj hiçbir zaman gerçekleşmemişti.
Aykut amca ve Semra hanım arasındaki çin setti kadar yüksek ve uzun duvarların ilk temeli burada atılmıştı.
Semra hanım her fırsatta Aykut amcaya bu çocuk doğduğu takdirde onun da, bebeğin de yüzüne asla bakmayacağını söylemişti. Ve yine her fırsatta onu affetmeyeceğini de. Aykut amca ise karşısındaki; kendi bebeğinden bu kadar kolay ve acımasızca vazgeçecek, ölümüne göz yumacak kadar kalpsiz olduğunu düşündüğü kadını tanıyamıyordu. Günden güne soğuyordu.
Açelya doğdu. Fakat annesi Semra hanım onu hiçbir zaman kucağına almadı, hep reddetti. Aykut amca, Açelya'ya hem anne hem baba oldu.
Açelya beş veya altı yaşlarına geldiğinde ise Semra hanımın yıllardır Aykut amcayı aldattığı ortaya çıktı. Artık o aşktan eser kalmamış, birbirinden nefret eden iki farklı insan kalmıştı geriye. Semra hanım boşanmak istedi, fakat Aykut amca yol vermek yerine bedel ödetmeyi tercih etti.
Semra hanımı ve duygularını zerre önemsemedi. Önüne hiç olmadığı kadar acımasız bir sözleşmeyle çıktı.
Açelya üniversite çağına gelene kadar boşanmak yoktu, haramdı. Bu süreçte aynı evde yaşayacaklardı fakat zerre alakaları olmayacaktı. Açelya'ya annelik yapacaktı. Dışarıya, ve özellikle de Semra hanımın sevgilisine karşı mutlu çift oyunu oynamak zorundalardı. Kabul etmezse bedeli ağır olacaktı.
Aykut amca, Semra hanımın kara kutusuydu. Onu yıllardır tanıyan, her açığını bilen, eskiden aşık olduğu kocası.
Kabul etmek zorunda kaldı ama Açelya'ya yine de annelik yapmadı. Yapar gibi gözükse de içten içe Açelya annesinin ondan nefret ettiğini biliyordu. Üstelik daha ilkokul çağında bir çocukken.
Gün geldi, Semra hanımın tutunacak dalı kalmadı. Aykut amcadan yana ise hiçbir umudu zaten yoktu. Aykut amca elinde imkân olsa bir kaşık suda boğardı Semra hanımı. Açelya'ya düştü bu sefer. Fakat atladığı bir şey vardı ki; Açelya kocaman genç kız olmuş, her şeyin farkına varmıştı. Açelya annesinden iğreniyordu.
Annesinden, annesiyle aynı renk gözlerinden, ona benzeyen yüz hatlarından, vücudundan, hepsinden teker teker nefret ediyordu.
Yemeden içmeden spor yaparak vücudunu şekillendirdi, siyah kıvırcık saçlarını asla kısa bırakmadı, uzattı. Mavi gözlerini görmemek için kutu kutu kahverengi lens aldı, makyaj tüyolarıyla yüz hatlarını değiştirdi.
Ta ki Baha'ya kadar.
Baha'dan hoşlanmaya başladıktan itibaren önce makyajdan vazgeçti, sonra da lenslerinden. Annesini sildi, kendisi oldu.
"Abisi yok." Dedim düşüncelere boğulmuş bir şekilde. "Anladım." Dedi durgunca.
"Bu arada, Nefes." Diyerek benden uzaklaştığında geri çekildim. "Babam aradı sabah. Ne zaman döneceğimizi soruyor."
"Haberi yok mu Furkan mevzusundan?"
"Var ama yine de soruyor işte. Özellikle de seni." Gözlerim boşluğa daldı. Bir şeyler dönüyor olmalıydı. Yoksa dayım neden durup dururken ne zaman geleceğimizi soracaktı ki?
Bu tempo yormaktan ziyade artık gerçekten canımı sıkıyordu. Bir an önce bitip gitmesi için her şeyimi verebilirdim.
"Ee sevgilim? Ne zaman istemeye geliyorsunuz beni?" Dedim şakacı bir şekilde sırıtarak. Araf bir an durduktan sonra güldü. "Babamla beraber çiçek çikolatayla kapınıza geldiğimi hayal ediyorum da. Oğuz Karaslan bir daha kalp krizi geçirirdi herhâlde." Kahkaha attım. "Sen de abimden iste beni? Babamın haberi olmak zorunda değil."
"Abin hele nah verir seni bana, Nefes." Dedi homurdanarak. Ağzım resmen kulaklarımdaydı. Çok eğleniyordum bu durumdan.
"O zaman biz seni isteriz babandan." Dedim ve çapkın bir tavırla göz kırptım. Bana yok artık dercesine bakıp gülse de ben gayet ciddiydim.
"Yüzüğü hiç sormadılar mı?" Dedi. "Hayır, fark ettiklerinden bile şüpheliyim. Malum, birbirleriyle o kadar meşguller ki..." Dedim ve derin bir soluk verdim. Ilık buhar havaya karıştı.
Bir süre sessizlik içinde kışın etkisiyle hırçınlaşmış dalgaları ve insanları izledik. Son anda aklıma gelen şeyle hemen Araf'a döndüm. Sürekli unutuyordum bunu. "Araf, o görüşmediğimiz bir aylık süreçte ben bir kaç doktor buldum." Dediğimde Araf melül melül surtıma baktı. "Yüzün için." Diyerek açıkladığımda gözlerini kaçırdı. "Buna gerek yok." Dediğinde ciddileşmişti.
"Gerek mi yok?" Dedim şaşkınlıkla. "Aynaya her baktığında babandan nefret etmek mi istiyorsun? Yapma, o seni seviyor. Hem sen de daha mutlu olacaksın. Çok yakışıklıyım kahretsin, diyebileceksin. Sonra ben de mutfaktan sana terlik fırlatacağım, 'Kime yakışıklısın' diye trip atacağım. Çünkü karnım burnumda bir hamile olacağım. Duygular, hormonlar birbirine karışacak. Sonra konu tekrar tekrar sen beni aldatıyorsuna gelecek. Ben ağlayacağım sen gönlümü almak için bana tiramisu yapacaksın. Sonra ben bir oturuşta koca tepsiyi yiyeceğim. Ve sonra yine ağlayacağım çok kilo aldım diye. Sonra sen de tepsinin hepsini yersen tabi kilo alırsın diyeceksin sonra ben sana koltuk takımını fırlatacağım." Dedim ve kendi dediklerimin hayaliyle kahkaha attım. Araf'ı evde köşe bucak benden kaçarken hayal edemiyordum.
Araf da gülmüştü. Gözleri ışıl ışıldı. Benim bir dakikada oluşturduğum hikâye sanki onun tüm hayatıydı ve hayatını benden dinliyordu.
Gözlerime öyle bir aşkla bakıyordu ki, sanki bu anları iple çekiyordu.
Dudaklarını alnımda hissettiğimde yeniden onda kaybolduğumu fark etmiştim. Sıcak dudakları soğuk alnımı, tam isminin yazdığı yeri ısıttı.
Bir ışık yandı. Ve kan damlası, kar tanesini gördü. Kuyuya güneş doğdu.
Birbirimize sımsıkı sarıldığımızda Araf yeniden konuştu, "Biz bunu yok saysak da kan bağımız var, Nefes. Akraba evliliği olacak. Ya çocuğumuza bir şey olursa?" Ürperdim. Evet, böyle bir ihtimal vardı. Düşük yapabilirdim, ya da çocuğumuz hasta doğabilirdi, doğumda ölebilirdi. Ve daha nice ihtimal.
Biz de evlat edinirdik. Yetimhanelerde benim gibi annesi ölmüş, kimsesi olmayan bir çok bebek vardı aile bekleyen.
Fakat bunları şimdi düşünmemeliydim. Çünkü şimdi çocuğumun olmasını asla istemiyordum. Bunun olmaması için her şeyi yapardım. Ben ki, kendimi korumakla uğraşmamak için saçlarımdan vazgeçmiştim. Savunmasız bir bebeği koruyamazdım. Böylesine tehlikeli bir hayat yaşarken bu tehlikeye bir hayat getirip onun hayatını da mahvedemezdim.
Ben annem gibi olmayacaktım. Annem ve babamın beni yaktığı gibi, ben de Araf ile birlikte kendi çocuğumuzu yakmayacaktım.
Olacaksa, her şey bittikten sonra olacaktı. Temiz bir hayata temiz bir hayat ancak o zaman doğacaktı.
"Bölüyorum." Akın'ın sesiyle beraber Araf'tan ayrıldım ve ona döndük. "Gitmemiz lazım artık. Her şey hazır. Bir dağ villası ayarladım. Ormanın derinliklerinde, ağaçların arasında bir yer. Göze batmaz, kolay kolay bulunamaz. Baha hazır, fakat Açelya yok ortalıkta."
Açelya yok ortalıkta.
***
AÇELYA
Hırçın poyraz suratıma çarparken siyah uzun buklelerim uçuşarak sırtıma çarpıyordu. Üzerinde oturduğum taş beni ayrı etten üşütüyordu ama bu umurumda değildi.
Islak gözlerime çarpan sert rüzgar canımı yakıyordu.
Sıcak göz yaşı, buz kesmiş yanaklarımdan süzülerek beni ısıttı.
Uzun uzun yürümüş, ıssız bir koy bulmuştum. Koyun, denize doğru sivrilmiş sivri burnuna, kayalıklara oturmuştum.
Soğuktan kıpkırmızı olmuş, donmuş ellerimi birbirine kenetleyip dizlerimin üzerine bırakmıştım. Çizme, bacaklarımı bir yere kadar ısıtıyordu, altımdaki etek sayesinde yine de üşüyordum tabii.
Omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla sıçrayarak arkama döndüm. Baha ile göz göze geldiğimde ne yapacağımı bilemedim. Beni nasıl bulduğunu bilmiyordum.
Omuzlarıma bıraktığı ceketimi giyip fermuarını çektim. Kendime sarılırken onu görmezden gelip denize döndüm. O yokmuş gibi davrandım. Ama o yanıma oturdu.
"Hassiktir." Diye mırıldandığında kaşlarım çatıldı. "Buz gibi amına koyayım, götüm dondu." Benim gibi küfürden nefret eden bir kıza, küfürbaz sevgili şoku.
Eda'nın söylediği bir söz vardı her zaman.
Sevgili olmak için birlikte olmak gerekmiyordu. Onu seviyorsan o zaten senin sevgilindi.
Uzunca bir süre sessizliğime ortak oldu. "Neden buradayım?" Diye sorduğunda yüzüm buruştu. Aptal sorular...
"Bana mı soruyorsun?" Dedim buz gibi bir sesle.
"Sana değil, kendime soruyorum." Dedi o da aynı soğuklukla. Onun bana karşı tavrı, kuru İzmir ayazından daha soğuktu.
"Umurumda olmaması gerekirdi. Bırakmalı ve seni Nefes'in bulmasını beklemeliydim. Ama şimdi senin yanında oturan kişi Nefes değil, benim. Anlamsız." Anlamsız değildi. Fakat bunun anlamını çözecebilecek kişiler de biz değildik.
"Neden buradasın?" Diye bir soru yönelttim. Sanki az önce aptal aptal konuşmamış gibi.
"Seni merak ettim." Dediğinde histerik bir gülüş çıktı dudaklarımdan. Başımı çevirip ona baktım. "Vicdan mı yaptın sen?" Dedim küçük bir çocukla konuşur gibi.
"Vicdanın ne olduğunu bilirim, Mavi. Bu vicdan değildi. Vicdandan daha rahatsız edici bir şey. Gemileri yakıp peşine düşmemi sağlayan bir şey. Koy koy seni aratan bir şey." Yutkundum. Devamını dinlemeye gücüm yoktu.
Bacaklarımı çektim ve dizimi kırıp ayağa kalktım. Kalktığımı fark ettiğinde Baha da kalkmıştı. Karşısına dikildim. "Derdin ne senin?" Dedim patlamanın eşiğindeymiş gibi bir öfkeyle. "Ne istiyorsun? Ne istediğini bilmeyen insanlardan nefret ederim, Baha! Bir öylesin bir böyle! Yeter artık! Kimse senin dengesizlik triplerini çekmek zorunda değil! Kimsenin duygularıyla bu şekilde oynayamazsın!" Gözleri kısıldı, "Duygu?" Dedi farklı bir ses tonuyla.
"Allah'ın cezası!" Diye bağırdım ve göğsüne yumruğumu indirdim. "Geri zekalı!" Dedim ve bir tane daha vurdum. "Beyinsiz!" Bir daha. "Salak!" Bir daha. Kollarımı havada yakaladı ve devam etmeme engel oldu. Rüzgar soldan çarparken saçlarım yüzümü dövüyordu. Onun kuruttuğu saçları da rüzgarın etkisiyle kalkıyor, yana yatıyordu. "Peki senin derdin ne? Sen ne istiyorsun?" Diye sorduğunda dünya benim için durdu.
Bilmesine rağmen itiraf etmek apayrı bir şeydi. Ve ben bunu şu an burada haykırabilir miydim, bilmiyordum.
Sorusunu es geçip direkt "Kıskanıyor musun sen beni?" Diye sordum. Gözlerimin kıpkırmızı olduğuna yemin edebilirdim.
"Evet." Dediğinde ise sanki solumdaki hırçın deniz, beni altına alıp boğmaya başlamış gibi hissetmiştim.
"Net olmamı istedin, net oluyorum." Dedi rüzgar yüzünden kısmak zorunda kaldığı gözlerini gözlerimden ayırmazken. Bir adım attı ve bu adımı bizi birbirimize yakınlaştırdı. Ilık nefesini yüzümde hissediyordum ve bu koca evrene sığamıyordum. "Evet kıskanıyorum. Kıskanç herifin tekiyim kızım ben. Ben bile gözlerinin mavi olduğunu yeni görmüşken başka bir erkeğin onlar hakkında konuşması evet delirtti beni."
"Neden?" Diye fısıldadım çatlak bir sesle. Dokunsan ağlayacak gibiydim.
İşaret ve baş parmağıyla yüzümü çenemden kavradı. "Benim için çok zor, Açelya. İnan bana. Aşık olmaya korkuyorum çünkü her seferinde zarar görüyor. Öz amcam tarafından. Eflin'in yaşadıklarını biliyorsun." Bir an durdu. "Zarar görmeni istemiyorum."
Aşık olmaya korkuyorum çünkü her seferinde zarar görüyor.
Zarar görmeni istemiyorum.
Beynim durmuş, algılarım kapanmış gibiydi. Söylemek istediği gayet açık olsa da ben bunu bir türlü algılayamıyordum.
Yaklaştı ve dudaklarımda dudaklarını hissettim. Adeta bacaklarım boşaldı. Kolunu hızla belime sararak düşmeme engel oldu ama dudaklarını da ayırmadı.
Öpüşü öyle narindi ki, içimde ona karşı beslediğim her bir his tanesi volkan gibi patladı.
Şaşkınlığı atlattığımdaysa elimi ensesine koyup karşılık verdim.
İzmir ve Ege denizi benim için her zaman çok özel olacaktı. Çünkü hayatımda beni gerçekten mutlu eden en büyük âna onlar şahitlik ediyordu.
Baha Karaslan.
Başlı başına bir aşk zerreciğiydi o heybetli, kalbimi yerinden çıkaran isim.
***
NEFES
"Dikkat edin, ayı tuzaklarına denk gelirseniz sıçarsınız." Akın'a dik dik baktım. "Sağ ol ya(?)"
"Sizin için söylüyorum." Dedi göz devirerek.
Karların içinde bata çıka ilerliyorduk. Karlar patikayı da kapattığı için tek güvencemiz navigasyondu. En azından telefon ve internet çekiyordu, buna şükretmeliydik.
Sıkıntılı bir nefes verdiğimde soluğum, havada ılık bir buhara sebep oldu. Dönüp arkamdaki iki geri zekalıya baktım. Abim ve Açelya el eleydi. Abim geldiğinden beri beşlik simit gibi sırıtıyor, Açelya ise safsalak aşık modunda ellerine bakıp duruyordu.
Tüh, keşke yanıma böcek ilacı alsaydım. Aşk böceklerinden nefret ediyordum.
Bir gürültü koptuğunda silahlarımıza davranarak hızla oraya döndük.
Ayı tuzağına yakalanmış, ağaca asılmış Araf'ı gördüğümüzde ise kalakaldık. Fileden yapılma tuzağa basmış, adeta dev bir fileden yapılma çuvala hapsolmuştu. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim.
Abim kahkahayı patlattı. "Araf Pakgör? Görüyorum da tuzağına yakalanmışsın?" Tuzağına dediği yerde istemsizce güldüğümde Araf bana kınarcasına baktı. Nasıl kurtulacağını bilemiyor bir hâli vardı. Onu kurtarmanın tek yolu ağaca çıkıp ipi kesmekti. Her türlü ancak düşerek kurtulabilirdi.
"Sevgilim!?" Dedim endişeyle Araf'a bakarken. "İyiyim!" Dediğinde buna inanmıştım. Gayet iyi görünüyordu. Şimdilik.
"Bence yola devam edelim." Dediğinde abime ters ters baktım. "Saçmalamaz mısın!?" Omuz silkti. Araf'tan pek de hoşlanmadığını biliyordum ama şu an bunu belli etmesi gereken bir yerde değildik.
"Araf Pakgör ağa yakalanmış?" Duyduğum tanıdık sesle adeta kanım dondu.
Hemen arkamızdaydı.
Oraya döndük. Furkan Duymaz, memnuniyetle ellerini cebine sokmuş, zevk alırcasına bize bakıyordu. Arkasında ise bir ordu vardı.
"Şahin! Ne şimdi bu?" Dedi Akın öfkeyle. Furkan omuz silkti. "Ne? Senle meselem yok, Akın. Bu mevzudan uzak dur. Eveet! Nefes Hanım? Yeniden karşılaştığımıza sevindim. Özlemiştim sizi."
"Bu fileyi senin götüne sokarım, Furkan!" Dedi Araf nefretle. Furkan kaşlarını kaldırdı, sonra parmağımdaki yüzüğü fark etti. "Ah! Evet anlıyorum!" Gözlerini yüzüme çıkardı. "Ah Nefes, ah Nefes! Saçma sapan bir oyun uğruna nişanlını aldatmayı göze mi aldın sen? Bu kız hırslı, Araf. Düşünmeden seni harcar, uyarmadı deme."
"Bekle sen bekle. Buradan indiğimde çok güzel harcayacağım seni."
"Sıranı bekle, Beyaz Maske." Dedi Akın pür dikkat Furkan'a bakarken.
"İnanamıyorum, ne kadar çok seviliyorum, görüyor musunuz?" Dedi Furkan arkasındaki adamlarına dönüp. Furkan'ın kızıl saçları, bu bembeyaz kar ormanında daha net belli oluyordu.
Sıradaki saç rengim bu olacaktı demek ki.
Ard arda aynı renk saça sahip birini öldüremezdin. Fakat sarıdan sonra kızıl birini öldürürsen, yeniden sarışın birini öldürebilirdin. Furkan öldükten sonra hayatım yeniden tehlikeye girecekti ve ben de bu yüzden son kurbana göre saç rengi değiştirmek zorundaydım.
"Sen bizi aptal mı sandın?" Dedim tek kaşımı kaldırarak. Furkan merakla bana baktı. "Estağfurullah, Desise. Senin zekânı hepimiz biliyoruz. Fakat aynı şeyi arkadaşların için söyleyemeyeceğim."
"Bence söylemelisin." Dedim ve bir ıslık çaldım. Gizliden gizliye bizi takip eden tüm adamlarımız birden arkamızda belirdiğinde Furkan'ın yüzünde bariz bir şaşkınlık vardı.
Karaslan'lar, Pakgör'ler ve Akın Kara'nın adamları toplanmıştı. Furkan Duymaz'ı yerle bir edecek kadar fazlaydı sayımız.
"Vay..." Dedi Furkan hayretle. "Akın Kara ile resmi olarak ortak olmuşsunuz? Peki... Ya bunu baban duysaydı, Nefes? Duyduğuma göre Araf Pakgör'le yattığın için babandan dayak yemişsin?" Ölüm sessizliği.
Araf ve Baha aynı anda "Ne!?" Diye bağırdı.
Açelya endişeyle "Eda!?" Dedi.
Kimsenin bu olaydan haberi yoktu. Abim o sırada evde bile değildi.
Ayrıca dayak yememiştim, sadece tokat atmıştı. O da bana koymamıştı. Ona kırılacak kadar değer vermiyordum.
Araf, "Nefes bu doğru mu!?" Diye bağırdı buram buram korku kokan bir sesle. Abim ise susuyordu. O susuyordu, gözleri konuşuyordu. Çocukluğundan beri babasından sürekli dayak yemişti ve bana olan zaafını görünce bana dokunmayacağını düşünmüştü. Fakat yanıldığını görmek, ona büyük bir darbe indirmiş olmalıydı. Kız kardeşinin de kendisi gibi dayak yediğini ve bundan haberinin dahi olmadığını düşünüyordu.
"Dayak?" Dedim sorguyla. "Oğuz Karaslan kim ki beni dövecek? Senin gözünde dayak yiyecek ve susacak bir kadın mıyım? Kırdın." Dedim kızarak.
"Evet susarsın, Desise. Fakat babamdır döver mantığıyla değil, ona ağır bir cevap vermek için susarsın. Seni uzaktan takip ediyorum. Namını duymayan yok. Seçim gecesindeki hamlenden sonra herkese adını duyurmayı başardın, helal olsun. Silahla öldürsen bu kadar konuşulmazdın." Beni bu kadar tanıması ürkütücüydü. Ne hamle yapacağımı bilebilir, beni engelleyebilirdi.
"Açıkçası Karaslan'lar sikimde bile değil. Hatta ortak olmak bile isterdim. Neden, biliyor musun?" Hiçbir şey sormadan yüzüne öylece baktım.
"Çünkü benim düşmanım Karaslan'lar değil, Pakgör'ler. Ve işe bak ki Araf Pakgör, Pakgör'lerin tek varisi, Asaf Pakgör'ün tek varlığı benim elimde. Ve ancak tek bir şartla kurtulur." Gözlerimi kısarak şüpheyle onu inceledim.
Belindeki silahı çıkardığı an koca ormanda tetik sesleri yankı yaptı. Onun silahını çıkarmasıyla bizim adamlarımız, akabinde onun adamları silahlarını çıkarmıştı.
Silahını bana fırlattığında havada yakaladım. Amacı neydi? Onu gebertmemi falan mı isteyecekti? Çünkü akabinde onun adamları da bizi öldürecekti.
Sonra sonunda konuştu.
"Sık kafana."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro