"Kanıyorum, yanıyorum, tutuşuyorum. Kül olacağım. Sevgilim, tek tanen yok olacak. Beni boş ver. Bizi kurtar."
Genco Arı - Ağlatan Qafe
2. KISIM | ESFEL
19. Bölüm
Zaman Atlaması...
26 Aralık 2020
"Sana ne, Baha?" Dedim bunalmışlıkla. Sırıttı. "Götüme dönmüşsün, ne yapabilirim?" Belime kadar uzanan boyunu sırt hizamda kestirip sarıya boyattığım saçlarıma baka baka sürekli gülüyordu iki gündür. Cidden mi? İnsanları kendi tercihleri de olsa dış görünüşünden yargılamak dışında başka bir işi mi yoktu?
"Nedenini sen de biliyorsun, neden hala sorguluyorsun?"
"Çünkü ben ibne bir abiyim." Açığını bulmuş gibi sırıtarak "Abi?" Dedim imayla. Duraksadı. "Konuşma, çok konuştun." Dedi ve önüme geçip merdivenlerden indi. Sırıtarak ben de peşinden ilerledim.
O seçim gecesinden sonra ne Araf'ı ne de dayımı bir daha görmemiştim. Babam ve amcam ise zafer nidaları atmamak için zor durmuştu. Değişiklik yapmak istemişlerdi ve o evden taşınmışlardı. Bu yeni ev daha ferah ve güzeldi açıkçası. Tüm dış cephe duvarları mavi filmli camdandı ve iki katlı bir dubleks villaydı. Dışarıdan içerisi mavi parlak bir cam olarak gözüküyordu, içerisi gözükmüyordu ama içeriden dışarısı gayet saydam bir şekilde gözüküyordu. Onların kararmış içlerini ferahlatabilecek kadar bir ev değildi ama... Neyse.
Ferah... O kız çoktan ölmüştü. Kayıtlara zehirlenme vakası olarak geçmişti, cinayet değil. Çünkü kendi elleriyle yemişti geri zekalı.
O kabindeki ceset ise hâlâ sırdı. Belki Karaslan'ları seçmesem Araf'tan hemen öğrenirdim ama şimdi pek de mümkün gözükmüyordu.
Araf. En çok onu merak ediyordum. Karaslan'ları seçme sebebim bu değildi ama tek taşla bir kaç kuş birden vuracaktım.
Mesela... Araf gerçekten mi bana hissederek yaklaşıyor, yoksa onların tarafına geçmem için duygusal bir oyun mu? Hiçbir şeyden net bir şekilde emin olamazdın. Buradaki herkesin ne bok olduğunu anlamıştım ama Araf bir sır gibiydi. Ona güveniyordum, ama koşulsuz değil. Bana ispatlaması gereken şeyler vardı ve er ya da geç öğrenecektim.
Şifre.
Şifre hâlâ bendeydi, zihnimdeydi. Kimse bilmiyordu. Şifreleri bir bulmaca gibi birleştirip asıl yılanın başına ilerlemeyi planlıyordum.
Dostunu yakın, düşmanını en yakın tut.
Karaslan'lar benim için sadece bir düşmandı.
Eğer gerçekleri daha çabuk öğrenmek ve annemin intikamını almak istiyorsam onların yanında olmaktan başka çarem yoktu. Çünkü karşılarında olduğumda mantıklı olarak karşıt hamle yaptıklarını hepimiz biliyorduk.
Ama Pakgör'ler bilmiyordu.
Dayım dışında...
Araf ortadan kaybolduğunda dayımla konuşmuştum. Ona güvendiğimden değil, sınayacağım kişi olmadığı için ve burada işim bittiğinde benim kurtulmama yardım edebilecek tek kişi olduğu için. Ayrıca Asaf Pakgör, Karaslan'lar mahvolacaksa ve onların tarafında olacaksam her şeyi yapardı.
Araf hiçbir şey bilmeyecekti, beni düşmanları olarak biliyordu. Ne tepki verecekti? Oyundu ve birden düşman mı kesilecekti? Yoksa gerçekti ve sorgulayacak mıydı? Benimle iletişime geçmeye çalışacak mıydı? Karşıma çıkacak mıydı?
Neden bunu sorgularken içimde bir huzursuzluk kol geziyordu? Beni neden korkutuyordu? Ona bu kadar bağlanmış olmamayı umuyordum ama... Neyse ne, önceliklerim farklıydı.
Bu 26 gün içinde Furkan Arslan ile de görüşmüştüm. Bulunduğuma dair bir yaygara ve sorgular derken serbest bırakmışlardı. Evrim Arslan, Furkan'a hiçbir şeyden bahsetmemişti. Ben de kenara çekip Evrim'in beni kaçırdığını değil de üvey olduğumu öğrendiğimi söylemiştim. Bunu sakladıkları için öfkeli ve kırgın olduğumu, Açelya ile birlikte ayrı eve çıkıp yeni bir hayata başlayacağımızı söylemiştim. Tabii hain Açelya'nın da haberi vardı bundan, bana arka çıkmıştı.
Artık aranmıyordum.
Artık peşimde beni kurtarmak için götünü yırtan bir abim yoktu. Furkan Arslan'a veda etmiştim. Gözlerim dolsa bile.
Çok fazla beklediğimi fark ettiğimde silkelenip merdivenlerden aşağı indim.
Kırmızı deri, yanları bağcıklı bir mini etek, siyah, omzu düşük, ince ama bol bir kazak ve altına siyah dantelli bralet giymiştim. Açık omzumdan braletin dantelli askısı gözüküyordu. Bu aralar topuklu ayakkabıda rahat ettiğim için altın rengi bir ince topuklu ayakkabı giymiştim. Uyup uymaması umurumda değildi. Giymek istemiştim ve giymiştim.
Boynumda italik bir ince el yazısıyla Desise yazan bir dövme vardı. Tam kalbimin üstüne küçük, kırmızı bir kan lekesi şeklinde dövme yaptırmıştım. Ve... Belimde de bir dövme vardı.
Belimde tam Araf'ın kendi parmağıyla A yazdığı yere A harfi dövme.
Kimse sorgulamazdı. Çünkü ikinci lakabım Asise'ydi.
Sarı saçlarımı dalgalandırıp bırakmıştım.
Salona girdiğimde herkes yemek masasındaydı. Yaren karısı beni gördüğü gibi çatalı elinden düşerek büyük bir gürültünün yankılanmasına neden oldu. Şoka girmiş gibi gözüküyordu.
Açtırdığım saçlarımı sarıya boyatacağımı bilmiyordu tabi.
"Ne oldu? Tahtın mı sallandı, Yaren sultan?" Dedi Baha alayla. Misilleme yapar gibi konuşması beni gülümsetmişti. Yaren afallayarak Baha'ya baktıktan sonra tekrar bana baktı. "Bu eve iki sarışın fazla." Dedi kaşlarını çatarak. "O hâlde neden saçlarını boyatmıyorsun? Değişiklik olur." Dedim meydan okurcasına. Sandalyemi çekerek oturduğumda yeni bir oturma düzeni vardı sofrada.
Amcam yine masanın en başındaydı. Solunda babam, sağında ben oturuyordum. Benim yanımda Baha, babamın yanında Yaren karısı oturuyordu.
"Dün neredeydin?" Sana ne?
İçimden sövsem de yüzüne karşı gülümsedim. "Dövme yaptırdım. Nasıl olmuş?" Dedim boynumu göstererek. Göğsümdeki ve belimdekinden haberi yoktu. Göğsüme, mememin biraz üstüne tam kalbime de yaptırdığımı duysa herhâlde Türk kız babası triplerine girip ağzıma sıçmaya kalkışırdı.
Ama o sadece iki şekilde görünürdü; bralet veya dekolteli büstiyer giyersem, ve seks sırasında. Kış mevsiminde olduğumuz için ve diğeri de olmayacağı için uzun bir süre rahattım. Özel bir şey olmadıkça açık giymeyi düşünmüyordum. Ben göğüslerinden üşüyen biriydim, bacaklarıma o kadar etki etmiyordu.
Az sütlü sert kahvemi yudumlarkan Baha'nın bakışlarını üzerimde hissettim. Ona baktığımda bir kahveye, bir bana bakıyordu. "Ne? Hâlâ alışamadığını söyleme bana!" Dedim dehşetle. "Sadece... O gün çay diye ortalığın anasını siken kız nerede, diye düşünüyorum..." Dediğinde babam sertçe öksürerek uyardı. "Baha, hanımların yanında küfürlü konuşulmaz." Göz devirdim. Palavra...
"Biraz rahat olmayı deneyin. Emin olun kızlar sizden daha beter küfür ediyor. Benim açımdan hiçbir sıkıntı yok. Olan varsa da gidebilir." Dedikten sonra rahat bir şekilde tekrar sıcak kahvemden bir yudum aldım. Beyaz, büyük kahve fincanını tabağına bırakırken önümdeki avokado tosta baktım.
Herkes kime ima yaptığımı çok iyi anlamıştı.
"Cidden yumurta dururken o şeyi mi yiyeceksin? Tatsız tuzsuz." Baha sabahtan beri bana kafayı resmen takmıştı! Ben de olmasam kiminle uğraşacaktı acaba? "O dururken diye bahsettiğin yumurtanın içinde annesinden ayrılmış, gelişimi bile tamamlanmamış civciv fetüsleri var, abiciğim! Sen yiyebilirsin tabi, ama ben yemeyi reddediyorum." Dedikten sonra kahvaltıma odaklandım.
"Et de yeme o zaman. Sonuçta canlı bir hayvan kesiliyor?" Göz devirdim. "Yemiyorum zaten. Yediğimde kafamda mö'leme sesleri yankılanıyor." Dediğimde kahkaha attı. "Hemcinsin olduğu içindir belki."
Furkan Arslan? Reenkarnasyon ile Baha Karaslan'ın bedenine mi geçtin?
"Haydaa! Hiç böyle olmazdı ki burası? Niye böyle oldu birden?" Abim çayını yudumlarken sandalyesinde yan döndü ve anneme baktı. "Küresel ısınma işte. Yakında hepimiz telef olup gideceğiz. Değil mi, Sarıkız? Çanın nerede senin?"
"Kendini kargayla bir mi tutuyorsun, Allah aşkına? İneksin sen, kendine gel."
"Bir kez Sarıkız desene." Gülmeye başladı ve tekrar sımsıkı sarıldı. "Ah be, Sarıkız. Çanını niye bıraktın evde? Bulamadık seni bir türlü."
Furkan Arslan... 19 yıllık abim. Yediğimin içtiğimin ayrı gitmediği çocuk. Evet, 26 yaşında da olsa o hâlâ çocuktu.
Kahvaltı sona erdiğinde montumu giyerek çantamı omzuma attım. Yağmur yağdığı için ayağımdaki topuklu ayakkabıları siyah, süet bir çizmeyle değiştirdim. Kırmızı bir bere taktıktan sonra aşağı indim. Yukarı çıkmak üzere olan babamla karşılaştığımızda duraksadım. Bir şey diyecek gibiydi. "Okula mı?" Başımı salladım. "Pakgör'lerin ayarladığı okula gitmen hiç içime sinmiyor, Nefes." Senin içine sinen ne? Çocuğuna hamile bir kadını ölüme terk etmek mi mesela?
"Hiçbir şey olduğu yok. Hem şirketlerinde hissem de var. Bugüne bu hâlde geldiysem bunda senin olduğu kadar onun da suçu var. Bu hakkım. Bir zahmet bunu bari yapsın." Dedim dayımı kastederek. Başını salladı. "Ama o çocuktan uzak dur. Beyaz Maske'den. Belli ki seni kandırmak için sana yakındı. Bizi seçtikten sonra bir daha arayıp sordu mu seni?" Vurma yüzüme.
Araf da okula başlayacaktı. Dondurduğu kaydını geri açtırmıştı. Karşılaşır mıydık, merak ediyordum. Tepkisi ne olurdu?
"Beni yanlış anlama. Düşmanlıktan öte, senin üzülmemen için uğraşıyorum. Ben senin babanım."
"Beni düşünme. Tek evladın ben değilim, bir oğlun da var. Onun da iyiliğini düşün biraz." dedim sesimin soğuk çıkmaması için zorlanırken. Oğlunu döverken kızının iyiliğine bu kadar düşkün olması adaletsizdi. Beni de sevdiğinden şüpheliydim. Tüm mirasları benim üzerime kalmıştı sonuçta.
Bir anlığına duraksadı. Belli belirsiz çatılan kaşlarına baktım. Kırklarında olmasına rağmen hala nasıl bu kadar genç gözükebiliyordu? En az on yaş daha genç duruyordu. Genç ve dinç. "İkiniz de benim gözümde aynısınız." dediğinde kendime mani olamayarak hafifçe güldüm. "Bu dediğine kendin inandın mı?" Şüpheyle baktığında meydan okuyan bakışlarımı gram azaltmadım ya da çekmedim. "Neden böyle konuşuyorsun?"
"Benim gördüğümü bir baba olarak sen göremiyorsan benim diyecek hiçbir şeyim yok." dedim ve evden çıktım. Arkamdan geleceğini düşünmüştüm ama geç kaldığımın farkındaydı. Şoför beni kampüsün önüne kadar getirdiğinde arabadan indim ve okul içerisinde ilerledim. Bu okula yaklaşık iki haftadır gelip gidiyordum ve Araf'ı görmemiştim. Bölümünün farklı olduğunu düşünüyordum.
"Şt!" Açelya arkamdan koşturdu ve kolunu omzuma atarak neşeyle zıpladı. "Günaydın, Kaçak." Ona kinayeyle bakarak "Sana da günaydın, Hain." dedim ve duygusuzca önüme döndüm. "Yapma ama! Sana karşı hiçbir zaman yapmacık değildim! Sen benim dostumsun ve hep öyle kalacaksın."
"Ben aynı şeyi senin için söyleyemeyeceğim ama."
"Asıl güvenmemen kişi başkaydı ve bedelini de ödedi zaten." Göz ucuyla Açelya'ya bakıp tekrar önüme döndüm. "Kimmiş o?" Durdu. Geride kaldığını fark ettiğimde durup ona döndüm. Sorgularcasına baktığımda bakışlarımdan her şeyi anlıyor olduğu için bunu dile dökme gereği duymadım. "Bunu öğrenmen için doğru bir zaman değil."
"Her şeyi biliyorsun, değil mi?" dedim bıkkınlıkla. Onaylayarak başını yavaşça salladığında göz devirdim. "Ne kadar güzel! Benim hayatımla ilgili derin mevzuları ben hariç herkes biliyor!" Yaklaştı ve yanıma geldi. "Sitem etme, Eda. Senin iyiliğin için gizliyoruz. Vaktinde öğrenmen en iyisi."
"Beni benim hayatımdan koruma haddini size kim verdi? Korumayın beni, kendinizi koruyun asıl! Çünkü bana yapılmış hiçbir şeyi karşılıksız bırakmam."
"Ben sana hiçbir şey yapmadım."
"Çocukluğumdan beri dost gibi görünüp olan biten her şeyi bir köstebek gibi babama anlatman dışında mı? Kalsın. Daha fazlasına ne sen cesaret edebilirsin, ne de ben izin veririm; Açelya Bostan." Gidecekken elimden tuttu. "Hiçbir sırrını anlatmadım! Sadece yüzeysel. Mesela; bugün sinemaya gittik, sonra yemek yedik ve bir yerde oturduktan sonra eve gittik. Bunun gibi. Ya da sınavlarının kötü geçmesi gibi özel olmayan şeyler. Yemin ederim ki aramızda kalacak olan her şey aramızda kaldı." Göz devirdim. "Çok yapaysın."
"Değilim! Ve sen de bunu çok iyi biliyorsun."
"Sana tekrar güvenecek kadar salak gibi mi duruyorum oradan? Kusura bakabilirsin, ama değilim."
"Sadece paranoyaksın! Hiç kimseye güvenmiyorsun!" Acı acı güldüm. "Beni bunun için suçlayabilir misin?" Sustu. Suçlayamazdı. Hiç kimse suçlayamazdı. Güvendiğim herkesten bir bok çıkmışken şimdi- kimseye güvenmediğimden ötürü- kimse beni suçlayamazdı.
"Ben de öyle düşünmüştüm. Şimdi beni rahat bırak, geç kalıyorum." Dedim ve fakülte binasına girdim.
Derslerim gün içerisinde bittiğinde ve şoför beni almaya geldiğinde ev yerine Karaslan Holding'e sürmesini söyledim. Aile avukatları aynı zamanda şirketin avukatlığını da yaptığı için orada olmalıydı. Dedemin vasiyetnamesine göre tüm miras bana kalmıştı ve onları üzerime almam tek bir imzama bakıyordu.
Açık radyodan bilindik bir şarkının hoş melodileri dökülmeye başladı. Şoförümün radyoyu açmasına hep izin verirdim. Sessiz yolculuklar hoşuma gitmiyordu.
"Muğlak bir bataktayım.
Dibine ben gidiyorum.
Dardan dara düşmüşüm,
Kolayı ne bilmiyorum.
Hangi kitapta yazılmış aşkın zora yenildiği?
Öyle dağılmışım ki polis çevirdi yine.."
Altın tozuyla kutsanmış uğursuz kan damlası tüm hızıyla düşmeye devam ediyordu. Bu kuyunun bir sonu yok muydu? Öyleyse kan tanesi neredeydi?
"Böyle sevmek olur mu?
Böyle sevsek olur mu?
Geç olmadan ver cevabı.
Şimdi sevsek olur mu?"
Araf'ı bugün de görmemiştim. Şüphelerimin doğruluk payından ölesiye korktuğumu ise şimdi fark ediyordum.
Araf Pakgör beni kullanmış olamazdı. Beni duygusal anlamda savunmasız bırakıp kendine mecbur kılmış olamazdı.
Gözlerimi yumarak sağlam duvarlarımı daha da sağlamlaştırmak için çabaladım.
Geldiğimizde notlarımı ve kitaplarımı arabada bırakıp çantamla birlikte arabadan indim. Holdingden içeriye girdiğim an güvenlik beni tanıyarak geçmeme saygıyla baş eğerek izin vermişti. Danışmadaki esmer kıza ilerledim. "Avukatın odası nerede?" Kızın boşluğuna denk gelmiş olmalıyım ki bir an irkildi ve bakakaldı. "Şey, evet. Beşinci katta sağdan ikinci koridorun sonunda." Asansörlere ilerledim ve siyah tuşlara bastım. Asansör, klasik asansörler gibi değildi. Siyah, mermer kaplamaydı. İçinin duvarları da koyu bordo kumaş kaplamaydı, oldukça yumuşaktı. Aynası gümüş varaklı ve oldukça hoştu. Sol üst köşesinde yine varaktan Aslan kafası motifi vardı.
Eda Nefes Karaslan...
Oğuz Karaslan'ın nüfusundaydım. Kimliğim eskisinden çok farklıydı. Baba isminde Oğuz, anne isminde Yağmur yazıyordu. İsmim Eda Nefes Karaslan'dı. Kimlikte bu yazıyordu en azından.
Eda isminden kolay kolay vazgeçemezdim. Ve Asise ismini de herkesin bilmesini istemezdim. Desise olarak bilsinler. Herkesin basit bir oyun sandığı kişi aslında o oyunun tanrıçasıydı ve bunu bilmeyeceklerdi.
Her şeyin bizzat farkında olsam da içimde bir yer hâlâ olanları sindiremiyordu.
Zaten şiddet eğilimi olan biriydim ama cinayet... Anlam veremediğim çok şey vardı. Bir anda değişimime anlam veremiyordum. Asaf Pakgör bana bir şey yapmıştı, bundan emindim.
Ama ne?
Soy adımı ise değiştirmeyi düşünmüyordum. Bir Karaslan olarak Pakgör'lerin tarafında savaşmak onlara daha fazla koyacaktı, bundan emindim. Ve onların gururunu ve onurunu zedeleyecek her şeye imzamı seve seve atardım.
Avukatın odasına girdiğimde yalnız olduğunu görmek beni daha da rahatlatmıştı. Babam falan içeride değildi en azından.
"Nefes Hanım?" Masasındaki isim yazan tablaya kısa bir bakış atıp tekrar avukata baktım. "Erdinç Bey?" Kapıyı kapatarak ilerledim ve önündeki kahverengi deri koltuğa oturup geriye yaslandım. Bir bacağımı diğerinin üstüne attığımda eteğim hafifçe sıyrılmıştı ama umurumda olmadı. "Dedemden bana miras kalan her şeyi almaya geldim. Zaten önceden sözleşmiştik sizinle?" Erdinç Bey şaşkınlıkla bana baktı. "İyi ama babanızın izni olmadan-"
"Şirketin asıl sahibi, dedem izin vermiş ve size de bunu bir görev olarak bırakmış. Mantıken babamı ilgilendiren bir durum yok çünkü onun kendi mal varlığı zaten var. Dedem ölmeden önce onların üzerine geçirmiş geçireceği şeyleri. Şimdiyse ben hakkım olan şeyi istiyorum. Bana 16 yaşındaymışım gibi muamele yapmayın, 21 Ocakta 20 yaşıma giriyorum." Erdinç Bey tereddütte kalarak bana baktığında ona kendimden emin ve otoriter bir bakış attım. "Yine de Oğuz Bey'in haberi olmalı." Dediğinde göz devirmemek için zor durdum.
"Oğuz Bey'iniz şu an bir toplantıda, Erdinç Bey. Benim işim acil, ayrıca şu an onu ararsanız ne kadar sinirleneceğini tahmin dahi edemezsiniz. Toplantıdayken aranmak en nefret ettiği şeydir." Dedim nesnel, kesin bir şeyden bahseder gibi. Çünkü öyleydi. Bu yirmi altı gün içerisinde bizzat deneyimlemiştim.
Oğuz Karaslan, kuralları olan bir insandı. Zararı olan hiçbir şeyi yiyip içmezdi. Evde her an onu bir köşede su içerken bulabilirdiniz. Suya aşıktı. Kahveyi ya da çayı çok tüketmezdi. Hazır meyve suyu tüketmez, taze sıkım içerdi. Sebze ve meyveler eve çiftlikten özel gelirdi. Tamamen origanikti yani. Evde kendi çapında bir spor odası vardı ve spor saatleri dışında sinirliyse, gerginse ya da stresliyse orada olurdu. Akşam 9'dan sonra odasına kapanırdı ve sabah 8'e kadar görünmezdi. İş konusunda çok katı ve mükemmelliyetçiydi. Her şey dört dörtlük olmak zorundaydı. Ufak bir hataya dahi tahammülü yoktu. Toplantılarda ise asla hiçbir sebeple aranmamalı, bölünmemeliydi. Kılık kıyafet konusunda da ciddiydi. Sakallarını asla uzatmıyordu, hep kirli sakal boyutunda bırakarak kesiyordu. Saçlarının belli bir boyu vardı ve hiç o boydan daha uzun ya da daha kısa görmüyordum. Yatarken giydiği eski tişörte kadar her kıyafeti ütülü ve düzgündü. Asla kırışık bir kıyafet bulamazdınız dolabında. Kravat, kol düğmesi ve saat koleksiyonuna asla kimse dokunamazdı. Bu yasaktı, adeta bam teliydi.
Evde değilken odasını kurcalamıştım ve dolabında bir çelik kasa bulmuştum. Şifresi annemin isminin şifreye çevrilmiş hâliydi ve içinde nakit para, dosyalar ve bir kutu vardı. O kutuda benim ve annemin eski fotoğrafları vardı. Bebeklik fotoğrafımın arkasında bir yazı bulmuştum. "Aranılanlar, sanılanların aynadaki yansımasıdır." Bu söz o kadar kafamı karıştırmıştı ki akıl yürütememiştim. Zaten buna vaktim olmadan babam gelmişti ve o daha yukarı çıkmadan hemen her şeyi düzeltip odadan kaçmıştım.
Avukat, dediğimde haklı olduğumu belirtircesine gözlerini kaçırdığında çekmeceden bir dosya çıkardı. "Holding hisselerinin %50'si babanıza ait. Amcanıza ise %25 hisse verilmiş. Size kalan hisse yüzdesi de %25." Huzursuzluk içimde yer edindiğinde elim istemsizce gerdanıma gitti ve parmaklarımı hafifçe oraya bastırdım. Bir anda içim kararmıştı sanki. Buna anlam veremedim.
"Ayrıca Şile'deki at çiftliği, Levent'teki 3 tribleks villa, taşındığınız eski villa, 6 gece kulübü, 2 fabrika, 4 yat ve aynı zamanda İzmir ve Ankara'daki otel zincirlerinden beş yıldızlı Karaslan Otel tamamen size kalmış." Daha ne olsun? Anlık duraksadım ama çok göze batmadan silkelenerek kendime geldim. Yuh, dede!
Bir yandan da babamlara vereceğim zarar büyüklüğünün tahmin ettiğimden de büyük olacak olması beni gülmeye itiyordu ve kendimi zor tutuyordum. Gerçekten kâbusları olacaktım.
Şimdi daha iyi anlıyordum beni neden bu kadar çok istediklerini. Miras oldukça büyüktü.
Holdingde %25 hisse, 6 gece kulübü, 4 yat, 3 tribleks villa, 2 fabrika, 2 otel, 1 at çiftliği ve eski ev.
Baha'ya hiçbir şey bırakmamış mıydı?
"Abime ne bıraktı?" Diye sordum merakla. Adam bir süre yüzüme baktı. "Haluk Bey abinize ve Yaren Hanıma hiçbir şey bırakmadı, efendim. Oğuz Bey ve Gökhan Bey'e de yıllar önce vermişti hisseleri. Vasiyetnamesinde geçen tek isim sizsiniz." Bir sebebi mi vardı? Yoksa tamamen adaletsizce bir karar mıydı?
Ayrıca amcam babamdan daha büyük olmasına ve devredilecek olan şeylerde hakkı olacak ilk kişi olmasına rağmen neden en büyük hisseyi babam almıştı?
Babamın iş konusundaki ciddiyetini hatırladığımda ancak anlam verebildim. Hak etmişti ve dedem de vermişti, hepsi bu. Şimdiyse layıkıyla devam ettiriyordu. Hakkını yiyemezdim.
Kağıtların hepsini imzaladığımda içimde yanan bir ateş vardı. Buna tam olarak ne denirdi bilemiyordum. İntikam arzusu, zafer arzusu, zafere giden yolda attığım en büyük adımın başarılı oluşuna duyduğum zevk...
Altın tozuyla kutsanmış kan damlası düşerken git gide ısınıyordu.
Pakgör Holding'den %25, Karaslan Holding'den %25 olmak üzere toplam %50 hissem vardı. İki düşman şirketi ortak yapmak gibi hain planlarım olsa da bunu tek başıma yapamayacağımı biliyordum.
Pakgör Holding'i ziyaret etmek istiyordum ama bunun doğru zaman olmadığını da biliyordum.
"Bu arada, Nefes Hanım." Erdinç Bey'e baktım. "Oğuz Bey size söyledi mi bilmiyorum ama ikinci kurban için belirli olan tarih 31 Aralık. Yılbaşı gecesi." Kurban. Oyun. Bu oyunun kuralları ya da mantığı hâlâ bana anlatılmamıştı. Babamın anlatmasını umuyordum yoksa ortalığı yıkabilirdim.
Avukat bile biliyordu, cinayeti işleyen ben bilmiyordum.
"Biliyorum." Dedim bilmiyor olmama rağmen. Her şeye hâkim oluşumun imajını çiziyordum ki kimse arkamdan iş çevirmeye cesaret bulamasın.
Odaya girerken sadece aile şirketinden ufak bir hisseye sahip olan bir öğrenci olarak girmiştim.
Odadan çıkarken ise yüklü mal varlığına sahip bir iş kadını olarak çıkıyordum.
Bu varlıkların hiçbirini aslında istemiyordum. Sadece Karaslan'lara zerre güvenmiyordum ve bu varlıkların resmiyette benim üzerime oluşu içimi daha rahat tutacaktı. Güvende olacaklardı. Çünkü onlarla işim vardı.
Amcam ve babam toplantıda olduğu için kimseyi görmeden holdingden çıktım. Rüzgar yürüme çarparak sarı saçlarımı savurdu.
Kurallar değişmişti.
Aile üyeleri öldürülemez, kuralı kalkmıştı. Sebebini bilmiyordum, diğer her şey gibi.
Saçlarımı sarıya boyatmıştım, çünkü bir önceki kurbanım sarışındı. Bir sarışın zaten ölmüş olduğu için bu şekilde kendi canımı güvene almıştım. Keyiften değil yani, yakışıp yakışmaması da umurumda değildi. Sadece eski saç rengimle fazla dikkatli olmam gerekiyordu ve ben fazla dikkatli olamayacak kadar umursamazdım. Ummadık bir anda gebermek istemezdim.
Merdivenlerden inerken telefonumun bildirim sesi yükseldi. Bilinmeyen numaradan gelen bir adres olduğunu gördüğümde kaşlarım çatıldı. Numarayı anında sorgulattım. Numara Sorgulama'dan gelen mesajda isim yerine yazması gereken yazıyı görünce duraksadım.
'Zekâ oyunu yapma, dediğimi yap, Desise.'
Bana böyle hitap eden sadece bir kişi vardı.
Araf Pakgör.
Kalbimin hızlı hızlı çarparak kaburgalarıma vurduğunu hissettiğimde yutkundum. Büyümüş gözlerimi kıstım ve başımı kaldırıp etrafa bakındım. Dikkat çekici hiçbir şey yoktu. Gayet işinde ve gücünde insan topluluğu.
Tekrar yutkundum.
Bu adrese nasıl gideceğimi sorguluyordum şimdi. Ya Araf oradaysa? Şoförle gidemezdim. Taksiyle gidecek olursam da adamlar anında babama haber verirdi. Kaçmanın bir yolu olmalıydı.
Düşün, Asise. Çık şu oyunun içinden!
Fazla düşünmeye gerek yoktu.
Beni getiren arabaya bindim ve çantamı notlarımın üstüne koydum. Dikiz aynasından komutumu bekleyen şoföre baktım. "Karaslan'lara ait gece kulüplerinden birisine sür. Hepsini üzerime aldım az önce. Ziyaret edip görmek istiyorum." Şoför anında başını sallayarak arabayı sürdü ve anayola çıktı.
Geç kalacaktım ama beklemek zorundaydı. Bir anda bu adamlardan kurtulmamı bekleyemezdi.
Dakikalar birbirini kovalarken araba durdu. Yolu izlerken daldığımı fark ederek silkelendim ve etrafa baktım. Barlar sokağındaydık. "Ben gelene kadar burada bekle. İşim uzun sürebilir." Sadece çantamı alarak indim arabadan. Önünde durduğumuz mekâna baktım. Gün batımının etkisiyle sokak lambaları tek tek aydınlandı. Tabelada gezdirdim gözlerimi. Brunette.
Esmer?
Dış duvarlarına, binanın dip zeminine yerleştirilmiş mavi ve mor ışıklar vurarak aydınlatıyordu. Tabelanın tasarımından lüks bir mekân olduğu gayet de belli oluyordu.
İçeriye girdiğimde uzun bir koridor karşıladı beni. Apartman koridorunu andırıyordu ama zemin kırmızı halıfleksti. Koca bir hole açıldığında duvarların soluk bir sarı olduğunu ve tavana gömülü spotların aydınlattığını gördüm. Turnikeler, turnikelerin başında kimlik kontrolü yapan adamlar ve sıra olmuş insanlar. Girişin dışarıda değil de içeride oluşu güzeldi. Bu holde atıştırmalık ve şişe su otomatları da vardı.
Sıra olmuş insanların arasından sızarak görevlilerden birinin yanına geldim. "Hanfendi sıra oradan başlıyor." Diyerek sırayı gösterdi. "Olabilir, bununla ilgilenmiyorum." Kimliğimi çıkarıp ojeli parmağımla ucundan tutarak havaya kaldırdım. "Mekânın yeni sahibini de sıraya sokmayacağınızı düşünüyorum? Yanılıyor muyum yoksa?" Adam duraksadı. "Pardon, Eda Hanım. Sizi tanımıyordum. Buyurun." Turnikelerin en sonundaki ufak kapıyı açarak geçmem için yol verdiğinde içeri girdim. Koridoru ilerleyerek mekânın merkezine girdim. Gayet klas bir tarzı vardı mekânın. Metalik renkler ve kahverengi kullanılmıştı. Bu pavyonu anımsatan rengarenk ışıklarla dahi görünebiliyordu. Etrafta görevli birilerini aradım ama bulamadım. Bar kısmına ilerledim. Barmenle konuşabilirdim en azından.
Kısa kesilmiş kızıl düz saçları parlayan çocuğu gördüğümde ona dikkat kesildim. Müşterilerden birine meşrubatını verdikten sonra bana döndü. O sormadan ben konuştum, "Buranın bir arka kapısı falan var mı? Elbette vardır! Nerede?"
"Yok." Cidden herkese tek tek kim olduğumu mu açıklayacağım?
Hala elimde olan kimliğimi, çenemi yormadan direkt tezgaha bıraktığımda bakışları kimliğime indi. "Şey..." Diyordu ki kimliğimi geri aldım. "Yormayın beni. Nerede?" Yerini tarif ettiğinde yorgun bir ifadeyle onu dinliyordum. "Eğer babama ya da dışarıda beni bekleyen şoföre en ufak bir bilgi verirsen senin yerine yeni bir barmen bakmaya başlarım. Anlaşıldı mı?" Başıyla onayladığında bardan uzaklaşarak sessiz bir koridora girdim. Koridorun sonundaki kilitli kapıyı gördüğümde barmenin verdiği şifreyi girerek açtım. Kapı direkt açık havaya açıldığında memnuniyetle sırtımı dikleştirdim ve gülümsedim. Kapıyı kapatıp ara sokakta ilerledim.
Etrafa dikkat ederek caddeye çıktım ve çok yakınımdaki taksi durağını gördüm. Ben bardan çıkana kadar hava iyice kararmıştı. Cadde, yılbaşı dolayısıyla led lambalarla süslenmişti ve ışıl ışıldı.
Boş taksilerden birine atladım. Taksici de şoför koltuğuna oturduğunda ona adresi verip geriye yaslandım.
Heyecanlandığımı fark ettiğimde kaşlarımı çattım. Salak salak hislere kapılmamalıydım. Ne vardı ki yirmi altı gün sonra onu göreceksem? Saçmalık.
Taksinin şehir merkezinden uzaklaştığını ve karanlık bir yola girdiğini fark edince kaşlarım çatıldı.
Elimi çantama sokarak yanımda taşıdığım ufak silahımı kavradım.
Sağa çektiğinde iyice gerilmiştim. "Geldik." Dediğinde geldiğimiz yere baktım.
Mezarlık.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Sapık falansan sikerim belanı."
"Abla ne sapığı? Bu adresi verdin buraya getirdim. İstersen kontrol et." Tabiki de kontrol edecektim.
Haritalara girerek adresi kopyalayıp yapıştırdım. Haklıydı. Adres gerçekten de bu mezarlığı gösteriyordu. Araf neden beni bir mezarlığa çağırmıştı?
"Tamam. Siz bekleyin lütfen, buradan taksi falan geçmez."
"Tamam abla, ben bekliyorum sen rahat ol." Taksiden indim ve mezarlığa girdim. Mezarların ufak sokaklar gibi şerit şerit ayrıldığını ve hepsinin bir tabelayla numaralandırıldığını gördüğümde adrese baktım.
46.
Kaldırım taşıyla kaplanmış yolda ilerlerken çevremi de kontrol ediyordum. Mezarlıktaki sokak lambalarının da yanıyor oluşu çok işime gelmişti. Ayrıca akşam vakti hava karanlıkken burada ne işim vardı Allah aşkına?
Araf'ın işlerine akıl sır erdiremiyordum.
46. Sokağı bulduğumda o araya saptım ve mezar taşları arasında ilerledim.
Sonra gözüme o çarptı.
Yağmur Pakgör.
D.T. 05.03.1978
Ö.T. 21.01.2001
Ruhuna Fatiha.
Annemin mezarı.
Hareket edemedim. Adımlarım dondu, ben dondum. Nefes almayı kestim. Her hücrem hareketi kesti ama kalbim atmaya devam etti.
Benimki atsın diye kendi kalbini susturan kadınla karşı karşıyaydım. Kızı nefes alsın diye kendi nefesini kesen kadın. Annemle karşı karşıyaydım. Annemin mezarıyla karşı karşıyaydım.
O her şeyi benim için yapmıştı, kendi iradesiyle, kendi isteğiyle, bile isteye yapmıştı. Ama ben neden böyle hissediyordum? Neden nefesini o vermemiş de ben ondan çalmışım gibi utanıyordum?
Yüzüm yokmuş gibi hissediyordum. Mahçup hissediyordum.
Anne, demek istiyordum mesela.
Özür dilerim, demek istiyordum.
Sesimi bulsam belki derdim. Belki de yüzüm olmadığı için sadece kaçardım.
Anne, benim senin mezar taşına dahi bakmaya yüzüm yok. Nasıl yüzleşebiliriz ki? Nasıl bakabilirim ki o güzel yüzüne?
Bakıyorsun zaten, güzelim. Her sabah aynaya baktığında beni görüyorsun. Sana bakıyorum, seni izliyorum. Seni seviyorum. Kendini suçlama.
Deliriyor muydum?
Neden sanki onun ruhu bana, benim zihnimde cevap veriyor gibi hissediyordum? Neden sanki onun sesini hissetmiş gibiydim? Kulaklarım duymadı, kalbim hissetti. Nefesim, gerçek sahibini bulmuş gibiydi.
Sonunda ufak da olsa hareket edebildim.
Bir adımım geriye gitti.
Kaçacak mıydım? Bu bana yakışır mıydı? Asise'ye? Desise'ye?
Sikerler. Ben şu an ne Asise'ydim ne de Desise.
Ben şu an annesinin küçük kızıydım.
Ben buradayım, anne. Sen neredesin?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro