25★Ağaç Hışırtısı
✦
Pes etmek...
Yaşlar görüşünü bulanıklaştırırken aralanmış dudakları titriyordu. Sözleri sesli söylemişti, sonunda söyleyebilmişti ama hiç farklı hissetmiyordu.
"Kendimi bulmam gerek ve bunu peşimi bırakmayan hatıralarınla yapamıyorum. Seni bırakmam gerek, lütfen, pes etmeme izin ver..."
Yeosang başını gökyüzüne doğru, yağmurun habercisi olan yavaşça süzülen gri bulutlara doğru kaldırdı. Yanakları üşümüştü ama vücudunun geri kalanı dizleriyle üzerine çöktüğü çim açık mavi kot pantolonunu kirletirken hissizdi.
Sessizlikten başka bir şey yoktu.
Ama ne bekliyordu ki? Ona cevap verecek kimse yoktu, on yıl önce sadece bir kez geldiği mezarlıkta tek başınaydı.
Boğazında biriken çığlığı yutarken gözlerini sımsıkı kapattı. Bıkmıştı artık ve tek istediği hayatının her günü onu yiyip tüketen gölgelerden kurtulmaktı.
"Sadece mutlu olmak istiyorum," diye fısıldadı, sesi duyulmuyordu bile. "Çok mu şey istiyorum? Neden mutlu olmama izin vermiyorsun?"
Bu dünyaya doğmayı kendisi istememişti, annesinin hayatını mahvetmeyi ve kimsenin canını yakmayı istememişti ama çaresizce kendi canını yakmayı isterken başkalarını da incitmişti.
"Lütfen annecim..."
Kelime diline değen asit gibiydi, yakıyordu ve hayattayken bir kez bile ona annecim diye seslenmediğini fark etmişti. Anne ifadesini kullanmış olsa bile direkt yüzüne söylememişti.
Ağlamaktan vücudu sarsılırken Yeosang elleriyle kapatarak kızaran gözlerini gizledi. Rüzgar artmaya başlamıştı, kararan gökyüzünden yağurun ilk damlaları düşerken etrafındaki çalılıklar ve ağaçlar sallanıp hışırdıyordu.
"Daha fazla böyle hissetmek istemiyorum..."
Fakat o sözleri annesine mi yoksa kendisine mi sarf ettiğinden emin olamamıştı.
Ellerinin tersiyle gözlerini kuruladı ama artık iyice bardaktan boşanırcasına yağan yağmur pek de yardımcı olmamıştı. Mezar taşının önünde toprağa diz çökmüş halde sessizce yağmur damlalarının yaşananlar adına özür dilemek için getirdiği kırmızı gülün yapraklarına çarpışını izliyordu.
Zaman göz açıp kapatıncaya kadar geçti ve artık kara bulutlarla kararmış gökyüzü güneşin batmasıyla iyice kararmıştı. Yeosang yavaşça ayağa kalktı, vücudu buz gibi ve gergindi ve etrafına yorgun gözlerle bakıyordu. Bir gün o da orada, toprağın altına gömülmüş olacaktı fakat artık hayatının geri kalanını bir ölü gibi boşa harcamayacaktı.
Birden on altı yaşındayken gittiği grup terapisi odasındaki duvara asılmış posteri hatırladı.
"Verecek sevgin varken sev. Yaşayacak hayatın varken yaşa."- Piet Hein
Aldığı derin bir nefesle son bir kez annesinin mezarına baktı, duyduğu tek sesin yağmur ve ağaçların hışırtısı olan bir yerden gerçek bir cevap alamayacağını biliyordu ama yine de sanki ilk kez doğru yöne adım atmış gibi hissediyordu ya da en azından kendisine buna inanmasını söylemişti.
✦
4 AY SONRA
Yeosang örgü kaşkolunu sıkıca boynuna sardı; kış gelmişti ve sanki bu yıl çok daha soğuk geçiyor gibiydi. Kulaklarını dolduran müzikle evine gitmek için metroya bindi.
Boş koltuk yoktu o yüzden kapılardan birinin yanında öylece dikilip telefonuna bakarken dengede durmaya çalışıyordu. Geçen aylarda birçok şey olmuştu ve hala olan bitene ayak uydurmaya çalışıyordu.
İlk olarak artık haftada bir kere terapi alıyordu ki şu anda da bu yüzden evine dönüyordu, ikinci olarak yüksek lisans yapmak için gelecek sene okula geri dönmeye karar vermişti. Kreşteki işini çok seviyordu ama gönülden biliyordu ki onun için doğru bir iş değildi, en azından hayatının geri kalanı boyunca yapamazdı.
Tren bir sonraki durakta durduğunda Yeosang hiçbir yere tutunmadığı için geriye doğru yalpaladı. Neyse ki ayaklarının üzerinde kalarak düşmemişti ama ani korkuyla ve şaşkınlıkla etrafına bakındı.
O anda gözleri metronun içinde, uzaktaki bir şeye takıldı. Daha doğrusu bir kişiye. Gözlerini kısarak bakarken aynı zamanda kaşkolunu yüzünün yarısını kapatacak şekilde sardı. Birbirlerini son kez görmelerinin üzerinden çok uzun zaman geçmişti ama birbirlerini ilk kez gördükleri o andaki gibi bakmaktan kendisi alıkoyamıyordu.
Saçı artık siyah değildi, tekrar koyu sarıya boyanmıştı ve kenarlardan geriye doğru şekil verilmişti; tıpkı hatırladığı gibi görünüyordu. Yeosang birkaç kez gözlerini kırpıştırdı, gördüğünü düşündüğü şeyin gerçekten orada olup olmadığından emin olmaya çalışıyordu.
Ve kesinlikle doğru görüyordu. Oydu, Park Seonghwa oradaydı.
Soenghwa aralarındaki mesafeden onu fark etmemişti ama zaten başka bir şeyle meşguldü. Küçük bir kitabın sayfalarını çeviriyordu, yanındaki küçük kızın sayfaları görmesi için kitabı aşağıda tutuyordu. Yeosang donakaldı, o kız Seonghwa'nın kızından başkası olamazdı.
Koltukların ilerisine bakarken etrafındaki her şey soluklaşmaya başladı. Etrafındaki insanların ve trenin kendi sesi beyninde öten zayıf bir ıslık gibiydi. Sanki yaprakları uçuran rüzgarın sesi gibi.
Kendi düşüncelerinde boğulmuş haldeyken Yeosang neredeyse kendi durağını kaçıracaktı, kapıya doğru hızla ilerlerken son bir kez Seonghwa'nın tarafına bakmaya çalıştı. Onu hiç düşünmediğini söylese yalan söylemiş olurdu. Aksine Seonghwa'yı neredeyse her gün düşünüyordu ama hayatının sonuna kadar böyle gideceği gerçeğini kabul ederek yaşıyordu. Beraber olamasalar bile Seonghwa onun için her zaman özel birisi olacaktı.
✦
"Evine hoşgeldin!" Yeosang evin kapısını açtığı an Wooyoung bağırdı.
Ayakkabılarını tekmeleyerek çıkarıp ceketini astı ve gürültülü arkadaşına katılmak için mutfağa doğru yürüdü. Yeosang üşüyen ellerini birbirine sürttü ve Wooyoung'un omzunun üzerinden bakarken avuçlarına doğru üfledi.
"Güzel kokuyor," dedi, Wooyoung'un pişirdiği yemeğin lezzetli kokusu ve görüntüsüyle ağzı sulamıştı. "San da evde mi?"
"Hayır, yine Jeonghan'la dışarıda," diye cevap verdi Wooyoung ocağı kapatırken.
"Vay canına, gittikçe ciddileşiyorlar demek!" Yeosang az da olsa kıskandığını hissetse de arkadaş grubundaki tek yalnız kişi olmasına rağmen arkadaşları adına mutluydu.
Yeosang ve San sevişirken Wooyoung'un onları basması üzerine evin içinde atmosfer bir süre garip ve gergin geçmişti ama her şey eski haline çok çabuk dönmüştü. En azından görünürde öyleydi. Wooyoung evde değilken San'ın hala garip hissettiği çok belliydi. O zamandan beri Yeosang'la hiç öpüşmemişti ve mümkün olduğunca birbirleriyle konuşmaktan kaçınmaya çalışıyorlardı fakat yaşanan olayla dalga geçmeyi seven Wooyoung'la birlikte yaşamak durumu daha çok zorlaştırıyordu.
San, Jun'la birkaç kez randevulaşmıştı ama moda tasarımcısı iş için denişaşırı ülkeye geri gitmek zorunda kaldığı için ilişkileri son bulmuştu. Uzun mesafe berbat bir şeydi ve sadakat konusunda çok iyi olamayan biriyle ilişkiyi sürdürmek çok daha zordu.
Fakat işler San için çok da kötüye gitmemişti. Bir gün evine yüzündeki kocaman bir gülümsemeyle dönmüştü. Açacak olduğu kafenin iç tasarımı için yardımını isteyen Yoon Jeonghan adındaki müşterisiyle buluşmuştu.
"Kesinlikle. Onun için çok mutluyum," diye mırıldandı Wooyoung ve iki tane kase çıkarmak için dolabın kapağını açtı.
Wooyoung kaseleri ağzına kadar doldurduktan sonra dikkatle masaya, Yeosang'ın önüne koydu. İki arkadaş karşılıklı oturmuş sessiz geçen bir cuma gününün tadını çıkarıyorlardı. Wooyoung her gün olduğu gibi işini anlatırken birden kız arkadaşından bahsedince yüzü aydınlanıyor ama tekrar işinden bahsetmeye geri dönünce somurtuyordu.
Wooyoung yüzünü buruştururken aşırı çirkin görünse de Yeosang kahkaha atmasına engel olamamıştı. Fakat en yakın arkadaşıyla muhabbetinin tam ortasında Yeosang'ın bir anda modu değişti. Kötü anlamda değişmemişti; sanki aklındaki tüm düşünceler bir anda kaybolmuştu, biri hariç.
"Woo?" diye seslendi bakışlarını ona çevirerek. "İki ay önce Yuna'nın benimle tanıştırmak istediği bir iş arkadaşının olduğunu söylemişti, hatırlıyor musun?"
"Evet?" Wooyoung bir kaşını kaldırırken yavaşça masaya doğru eğildi. Yüzündeki ifadeden olayı çoktan anladığı belli oluyordu ama kıvrılan dudaklarını bastırarak gülümsemesine engel olmaya çalışıyordu.
"Sanırım ben hazırım..."
✦
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro