Özel Bölüm (Mirza)
#Edip Akbayram - Şu Metrisin Önü
#Edip Akbayram - Hasretinle Yandı Gönlüm
Bu bölümü anlamanız açısından size biraz açıklamak istiyorum. O yüzden buraları geçmeyin, lütfen. Bölümde tarihler yazıyor ama yine de söylüyorum. İlk kısmı; Mirza'nın ağzından giriş kısmı. Burayı okuduk zaten diyenleriniz geçebilir. Ama mavimiz o kadar emek vermiş diyenlerde vardır illaki (kesinlikle olayı dramatize etmiyorum gğwğdğdğ)
Bölümün ikinci yarısında size bir sürprizim var. Dediğim gibi başlarında tarihler yazılı zaten. Mirza'nın gidişini okumak istemezseniz hemen ikinci kısma geçersiniz.
Yine de anlamadığınız bir şey olursa bana hiç çekinmeden sorabilirsiniz.
Ve bu bölümü silmeyi düşünmüyorum. Yani şimdilik... O yüzden satır arası yorumlarınızı bol bol görürsem beni çok mutlu edersiniz. Bölümleri yazarken resmen vereceğiniz tepkileri merak ede ede yazıyorum gğwğdğğd
Şimdi oy verdiysek başlayalım mı?🥰
Bu güzel çalışmalar için canım Sena'mın ellerinden. Mirza'ya öyle güzel dokunuyor ki... Çok teşekkür ederim aşkım💙 senasnepenthe
*
25.02.2017
Giriş bölümü, Mirza Ulubey'den...
"Oğlum, oğlum..." Arkamdan feryat figan ağlayan annemi ne gözüm görüyordu, ne de duyuyordum. Babam, annemi zorla da olsa eve sokabildiğinde, gözlerim acı içerisinde kapandı.
Bu mahallede doğmuş, bu mahallede büyümüştüm. Sokaklarında koşmuş, bakkalın camını attığım gollerimle kırmıştım.
Burada aşık olmuş, ilk defa birisini canımdan öteye koyarak sevmiştim. Hem de öyle çok sevmiştim ki... Kendimi kaybettiğim an, yine kendimi onda bulmuştum.
Şimdi buradan gitmek... Kurban olduğum dediğim kadından gitmek... Benim için istemeye istemeye sürgün yemekti.
Derin bir nefesi çekmeye çalıştığımda nefes alamadığımı hissettim. Bir haftadır böyleydim, bundan sonra da böyle olacağımı biliyordum.
Öyle bok bir durumun içindeydim ki... Psikoloji namına bir şey kalmamış, tüm beynimin içine etmiştim. Bunu kendi ellerimle yapmıştım.
Bir hafta önce o hastane odasında kardeşim dediğim adamı kaybetmiştim. Kardeşimle birlikte kendimi de... Bana üstünden kalkamayacağım öyle büyük yükler bırakmıştı ki... Altında ezilmiş, o enkazın altında da kalmıştım.
Kurban olduğum dediğim kadını, uğruna kurban olduğum kadını, bana 'kardeşim' olarak emanet etmişti. 'Kendi kardeşinden ayırma' demişti.
'Sevsin' demişti. 'Birisini çok sevsin' demişti benim kardeşi için öldüğümü bilmeden. 'Aşık olsun' demişti. Bizim birbirimize yandığımızı bilmeden. 'Onu kendi ellerinle evlendir' demişti bizim kurduğumuz hayallerimizi bilmeden.
Sonra da ölmüştü.
O odadan iki cenaze çıkmıştı. Kardeşim dediğim adamla birlikte ben de ölmüştüm. Belki üzerime toprak atmamışlardı ama ölmüştüm. Kendimi diri diri gömmüştüm.
Serhat bilmeden öyle çok şey demişti ki... Bilmeden söylediği sözler öyle yangınlara atmıştı ki bizi...
Bizi bilmeden söylediği sözler benim yıkımım olmuştu.
Yıkılmıştım.
Ben, kurban olduğum dediğim kadını kardeşim bilemezdim ki... Ona bu kadar yakınken, bu kadar seviyorken onu kendi ellerimle... Şu dilim söylemeye bile varmıyordu. Dilimin söylemeye varmadığını, nasıl yapacaktım ki?
Yapamazdım...
Şimdi Serhat'ın dediği şeyler ayağıma tıpkı bir pranga gibi takılıp kalmıştı.
Ne kardeşim dediğim adamın sözünün üstüne geçerdim, ne de onu... Öyle bir şeyi düşüncelerimin içine bile sokamıyordum işte.
Başımı iki yanıma doğru salladığımda, yıkılmış bir vaziyette bahçemizden çıktım. Ve çıkmamla birlikte onu gördüm.
Kurban olduğumu...
Bana doğru geliyordu. Ama omuzları öyle çökmüş, gözleri öyle çok yaşla dolmuştu ki... Bir kez daha yıkıldığımı hissettim.
Şu an hissettiğim tek şey yıkılmışlıktı. Ben bir şeyler hissetmeyi onunla öğrenmiştim. Kurban olduğumla...
İlk onu hissetmiş, ilk onda böylesine yanmıştım.
Şimdi belki hissettiğim kadına doğru attığım adımlar toktu, kendimden emindi, ama içim yangın yeriydi.
Benim içim, onun gözleri...
"Gidiyorsun?" Diye fısıldadığında ona doğru koşmak isteyen ayaklarımı zor tutuyordum. Olduğum yere sanki kopmamasını istiyor gibi basıyordum. Çünkü; bir adım atsam ona koşacağımı biliyordum.
Dolu dolu olan gözleriyle gözlerime baktığında, için için 'gitmiyorum' dememi beklediğini biliyordum. Ama diyemedim.
"Gidiyorum," dedim sadece. Öylece kaldı. Ve gözlerinde hayal kırıklığının yanı sıra tek bir duyguyu gördüm. Umudu...
"Bana haber vermedin." Dişlerimi kırmak istercesine birbirine bastırdım.
"Gerek duymadım!" Dediğimde onun ilk yıkılışına imza attığımı hissedebilmiştim. Onun yıkılışını da içimde hissetmiştim.
Mihran'ın o sevdiğim mavi gözleri şaşkınlığını belli edercesine açıldığında, "Ne?" Dedi. Bir şeylere anlam veremediği o şaşkın gözlerinden bile belli oluyordu.
"Duydun," dedim çantamın kulpuna parmaklarımı bastırdığımda. Parmaklarım boğum boğum, elim ise yumruk olmuştu.
"Biz ne olacağız?" Dediğinde mavi gözleri hâlâ umutla bakındı gözlerimin içine. "Ben beklerim seni."
Yapma, yapma kurban olduğum. Yaparsan böyle gidemem ki ben. Sararım seni sıkıca.
"Bekleme," diyebildim. Ve o gözlerindeki umudu parçalara ayrıldı. İlk defa gözlerimi gözlerinden ayırdım. Bakmak istemedim. "Biz diye bir şey yok Mihran. Bekleme beni."
Biz diye bir şey var kurban olduğum... Ama sen yine de bekleme beni.
"Mirza?" Diye fısıldadı. "Ne diyorsun sen? Seviyoruz biz birbirimizi. Bak sorun tayinin çıkması ise ben beklerim seni. Ömrüm boyunca, bu can bu bedenden çıkmadıkça beklerim ben seni." Duraksadığında bana doğru bir adım attı. Attı, attı...
"Tayinim çıkmadı," dediğimde bana doğru gelen adımları sanki olduğu yere çakılmışçasına durdu. "Ben tayinimi istedim." Sözlerim kurşundu sanki. Belki vücuda girmiyordu, kan akmıyordu ama öldürüyordu.
"Sen mi istedin?" Dediğinde sesi titremişti.
Yalvarırım yapma kurban olduğum... Her şey bu kadar zorken sende yapma. Gelme üstüme, açtırma ağzımı, kırdırma kalbini. Yapmak istemiyorum, yaptırma.
"Evet," dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadığımda. "Ben istedim."
Omuzları çöktüğünde, "Ama neden?" Diye fısıldadı. Gözlerinden yaşlar birer birer dökülmeye başlamıştı. Daha üç gün önce gözyaşlarını silen parmaklarım titredi. "Neden yaptın bunu? Biz, biz..." Ne diyeceğini bilemediğinde duraksadı.
"Burada beni tutan bir şey kalmadı." Belki de hayatım boyunca hiç olmadığım kadar net, hiç olmadığım kadar da acımasızdım.
"Seviyorduk," dediğinde elini benim için atan kalbinin üzerine götürdü. İkimizi kalbinde hissettim. "Biz birbirimizi seviyorduk."
Elimi, onun için atan kalbimin üzerine götürmemek için kendimi zor tuttum.
Bacağımı salladığımda bir şeyler yapmam gerektiğinin farkında varabilmiştim. Mihran beni bırakmayacaktı. Bir şekilde aklının da kalbinin de bir köşesinde kalacaktım. Bir şey yapmalıydım ki, aklı da kalbi de ben de kalmamalıydı.
Yokluğumda ağlamak yerine sınavına çalışmalıydı. Beni düşünmek yerine istediği üniversiteyi kazanmalıydı. Beni öyle bir silmeliydi ki... Her şeyi kendisi olmalıydı, kendisi için bir şeyler yapmalıydı.
"Sevmek değilmiş bizimkisi... Çocukça bir şeymiş." Sanki dilimden zehir dökülüyordu. Ve bu zehir en çok beni zehirliyordu. İçin için kanayan yarama kendi ellerimle basıyor, onda kapanmayacak yaralar bırakmaktan kendimi geri koymuyordum.
Mihran başını hızlı bir şekilde iki yanına salladığında, "Hayır hayır..." dedi söylediklerimi inkâr etmek istercesine. "Sen şu an tayinin çıktığı için böyle yapıyorsun. Gittiğin için böyle yapıyorsun. Sen bu değilsin."
Doğru değildim.
Onun gözünden akan tek damla yaş kurban olurdum. Kendi kafama sıkar, ona sıkmazdım.
Ama şimdi ona kendim sıkıyordum.
"İstediğini düşünebilirsin. Ama şu saatten sonra..." dedim. Yutkundum. "Sen yoluna, ben yoluma."
Sen yoluna, ben sana kurban olduğum...
"Seviyorduk," dedi inatla. Benim söylediklerimi duymak istemiyor gibiydi.
"Küçüksün sen, küçücüksün..." dedim sesimi yükselte yükselte. "On dokuzundasın daha. Hissettiğin şeyleri sevgi sanıyorsun ama değil. Sen beni sevmiyorsun."
İşte şimdi anladım.
Gözlerinde gördüm yıkılmışlığı, bitmişliği.
"Sen sadece beni sevdiğini sanıyorsun Mihran."
Birden, "Sakın!" Diye tısladı dudaklarının arasından. "Sakın benim sevdamı küçümseme."
Anladım, onun da bitirdiğini anladım.
"Senin seviyorum deyişlerin, senin kurban oluşların..." Duraksadığında sanki canından can alıyorlarmış gibi yüzünü buruşturdu. Belki canından can almıyorlardı ama kalbinden, beni alıyorlardı.
"Senin uğruma ölüşlerin, senin sevdan yalan olabilir." Sadece gözlerime baktı ve son cümlesini söyledi.
"Ama benim sevdam gerçekti."
Benim sevdam da gerçek kurban olduğum...
Tek bir kelime edemedim, içimden geçenleri söyleyemedim. Sadece baktım gözlerine, bir daha bakamayacağımı bilerek baktım.
Dudaklarımı araladığımda, "Eyvallah..." dedim. Son sözüm bu olduğunda Mihran gözlerime öyle bir baktı ki... Şu son sözümün bizim bitişimiz olduğunu anladım.
Biz bitmiştik.
Ben, bizi bitirmiştim.
Hem de bitirebileceğim en kötü şekilde. Dilim, zehir olmuş bizi zehirlemiş, sözlerim kurşun olmuş bizi öldürmüştü.
Mihran'ın asla doyamayacağım gözlerine uzun uzun baktım. Bir daha böyle uzun uzun bakamayacağımı bile bile baktım... Acısını hissettim.
Daha fazla burada böyle kalamayacağımı anladığımda gözlerimi, gözlerinden ayırarak yürümeye başladım. Arkamdan öylece baktığını hissediyordum.
"Durma..." dedim kendi kendime. Bir kez durursam, gidemezdim. "Bin ve git." Öyle de yaptım. Hızlı bir şekilde arabama bindiğimde, elimde tuttuğum çantamı yanımdaki koltuğa hıncımı almak istercesine fırlattım.
Gözlerim dikiz aynasından Mihran'ın yaşlı gözleriyle birleştiğinde, içim öyle bir acıdı ki... Direksiyonu tutan ellerimi sıktım, sıktım. Biraz daha sıktım.
Gitmem gerekiyordu. Burada böyle durarak, gidemezdim. Öyle de yaptım. Gözlerimi Mihran'ın gözlerinden çektiğimde, gittim.
Mahalleden çıktığım an sıkmaktan morarmış olan ellerimi hızlı bir şekilde direksiyonun içine geçirdim. "Kurban olduğum!" Diye âdeta kükreyerek bağırdığımda, içimde tuttuğum acının yansımasını vurmuştum.
Arabayı kimseyi umursamadan hızlı bir şekilde durdurduğumda, arkamdan gelen bas bas korna sesleri kulaklarıma doldu. Umursamadım. Hızlı bir şekilde arabadan indiğimde, ayağımı tekerleğe geçirdim.
Yapamayacaktım.
Başımı deli gibi arabanın kaputuna vurmaya başladığımda, yanımdan geçen arabanın içindeki insanların bana garip garip bakışlarını fark etsemde umursamadım. Telefonumu cebimden çıkardığımda arayacağım kişinin üzerine basarak, telefonumu kulağıma götürdüm.
Telefon üçüncü çalışında açıldığında, "Amirim?" Dedim. Hemen konuya girmek istiyordum. "Ben vazgeçtim. Gitmek istemiyorum amirim."
"Ne?" Diye bağıran Nevzat müdürün sesi kulaklarıma doldu. "Taşak mı geçiyorsun sen benimle lan?"
"Amirim..." dedim ama ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. "İptal edelim gitmek istemiyorum."
Nevzat müdürün, "Şıçarım babanın baş çanağına," diye bağırdığında kafamı bir daha kaputun üzerine vurdum. "Ulan üç gündür götünde dolanıyorum senin gitme diye. Bir taraflarını yırtıyordun gideceğim diye." Gözlerimi kapatıp, açtım.
"Amirim..." dediğim sıra Nevzat müdür, "Sus!" Diyerek bağırdı. "Adamlar seni bekliyor seni. Çocuk oyuncağı mı sandın sen bu işleri? Oraya geçişin, birimin her şeyin hazırlandı."
Dönüşümün olmadığını anlayabilmiştim.
Sustum.
"Oradakilerin sana ihtiyacı var." Müdürümün söylediği şeylerle birlikte doğrulduğumda, başımı aşağı yukarı salladım.
"Hangi birimdeyim amirim?" Gideceğim yerle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Sadece 'gideceğim' demiştim o kadar. Ötesini, berisini hiçbir şeyi düşünmemiştim.
Nevzat müdürün iç çekişlerini duydum. "Terörle mücadele harekâtı." Duraksadı. "Her şey bekler, görev beklemez oğlum."
Elimi alnıma koyduğumda, "Emredersiniz müdürüm!" Diye bağırdım. Sonrasında telefonu kapattığımda yıkılmış bir vaziyette arabama geri bindim.
Morarmış parmaklarımla birlikte güneşliği kaldırıp önüme set çektiğimde, karşıma çıkan Mihran'ın fotoğrafıyla birlikte öylece ona baktım. Titreyen ellerimi fotoğrafa uzattığımda, gülen yüzünü okşadım.
"Gördün ya kurban olduğum," diye fısıldadığımda parmaklarım gözlerinin üzerinde durdu. "Kaderimiz böyleymiş." Bu kaderi bir yerde başlatan bendim.
"Kaderimize de bir eyvallah çekeriz kurban olduğum."
29.06.2018
Şırnak-Cizre
Mirza Ulubey'den...
Silahımı belime taktığımda yatağıma atlayan Sinan'a ters ters bakışlarımla baktım.
"Yatağı kıracaksın lan?" Çıkışmamla birlikte gevşek gevşek güldüğünde, "Aman be abi..." dedi. "Aramızda bir yatağın lafı mı olur?"
"Siktir git lan! Yatağın lafı mı olacakmış. Götüne sokacağım o yatağı." Sinirli bir şekilde söylendiğimde bu sefer de odaya Ekrem girdi. Birdi şimdi iki olmuşlardı.
"Oğlum eviniz mi yok lan sizin? Kurtulamayacak mıyım ben sizden? Göt kadar odaya üçer, beşer dalıyorsunuz."
Ekrem, "Valla abi senin evin gibisi yok..." dediğinde o da Sinan'ın yanına yattı. Burnumdan soludum. Ev dediği de göt kadar lojmandı. Şırnak'a geldiğim ilk günden beri polis lojmanlarından birinde kalmaya başlamıştım.
Sinan ve Ekrem emniyette tanıştığım ama tanışmaz olaydım dediğim çocuklardı. Ne tesadüf ki kala kala onlarla aynı lojmanda kalıyordum. Evleri üst katta olmalarına rağmen, benim evimden ayrılmıyorlardı.
"Alın amına koyayım alın, sizin olsun."
"Abi özel gününde falan mısın? Ne bu alınganlıklar falan? Hayır yani varsa bir şey bilelim."
Sinan'ın söylediklerinden sonra Ekrem, "Oha!" Diye bağırdığında çatık kaşlarım biraz daha çatıldı. "Lan buraya falan çıkmamıştır değil mi?"
Geri zekalı.
Sinan, "Salak salak konuşma lan!" Dediğinde Ekrem'in kafasına vurdu. "Bir dediğimi de anla mankafa." İkisi de birbirinden boktu.
"Sik sik konuşmayın!" Dediğimde ayağıma botlarımı geçirdim. Normalde onlarla detaylı bir şekilde uğraşır şu konuştuklarına pişman ederdim ama çıkmam gerekiyordu. "İki gün yokum ben. Dolaptan bir gram eksilsin okurum belanızı. Yiyip yiyip sıçmayın ortalığa." Ne zaman dolabı doldursam şu ikisi yüzünden tam takır kuru bakır şeklinde geri buluyordum.
Ekrem, "Yine İstanbul'a mı gidiyorsun abi?" Dediğinde başımı sallamakla yetindim.
"Neredeyse her hafta İstanbul'dasın be abi!" Ekrem duraksadığında aklına yeni gelmiş gibi tekrardan konuştu. "Gerçi Birol herifiyle konuşurken duydum yengemizin sınavı varmış galiba. Sınav mınav motivasyon işleri galiba abi." Kaşlarım çatıldığında, başımı sağa doğru yatırarak kütlettim.
"Ulan sik herif sen bizi mi dinliyorsun?"
"Yo..."
"Sıçarım senin ağzına pezevenk."
"Ortalık yerde konuşan siz, sizi duyduğum için ağzına sıçılan ben. Where is the adalet."
"Bu sefer haklı..." dedi Sinan. Üzerinde Ekrem'e hak vermiş olmanın şaşkınlığı vardı. "Siz ortalık yerde konuşunca biz sizi dinlemiş olmuyoruz. Sadece duyuyoruz o kadar."
"Ben duyuracağım size kendimi..." dediğimde aklımdan geçen fikirle birlikte dudaklarım sinsi bir tebessümle kıvrıldı. İki gece peş peşe devriyeyi sokayımda şunlara o zaman değil beni dinlemek, kıçlarını kaşımaya vakit bile bulamazlardı.
"Abi be ben şu yengemizi çok merak ediyorum. Ne olur bir fotoğrafını göstersen." Ekrem'in söylediği şeyle birlikte gözlerim tehditvari bir şekilde kısıldığında, dişlerimi birbirine bastırdım. Ortalıkta bir yenge varmış gibi bir de yenge diyorlardı.
"Ne alaka oğlum?" Dediğimde başımı 'hayırdır' dercesine salladım. "Sana mı kaldı onu merak etmek?" Hayırdırdı yani? O kimde merak ediyordu? Bir de fotoğraf göster falan diyordu. Bok gösterirdim.
Sinan, "Abim haklı oğlum!" Dediğinde elini hızlı bir şekilde Ekrem'in başına geçirdi. "Sana mı kaldı yengemizi merak etmek?"
Hâlâ yenge diyorlardı. Bilmeden de olsa damarıma basıp duruyorlardı.
Ekrem ağzının içinden, "Sizede bir şey denmiyor amına koyduğum..." diye homurdandı. Bunlarla uğraşılmazdı, adamı laflarıyla on saat oyalar dururlardı.
"Sik sik konuşmayın..." dediğimde komodinin üzerinde duran arabamın anahtarını elime aldım. "Ben gidiyorum. Evi bıraktığım gibi bulamazsam sıçarım."
"Yengemize hayırlı sınavlar," dedi Ekrem. "Dualarım yengemizle. Aman diyim okunmuş pirinçle, şeker yemeden sınava girmesin."
Ne?
"Okunmuş pirinçle, şeker mi?" Dedim merakımı fazla belli etmemeye çalıştığımda.
"Tabii abi..." dedi Ekrem normal bir şeyden bahsediyormuş gibi. "Hiç mi duymadın? Sınava girmeden önce onları yiyecek zihni, aklı açılacak. Bilgiler gelecek. Allah bildiklerini hatırlatacak, attıklarını tutturacak."
"Saçma saçma konuşma," dedim. "Tüm yıl çalıştı, pirinçle şekerle olacak iş mi bu?"
"Valla ben bilmem abi. Ah garip anam her imtihana gireceğim zaman okur üfler bana pirinç yedirirdi." Ekrem anılarına daldığında Sinan, "Oğlum o kadar yedin de sen nasıl böyle oldun?" Dedi.
"Nasıl olmuşum oğlum ben? Neyim var benim lan?"
"Geri zekalı bir şey olup çıkmışsın lan sen..." diyen Sinan'la birlikte, dudaklarım belli belirsiz bir şekilde kıvrıldı.
"Siktir pezo..."
Sinan, "Boş ver abi sen bunu..." dediğinde gözlerini bana çevirdi.
Boş verdim zaten.
"Yengemize selam söyle sen. Bir gün onu da Şırnak'a bekleriz. Hep sen gidiyorsun olmuyor böyle abi." Sıkıntılı bir nefes aldım.
Şu içimdeki yangınımı kimse bilmiyordu. Kimseye İstanbul'a gidiş nedenimi anlatmıyordum. Onlar da böyle kendi kendilerine kafalarında 'yenge' diye kuruyorlardı işte. İnkâr etmiyordum ama cevapta vermiyordum.
Varsın onu yenge diye diye bilsinler.
Aklıma gelen şeyle birlikte, "Birol herifine..." dediğimde dudaklarım yukarıya doğru kıvrıldı. Ekrem ve Sinan'ın gözleri korkuyla açıldığında, gülmeden edememiştim. Birol abi bunların ona herif dediklerini duysa ne yapardı acaba?
"Birol herifine söylerim iki gününüzü yedim. İki gece devriyeyi siz atacaksınız."Söylediklerimden sonra onları ardımda bırakarak yürümeye başladım.
Sinan arkamdan, "Abi hayır ya..." diye bağırdığında Ekrem'de, "Abi köpeğin olayım be!" Diye bağırdı.
Onları umursamadığımda sonunda lojmandan çıkabilmiştim. Hemen arabama binip, yola koyuldum. Yolum uzundu ama sonunda onu görmek vardı. Uzaktan da olsa görmek...
Kendi kendime dertlendiğimde, elimi radyoya uzatarak dertli bir müzik açtım. Edip Akbayram'ın sesi kulaklarıma dolduğunda, camı hafifçe aralayıp sigaramı ateşledim.
Şarkıda, 'Bir tek seni sevdim, gerisi yalan' diyordu.
Öyleydi de. Bir tek oydu.
Devamında da, 'Senin hasretindir, hücreme dolan' diye eklemişti.
Öyleydi. İçim hasretiyle öyle dolmuştu ki... Onun için öyle çok yanıyordum ki... Onu uzaktan görmek bile içimdeki hasretimi dindirmiyor, aksine yangınımı daha da harlıyordu.
İstanbul'a gidipte onun yanına gidememek öyle çok koyuyordu ki... Onu öyle uzaktan izlemek, yanında olamamak...
"Kurban olduğum..." diye bir fısıltı döküldü dudaklarımın arasından.
Kurban olupta yana yana kıydığım...
Düşündüğüm şeylerle birlikte kendime bir 'ah' ettiğimde bu yolculuğun öyle kolay geçip gitmeyeceğini anlamıştım. Sigaram bittiğinde hemen yenisini ateşleyip dudaklarımın arasına yerleştirdim.
Birden aklıma düşen şeyle birlikte kaşlarım çatıldığında, "Saçmalama lan!" Dedim kendi kendime. Böyle demiştim demesine ama yapacağım saçmalığı da düşünmeden yapamıyordum.
Ya olursa?
Ya iyi gelirse?
"Sıçacağım Ekrem, aklıma girdin sıçacağım sana." Sinirli bir şekilde söylediklerimden sonra telefonumu elime aldığımda Devran'ı arayıp hoparlöre verdim.
Devran, "Buyur kardeşim?" Diyerek telefonu açtığında, "Kardeşmiş..." diye homurdandım ağzımın içinden. "Aramasam arayacağın yok."
"Şimdi şöyle abi..."
"Tamam kes..." dediğimde Devran'ın sözünü kesmiştim. Bir saat konuşup duracaktı şimdi. "Bir şey isteyeceğim senden."
"İste tabii abi." Dişlerimi birbirine bastırdım. İsteyecektim ama şimdi diline de düşecektim.
"Şimdi git pirinç, şeker, taş, su ne buluyorsan al. Onları bir güzel okut, üfle. Sonrada Mihran'a ver."
Devran, "Ha?" Dediğinde birkaç tıkırtı kulaklarıma doldu. "Anlamadım abi?"
"Neyini anlamadın lan? Okunacak ne varsa bulup alacaksın işte. Git bir imama falan da okut." Duraksadığımda aklıma gelen şeyle birlikte tekrardan konuştum. "Bana bak kızın sınavı için okutacaksın. Dikkat et adam gibi okusun." Ben bunları ciddi ciddi demiştim değil mi?
Devran, "Mirza kardeşim..." dediğinde kendini gülmemek için tuttuğu o kadar belliydi ki.
"Gül anasını satayım gül." Bunu dememle birlikte Devran gülmeyi bekliyormuş gibi kahkahalarla gülmeye başladığında, "Gevşek herif..." diye ağzımın içinden homurdandım.
Devran'ın gülmesi bir türlü bitmediğinde kaşlarım çatıldı. Gül gül demiştim de böyle de gül dememiştim.
"Devran az kaldı, az!" Dediğimde sesimdeki o tehdit tınısını almış gibi birden sustu.
"Buyur kardeşim ne diyordun sen?"
"Git pirinç, şeker, taş ne varsa topla okut. Bir şekilde de Mihran'a ver yesin."
"Kime okutayım abi bu saatte?" Dediğinde Devran'ın ayaklandığını hissedebilmiştim. "İmam mı kalır bu saate? Hem ne diyeceğim adama al oku şunları mı?" Elimi, saçlarıma götürüp kaşıdım.
"Okuyacak birini bul o zaman..." dediğimde saçma bir işin peşine düştüğümün farkındaydım ama dönemiyordum da.
"Abi ben okusam olmaz mı?"
"Saçma saçma konuşma..." diye çıkıştım. "Cünüp cünüp dolaşıyorsun ortalarda. Sen okusan kızın açılacak olan zihni de açılmaz."
"Ayıp oluyor ama kardeşim şimdi böyle..." He ayıp oluyordu he.
"Ne ayıbı lan? Sanki olmayan bir şeyi dedim." Devran bir şey demediğinde sözlerime devam ettim: "Git annene falan okut. Kadın o kadar hacca gitti, hayırlı iş sonuçta iyi gelir şimdi onun okuması, üflemesi falan."
Devran, "Tamam..." dediğinde sesi sanki benden bezmiş gibi çıkmıştı. "Hadi okuttum ettim, Mihran'a nasıl vereceğim ben bunları? Kız yeminle beni, babam doğurmuş gibi bakar bana." Sesli bir soluk alıp, verdim.
"Saçma saçma konuşma. Sezin'e ver o bir şekilde versin."
"He amına koyduğum he!" Diye bağırdı Devran. "Sezin'e vereyim de aramızda savaş çıksın değil mi?"
"Devran!" Diye bağırdığımda Devran, "Tamam kardeşim tamam..." dedi. "Ona da tamam." Ama ağzının içinden homurdanmalarını duyabiliyordum.
"Eyvallah..." dediğimde tam telefonu kapatacaktım ki Devran'ın yeniden konuşmasıyla birlikte durdum.
"Kardeşim?" Sesi sıkıntılı bir şekilde çıkmıştı.
"Söyle, ne oldu?"
"Ne zamana kadar böyle devam edecek?" Duraksadı. Sıkıntıyla aldığı nefesleri duyabiliyordum. "Ne zaman döneceksin?"
"Bildiğimiz konuları konuşmayalım Devran." Başımı belli belirsiz bir şekilde salladım. "Ben bir yola girdim, sonra da yolumu kaybettim."
"Abi..." dedi Devran. Konuşmasına izin vermeden devam ettim.
"Yolum bir daha düşmez yoluna." Sonrasında telefonu kapattığımda, parmaklarımla direksiyonu biraz daha kavradım. Kendimden hıncımı çıkarmak istercesine sıkıyordum.
Her şey geçiyordu ama bir kendime sinirim, bir de ona hasretliğim geçmiyordu. Ona olan özlemim bitmiyordu. Bitmezdi de zaten biliyordum.
Her şey biterdi,
Bir o ben de bitmezdi.
"Ah be kurban olduğum," dediğimde derin bir iç çekmiştim. Müziğin sesini biraz daha açtığımda, sigaramı çektim içime. Sanki her çekişimde biraz daha sızıyordu düşüncelerime.
Çıktığı varmış gibi...
Derin bir nefesi içime çekmeye çalıştığımda başımı arkaya doğru yasladım. Hızımı arttırdığımda tek isteğim bir an önce ona gitmekti.
Kavuşamasam bile gitmek,
Sarılamasam bile görmekti.
Aradan geçen saatlerde yol ayağımın altından hızla akıp geçtiğinde, on beş saatin sonunda İstanbul'a varabilmiştim. On yedi saatlik yolu kendimi zorlaya zorlaya on beş saate indirebilmiştim. Telefonumu elime aldığımda ekranını açarak saate baktım.
08.10'du.
Mihran'ın sınavına neredeyse iki saat vardı ama evden çıkıp çıkmadığı bilmiyordum. Sınavına yetişmiştim ama çıkıp çıkmadığını öğrenmem gerekiyordu.
Birkaç dakika içinde Devran'ı arayıp Mihran'ın evden çıkmadığını öğrendiğimde, arabamı hemen mahalleye sürdüm. Mahalleye yaklaştıkça sanki ilk defa geliyor gibi heyecanlanıyordum.
Arabamı mahalleye tam sokmadan köşe başında durdurduğumda, kendi arabamla değilde emniyetin arabasıyla geldiğime şükretmiştim. En azından bunu akıl edebilmiştim...
Mihran'ın evini izlemeye başladığımda, gözlerimi bir an olsun ayıramıyordum. Gerçi ayırmak ne kelimeydi, kırpamıyordum bile.
Aradan beş dakika geçtiğinde hâlâ evden çıkamamışlardı. Artık dakikaları geçmiş, saniyeleri saymaya başlamıştım ama yok çıkmıyorlardı. Sınava geç kalacaktı sınava. Geç kalmasa bile trafiğe falan takılsalar, morali düşecekti şimdi.
Ben sinirli bir şekilde bunları düşünürken bahçelerinin kapısı açıldığında oturduğum yerde biraz daha doğruldum. Ellerim böyle sanki bir titremeye başlamıştı.
"Ulan koskoca adamsın. Sanki ilk defa görecekmiş gibi bok bok hareketler." Kendi kendime yediremeyerek söylediklerimle birlikte başımı iki yanıma doğru salladım.
En sonunda açılan bahçe kapısından Mehmet amca ve Nuray teyze çıktığında, aynı anda bizim evin kapısı da açılmıştı. Babam ve annem peş peşe çıktıklarında boğazımın düğüm düğüm olduğunu hissettim. Yüksek ihtimalle Mihran için çıkmışlardı. Ama Mihran daha çıkamamıştı. Gözlerimi anne ve babamdan çekerek Mihranların bahçelerine çevirdiğimde tam o an onu gördüm.
Yeniden nefes aldığımı hissettim.
Sanki yeniden doğmuş gibiydim. Bir haftadır nefes almıyordum da, şimdi onunla nefes almaya başlamış gibiydim.
Kalbim hızlı hızlı atmaya başladığında göğsüm yükselip yükselip indi. Bunun ne demek olduğunu anlatamazdım.
Onu kimselere anlatamazdım.
Mihran dışarıya doğru bir adım attığında gözlerimi ondan bir an olsun ayıramadan, onu incelemeye devam ettim. Üzerinde gri, bilekleri lastikli olan bir eşofman vardı. Eşofmanının üzerine ise siyah, düz bir tişört giymişti.
Şu hâliyle bile öyle güzeldi ki...
Mihran bir adım daha attığında ayağı tam bağlayamadığı bağcığına takıldı. Olduğu yerde sendelendiğinde sanki buradan bir şey yapabilecekmişim gibi yerimde doğruldum.
Kalbim yere düşeceğinin korkusuyla teklediğinde, Mihran'a yakın olan babam hemen Mihran'ı tuttu.
Öylece kaldığım sıra Mihran, babama bakarak öyle bir gülümsedi ki... Elimi, kolumu nereye koyacağımı bilemedim. Onun gülüşüyle birlikte benim de dudaklarım belli belirsiz bir şekilde kıvrıldığında, babam elimi Mihran'ın omzuna koyarak okşadı.
Annem birden koşarak Mihran'a sarıldığında, saçlarını okşamaya başladı. Annem sıkıca sarılıp duruyor, Mihran ise gülümsemeye çalışıyordu ama suratı büzüşmüştü.
"Ah ana ah..." dedim sinirle. "Heyecan yaptırıyorsun heyecan." Mihran onun için önemli olan şeylerde çok çabuk heyecanlanırdı. Bir de böyle sınav zamanları kalabalık ortamları, üstüne gelinmesini falan hiç sevmezdi. Yüzü asılır, bozulurdu.
Ki şimdi de öyleydi.
Yüzü asılmış bir şekilde annemin ondan ayrılmasını bekliyordu.
En sonunda babam, annemi zorlukla da olsa Mihran'dan ayırabildiğinde ben bile buradan rahatlamıştım. Annem, Mihran'a hitaben bir şeyler söylediğinde Mihran gülümsemeye çalıştı. Heyecanlı olduğu için gülümsemesi bile zorakiydi.
Mihran arabalarına yöneldiğinde olduğum yerde dikleştim. Arabamı çalıştırdığımda, onları takip etmeye başladım. Aramızda o kadar az bir mesafe vardı ki... Şu mesafeye rağmen ona gidememek öyle koyuyordu ki...
Aradan geçen bir saatlik bir sürede okula varabildiğimizde, okulun köşesinde boş bir yer bulup arabayı park ettim. Mihran çoktan bahçenin içine girmişti bile. Telefonumu elime aldığımda saate baktım. Sınavına yarım saat kadar bir zaman kalmıştı. Telefonumu yanımdaki koltuğa fırlattığımda gözlerimi Mihran'a çevirdim.
Okulun bahçesinde bir o yana, bir bu yana gidiyordu. İçi içine sığmıyordu farkındaydım. Sağ elini kaldırıp yelpaze gibi önünde sallamaya başladığında, daraldığını anlayabilmiştim. Şu sıcakta saçları onu bunaltıyordu. Ama bir türlü neden toplamıyordu işte onu anlayamamıştım.
Mihran birden sanki benim düşüncelerimi hissetmiş gibi bileğindeki tokasını çıkardığında, başını ters çevirip saçlarının dağılmasına izin verdi.
Yutkunamadığımı hissettim.
Ah o saçları...
Bir zamanlar parmaklarım uzun, yumuşak saçlarının arasında gezinirdi. O önüne düşen saçlarına sinirlendikçe ben onun o saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırırdım. Hatta bazen yamuk, yumukta olsa örerdim. Geçmişte yaşadığımız anların sızısını hissettiğimde, ona dokunan parmak uçlarım uyuşmuş gibiydi.
Bir zamanlar ona dokunan parmaklarım bile ona hasretti.
Başımı arkama yasladığımda gözlerimi bir saniye olsun ayırmadan Mihran'ı izlemeye devam ettim. Saçlarını tepesinde dağınık topuz yapmıştı.
Nuray teyze çantasının içinden küçük bir poşeti çıkardığında, elini poşetin içine atıp pirinç ve şekeri çıkardı. Hah okunmuş pirinçle, şekerimiz de tamdı.
Mihran'ın kaşları çatıldığında yüzünü buruşturdu. Yüksek ihtimalle 'yemek istemediğini' söylüyordu. Ama Nuray teyze onu umursamadı ve hemen Mihran'ın ağzına tıktı.
Mihran'ın, "Anne!" Diyen itirazlarını aramızdaki mesafeye rağmen anlayabilmiştim. Kaşları çatılmıştı ve çatık kaşlarının ardından annesine bakıyordu. Nuray teyze onun bu itirazlarını umursamadığında eline aldığı pirinçleri zorla Mihran'ın ağzına tıktı.
Tam Nuray teyze, Mihran'ın ağzına tıkmaya devam ediyordu ki; Mihran hızlı bir şekilde geriye çekildi. Yüzünü buruşturduğunda, eliyle karnını tuttu.
"Siktir!" Diye tısladım dudaklarımın arasından. Resmen çiğ çiğ pirinç yemişti. Sınav anında karnı ağrırsa o pirinçleri bir güzel Ekrem'e yedirirdim. Onun aklına uymuş çiğ çiğ yedirmiştim bir de.
"İçeri girişlerimiz açılmıştır!" Diye bağıran görevlinin gür sesi kulaklarıma dolduğunda, herkesin bakışları okulun giriş kapısına yönelmişti. Mihran olduğu yerde rahatsızca kıpırdandığında, onun içindeki sıkıntıları ben de buradan bile olsa hissedebilmiştim.
Önce annesine sonrada babasına sarıldığında, sadece ona böyle uzaktan bakmakla yetindim. Şimdi yanında olmak vardı... Yanında olup ona sarılmak, 'başarabileceğini' söylemek vardı.
Ama ben kendi ellerimle her şeyi mahvetmiştim.
Mihran okula doğru birkaç adım attığında gözlerini gökyüzüne çevirdi.
Şimdi gökyüzü, gökyüzüne bakıyordu.
"Yapabilirsin," diye fısıldadığımda Mihran'ın dudakları aralandı. Kendi kendine bir şeyler söylüyordu. "Yapabilirsin kurban olduğum..." dedim tekrardan. Gözlerini kapattı tekrardan dudaklarını kıpırdattı. Ne söylemişti bilmiyordum ama dudakları yukarıya doğru kıvrılmıştı.
Gözlerim o kıvrıma takılıp gittiğinde Mihran gözlerini açtı ve okula doğru ilerledi.
"Yapacaksın," dediğimde içimden onun için dua etmeye başladım. Belki de ilk defa birisi için dua ediyordum.
*
Aradan geçen iki buçuk saatlik bir sürenin sonunda içeriden öğrenciler çıkmaya başladığında, gözlerimle Mihran'ı aramaya başladım. Daha çıkmamıştı. Acaba sınavı nasıl geçmişti?
Gözlerim merdivenlerden inen Mihran'a takıldığında kalbim tekledi. Yüzü gülmüyordu. Bunun nedeni sınavın stresi miydi bilmiyordum ama yüzü düşüktü. Kaşlarım çatıldığında, onu izlemeye devam ettim. Merdivenleri inip durduğunda gözleriyle ailesini aramaya başladım.
Oysa ben şimdi o gözlerinin beni aramasını öyle çok isterdim ki...
Mihran'ın yüzü birden güldüğünde bahçenin içinde koşarak Mehmet amcaya sarıldı. Onların baba - kız ilişkisi bir başkaydı. Bambaşkaydı. Ellerim yumruk olduğunda, kendimi sıkabildiğim kadar sıktım.
Şimdi onun yanında olan, ona sarılan ben olabilirdim. Ama olamıyordum işte. Ben, onun yanında olamıyordum. Anca böyle uzaktan uzaktan kedinin ciğere baktığı gibi bakıyordum.
Hırsla başımı salladığımda, "Geri zekalı," dedim kendime. Kendime olan sinirim bitmiyordu. "Daha bunlar ne ki? Bittin oğlum sen, bittin."
Şu başımı direksiyonun içine geçirmemek için kendimi zor tuttuğumda, Mihran arabaya bindi ve yola çıktılar. Peşlerinden hemen arabayı çalıştırdığımda, ben de yola koyuldum.
Bugün artık kurban olduğumun peşindeydim.
Onu bir saniye bile olsa görmek için peşinde dolanıp duracaktım. Gerçi bu şekilde birazcık şansım varsa anca bahçeye falan çıkarsa görürdüm.
Yarım saat gibi bir sürede mahalleye girebildiğimizde arabamı yine köşe başında durdurmuştum. Çok göze batmamak için fazla yaklaşmak istemiyordum.
Mihran arabadan iner inmez kimseye bakmadan evlerine girdiğinde peşinden Mehmet amcada girmişti. Nuray teyze bizim eve doğru yöneldiğinde derin bir nefesi içime çekmeye çalıştım.
Acaba sınavı çok mu kötü geçmişti? Şu an bunu öğrenmek için atayabileceğim kimsem de yoktu ki. Devran'ı arasam bir şekilde öğrenirdi ama Mihran'ı bu konuda sıkmalarını istemiyordum. Şimdi kesin akrabaları falan onu aramasan diye telefonunu bile kapatmıştı.
Ofladığımda öylece elim kolum çaresiz kalmıştım. Şimdi bu sınav psikolojisinin üzerine kesin uyuyacaktı.
Bunu düşünür düşünmez Mihran'ın balkonunun kapısı aralandığında, Mihran balkona çıktı. Oturduğum yerde dikleştiğimde, elimi yüzüme götürerek sıvazladım.
"Şükürler olsun," dediğimde Mihran balkondaki sandalyesini çekip oturdu. Halsiz ve yorgun görünüyordu. Kollarını trabzanlara dayadığında, daha yeni fark ettiğim bir detay gözlerime çarptı.
Üzerinde yarım yamalak, ne olduğunu anlayamadım, kısa mısa bir şey vardı. Kaşlarım çatıldı.
Üşütüp kalacaktı şimdi.
"Aynen geri zekalı aynen..." dedim. "Haziran ayında üşütüp kalacak." Kendi kendime kızıyordum resmen.
Ne zaman Mihran'ı görsem aklım gidiyordu. Aklımı da kalbimi de alıp götürüyordu.
"Ah be kurban olduğum..." dediğimde içli içli Mihran'a bakmaya devam ettim. Mihran elindeki kekstrasını açıp yemeye başladığında, ben de yeniden bir sigara yaktım. Dün geceden beri kaçındıydı bu sayamamıştım artık.
Sigaramdan çekip dumanını üflediğimde gözlerimi Mihran'dan ayıramamıştım. Ona biraz daha bakmak için kırpmıyordum bile.
Başımı geriye yasladığımda, Mihran'da başını trabzanlara yasladı. Gözlerini benim odamın olduğu yere diktiğinde, sadece öylece baktı.
O, benim odama bakıyordu.
Ben ona...
"Bir bilsen..." diye fısıldadım gözlerimi bir an olsun ondan ayırmadığımda. "Bir bilsen öyle hasretim ki sana kurban olduğum."
*
Nasıl buldunuz?
Bu bölüm normal gelen bölümlerimiz kadar uzun değildi ama Mirza'nın ağzından anca bu kadarını yapabildim gğwğdğcğ baya da zorlandım açıkçası. Umarım beğenmişsinizdir🥰
~Bölümle ilgili anlayamadığınız bir kısım ya da bir eleştiriniz varsa buraya yazabilirsiniz. Asla kırılmam, darılmam.^^
İtiraf * Giriş bölümünü yazarken Mirza'nın bu kadar ağır sözler söylediğini hissedememiştim ama şimdi Mirza'nın ağzından yazarken sözlerinin ağırlığını hissettim. Mihran yerine yeniden kırıldım. * itiraf bitti
Alıntılar için instagram: mavininhikayeleri
Twitter: kendince_yazar0
Sizleri seviyorum.
💙
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro