Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dila'Cihangir

#Sezen Aksu - İstanbul İstanbul Olalı

Yine Dila'Cihangir bölümüyle karşınızdayım. Yan karakter demeden etmeden bölüm yazıp duruyorum ğgğwğdğdğdğ onlara gerçekten çok değer veriyorum. Gerçekten de Dila'Cihangir için yazabileceğim en uzun bölümü yazdım. 5500 kelime civarlarında. Lütfen bu bölümde yorumlarınızı bol bol okuyayım olur mu?

Dila'Cihangir için yazdığım son bölüm diyemem ama uzun bir süre onlara bölüm yazmayacağım diyebilirim. Biraz artık Visal'in normal bölümlerinden devam etmek istiyorum, bilginize🤝💙

Şimdi oy verdiysek başlayalım mı?🥰

Bu güzellik için tozlueditler çok teşekkür ederim aşkım💙 Dila'Cihangir'e olan aşkın🥺iyi kiii🥰

Bu güzellik için de yeastlw çok teşekkür ederim kiii aşkım💙 Senin de Dila'Cihangir olan aşkını biliyorum🥺 iyi ki varsınız💙

*

"Her şey girer yoluna, gündüzün ya da gecenin birinde" demiş, Anna Sewell.

Sahi her şey girer miydi yoluna?

Günlerce de beklesem, günleri geceye de kavuştursam bir şeyler girmezdi artık yoluna.

Çünkü; artık hayatımın merkezinde Cihangir vardı.

Ve Cihangir'in dudakları!

Evet, dudakları.

Dudaklarımın üzerindeki dudakları.

Ne olduğunu anlayamadığım bir anda dudaklarını dudaklarımda hissetmemle birlikte Cihangir deli gibi bir istekle dudaklarımı öpüyor ama ben hissettiğim şaşkınlıktan dolayı tepki veremiyordum. Nefes alamadığımı hissettiğim anda dudaklarımı nefes almak için araladım ve Cihangir bunu kendine fırsat bilmişçesine dilini dudaklarımın arasından soktu. Elleri de hiç durmadan belimi okşuyordu.

Birden bacaklarımın arasında sertleşen erkekliğini hissettiğimde kendime gelerek onu iteklemeye çalıştım. Anladı ve zorluk çıkarmadı. Dudaklarını dudaklarımdan zorlukla da olsa ayırarak geri çekildiğinde titrek bir nefes aldım, gözlerine bakamadım. Onun karşısında güçsüz görünmek istemiyordum ama hissettiğim duygular, şu an içinde bulunduğum durum beni buna itiyordu.

Göğsüm yükselip yükselip indiğinde zorlukla da olsa gözlerimi kaldırıp gözlerine baktım. Tepkimi ölçmek istercesine gözlerini kısmıştı ve kıstığı gözlerinden bile bana olan hayranlığını hissedebilmiştim.

"Sen..." dediğimde sustum. Ellerimi, dudaklarımın üzerine götürmemek için zor tuttum kendimi.

Cihangir... Cihangir gerçekten sınırları olmayan bir adamdı. Konu 'sınırı' olduğunda sınırları olmayan bir adamdı.

"Bir daha sakın..." Elim istemsiz bir şekilde yeniden yüzüne doğru havalandığında parmaklarımı hızlı bir şekilde yanağına geçirdim. Başı biraz olsun bile kıpırdamadı, sanki bunu bekliyormuş gibi gözlerimin içine bakmaya devam etti.

Birden hâlâ havada duran elimi yakalayıp tuttuğunda ellerimizi birleştirmişti. "Bir daha ne?" Sesi sadece yaklaşmakta olan bir tehlikeden ibaretti. "Bir daha ne Dila?"

"Bir daha sakın bunu yapma." Elimi kurtarmaya çalıştım ama bırakmadı. Sanki ikimiz de bir savaş hâlinde gibiydik.

Cihangir, "Ne yapmayayım?" Dediği an dudaklarını dudaklarıma sürttü. Öpmüyor, sadece sürtüp geri çekiyordu.

"Bana dokunma!" Dedim kendimi tutmaya çalıştığım an. Sesimin bile titrememesi için büyük bir savaş verirken, bedenimin titremesi geçecek gibi durmuyordu. "Bir daha sakın beni öpme."

Sözlerim üzerine Cihangir bana biraz daha yaklaştığında tek elini masanın yanından tam bacaklarımın yanına koyarak beni biraz daha kapanına sıkıştırdı. O kadar çok yakındık ki... Anlatamayacağım kadar çok...

Ilık nefesi dudaklarıma dudaklarıma çarptığında, yeşil gözleri dudaklarıma düştü ve yine dudaklarıma baka baka fısıldadı: "Seni sakın öpmeyeyim mi?"

"Öpme..." dediğim an tüm irademin içine sıçıldığını ve bunu da onun yaptığının farkındaydım. Gerçekten şu an bu kadar yakınımdayken irade denen bir şey kalmamıştı. "Çekil Cihangir." Zorlukla konuşmuştum.

Elimi ve kendimi onun kıskacından kurtarmak için zorladığım an masadan inmek için bir hamle yaparak yere doğru kendimi kaydırdım ama o benim bedenimi havada yakalayarak tuttu. Yükselip inen göğüslerim bedenin çarptı. Havada asılı kalan ayaklarımı tutunmak adına istemsiz bir şekilde bacaklarının arkasına doladığımda, sanki artık tek beden olmuş gibiydik.

"Sen gerçekten sınırları olmayan bir adamsın."

Beni biraz daha sıkı sardı. "Konu sınırım olduğunda evet."

Bu sefer kendini tutamayan ben olduğumda onun benden asla beklemediği bir şeyi yaparak dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Beklemediği dudaklarımla birlikte çok kısa bir an şaşırıp kaldığında yine de toparlanması da çok kısa sürerek belimdeki ellerini kaldırarak beni yukarıya doğru havalandırdı. Bacaklarımı bacaklarına doladığım an beni kucağına alarak hemen ardımızda duran duvara yasladı.

Dudaklarımı dudaklarından çektiğimde, "Beni öpme," dedim nefes nefese.

Cihangir'in dudakları yukarıya doğru kıvrıldığında, "Tamam," dedi. "Öpmem." Ve hemen peşinden tekrardan dudaklarıma kapandı. Ellerimi ensesinde birleştirerek beni öpüşüne deli gibi karşılık verdiğimde dudaklarına dudaklarına inledim.

"Benden uzak dur," dedim nefes nefese kalmış bir şekilde dudaklarımı tekrardan ayırdığımda.

"Tamam," dedi yeniden. "Uzak dururum." Ve yeniden dudaklarımı usul usul öptü.

Bir savaş meydanındaydık. Hem savaşıyor, hem de... Hem de işte...

"Seninle asla çalışmayacağım Cihangir." Kısık gözlerim yüzünün el verdiği ölçüde yere attığım sözleşmeye takıldı. Bana zorla imzalattığı sözleşmeye... Şartları; onunla sonsuz bir süreyle çalışmam ve sürekli onun yanında olmam gereken sözleşmeye...

Saçmalık. Koca bir saçmalık.

"Benimle çalışacaksın Dila."

"Çalışmayacağım," dediğimde başımı iki yanıma salladım. "Seninle çalışmayacağım."

Cihangir durdu. Yüzünü eğdiği yüzümden kaldırıp gözlerime baktı. Biraz olsun bile uzaklaşmamıştı.

"Bir kez o sözleşmeyi imzaladın Dila."

"Zorla," dedim, ona laf çarpmayı ihmal etmediğimde. "Benim için geçerliliği yok."

Cihangir alnını alnıma yasladığında, "Sana dair her şeyin bende bir geçerliliği var Dila," dedi.

Başımı iki yanıma salladığımda, "Olmasın," dedim. Çaresizlik boğazımı boğazımı sıktı. "Bana dair hiçbir şey olmasın."

"Bak var ama..." diyen Cihangir dudaklarımı öptüğünde alt dudağımı ısırarak bıraktı. İnlememi bastıramadığım an dudaklarına doğru inledim. "Dudakların var. Sana dair..."

Hissetmek istemiyordum. Karşısında ona karşı koyamaz bir çaresizlikle teslim olmak da istemiyordum.

"Dila," diye fısıldadı Cihangir. "Biz şu an ne yaşıyoruz?" Elleri daha bir sıkı beni kavradı. "Sen şu an benim kollarımdasın. Bizi hissetmiyor musun?"

Hissediyordum.

Nasıl hissetmeyebilirdim ki?

"Hissediyorum." İnkâr etmemin bir anlamı yoktu, duygularımı bastıramazdım. "Seni tanıdığım andan beri hissettim. O gün..." Duraksadığımda kuruyan dudaklarımı ıslattım.

"O gün senin yaktığın alevlerin arasında kaldığımda hissettiğim tek şey gözlerindi. Aklımda kalan tek şey de... O gün beni sarışını da hissettim. Beni yaktığın alevlerin arasından çıkarmaya çalışmalarını da." Ellerimi kollarına dolayarak ona tutunmaya çalıştım.

"Bugün de dudaklarını hissettim." Dudaklarımı hafifçe dudaklarına değdirdim. Öpmedim, sadece hissettim. "Hâlâ hissediyorum."

"Şu saatten sonra beni bırakmayacağını da hissediyorum." Dakikalar sonra belki de ilk defa bir hareket yapıp başını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı.

"Ama..." dediğim an kollarına tutunmayı bırakarak kolumdaki yaramı gösterdim. Gözleri acıyla kapandığı an dişlerini birbirine bastırdı. "Bak bak..." dedim alaylı bir ifadeyle. Gözlerini açtı ve baktı, baktıkça gözlerinin yeşili karardı.

Önce gözlerini...

Hep önce gözlerini.

"Tenimde bıraktığın şu yarayı unutamayacağımı da hissediyorum." Bacaklarımı doladığım teninden çekerek kendimi serbest bıraktım.

"Yara'm olarak gördüğüm seni hayatımda istemediğimi de hissettiğim gibi..." Sözlerimin onun üzerindeki etkilerini fark ettiğimde sersemlemiş hâlini fırsat bilerek kendimi kollarının arasından attım.

"Benden uzak dur Cihangir." Yere attığım sözleşmeyi elime alıp paramparça ede ede yırttığımda kendimde ona bakacak cesareti bulamamıştım. "Bunun benim için bir geçerliliği yok."

Ve onu ardımda bırakarak odadan çıktım.

*

"Anne ben dolanacağım biraz." Anneme bağırdığım sıra ceketimi üzerime geçirerek, kırmızı gömleğimin yakalarını düzelttim.

Annem mutfaktan, "Tamam kızım geç kalma," diye bağırdığında görmeyeceğini bile bile başımı aşağı yukarı sallayarak evden çıktım.

Cihangir'le yaşadığımız o günün üzerinden beş gün geçmişti. Ve ben bu beş günde dışarı çıkmamış, bırakın dışarı çıkmayı başımı camdan bile uzatmamıştım. Genellikle odamda yalnızlığımla, düşüncelerimle savaşmıştım. Sadece bir ara babaannemin getirdiği kadın bana kurşun dökmüştü. Evet, babaannem dediğini yapmış ve bana kurşun döktürmüştü. Ben de o anlarımızı videoya almış ve editini yaparak YouTube kanalıma atmıştım.

Güzel olmuştu ha!

Mahallede geçirdiğim beş günü ve Cihangir'i düşüne düşüne yürüdüğümde en sonunda duraksayarak ayaklarımın beni getirdiği yere baktım. Mehmet amcanın kafesine gelmiştim. Mehmet amcanın Eva'sına...

O yangından sonra asla Eva'nın sokağından bile geçmemişken, kendimi yine Cihangir'e ait bir yerde bulmuştum. Parmaklarım istemsiz bir şekilde kolumdaki yarama dokunduğunda sızısını içimde hissettim.

Kolumdaki sızımla birlikte öylece baktım Eva'ya.

O yangın anı geldi gözlerimin önüne. Cihangir'in yeşil gözleri, beni tutuşu, çıkarışı, sesi...

Derin bir iç çektiğimde, "Ah..." dedim. "Ah Cihangir." Kader onu bu şekilde karşıma çıkarmasaydı, yine çıkar mıydı acaba karşıma? Bir şekilde yine kesişir miydi yollarımız?

Belki... Belki birleşirdi yollarımız. Ama Cihangir olabilecek en kötü şekilde çıkmıştı karşıma. Biz olamayacak kadar kötü bir şekilde...

Keşke... Keşke olmasaydı böyle.

Omzuma dokunan bir elin varlığıyla birlikte olduğum yerde korkuyla sıçradığımda Mehmet amcanın, "Kızım?" Diyen sesi kulaklarıma doldu. Hemen peşinden de tıpkı Cihangir'in gözlerine benzeyen gözleri görüş açıma girdiğinde, "Korkuttum mu?" Diye devam etti sözlerine.

Yok Mehmet amca yok emin ol hiç korkmadım.

"Ben dalmışım da ondan oldu," dediğimde lafları ağzıma gevelemiştim.

"Fark ettim," dedi Mehmet amca. "Kaç kez seslendim duymadın beni."

Ah Mehmet amca ah. Bir bilsen düşüncelerimde oğlunu düşündüğümü... Onu öldürüp öldürüp içimde sürekli yeniden dirilttiğimi...

"Öyle bakıyordum ben ondan dalmışım yani." Mehmet amca saçmalamama karşılık gülümsediğinde, "Nasıl oldun kızım?" Dedi. "Seni de arayıp soramadım, Mirza oğlumla hep konuştuk ama mahçubum sana karşı." Kolum yüzünden, o yangında içeride kalışım yüzünden kendini suçlu hissediyordu.

"Estağfirullah Mehmet amca," dedim. "Ne mahçupluğu? Geçti gitti işte."

"Peki... Bir çay ikram etsem sana kızım? Ya da sen ne istersen." Bir Eva'ya baktım, bir de Mehmet amcaya. İçeriye girmek istiyor muydum ki?

"Olur," dedim birden. "Çay olur Mehmet amca." Sonrasında birlikte içeri geçtiğimizde öylece ayakta kalakaldım. Yanmış Eva'dan eser kalmamış, eskisinden bile güzel olacak şekilde toparlanmıştı.

Ben dışında herkes bir şekilde toparlanmıştı.

Cihangir ve ben birbirimize dağılmıştık.

Zorlukla konuşabildiğim an, "Çok güzel olmuş burası," dedim. "Çabuk toparlanmış."

Mehmet amca, "Öyle..." dediğinde iç çekti. "Mirza oğlum sağ olsun. O yardımcı oldu." Hafifçe tebessüm ettim. Abim herkese yardımcı olur, ihtiyacı olana da ilk o koşardı. Zaten Mehmet amcayla aralarındaki bağ farklı olduğundan bu durum beni hiç şaşırtmamıştı.

Mehmet amcayla karşılıklı bir şekilde köşedeki koltuklara oturduğumuzda iyiden iyiye durgunlaşmıştım. Karşımda da Mehmet amca sanki yaşananlar onun suçuymuş gibi şekilden şekillere girerken ben de kendimi mahçup hissetmiştim. Dilimin ucuna kadar gelen her şeyi tutmam da cabasıydı tabii. Buraya neyi düşünerek gelmiştim, neyi düşünerek Mehmet amcanın karşısına oturmuştum onu da bilmiyordum.

"Mehmet amca," dediğimde devamını nasıl getireceğimi bilmeyerek sustum. "Belki haddim değil bilmiyorum ama..." Konuşamadığım an hızlıca cevap verdi bana.

"Estağfirullah kızım en çok senin haddin. Sor ne istiyorsan."

"Oğlun... Yani Cihangir..." Boğazımı temizlediğimde kendimi toparladım. "Yani Cihangir Bey. Biz senin bir çocuğun olduğunu bilmiyorduk şaşırdık ondan..." İki kelimeyi düzgünce bir araya getirebilsem mantıklı bir şekilde konuşacaktım aslında. "Yani oğlun neden sana bunu yaptı?" Aralarında bir düşmanlık olduğu bariz bir şekilde belliydi ama nedeni neydi?

"Oğlum... O bana ne yapsa yeridir kızım. Gelse yüzüme tükürse sesimi çıkarmam. Sadece keşke Eva'ma dokunmasaydı." Beli büküldü, omzu düştü, başını eğdi.

"Mehmet amca ben... Anlatmak zorunda değilsin gerçekten. Kötü olacaksan..." Elini, kalbine götürerek birkaç defa hafifçe vurdu. "İyiyim kızım iyiyim."

"Eva'mla yıllar yıllar önce Cihangir'de tanıştık... Orada bir turşucuda tanıştık biz. Asri turşucusunda... Dışarıda çok küçük bir masa vardı, orada oturduk birlikte... İlk orada... Daha ilk görüşte sevdik birbirimizi, tutulduk birbirimize. Eva çok zengin bir ailenin kızıydı, benim de durumum belli tabii. Anam yok babam yok." Gözlerindeki hüzün derinleşti.

"Eva'nın ailesi istemedi beni, kabul etmediler. Biz dinlemedik tabii evlendik. Dizilerde filmlerde olur sanıyordum ama beni hiç kabul etmediler, üzerine Eva'yı da reddettiler. Olsun dedik, baktık yolumuza. Sadece birbirimize yuva olduk. İki yıl her şey çok güzel gitti, kendimize küçük bir yuva kurduk, her şeyi toparladık ettik..."

Nefessiz bir şekilde Mehmet amcanın anlattıklarını dinliyordum. Sonunun nereye varacağını, Eva'nın ölümünü ve en önemlisi de bu noktada böyle bir aşktan Cihangir'in nasıl böyle olduğunu...

"Sonra Eva'm hamile kaldı. Oğlumuz doğdu, Cihangir'imiz doğdu. Bizim hikâyemiz Cihangir'de başladı, oradan bir parça da hep bize kalsın istedik, oğlumuza Cihangir dedik."

Cihangir... Ah Cihangir... Hayatımda istemediğim yaram, kopamadığım gerçeğim.

"Cihangir doğduktan hemen sonra Eva'mın kanser olduğunu öğrendik, tedaviye başladık hemen ama yıkım gibiydi, Eva'mı da yıktı geçti işte. İki ay dayanabildi sadece." Mehmet amcanın anlattıklarının ağırlığı kalbime çöreklendiğinde masanın üzerindeki bardaklardan birine su doldurarak Mehmet amcaya uzattım.

"Mehmet amca devam etme lütfen." Devamını her ne kadar merak etsem de anlattıkça yıkılışını gördükçe benim de içim parçalanıyordu.

"İyiyim kızım iyiyim." Böyle diyordu ama hiç iyi gibi durmuyordu. "Eva'mdan sonra Cihangirimde gitti, aldılar benden. İki aylıktı daha." Elini kalbine doğru götürüp sıktığı an kötü bir şey olacağını anladım ve, "Tamam," dedim. "Dinlemek istemiyorum lütfen."

Oturduğum yerden kalkıp hemen yanına geçtim. "İyi misin Mehmet amca?" Gözlerime uzun uzun baktı ve, "İyiyim," dedi kesik kesik nefeslerinin arasından.

"Mehmet amca hastaneye gitmek ister misin?"

"Yok kızım yok." Kalbini sıktı. "Şu kalbimdeki acıyı hangi hastane, hangi doktor geçirir ki? Eva'm yok, Cihangir'im yok. Oğlum... Sadece bir kez dinlese beni, bir kez konuşsa benimle. Eva'mın emanetiydi sahip çıkamadım."

Sustum. Bazen bir şey denmezdi sadece susulurdu.

"Usta mutfakta bir sorun çıkmış da bakabilir misin?" Sert, tok çıkan bir ses Mehmet amcayla aramıza girdiği an hemen ardından tanıdık olmayan o yüzü yanımızda hissettim. "İyi misin sen Mehmet baba?"

Gözlerimi yanımda sanki can alıcı gibi duran bedene çevirdim. Daha önce hiç buralarda görmediğim bir adamdı bu. Uzun boylu, böyle bayağı da kalıplı bir adamdı.

"İyiyim evladım iyiyim." Mehmet amca oturduğu yerden zorlukla kalktı. "Sorun ne? Dila kızım ben iki dakika bakıp geleyim olur mu?" Adamın gözlerini üzerimde hissettim.

"Ben gitsem iyi olur aslında Mehmet amca."

"Olmaz öyle. Bir tatlımızı yemeden bırakmam seni, hem Agah oğlumun tatlıları çok meşhurdur." Şu durumda bile hâlâ bana bir şeyler yedirme derdindeydi.

Mehmet amcanın ısrar edeceğini anladığımda, "Peki..." dedim. Agah'ın gözlerini hâlâ üzerimde hissetsem de ona dönüp bakmadığımda onlar da zaten beni bırakarak içeri geçtiler.

Kalktığım yerime geri oturduğum an soğumuş çayımdan bir yudum aldım. Öylece boşluğa bakar gibi bakmaya başladığımda dışarıda beni izleyen bir beden görmemle birlikte kaşlarım derin bir şekilde çatıldı, gözlerim kısıldı. Bu o gün bahçede de gördüğüm Cihangir'in adamıydı.

Beni takip ettiriyordu.

Ani bir şekilde oturduğum yerden fırladığım an adam arkasını dönüp kaçmaya başladı. Kaçışına rağmen peşinden gideceğim sıra gelen Mehmet amca ve Agah ile birlikte durmak zorunda kaldım.

"Burak'a yardımcı olalım oğlum. Ben ararım zaten ama sen de ara, eksik etme. Bu gece Hasan tek başına idare edemez ama canlı müzik gecesi bir de kalabalık olur." Sorunun ne olduğunu anlayamamıştım ama Mehmet amcanın sesi sıkıntılı çıkmıştı.

Agah, "Ben yardım etsem?" Dediği an Mehmet amca, "Senin mutfakta olman gerekiyor," diye cevap verdi hemen. "Akşama kadar yeni bir garsonu nasıl bulacağız şimdi? Kim geçici süreliğine gelir ki?" İşte şimdi sorunu anlamıştım.

Birden, "Ben olurum," diyerek atıldığımda sesim benden bağımsız bir şekilde yüksek çıkmıştı. "Ben yaparım yani. Tabii sizde isterseniz."

Mehmet amca hemen, "Olmaz kızım," diyerek itiraz etti. "Sen misafirimsin benim, otur tatlını ye hadi. Hem nasıl yapacaksın sen?"

"Yaparım," dedim kendimden emin bir şekilde. Gören de beni evde hiç iş yapmıyorum sanır yani? 'Sanki çok yapıyorsun' diyerek bana laf sokmaya çalışan iç sesimi duymamazlıktan geldim. "Hem iki tabak, iki bardak değil mi? Taşırım işte ben."

Değilmiş. İki tabak, iki bardak değilmiş.

Bunu iki saat içinde kırdığım yedi tabak ve on bir bardaktan anladım.

Mehmet amca haklıymış. Ben gerçekten yapamazmışım. Adam sanki onu zarara uğratacağımı biliyormuş gibi 'hayır' demişti ama ben onu en sonunda 'çalıştığım anın ücretini alacağım' diyerekten ikna ederek hemen işe başlamıştım.

Keşke başlamasaymışım.

Bunu kırdığım yedinci tabak, ve on birinci bardaktan sonra diyorum. İyi ki çatallar bıçaklar kırılmıyordu yani.

Burada tanıştığım Hasan, "Şunları masa on ikiye götür," diyerek tepsiyi elime tutuşturdu. "Ve mümkünse kırma Dila."

"Çok biliyorsun sen," diyerek ağzımın içinden konuştuğumda, Mehmet amcaya kırdığım her şeyin parasını ödeyeceğimi aklıma not ederek elimdeki tepsiyle birlikte yürümeye başladım.

Mutfaktan çıkıp tıklım tıklım dolu olan kafeye göz gezdirdiğimde masa on ikiye doğru ilerledim. Gerçekten de canlı müzik olduğu için fazlasıyla kalabalıktı. "Ben olmasam bu kalabalıkta ne bok yiyeceksin acaba Hasan efendi? Bir de gelmiş bana laf sokuyor." Söylene söylene yürüyordum.

Tam masaların arasına geçeceğim sıra açılan kapının ardından içeri giren Cihangir'i görmemle birlikte adımlarım olduğu yere çakılmışçasına durdu.

Ellerimin tutmadığını hissettiğim an birden elimdeki tepsiyi bırakıverdim ve tepsi ayaklarımın dibini boyladı. Kırılan camları etrafa saçıldı, ama ben ondan çekemedim gözlerimi.

Artık dokuz tabak, ve on dört bardak.

Cihangir, ah Cihangir.

Ve arkadan bir şarkı sözü yükseldi.

"Ah İstanbul İstanbul olalı... Hiç görmedi böyle keder."

Bana doğru bir adım attı, sanki bin adımmış gibi.

"Geberiyorum aşkından... Kalmadı bende gururdan eser."

Bana attığı adımlarını ve arkamızda çalan şarkıyı Agah'ın, "Sen yine mi kırdın Dila?" Diyen sesi böldüğünde gözlerimi Cihangir'den çekememiştim.

Yine mi derken? Gören de tek yaptığım bir şeyleri kırmak sanır yani. Ayıp, iftira!

Cihangir'in kaşları Agah'ı görmesiyle birlikte olabildiğince derin bir şekilde çatıldığında, "Toplarım hemen..." diyerek zorla konuştum. Sesim titrek bir şekilde çıkmıştı. "Topluyorum şimdi." Birden yere eğildim ve kırdığım tabaklarların, bardakların parçalarını toplamaya başladım.

Hemen yanımda duran Agah daha Cihangir'in varlığını fark etmeden, "Tamam süpürürüz şimdi," diyerek yanıma eğildiğinde tam koluma dokunacağı sıra Cihangir'in sert sesini duyduk.

"Dokunma!" Agah'ın eli havada asılı kaldı. "Bırak!" Titreyen göz bebeklerimi Cihangir'e çevirdim. "Elini kesip kanatacaksın. Dokunma." Sözleri banaydı, verdiği göz dağı ise Agah'a... Agah havada asılı kalan elini indirdi.

Cihangir ise heybetli bedeniyle bana doğru bir adım attı. "Kanarsan kanatırım." Elimdeki cam parçalarını bıraktığımda, derince yutkundum.

Agah, "Siz kimsiniz birader?" Dediğinde gözleri Cihangir'e ve birden Cihangir'in arkasında beliren adamlara takıldı.

Mafya bozuntusu.

Olası bir tatsızlığı engellemek adına, "Ben gitsem iyi olacak artık," diyerek eğildiğim yerden doğruldum. Ben konuşuyordum konuşmasına ama Cihangir gözlerini bir an olsun Agah'tan ayırmıyordu. "Zaten Mehmet amcaya da faydadan çok zarar verdim." Babasının adını duymasıyla birlikte gözleri bana çevrildi. Başımı iki yanıma salladım.

Bir sorun çıkarmaması gerekiyordu.

Agah, "Eğer bir sorun varsa Dila," dediği an hızlıca başımı iki yanıma salladım.

"Gerçekten yok." Ben böyle dedim demesine ama Cihangir benim uyarımı umursamayarak, "Var!" Dediğinde sesi keskin bir şekilde çıkmıştı.

"Çok küçük..." Küçük derken yüksekten yüksekten bakışlarıyla Agah'a baktı. "Bayağı küçük bir sorun var." Agah'ı küçümsercesine konuşmuştu.

"Gerçekten yok. Sen, Mehmet amcaya söylersin çıktığımı zaten." Bu iş biraz daha uzarsa Cihangir'in nedensizce her şeyi yakıp geçeceğinin farkındaydım.

Agah, "Tamam Dila," dedi sakince. "Arar söylerim birazdan Mehmet babaya." Gözlerim acıyla kapandığında dişlerimi birbirine bastırdım.

Mehmet babaya...

Bilmeden Cihangir'in damarına, en hassas noktasına bastığının farkında bile değildi.

Kendimi şu an onun yerine koymaya çalıştım ama koyamadım. Kaç yaşındaydı bilmiyordum ama tatmadığı anne baba sevgisinin acısını hissedebiliyordum.

Cihangir'in dudakları tehlikeli bir şekilde yukarıya doğru kıvrıldığı an, "Sen ara Mehmet babanı," dedi. Canı acımıyor muydu? Zor değil miydi böyle durmak?

Ben onun yerine üzüldüğüm an birden Cihangir'in elini, elimde hissettim. Parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdiği an öylece kalakaldım. Ama o durmadı, sözleriyle de kalbimi tekletmek istercesine, adımı da beni de kendisine özel kılmak istercesine konuştu:

"Gidelim Dila'm."

Dila'm...

Ne?

Dila'm mı?

Ne?

Cihangir benim şaşkınlığımdan faydalanıp beni dışarı çıkardığı an hâlâ bir olan ellerimize baktım. Hiç bırakacak gibi durmuyordu, hiç bırakası yoktu.

"Sen ne yapıyorsun?" Dediğimde en sonunda konuşabilmiştim. "Senin burada ne işin var Cihangir?"

"Asıl senin burada ne işin var Dila? Senin burada ne işin var?" Baskılaya baskılaya konuşuyordu.

"Hesap mı soruyorsun sen bana?"

Beni duymadı bile. "Senin sabahtan beri o adamın yanında ne işin var? Ne konuştunuz o kadar ha?" Kaşlarım derin bir şekilde çatıldı.

"O adam dediğin baban mı yoksa..." Cümlemin devamını bile getirmeme izin vermedi.

"Baba deme şu adama, şu adama baba deme." Bağırmamıştı, çağırmamıştı, kısık ama boğuk bir tonlamayla konuşmuştu. Zaten bana bağırarak konuştuğu bir anını da hatırlamıyordum.

Agah'ın içeride Mehmet amcaya, baba demesinin içindeki ateşi daha da harladığını fark edebilmiştim.

Koca adamdı, ailesi içinde yara olan koca bir adam.

"Bu konu hassas noktan farkındayım ama Mehmet amca..." Sözlerimi bölen Cihangir'in yanaklarıma çıkardığı eli olduğunda beni biraz daha kendisine çekti.

"Hassas noktam mı?" Dediğinde sesi alaylı bir şekilde çıkmıştı. Yine aynısını yapıyordu işte. İçinde yaşadıklarını kapatıyor, alaycı bir yaklaşımla üstüne gidiyordu. "Benim tek bir hassas noktam var." Gözlerimin içine baka baka konuşmuştu.

"Nasıl oldu bilmiyorum, nasıl oldu anlamadım. Ama dediğin gibi olsun Dila." Sözleri boğazımda düğüm düğüm olduğunda yutkunmaya çalıştım. "Yaktığım bu kadına tutulmakta benim cezam olsun."

Benim ona söylediğim sözlerin kabullenişiydi bu.

"Yapma," dedim. "Ne kendine ne de bana yapma bunu." Çekiliyordum, ona çekiliyordum. "Bırak artık."

"Dila," dedi, adımdan da benden de kopmak istemezmiş gibi. "Şimdi ben, seni nasıl bırakayım?"

"Olmaz..." dedim üstüne basa basa. "Bizden olmaz. Ne yaptıklarını unutabilirim, ne de söylediklerini. Olmaz." Unuturdum biliyorum, kalp devreye girdiği an unutmam dediklerimi unutur, yapmam dediklerimi yapardım.

"Sadece yan diyorsun yani?"

"Sadece beni bırak diyorum." Ellerimiz hâlâ birdi, gözlerimiz ise bir savaş hâli...

"Tamam bırakayım," dedi Cihangir. Şaşırdım ama belli etmemeye çalıştım. Vaz mı geçiyordu yani, bırakıyor muydu şimdi? "Seni bırakacağım tek şekilde, seni bırakacağım tek yere bırakayım. Yani evine."

Kalakaldım.

Benimle dalga mı geçiyordu?

"Dalga mı geçiyorsun sen?"

"Bırak demedin mi? Evine bırakacağım işte ben de."

"Ya sabır..." dedim ağzımın içinden homurdana homurdana. "Giderim ben evime falan. Gerek yok." Cihangir'in elinden elimi kurtarmaya çalıştım ama bırakmadı.

"Bırakmam," dedi, yeşil gözleriyle içimi görmek istermiş gibi baktığında. "Bırakmıyorum da." Elimi biraz daha sıkı kavradığında beni arabaya doğru yönlendirdi.

Hemen arkasında duran adamlarına karşılık, "Ben kullanacağım," dediği an adamları saygıyla başını eğdi.

Mafya bozuntusu.

Birazda Cihangir'in zoruyla arabaya geçtiğimizde, hiç vakit kaybetmeden yola koyulduk.

"Beni takip ettirmeni istemiyorum artık," dediğimde gözlerimi ona çevirdim. Takım elbisesinin altındaki bedeni gerim gerim gerilmişti. "Bu çok rahatsız edici."

Kaşları çatıldı. "Sana görünmemelerini söylemiştim ben onlara."

"Aman ne görünmemek, ne görünmemek." Sesim alaylı bir şekilde çıkmıştı. "Kabak gibi ortadaydılar."

Cihangir, "Hesabını sorarım," dediği an bu sefer kaşları çatılan ben oldum. Cihangir'in hesap sormaktan kastı tam olarak neydi bilmiyordum ama çok iyi bir şey olmadı belliydi.

Kimsenin benim yüzümden zor durumda kalmasını istemediğimde, "Kimseye bir şey sorma," Dedim. "Konuyu da değiştirmeye çalışma. Beni takip ettirmekten vazgeç artık."

"Tamam ettirmem." Ona neden inanamıyordum acaba?

"Cihangir ben çok ciddiyim."

"Tamam ettirmem dedim işte."

"Sana neden inanamıyorum acaba?"

"Çünkü; benden yapamayacağım şeyler isteyip duruyorsun." Yolda olan gözlerini bana çevirdi. "Bırak diyorsun artık bırakamam." Ah ah... "Vazgeç diyorsun geçemem."  Sadece gözlerinin yeşiline baktım.

Bir şey diyemedim. Bazen bir şey de denmezdi zaten. Susulurdu ve sessizlikten anlaşılırdı.

"Evimin önüne girme," dedim sesim garipten ağlamaklı bir ifadeyle çıktığında. "Birisi görmesin." Gözlerimi ondan çektiğimde Cihangir'in derinden gelen iç çekişlerini duydum.

Cihangir tıpkı dediğim gibi arabayı evimin üst tarafında durdurduğunda, gözlerimi mahallede gezdirdim. Hava kararmaya başlamıştı ve öyle de çok kimse yoktu. Tek tük birkaç kişi vardı o kadar.

Cihangir'e bir şey deyip dememek arasında kaldığımda en sonunda oldukça saçma bir şekilde, "İyi akşamlar," dediğimde gözlerine son kez olsun bakmadan arabadan indim.

Aynen Dila aynen.

Cihangir'de benimle birlikte indiği sıra kaşlarım çatılsa da bir şey demedim. "Hangisi senin odan?" Sorduğu soruyla birlikte gözlerim şaşkınlık içerisinde açıldı.

"Sen ne yapacaksın benim odamı be?" Dediğimde sesim yüksele yüksele konuşmuştum.

Cihangir'in dudakları yukarıya kıvrıldığında, "Hiç..." dedi, umursamaz görünmeye çalışarak. "Belki gelir arada odana falan tırmanırım." İnanamıyormuş gibi ona baktım. Bunu o kadar basit bir şeyi söylüyormuş gibi söylemişti ki...

"Tabii tabii gel..." dedim tıpkı onun gibi umursamazca bir ifade takıldığımda. "Biliyor musun ben saksı çiçeklerini çok severim Cihangir. Odamda da bol bol var. Kafana saksı yemek istiyorsan tabii ki de gel. Ha o da olmazsa abimin kurşununu yersin o nasıl?" Başımı sabır dilercesine iki yanıma salladım.

"Başıma bela oldu yemin ederim başıma bela oldu." Cihangir'in bir şey demesini beklemeden evime doğru yürümeye başladım. "Gerçekten bela oldu başıma. Ya sabır, ya sabır."

Sırtımda hissettiğim yeşil gözlerinin ağırlığı altında yürümeye devam ettiğim sıra aklıma gelen şeyle birlikte istemsiz bir şekilde duraksadım ve gözlerimi ona çevirdim.

"Cihangir," dediğimde ismi daha bir anlamlı dökülmüştü artık dudaklarımın arasından.

"Dila?" Dedi tıpkı benim gibi sadece ismimi söylemeyi tercih ettiğinde. Asla 'efendim' demiyordu, sadece ismimi söylüyordu.

Yeşil gözlerine baktım. Dudaklarım aralandı ama geri kapandı. Dudaklarımın ucuna kadar gelenleri söyleyemedim.

En sonunda, "Hiç," diyebildim sadece. Ve çatılmış kaşlarının ardından kendimi hızlı bir şekilde eve attım. Nefes nefese kalmış bir şekilde salondan içeri girdiğimde bütün ev halkını salonda otururken buldum.

"İyi akşamlar."

Babam, "Hoş geldin kızım," dediği an üzerine abimin çatık kaşları karşıladı beni.

"Neredeydin sen? Yemeğe oturacağız birazdan."

"Eva'ya Mehmet amcanın yanına gitmiştim," dedim sakin çıkan ses tonumla. "Orada oturdum biraz, sonra garsona ihtiyaçları varmış garsonluk yaptım biraz."

Abim, "Sen?" Dediğinde şaşırıp kalmış ve kaşlarını yukarıya doğru kaldırmıştı. "Sen evde iki şeyi götürüp mutfağa koymuyorsun. Sen mi garsonluk yaptın?"

Hemen peşinden annem de, "Valla kızım bu marifetlerini evde de görmek isteriz," dediği an kahkaha ata ata gülmeye başladılar.

Oğlunun anası işte ne olacak!

Babam, "Ellemeyin kızıma," dediği an beni kollarının arasına aldı. Şımarıkça babama sırnaştığımda babamdan da aldığım destekle birlikte abime dil çıkardım.

"Keserim o dilini!" Hemen çıkardığım dilimi geri içeri soktum. Valla keserdi falan şimdi.

Babam, "Yapar benim kızım..." dediği an saçlarımı okşadı. "Para falan almasaydın ya kızım. Adam dükkanını daha yeni yeni toparlıyor zaten." Almamıştım ki zaten, almazdım da.

"Yok," dedim. "Almadım da." Muzip bir ifadeyle alnımı kaşıdım. "Ama kırdığım tabakların bardakların parasını abim halletse iyi olur aslında."

Ve kocaman bir kahkaha tufanı.

*

"Ben çıktım anne." Üzerime kaşe kabanımı geçirdiğimde elbisemin toplanan eteklerini düzelterek indirdim. Mini boy, siyah, uzun kollu, göğüs kısmında çok hafif dekoltesi olan bir elbiseydi.

Babaannemin, "Abin görmesin kız Dila'm seni böyle," diyen sesi kulaklarıma dolduğunda gözlerimi ona çevirdim. Giydiğim kabanımın bile kapatmadığı bacaklarıma bakıyordu.

"Ne yapayım babaanne ya?" Dedim isyan ede ede. "Onu yapma, bunu giyme, o kısa, bu uzun falan fişman diye diye ömrümü yedi. Hem ben onun ne giydiğine karışıyor muyum da o bana karışıyor?"

Babaannem, "Tamam deli kız," dediğinde bu isyan eder hâllerime güldü. "Bir şey derse kulağını çekerim ben onun." Babaannemin yanağına sulu bir öpücük kondurdum.

"Hele kızım senin bacakların üşümeyecek mi böyle ama?" Şimdi üşümeyecek diyemezdim çünkü donacaktım. Ama seviyordum ne yapayım yahu?

"Azıcık üşürüm ama bu elbisemi çok seviyorum."

"Kız eğilince götün açılmaz mı hele bununla?" Kıkırdadım.

"Yok yukarıda denedim tam olarak açılmıyor."

"Tam olarak açılmıyor da ne demektir? Yarısı mı açılıyor kız deli Dila?"

"Yok babaannem yok hiç açılmıyor." Biraz daha durursam elbiseme daha çok laf edeceğe benziyordu. "Hem ben kaçtım hadi. Çok geçe kalmam gelirim." Babaanneme uzaktan öpücük atarak kapıyı açtığımda babaannemin sözleri duraksamamı sağladı.

"Hele dün geceki yakışıklı adamlan mı buluşacaksın?"

Ne? Ne? Ne?

Bizi görmüş müydü yani? Bu babaannemin gözünden bir şey kaçacak mıydı acaba?

"Ne adamı?" Dedim anlamamazlığa yatmaya çalışarak.

"Kızım sen, beni mi yiyorsun? De hele beni mi kandırıyorsun?" Hayır babaanne sadece kendimi kandırmaya çalışıyorum.

Sadece kendimi...

"Maşallah hele pek bir yakışıklıydı. Senin arkandan da bir baktı pir baktı yani. Seviyorsan söyle kızım kaçıralım bak." Söyledikleriyle birlikte gözlerim şaşkınlık içerisinde açıldı. Yok yok babaannem bir günde delirmemişti, hep deliydi hep.

"Babaanne ne sevmesi allah aşkına ya? Sevmiyorum ben kimseyi falan. O sadece..." Duraksadım, bir an söyleyemedim. "Öylesine birisi." Fısıldamıştım.

"Çıkıyorum ben ya, gidiyorum ben. Sevmekmiş... Yok diyorum işte." Söylene söylene evden çıktığımda, "Sevmiyorum işte," dedim. "Neyini seveceğim ben o mafya bozuntusunun?" Kendi kendime konuşa konuşa mahalleden çıktığımda ana caddeye geçerek yürümeye başladım.

"Sevmem... Mafya bozuntusu sevmem." Elimi, alnıma vurdum. "Delirdin kızım delirdin sen. Yedin iyice kafayı valla yedin." Kendimi susturmak için kulaklığımı çıkarıp kulaklarıma geçirdiğimde dün geceden beri beynimin içinde çalan o şarkıyı açtım.

İstanbul İstanbul Olalı'yı...

Yürüdüm, defalarca kez bu şarkıyı dinleye dinleye yürüdüm. Şarkının sözleri beni nereye götürürse oraya yürüdüm.

En sonunda şarkının ve kalbimin beni getirdiği yerle birlikte duraksadım.

Cihangir'deydim.

Asri turşucusunun tam önünde. Mehmet amcanın sözleri tekrardan yer buldu zihnimde: 'Eva'mla yıllar yıllar önce Cihangir'de tanıştık biz. Orada bir turşucuda tanıştık biz... Asri turşucusunda... Dışarıda çok küçük bir masa vardı, orada oturduk birlikte... İlk orada...'

Sanki onların yaşadıklarını yaşıyor gibiydim. Mehmet amcanın anlattıkları sanki gözümün önünde canlanıyor gibiydi.

Kabanımın cebinden telefonumu çıkarıp Cihangir'in hâlâ kaydetmediğim numarasını bulduğumda, kendime hiç düşünme fırsatı tanımadan bulunduğum yerin konumunu yolladım. Gerçi konum yollamama gerek yoktu eğer hâlâ beni takip ettiriyorsa nerede olduğumu da biliyor demekti. Ama ona attığım bu konum açık bir davetti, 'gel' demekti.

Telefonumu sessize alarak tekrardan cebime attığımda içeriye doğru bir adım attım.

Yoğun bir turşu kokusu beni karşıladığında, tezgâhın başında duran yaşlı amcaya, "Merhaba!" Dedim. "Kolay gelsin."

"Sağ olasın kızım, hoş geldin. Gel buyur." İçerisi çok kalabalık değildi ve bu biraz daha rahatlamama sebebiyet verdi.

"Ben..." dediğim an gözlerimi turşularda dolaştırdım. O kadar çok çeşit vardı ki... Kısa bir an ne içeceğimi, ne diyeceğimi bilemedim. "Ne kadar çok çeşit var." Düşüncelerimden geçeni sözlerime de vurmuştum.

Gözlerim bu sefer duvarda asılı duran Adile Naşit ve Münir Özkul'un fotoğrafları ile kesiştiğinde izlediğim o filmlere gittiğimi hissettim. Dudaklarım yukarıya doğru kıvrıldığında amcanın, "Neşeli Günler'i izledin mi kızım?" Diyen sesi kulaklarıma doldu.

"Tabii ki de..." dedim. Nasıl izlemezdim ki?

"Burada çekildi." Gözlerim sonuna kadar açıldığında, "Gerçekten mi?" Dedim. Ve amcayla derin bir sohbetin içine doğru girdik.

Dakikalarca amcayla sohbet ettiğimizde, "Peki sizce turşu sirkeyle mi olur, yoksa limonla mı?" Dedim.

Amca elindeki lahana turşusu dolu olan bardağı uzattığında, "Sirkesiz olmaz," diyerek bana göz kırptı. "Ama limonun da hatrı kalmasın." İçten bir şekilde gülümsediğimde bardağı alarak dışarı çıktım ve camın önündeki küçük masanın önündeki tabureye geçerek oturdum.

Kaç dakika geçmişti bilmiyordum ama Cihangir hâlâ gelmemişti.

Turşumdan bir yudum aldığım sıra hissettiğim tatla birlikte dudaklarımı ısırdım. Gerçekten çok güzeldi...

Tam turşu suyumdan bir yudum daha alacağım sıra Cihangir'in, "Dila?" Diyen sesini duymamla birlikte bardak öylece elimde kalakaldı.

Tıpkı onun gibi ismini söylemek istediğimde, "Cihangir?" Dedim. Aramızdaki mesafeyi koca koca adımlarıyla attığı iki adımda kapattı.

Tam karşıma dikildiği an, "Bir şey oldu sandım," dedi. "Ne oldu? Ne yapıyorsun sen burada?"

"Turşu suyu içiyorum." Gözlerine baka baka bir yudum daha aldım.

"Onu görüyorum." Sesi sert bir şekilde çıkmıştı. Yüzünü hafifçe buruşturdu. Dilinin ucuna kadar gelen cümlelerini yuttuğunu fark ettim.

"Madem görüyorsun kendine de bir bardak kapıp gelsene." Cihangir bu hareketlerime, bu teklifime şaşırıp kaldı.

"Kokar şimdi." Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

"Eee tabii ki de kokacak. Sirkesi var, sarımsağı var sonuçta." Kocaman bir yudum daha aldım. "Hatta hazır gitmişken bana bir bardak daha lahana turşusu getirsene."

Cihangir garip bir ifadeyle yüzüme yüzüme baktığında en sonunda ciddi olduğumu anlamışçasına içeriye doğru yürüdü. "Başını eğ, çarpma."

Onu düşünerek söylediğim sözlerin ardından alık alık yüzüme baktığında, "Tamam," dedi. Tamam dedi demesine de bende olan gözlerini ayıramadığı an alnını kapıya çarptı. Gözlerim kocaman açıldığında dudağımı ısırarak gülmemi tutmaya çalıştım.

Şapşal bir mafya bozuntusu.

En sonunda kendimi tutamayarak güldüğümde hemen arkasında duran adamı öne doğru atılarak, "İyi misiniz Cihangir Bey?" Dedi. O da kendisini gülmemek için zor tutuyordu ve dudağının kenarındaki gülüşünü ise bastıramamıştı.

Cihangir ona ters bir bakış attığında adam hemen dudaklarını birbirine bastırarak geriye çekildi. Bu sefer yeşil gözleri bana çevrildiğinde benim ona olan gülüşlerime bir şey demeyerek hafifçe boğazını temizledi ve hiç bozuntuya vermemeye çalışarak bu sefer başını eğerek içeri geçti.

Çok bir zaman geçmeden elindeki bardaklarla birlikte yanıma geldiğinde masanın üzerine bırakarak, küçük tabureye kararsız bir ifadeyle baktı. "Bu beni taşır mı sence?"

Bir tabureye, bir de Cihangir'e baktım... Şöyle bir inceledim de yani, alıcı gözüyle uzun uzun baktım. Kırabilir miydi acaba?

"Taşır taşır," dedim sanki hassas bir terazide ölçüm yapıyormuş gibi. "Kırıp düşersen de gülerim, bana eğlence çıkar hem."

"Dila!" Dedi sert çıkan sesiyle.

Uzun uzun gözlerine baktığımda ben de tıpkı onun gibi konuştum: "Cihangir." Dudakları aralandı ama bu hâllerim karşısında bir şey diyemeyerek kapandı.

En sonunda, "Ya sabır..." diyerek söylendiğinde tabureye emanet bir şekilde oturdu.

Kısa bir süre birbirimize baktık. Sanki dün akşam değil de yıllardır görüşmemiş gibi...

Ona çok baktığımı, daldığımı fark ettiğimde gözlerimi çekerek turşu suyumdan kocaman bir yudum aldım. Ama o hâlâ bana bakıyordu. "Sen neden içmiyorsun?" Sorumla birlikte gözlerini bardağa dikti.

"Sokak aralarından bir şey yemeyi sevmem. Bardak temiz mi hem belli bile değil. Turşu da pek sevmem zaten."

Ha?

"Ooo..." dediğimde kaşlarımı yukarıya doğru kaldırdım. "Sen bayağı kasıntı bir tipsin. Bardak gayet temiz işte. Bir yudum alsan çok seversin ayrıca."

Az kalmıştı, gerçekten az kalmıştı. 'Allah'ın adını verdim bir yudum iç' diye bağırmama çok az kalmıştı.

Cihangir, "Bizim burada ne işimiz var ben anlamadım ki..." dediği an bardağı eline aldı. "Senin için." Bir yudum aldı ve robotik bir tavırla bardağı geri bıraktı.

Benim için...

"Dila..." dedi kollarını masaya koyup, bana doğru eğildiğinde. "Belirsizlikleri ve beni belirsizliğe sokan durumları sevmem. Ne durumda olursam olayım hep net bir insan oldum." Gözlerini bir an olsun kırpmadan konuşuyordu. "Daha dün gece olmayıp, bugün varsın." Yüzünü yüzüme yaklaştırarak, nefesini yüzüme üfledi.

Dağıldım, sarsıldım.

"Amacın ne Dila?"

Sertti, netti ve bu derinden gelen bir dürtüyle yutkunmama neden oldu.

"Adının anlamını biliyor musun?" Dediğimde sesim titreye titreye konuşmuştum. Buraya ne şekilde gelmiştim, şimdi ne şekildeydim?

Cihangir sorumun anlamını anlayamadığı an kaşları çatıldı ve, "Bilmiyorum," dedi. "İsimlere de anlamlarına da takılmam."

"Peki adının bendeki anlamını öğrenmek ister misin?"

Kaşları yukarıya doğru kalktı. "Sendeki anlamı?"

Başımı aşağı yukarı salladım. "Bendeki anlamını."

"İsterim." Merakla yüzüme baktı. Ne bekliyordu bilmiyordum ama ona adının anlamını verdim.

"Yıllar önce Cihangir'de, tam bu turşucuda, bu masada anne ve babanın hikâyesi başlamış." Pat diye söylediklerimle birlikte karşımda taş kesildi sanki. "Mehmet ve Eva'nın..."

Gözleri oturduğumuz masaya düştüğü an, acıyla kapadı gözlerini. "Dila sus."

"Aşkları burada başlamış, seninle de devam etmiş."

Gözlerini açtı ve benden başka hiçbir şeyi görmek istemiyormuş gibi sadece bana baktı. "Dila sus. Kırarım." Kırardı biliyordum ama susmadım.

Ellerimi masanın üzerine koyarak ben de ona yaklaştım. "Şimdi senin adın; Cihangir'de başlayan bir aşk."

Sanki yıllar önce Mehmet ve Eva'nın oturduğu yerde şimdi biz vardık.

"Cihangir," diye fısıldadım. "Mehmet amcayla konuş." Gözleri daha da bir sertleşti, hem de şimdiye kadar hiç olmadığı kadar.

"Eğer bir kez olsun konuşursan, onu dinlersen..." Duraksadığımda ona sunabileceğim en iyi teklifi sundum: "Seninle çalışmayı kabul edeceğim."

Onunla çalışmam için yapmadığı şey kalmamıştı ve ben şimdi ona kendi ellerimle bunu sunmuştum.

Cihangir dişlerini birbirine bastırdığı an hemen ardından da dudakları tehlikeli bir ifadeyle yukarıya doğru kıvrıldı. "Dila... Dila..." dedi sadece tehlikeyi barındıran ses tonuyla.

"Seni istiyorum," dedi gözlerimin içine baka baka. "Nefes alır gibi istiyorum." Başını biraz daha yüzüme eğdi. "Ben bir şeyi istersem... Bu tarz küçük tekliflere kalmam..." Yeşil gözleri sanki zehirli bir yılanmışçasına üzerimde dolandı. "İstediğimi alırım."

Şimdi kalbim sanki avuçlarının içindeydi. Hafifçe şıkmış ve kalbim çırpmaya başlamıştı.

Cihangir, "Bana bak!" Dediği an parmaklarını çeneme dolayarak ona bakmamı sağladı. Sıkmıyordu, sadece tutuyordu ama üzerimdeki etkisi büyüktü. "Seni zorlamıyorsam beni zorlama." Gözleri bana ilk defa bu kadar sert bakıyordu. Dişlerini birbirine bastırdı.

"Sınırım oldun diye sakın sınırımı zorlama, Dila." Çenemi bıraktığı an oturduğu tabureden kalkarak bana üstten üstten bakışlarıyla baktı.

Dağılmıştım, gerçekten dağılmıştım.

Turşu bardağını eline alıp gözlerime baka baka bir yudum aldığında yüzünü buruşturdu. "Ağzıma layık değil... Basit." Küçümsüyordu. Annesi ile babasının tanıştığı yeri küçümsüyor, görmezden geliyordu.

"Bunun bir iade-i ziyareti olmalı değil mi?" Başını aşağı yukarı salladı. "Yarın akşam sana atacağım adreste seni bekliyor olacağım Dila."

Son sözleri bunlar olduğunda beni ardında bıraktı, ve gitti.

Mehmet ve Eva'nın aşkı Cihangir'de başlamıştı.

Biz ise Cihangir'de hiç başlamadan bittik.

*

Küçük şeylere anlamlar yüklemeyi severim. Cihangir'de bir turşucuda başlayan bir aşk ve Cihangir🤝 Bu turşucu bizim olsun olur mu?

Nasıl buldunuz bakalım?

~Cihangir hakkında ne düşünüyorsunuz?

~Dila hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölümü emojilerle anlatın desem emojileriniz ne olurdu? (🥵🥀)

Eeee bir iade-i ziyaret gerekiyor değil mi? Ama siz ne zaman okursunuz bilemem🥵

Bölüm alıntıları için instagram: mavininhikayeleri

Sizleri seviyorum.

💙

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro