
6.Bölüm: "Öpsem ya seni"
#Zeynep Bakşi Karatağ&Ahmet Aslan - Odam Kireç Tutmuyor
#Sezen Aksu - Perişanım Şimdi
Sizlere bir şey dicem... lütfen şu bölümleri atlaya zıplaya okumayın ya gğwğdğdğ hepiniz için demiyorum ama böyle yapanlar var yani gğwğdğ valla bakın sonra kimin neci olduğunu anlamıyor bana soruyorsunuz. Yanlış anlamayın sorularınızı cevaplarım ama böyle yazdığım bir şeyin bana sorulması yani ne bilim...
Şimdi oy verdiysek başlayalım mı?🥰
*
Duymuştu. Mirza söylediğim her şeyi duymuştu. Kalbim amansız bir ağrının girdabına girdiğinde, sızlamasını en derinlerimde hissettim.
Canım acıyordu.
Söylediklerimi onun duyması neden bu kadar canımı acıtmıştı ki? O zamanında daha kötülerini bana söylemiş, beni paramparça etmişti. Ama bilmiyordum. Hislerim o kadar karmaşık bir hal almıştı ki...
Dolu dolu olan gözlerimi elimin tersiyle sildiğimde, bir hışımla oturduğum yerden kalktım. Dila, telefonunun düşmesiyle paniklemiş ve hemen yerden almıştı. 'Abim' yazısını gördüğümü biliyordu.
"Sen ne yaptığını sanıyorsun Dila?" Dediğimde sesim normal olarak kızgın çıkmıştı. Bu yaptığına gerçekten inanamıyordum.
"Ben... ben..." Dila'nın kekeleyerek söyledikleriyle birlikte kaşlarım daha da çok çatıldığında, başımı olumsuz anlamda salladım. Ben yıllar önce olmuş bir olayın üstünü kapatmaya çalıştıkça, onlar benim üzerime üzerime geliyordu.
"Bir daha sakın!" Dediğimde işaret parmağımı havaya kaldırıp, Dila'ya doğru salladım. "Bir daha sakın böyle bir şey yapma."
Sezin abla, "Aaa sen benim gelinliğimi görmüş müydün Mihran?" Diyerek aramıza girdiğinde, gözlerimi ona çevirdim. Gerçekten mi ya? Gerçekten şu an benim tek derdim bu muydu?
Gözlerimi üçünün üzerinde dolandırmaya başladığımda, "Size de söylüyorum..." dedim. "Kapattığım konuyu bana açtırmayın, kalbinizi kırdırmayın." Gözlerimi Dila'ya çevirdim. "Ben o işi bitirdim." Gözlerinin içine baka baka söylediklerimle birlikte Dila başını yere eğdiğinde, bir şey demedi. Diyecek bir şey de yoktu zaten.
Bitirdim diyordum ama aslında hiçbir şeyi bitirdiğim yoktu. Ve bu benim kendime bile zor ifade ettiğim gerçeğimdi.
Çiçek, "Ye bir kekstra..." dediğinde elinde tuttuğu keki bana uzattı. Dik dik ona bakmaya başladığımda, "Hararetini alır canım," dedi. "Hem tadı güzel hem de ucuz." Takmıştı kekin ucuzluğuna ha.
"Çiçek!" Dediğimde sesim uyarır bir şekilde çıkmıştı. Ama yinede elindeki keki almadan yapamamıştım. Aldığım keki açıp yemeye başladığımda, Çiçek güldü.
Sezin abla, "Benim gelinliğime bakmadık ama..." dediğinde hemen elindeki telefonun ekranını açtı. Gerilen ortamı yumuşatmak için söylediğinin farkındaydım, yoksa gelinliğini önceden görmüştüm.
"Gelinliğini görmüştüm abla," dedim sadece. Üzerimde hâlâ Dila'nın yaptığı şeyin gerginliği vardı. "Kusuruma bakmazsanız ben biraz dinlenmek istiyorum." Yaptığım şey saygısızlık mıydı, varsın olsundu. Ama şu an yalnız kalmak istiyordum.
Sezin abla oturduğu yerden kalktığında, "Tamam canım..." dedi. Sesi anlayışlı bir şekilde çıkmıştı. Bana alınmadığını biliyor, daha doğrusu böyle düşünmek istiyordum. "Sen dinlen biraz." Sezin abla saçımı okşadığında, Dila da peşinden kalktı.
"Özür dilerim Mihran," dediğinde bir şey demedim, sadece başımı salladım. Sezin abla gözlerini hâlâ oturduğu yerden kalkmayan Çiçek'e çevirdiğinde, "Kız," dedi. "Kalksana yerinden. Kukumav kuşu gibi oturup kaldın."
Çiçek, "Ha," dediğinde oturduğu yerden kalktı. "Kovulduk biz şimdi değil mi?" Çiçek'in şakadan da olsa böyle söylemesi kendimi kötü hissettirmişti.
"Saçmalamasana kız," dedi Sezin abla. "Kovulmadık, biz kendimiz gidiyoruz. O, kim bizi kovacak?" Dudaklarımı birbirine bastırdım.
Çiçek, "Yav he he..." dediğinde masanın üzerinde duran kekstraları cebine attı. Ee yok artık ama yani. "Yolda yemeye alıyorum bunları." Sezin abla, çatık kaşlarının ardından Çiçek'e bakmaya başladığında, kolundan tutup onu sürüklemeye başladı. Biraz daha dursa Çiçek tüm evi alıp götürecek gibi duruyordu.
"Yolda yemeye alıyormuşmuş. İki adımlık yolda nasıl yiyeceksin kız sen onları? Valla iyi kilo almıyorsun sen ha! Ben yesem şimdiye yetmiş kilo olurdum. Kız sen kesin fenalığından kilo almıyorsun ha!" Sezin ablanın yakınarak söyledikleriyle birlikte gülmemek için kendimi zor tuttum. Bir anda yine her şeyi unutturmuştu.
Çiçek, "Aşk olsun abla," dedi. "Ne fenalığımı gördün?" Çiçek ve Sezin abla aralarında bir laf dalaşına girdiklerinde, tam yanımda Dila'nın varlığını hissettim.
"Ben gerçekten özür dilerim." Gözlerimi ona çevirdiğimde gözlerinin içinden geçen üzüntüyü fark edebilmiştim. "Böyle yapmamam gerekiyordu.
"Yaptın ve bitti," dediğimde omuzlarımı silktim. "Daha fazla uzatmanın alemi yok artık, üzülme."
Dila başını salladığında, "Sadece," dedi ve ne diyeceğini bilmiyormuşçasına duraksadı. Sanki benden çekiniyor gibiydi. "Abimi suçlama. Bu yaptığımdan onun haberi yoktu. Ben aradım onu ve o da senin sesini duyunca telefonu kapatmadı." Bunu biliyordum zaten. Mirza böyle küçük oyunlara başvurmazdı.
"Biliyorum," dedim sadece. Ve bunlar son sözlerimiz oldu. Evden sonunda çıkıp gittiklerinde, kendimi hızlı bir şekilde odama kapattım. Yatağımın içine girdiğimde, artık tamamıyla kendimle kalmıştım.
Canım öyle çok yanıyordu ki... Hem onun canını yakmıştım hem de kendi canımı. Hâlâ onu düşünebiliyordum.
"Neden?" Diye fısıldadım kendi kendime. Yorganımı başımın üzerine kadar çektim. Işıkların içinde ama bir o kadar da karanlıkta kalmıştım.
"Allah kahretsin," dediğimde elimi kalbimin üzerine doğru götürdüm. Kalbime vurdum. "Ne olur sevme onu! Sevme artık sevme."
Bir gün ona yenilmekten öyle çok korkuyordum ki.
Kendimi tekrardan onun kollarının arasında bulmaktan, ona inanmaktan öyle çok korkuyordum.
"Sevmeyeceğim," diye fısıldadım. Gözlerimi birbirine sımsıkı bastırdım. "Sevmeyeceğim seni." Ve sürekli aynı şeyi tekrarladım.
Sevmeyecektim onu.
*
"Mihran yemek hazır kızım." Annemin bağıran sesi kulaklarıma dolduğunda, elimdeki kalemi masaya fırlatarak, kalktım. Uyuşan bedenimle birlikte dudaklarımın arasından dökülen inlememe engel olamadığımda, hafifçe bedenimi oynattım. Yaklaşık dört saat önce uyanmış, ve aklımdaki düşüncelerle boğulmamak için ders başına geçmiştim. Saatlerdir şu masada oturmuş, matematik çözmeye çalışıyordum. Ee haliyle tüm bedenim de uyuşmuştu.
"Geliyorum," dediğimde odamdan çıktım. İlk defa ders çalışmak beynimin boşalmasına, düşüncelerimin silinmesine engel olmuştu. Düşüncelerimle boğuşmaktan kurtulmuştum.
Mutfağa girdiğimde annemi masayı hazırlarken gördüm. Hemen tabakların içine tarhana çorbasını koymaya başladığımda annem, "Şükür çıkabildin odandan," dedi. "Ne yapıyorsun bilmem ki bu kadar odanda?"
"Ben size soruyor muyum babamla ne yaptığınızı?" Diye ağzımın içinden homurdandığımda, annem duymaz diye düşünüyordum ki, duymuş olduğunu belli edercesine birden cırladı.
"Kız, sen ne diyorsun öyle? Arsız." Yav he he.
Anneme cevap vermediğimde doldurduğum tabakları masanın üzerine koydum. Babam da mutfağa girdiğinde, artık yemeğimizi yemeye başlayabilmiştik. Valla günler sonra belki de ilk defa böyle evimizde yemek yiyorduk. Yani Asiye teyzelerde yiye yiye bir hal olmuştum artık.
"Bir gelip bize yardım etmedin bugün. O kadar kızsınız ama belimiz ağrıya ağrıya biz sardık. Beceriksizler sizi." Annemin homurdana homurdana söyledikleriyle birlikte kaşlarım çatıldı. Sanki ben gidin onlara yaprak sarın diyormuşum gibi konuşuyordu.
"Sarmayın," dedim sadece. "Okula gidiyorum, eve geliyorum ders çalışıyorum, sen daha bana sarma diyorsun." Söylediklerimden sonra annemin kaşları çatıldığında, tam bir şey diyecekti ki; babam konuşmaya başladı.
"Haklı kız. Okulu buranın bir ucunda, yolda yoruluyor. Hem dersleri var bu kızın. Ömceliği dersleri olacak." Babacığım ver elini öpeyim ya.
Babamın sözleri üzerine annem bir şey dememişti ama içinden söylendiğine yemin edebilirdim.
"Ben geçen internette yaprak sarma makinesi gördüm anne. Asiye teyzeyle sana ondan alayım. Kendinizi bu kadar yormayın." Ciddi ama bir o kadar da alaylı bir şekilde söylediğim şeyle birlikte annemin kaşları çatıldı.
"Ney makinesi ney?"
"Yaprak sarma makinesi," dedim.
"Kız o neymiş öyle hele? Her bir bokun da makinesini çıkarıyorlar. Yaprak sarmanın makinesi mi olurmuş?"
"Tabii ki..." dedim bilmiş bilmiş. "Koyuyorsun yaprağı ve içini o sarıyor."
Annem sanki ona çok garip bir şey demişim gibi baktığında, "Salak bu kız," dedi. "Valla benden nasıl oldu bu kız? Yaprağı ben koyacağım, içini ben koyacağım, o kıytırık makinede kendini nimetten sayıp ben sardım mı diyecek. Hayatta olmaz." Kendimi daha fazla tutamadığımda güldüm. Ben ona alayım diyordum ama annem resmen yaprak sarma makinesiyle yarış ediyordu.
Babam da güldüğünde, "İlahi hanım..." dedi. Valla otuz iki yıllık eşiydi ama hâlâ annemin bu hallerine alışamamıştı.
Annem gözlerini ikimizin üzerinde dolaştırdığında, "Ne?" Dedi. "Hakkımı öyle makinelere yedirmem ben."
"Çok haklısın anne," dediğimde çorbamdan bir kaşık aldım. Canım pek bir şey istemediği için böyle oyalana oyalana yiyordum.
"Yarın akşama Firdevsler çağırdı." Babamın söylediği şeyle birlikte annem hoşnutsuz bir şekilde burnunu kıvırdı. Firdevs; benim küçük halamdı. Ve annemin ondan pek hoşlandığı söylenemezdi. Gerçi annem kimden hoşlanıyordu ki, halamdan hoşlansındı yani? Ama ben halamı severdim. Yani kendisi maytap bir kadındı.
Annem, "İyi gideriz," dediğinde bunu babamı kırmamak için dediğini anlayabilmiştim.
"Ben gelemem," dedim. "Yarın hem stajım var hem de sınavlarım yaklaşıyor." Yani stajımın olduğu kısım doğruydu ama sınavlarım falan yaklaşmıyordu. Sadece yarın canım evde keyif çatmak çekmişti. Stajdan geldikten sonra yan gelip yatacaktım.
"Tamam kızım..." dedi babam. Yemeğimizin bundan sonrası sessizlik içerisinde geçtiğinde, masadan kalkan anne ve babamın ardından mutfağı toplamaya başladım. Oh ne ala ya... İkisi de kalkmışlardı ve sadece ben topluyordum.
İçimden söylene söylene mutfağı toparladığımda, hazırladığım cips ve çikolata dolu tabağımı elime aldım. Birazcık keyfime bakıp, kafamı boşaltacaktım. Elimdeki dolu tabağa baktığımda, gülmeden edemedim. Anlaşılan yarın canım pilatesçi ablama uğramam gerekecekti.
Mutfaktan çıktığımda, "Ben odamdayım," diye bağırdım.
Annem arkamdan, "Çıktığın varmış gibi," diyerek homurdandığında, onu duymamazlıktan gelerek, odama çıktım.
Kendimi yatağımın üzerine bıraktığımda, laptopumu açıp, yarım bıraktığım dizilerimden birini açıp izlemeye başladım. How ı met your mother'ın dördüncü sezonunda kalmıştım ve bu sezonu artık bu gece bitirmek istiyordum. Önüme cips ve çikolata dolu tabağımı da koyduğumda, arkama yaslanarak izlemeye başladım.
Aradan geçen dakikalarda iki bölümünü bitirdiğimde, ağrıyan gözlerimi bilgisayarımın ekranından çektim. Böyle çok ekrana baktıkça sanki gözümün içine iğneler batıyor gibi hissediyordum.
Yanımda duran telefonumun ekranı yanıp döndüğünde, telefonumu elime aldım. Gördüğüm numarayla birlikte kaşlarım çatıldı. Mirza mesaj atmıştı. Anlaşılan keyfime limon suyu sıkmak istiyordu. Mesajlarıma girdiğimde, attığı mesajı okumaya başladım.
Gönderen: 0543 *** ** **
Ben seni çok sevdim
Okuduğum mesajla birlikte elimi alnıma doğru attığımda, önüme düşen saçlarımı itekledim. Umursamamaya çalışarak telefonumun ekranını kapatıp, yatağımın üzerine ters bir şekilde koydum.
"Dizi izleyeceğim," dediğimde sanki bunu kendime kanıtlamak istercesine söylemiştim. "Dizimi izlemeye devam edeceğim." Başka bir şey söylememek ve düşünmemek adına dizimin üçüncü bölümünü izlemeye başladım.
Aradan geçen saatlerde, esneyerek bilgisayarımın kapağını kapattığımda, elimi ağzıma doğru götürdüm. Evet, saatlerdir hiç durmadan dizi izlemiş ve dokuzuncu bölümüne kadar gelmiştim. Ama artık bir yerden sonra yorulmuş ve zihnim izlediğim dizi dışındaki her şeyi düşünmeye başlamıştı.
Resmen onu düşünmekten doğru düzgün odaklanamamıştım bile.
Elimi istemsiz bir şekilde telefonuma attığımda, hemen ekranını açtım. Ekranımda bir sürü mesaj vardı. İçimden dolup taşan meraklımla ekranı açtığımda, mesajlarıma girdim.
Gönderen: 0543 *** ** **
Öyle çok sevdim ki seni (22.04)
Gönderen: 0543 *** ** **
Sen de seviyorsun (22.24)
Gönderen: 0543 *** ** **
Ama bitirdin beni değil mi? (22.26)
Bitirdim diyordum ama bu benim için öyle kolay değildi.
Gönderen: 0543 *** ** **
Sildin attın kalbinden (22.30)
Kalbim sıkıştı. Elime kalbime doğru götürdüm.
Gönderen: 0543 *** ** **
Öyle çok pişmanım ki (23.02)
Evet, gerçekten de pişmanlığını çok güzel belli ediyordu. Yaptığı arsızlıklar ve yüzsüzlükleriyle...
Gönderen: 0543 *** ** **
Dört yıl önceye gitmek isterdim (23.48)
Okuduğum mesajla birlikte artık daha fazla dayanamadığımda, gözümden akan bir damla ekranıma düştü. O, belki bilmiyordu ama ben hâlâ dört yıl öncesindeydim. Öyle bir sıkışıp kalmıştım ki orada... Çıkmak istesemde çıkamıyordum.
Tam telefonumun ekranını kapatacağım sıra ekranıma düşen numarayla birlikte öylece kalakaldım. Attığı mesajların üzerine bir de arıyordu. Açıp, açmamak arasında çok kısa bir an duraksadığımda, "Ne var?" Diyerek açtım.
Benim söylediğim şeye karşılık Mirza, "Seni sevdim," dediğinde sesi garip bir şekilde çıkmıştı. Sanki böyle kelimeleri dudaklarının arasında tam döndüremiyor gibiydi.
"At yalanı, at..." dediğimde sesim sinirli bir şekilde çıkmıştı. Az önceki mesajların etkisinden çok kolay bir şekilde sıyrılabilmiştim.
Mirza, "Sevdim..." dediğinde duraksadı. Birden cızırtılı sesler gelmeye başladı ama ne olduğunu anlayamamıştım. "Çok sevdim." Başımı olumsuz anlamda salladığımda, yatağımdan kalkarak kendimi hızlı bir şekilde balkona attım. Biraz olsun hava almak, temiz havayı içime çekmek istiyordum. Derince bir nefesi içime çekmeye çalıştığımda Mirza, "Pişmanım..." dedi. Her bir kelimesinde duraksıyor, susuyordu. "Sen de bunu biliyorsun."
Yeniden sustuğunda ben de hiçbir şey demeyerek sustum. Zaten beni aradığından bile konuşan kendisiydi.
Gözlerimi gökyüzündeki yıldızlardan çekip, aşağıya doğru çevirdiğimde, mavi gözlerim, sokak lambasının altında oturan bir siluete takıldı. Bu kişi Mirza'dan başkası değildi. Asfaltın üzerine oturmuş, kulağına tuttuğu telefonuyla birlikte öylece benim balkonuma bakıyordu.
Benim balkonuma... Bana...
Gözlerimi şaşkınlık içerisinde açmamak için zor tuttuğumda, "Ne yapıyorsun sen orada?" Dedim. Sesim kızgın bir şekilde çıkmıştı.
Mirza, "Sana bakıyorum," dediğinde gözlerini benden ayırmamıştı. Bana baktığını zaten ben de görebiliyordum.
"Mirza!" Dedim dudaklarımın arasından. Sesim sinirli bir şekilde çıkmıştı ama o bunu umursamadı bile.
"Kurban olduğum?" Söylediği şeyle birlikte kaşlarım çatıldığında, "Şöyle deme," dedim. Ama Mirza bunu da umursamadı.
Birden, "Kurban olduğumun kızı..." diye bağırdığında, şaşkınlık içerisinde elimi ağzıma doğru götürdüm. Ve o an anladım ki; Mirza şu an kendinde değildi.
"Manyak!" Diye tısladım dudaklarımın arasından. "Ne bağırıyorsun? Herkesi camlara dizeceksin."
Mirza, "Seviyorum," dediğinde hızlı bir şekilde balkondan içeri girdim. Yavaş bir şekilde odamın kapısını açtığımda, evdeki sessizlikle birlikte bizimkilerin uyuduğunu anlayabilmiştim. Bu onun yüzünden alacağım ikinci riskti ve ilk fırsatta bunu yaptığı için onu pişman edecektim. Parmak uçlarımda merdivenleri indiğimde, anahtarı alarak, kendimi dışarıya attım. Tam karşımda kaldırımın üzerinde oturuyordu. Ve hâlâ benim balkonuma bakıyordu.
Geri zekâlı.
"Sen ne yaptığını sanıyorsun ya?" Dediğimde benim varlığımı fark ederek, gözlerini bana doğru çevirdi. Aramızda mesafe vardı ve ben onun yanına doğru yürüyordum. Yanına doğru yaklaştıkça yüzünde gördüğüm kızarıklıklarla birlikte, gözlerim korku içerisinde açıldı.
"Ne oldu sana böyle?" Dediğimde sesim telaşlı bir şekilde çıkmıştı. Gözünün altı morarmıştı ve dudağının kenarı da kanamıştı.
Mirza, "Ne olmuş?" Dediğinde kelimeler ağzından tam olarak çıkmamıştı. İçmişti. Ve bunu anlamam için ona biraz olsun yaklaşmam yeterli olmuştu. Mirza kolay kolay sarhoş olmazdı. İçkiye dayanıklı bir bünyesi vardı. Yani en azından dört yıl öncesinde öyleydi. Ama galiba şu an öyle değildi. Ya çok fazla içmişti ya da artık kafasını hemen buluyordu.
"Ne yaptın sen böyle kendine?" İstemsiz bir şekilde önüne doğru eğildiğimde, gözlerim yüzündeki yaraların üzerinde dolaşmaya başladı. Sağ elim, Mirza'nın yanağına doğru havaya kalktığında, tam yanağına değeceğim an durdu. Parmaklarımın uçları karıncalandı, göz bebeklerimin içi hasretle titredi.
Mirza'nın gözleri yanağına değdi değecek olan parmaklarıma düştüğünde, "Ne olur," dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. "Ne olur parmakların değsin tenime, eskisi gibi okşa yaralarımı." Gözleri öyle büyük bir istekle bakıyordu ki... Sanki elim yanağına ufakta olsa dokunsa tüm yaraları geçecek gibiydi.
Gözlerim acı içerisinde kapandığında, kendimi tutmaya çalıştım. Ta ki parmaklarımın ucunda hissettiğim dokunuşlara kadar.
Gözlerimi yavaş bir şekilde açtığımda, Mirza'nın dudaklarını parmaklarımın uçlarında gördüm. Öpmüyordu, sadece dokunduruyordu. "Tüm kırgınlıklarından," dediğinde dudakları parmaklarımı okşadı. "İncinmişliklerinden." Dudakları, içimi yaktı. "İçindeki yangınlarından..." dediğinde duraksadı. "Öpsem ya seni." Ve dudakları parmak uçlarımı öptü. Parmak uçlarımın dudaklarıyla birlikte uyuştuğunu ve onun dokunuşlarına hasret kaldığımı hissediyordum.
Derince yutkunduğumda, "Leş gibi kokuyorsun," dedim sadece. Evet, onun söylediklerine karşılık, bunu demiştim.
Mirza, "O kadar mı?" Dediğinde eğilip üzerini koklamaya çalıştı. O koca burnunu, ceketinin üzerine değdirmeye çalışıyor ama değdiremiyordu. Gerçekten çocuk gibiydi.
"Mirza," dediğimde eğildiğim yerden kalktım. Kendimi hızlıca geriye çektiğimde, az önceki yaşadığımız şeylerin etkisinden kurtulmak istedim ama kurtulamadım. Kalbim öyle bir hızda çarpıyordu ki... Ben kurtuldum desem de kalbim dur durak bilmez, söylemezdi.
"Kalk!" Dedim zorlukla. Nefes nefes konuşmuştum. "Evine git."
Mirza, "Evimize gidelim," dediğinde hatırlamak istemediğim anılar, aklımın içinde dolaşıyordu.
Evimize gidelim...
Başımı olumsuz anlamda salladığımda, "Kalk!" Dedim.
"Ne olur," dedi Mirza. "Evimize gidelim." Sağ elimi sinirli bir şekilde saçlarımın arasından geçirdiğimde, "Saçmalama..." dedim. "Kendinde değilsin, kalk evine git."
"Evimize gidersek, evimize giderim." Mirza'nın kurduğu cümleyle birlikte kaşlarım çatıldığında, başımı olumsuz anlamda salladım. Ben, onu kolundan tutup o eve sokmadığım sürece evine gitmeyecekti. İçimden bir ses 'gitmezse gitmesin' derken, diğer sesim ise 'burada üşür' diyordu. Kaldı ki mahalleyi başımıza toplama gibi bir riski de vardı.
Ve ben sadece kalbimi dinledim.
Elimi, cebime attığımda telefonumu çıkardım. Açtığım telefonumdan rehberime girdiğimde, Dila'nın ismini bularak üzerine tıkladım. Evlerinin tek bir ışıkları bile yanmıyordu ama bir ihtimalde olsa Dila'nın uyumamış olmasını düşünmek istiyordum. Hani belki YouTube videosu için edit falan yaparsa...
Çalan telefonum ikinci çalışta açıldığında Dila'nın, "Mihran?" Diyen şaşkın sesi kulaklarıma doldu.
"Abin," dediğimde duraksamak zorunda kaldım. "Aşağıya gelir misin?"
Dila, "Aşağıya mı?" Dediğinde birkaç hışırtılı ses kulaklarıma doldu. "Kötü bir şey mi oldu? Bekle, geliyorum hemen." Dila söylediklerinden sonra telefonu kapattığında, çok bir zaman geçmedi ki; dış kapıları açıldı. Kapıdan çıkan Dila'nın gözleri yerde oturan Mirza'ya düştüğünde, "Abi!" Dedi korkuyla. "Ne yapıyorsun sen orada?"
Dila yanımıza geldiğinde, "Ne oldu?" Diye sordu. Benden bir cevap bekliyordu.
"İçmiş galiba," dediğimde yüzümü buruşturdum. "Eve git diyorum, gitmiyor."
Dila başını olumsuz anlamda salladığında, "Sürekli arkanı toplamak zorunda kalıyorum," dedi. "Sen misin abi, yoksa ben miyim? Benim şu yaşımda kıçı başı dağıtmam şeninde benim arkamı toplaman gerekmiyor muydu ya?"
"Dila!" Diye tısladı dudaklarının arasından Mirza. "Ben, senin ablan değilim abinim farkında mısın? Ve bana kafamın iyi olduğu bir zaman hatırlat seni çok güzel dağıtacağım ben." Şu durumda bile hâlâ böyle konuşabiliyordu ya gerçekten pesti.
Dila, "Aynen aynen..." dediğinde gözlerini bana doğru çevirdi. "Abimi eve sokmamız lazım."
"Sokmamız?" Dedim soru sorar bir şekilde. Oysa ben, Dila'ya bırakıp gitmeyi düşünüyordum.
"Ne yapayım?" Dedi Dila. "Ayı gibi cüssesi var. Ben, onu tek başıma nasıl sokayım eve?" Gözlerime kedi yavrusu gibi bakmaya başladığında, ben onun aksine Mirza'ya bakıyordum. Oturduğu yerden kalkacağa benzemiyordu.
"Mirza," dedim en sonunda konuşabildiğimde. "Kalk hadi."
"Evimize gidelim." Hay evimize de sanada.
Dila, "Evinize mi?" Dediğinde sesi şaşkın bir şekilde çıkmıştı. "Sizin eviniz mi var?"
"Saçmalama," dediğimde elimi Mirza'ya doğru uzattım. "Kendi kendine kalkmayacak bu. Bir yanından sen tut, diğer yanından ben." Dila başını salladığında, Mirza'nın kolunun altına girdi. Ama ben öyle giremezdim ki.
Mirza sanki bu anı bekliyormuş gibi kolunu havaya doğru kaldırdığında, benim gireceğim yeri de açmış oldu.
Dila, "Dünden hazır ha!" Dediğinde Mirza'nın kolunun altına girmedim. Kolunu tuttuğumda, "Bana bak!" Dedim. "Sabrımın sonlarındayım. O yüzden adam gibi yürü." Gerçekten de sonlarındaydım.
"Ve sen sabrının sonlarındayken bile çok güzelsin." Mirza'nın dudaklarının arasından dökülen cümleyle birlikte istemsiz bir şekilde duraksadım. Gözleri sadece gözlerime bakıyordu.
Dila, "Oha!" Diye bağırdığında sesindeki şaşkınlığı fark edebilmiştim. Ama ben hiç şaşkın değildim. "Boş zamanlarında şiir falan mı okuyorsun sen abi? Başıma âşık olup çıktın." Dila konuşuyordu ama bizim onu umursamadığımız pek söylenemezdi.
Sadece birbirimize bakıyorduk.
Ta ki Dila'nın, "Gençler bakışmanızı böldüm ama girmemiz gereken bir ev var," diyen sesine kadar. Daldığım dibi sonsuz bir kuyu olan gözlerden sıyrıldığımda, tekrardan yürümeye başladık. Bir an önce Mirza'yı eve sokup, gitmek istiyordum.
Sonunda evin içine girebildiğimizde, Dila, "Annem görse var ya ağzımıza sıçar," dedi. Benim, ona baktığımı fark ettiğinde, gözleriyle Mirza'nın ayakkabılarını gösterdi. Haklıydı. Kir, pas olmuş ayakkabısıyla eve girmişti. Biz de çıkaramamıştık. Ama Asiye teyze onu böyle görse çırasını okurdu.
"Yapacak bir şey yok," dedim merdivenlere doğru yöneldiğimizde. "Yarın verin eline bir bez temizlesin."
Dila, "Tabii tabii," dediğinde bu dediğime inanmadığı her halinden belliydi.
"Yalnız bir şey diyeceğim," dediğinde Dila âdeta fısıldamıştı. "Abim, yâr'ına yüklenemiyor, tüm yükü canı'na yükledi resmen."
Yâr'ına...
Boğazıma kocaman bir yumru oturduğunda, "Çok konuşma," diyebildim sadece.
"Ben konuşmayım konuşmasına da. Abimin bu yaptığı resmen, işte yâr, işte mal gibi bir şey oldu." Şu an Dila'yı duymamazlıktan geliyordum. Çünkü; bu daha iyi bir tercih oluyordu.
Merdivenleri çıkmaya başladığımızda, birden merdivenlerin sonunda gördüğümüz Asiye teyzeyle birlikte öylece kalakaldığımızda, Asiye teyzenin gözleri korku içerisinde açıldı. "Oğlum," diyerek bize doğru atıldığında, Dila, "Aman anne..." dedi. "Valla uçarız merdivenlerden." Asiye teyze ellerini Mirza'nın yaralarının üzerine koyduğunda, "Ne oldu böyle sana?" Dedi.
"İyiyim," dedi Mirza sadece. "Bir şey yok. Boşa telaşa kapılma hemen." Böyle diyordu demesine ama karşısındaki insan da bir anneydi. İllaki telaşa kapılırdı.
Asiye teyze, "Oğlum benim," dediğinde gözlerini birden bana doğru çevirdi. Sanki benim burada olduğumu yeni görmüş gibiydi.
"Mihran?" Dedi şaşkınca. Ama çokta şaşırmamış gibiydi. Şu durumda ne diyeceğimi bilemediğim için sustum. Zaten mantıklı bir açıklamam da yoktu.
"Anne," dedi Mirza. "Sen yat." Sonrasında gözlerini Dila'ya çevirerek konuştu: "Sen de yardım et, sonra kaybol."
Asiye teyze, "Oğlum nasıl yatayım ben, sen şu haldeyken?" Dediğinde Mirza itiraz istemez bir tonda konuştu. "Anne yat dedim sana." Herkesi yatırıp, gönderdiğine göre güvendiği kişi ben miydim?
"Ben," dediğimde ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. Mirza gözlerini bana çevirdi.
"Sen," dediğinde tıpkı benim gibi duraksadı. "Sen sadece kal!" Sesi içinde kalan son umuduyla yalvarır gibi çıkmıştı.
Ne yapacağımı bilemediğim vakitlerde biz öylece merdivenlerde kalmıştık. Ardıma bile bakmadan gitmem gerekiyordu değil mi? Ama ben neden gidemiyordum?
Gözlerimi Asiye teyzeye çevirdiğimde, onun anlayışlı bir ifadeyle bana baktığını gördüm. Bir şeyler bildiğini zaten tahmin ediyordum ama bana böyle bakması... Gözlerini kapatıp açtığında, başımı sadece salladım. Asiye teyze indiği merdivenleri gerisin geri yukarı çıkıp odasına girdiğinde, Dila'yla birlikte Mirza'yı çıkarmaya devam ettik.
"Nefret ediyorum," dedim. Ama bunu daha çok kendi kendime söylüyorum gibi olmuştu. "Beni düşürdüğün şu durumdan nefret ediyorum. Her şeyi zora koymandan nefret ediyorum." Mirza'nın odasına girdiğimizde Dila daha fazla Mirza'yı taşımadı ve kolunun altından çıktı. Mirza hızlı bir şekilde yatağının üzerine düştüğünde, dengemi sağlayamadım ve dizlerinin üzerine düştüm.
Hissettiğim şaşkınlığımdan dolayı ne yapacağımı bilemediğimde, nefesim sıklaştı. Göğsüm hızlıca yükselip, indi. Elimi, kolumu nereye koyacağımı bilemedim. Ama benim aksime Mirza o kadar rahattı ki...
Elini, belime koyup kendisine doğru çektiğinde, göğsüm göğsüne doğru çarptı.
"Ne yapıyorsun?" Dememe kalmadan, alnını alnıma yasladı.
"Ben de nefret ediyorum," diye fısıldadı yüzüme doğru. Bunu az önceki söylenmelerime karşılık olarak söylemişti. "Sana bunları yaşattığım için kendimden nefret ediyorum."
"O zaman yapma," dediğimde geriye doğru çekilmeye çalıştım ama çekilemedim. İrademin sonlarında olduğumu hissedebiliyor, kendimi tutmaya çalışıyordum.
Mirza, "Elimde değil," dediğinde, elleri belimi okşamaya başladı. Daha fazla buna dayanamayacağımı anladığımda, Mirza'nın üzerinden kalkmaya yeltendim. Yaptığım hareketle birlikte Mirza, "Siktir!" Dediğinde dişlerini birbirine doğru bastırdı.
"Kurban olduğum," dedi. Sesi acı çeker gibi çıkmıştı. "Neyin üzerinde tepindiğine dikkat et!" Mirza'nın söylediği şeyle birlikte gözlerimi şaşkınlık içerisinde açmamak için zor tuttum. İma ettiği şeyi anlamak çokta zor olmasa gerekti.
"Terbiyesiz," dediğimde hızlı bir şekilde Mirza'nın üzerinden kalktım. Tabii kalkarken de baya bir tepinmiştim ve bu Mirza'yı iyice bir zor duruma sokmuştu. Elini alnına doğru koyduğunda, sakinleşmeye çalıştığı belliydi.
"Gerçekten," dediğimde kaşlarım çatık bir şekilde Mirza'ya bakmaya devam ettim. "Öyle bir manyaksın ki..." Mirza elini alnından çektiğinde söylediklerime karşılık güldü. İşte manyak olduğu buradan belli oluyordu. Bir insan ona kötü söz söylenince güler miydi? Mirza utanmasa 'yarabbi şükür' diyecekti yani.
Mirza, "Sen beni manyak ettin," dedi. "Sen, beni manyağın ettin." Hasta. Umursamamaya çalıştım. Ama o durmadı.
Ve en sonunda, "Seviyorum," diye bağırdı. Yok artık ama ya.
"Sussana manyak," diyerek çıkıştım hemen. "Aslan amcayı uyandıracaksın." Zaten bir uyanmayan Aslan amca kalmıştı, o da uyansa ne yapardık hiç bilmiyordum. Mirza söylediğim şeyi hiç umursamadığında, "Seviyorum," dedi tekrardan. Bu sefer bağırmamış, daha sakin bir tonda söylemişti.
Elimi, Mirza'nın ayakkabılarına attığımda, başımdan savmak ister gibi, "Aynen aynen..." dedim. "Çok seviyorsun sen." Şeytan diyordu geçir şu ayakkabıları kafasına.
Mirza onunla dalga geçtiğimi anlayamamış gibi, "Evet," dedi. "Çok seviyorum seni." Kelimeler dudaklarının arasından belli belirsiz bir şekilde dökülüyordu.
Mirza'nın ayakkabısını onun delici bakışlarının altında çıkardığımda, Mirza'nın, "Sen de seviyorsun değil mi?" Diyen sesini duydum. Sesinden akan o küçük umudu kalbimin içinde bir yerleri delip geçmişti. Hiçbir şey demeyerek sessiz kaldım ama susmadı, devam etti.
"Seviyorsun değil mi?" Sorusunu tekrarlamıştı.
Gözlerim elimdeki ayakkabısına takıldığında, onu doğru kaldırıp, yüzüne yüzüne sallamaya başladım.
"Evet, o kadar çok seviyorum ki..." Duraksadığımda Mirza'ya baktım. Dudakları yukarıya doğru kıvrılmış, belli belirsiz bir şekilde gülümsüyordu. "Şu ayakkabıyla o taş kafanı parçalamamak için kendimi zor tutuyorum."
Mirza'nın gözleri elimdeki ayakkabıya düştüğünde, "Parçalasana..." dedi. Bu beni artık şaşırtmamıştı. Benden gelen her şeyi sanki lütuf gibi üzerine alacaktı.
"Yemin ederim," dediğimde kelimelerin üzerine bastıra bastıra konuşmuştum. "Kendimi zor tutuyorum." Geriye doğru çekildim. "Hatta," dediğimde ayakkabıyı tekrardan havaya kaldırdım. "Kendimi tutamıyorum artık." Söylediklerimden sonra ayakkabıyı Mirza'ya attığımda, ayakkabı hızlı bir şekilde göğsüne çarptı. Ama bu Mirza'ya etki etmedi. Herhangi bir acıma tepkisi vermedi, aksine güldü.
"Bir daha sakın!" Dediğimde işaret parmağımı kaldırıp ona doğru salladım. "Bir daha sakın içip içip benim kapıma gelme." Ve son sözlerim bunlar oldu. Hızlı bir şekilde odasından çıktığımda, daha fazla burada kalmamak adına merdivenleri inmeye başladım. Ev sessiz görünüyordu. Galiba Mirza'nın dediği gibi Asiye teyzede, Dila'da yatmıştı.
Merdivenleri indiğimde birden karşımda beliren Asiye teyzeyle bunun böyle olmadığını anladım.
Ne diyeceğimi bilemediğimde Asiye teyze, "Kızım," dedi. Sesi yumuşak bir tonda çıkmıştı. "Biraz konuşalım mı?" Başımı salladığımda, "Olur," dedim sadece. Zaten üzerine diyecek bir şey de bulamamıştım. Mirza, Asiye teyzeye zaten demişti ve Asiye teyze biliyordu. Zaten az önce beni gördüğünde tepki göstermemesinin sebebi de buydu.
Asiye teyze üçlü koltuğa oturduğunda, tedirgin bir şekilde yanına geçip oturdum. Şu an ne konuşacağımızı hiç bilmiyordum. Zaten yüksek ihtimalle ben bir şey diyemezdim. Aramızda birkaç dakikalık bir sessizlik oluştuğunda en sonunda bu sessizliği bozarak Asiye teyze konuştu.
"Kızım," dedi elini bana uzattığında. Elimi ellerinin arasına aldığında, "Seni severim bilirsin. Kendi kızımdan ayırmam seni." Hah böyle dediyse sonunda kesinlikle bir ama gelecekti.
"Bilirim Asiye teyze," dedim. Ama böyle sesim ağzımın içinden mırın kırın ediyor gibi çıkmıştı.
"Bak kızım, benim oğlum sana sevdalı." Asiye teyzenin söylediği şeyle birlikte tepki vermeden öylece kaldığımda, Asiye teyze devam etti. "Ben çok isterim sen benim gelinim ol. Zaten kızımdın, gelinim olmanı çok isterim." Boğazıma bir yumru oturdu. Gözlerimin dolduğunu hissettim ama kendimi toparlamaya çalıştım.
Mirza'yla dört yıl önce kurduğumuz hayallerimiz düştü aklıma ama hızlı bir şekilde atmaya çalıştım.
"Ama her şeyin bir yolu, yordamı var. Böyle olmaz kızım. Seninde oğlumdan yana bir olurun varsa konuşur, ederiz. Ama böyle ben ahiretliğimin yüzüne bakamam. Yarın bir gün aranızda bir şey olur, benim yüzümü ahiretliğime karşı eğdirmeyin..." Asiye teyzenin dudaklarının arasından dökülen her bir kelime kalbimin içine bir kıymık gibi battığında, acısını hissettim.
"Asiye teyze," dedim en sonunda. "Benden yana için rahat olsun." Duraksadığımda başımı hafifçe yere eğdim. "Benden Mirza'ya ne yuva olur ne de yâr." Dudaklarımın arasından dökülen her bir kelime kalbimin duvarlarına çarptı, sürekli çarptı. Canım bin değil bir kez yandı.
Ne yuva olur ne de yâr demiştim... Bir zamanlar hem yuvam hem de yâr'ımdı.
İçim acıdı. Sanki elimde bir bıçak vardı ve ben o bıçağı kalbimin içinde çeviriyordum. Kendi canımı kanatmak istercesine...
Asiye teyze, "Anladım ben kızım seni," dediğinde elimi hafifçe sıktı. "Ben, Mirza'yı senden uzak tutarım." Bir şey diyemediğimde oturduğum yerden kalktım. Zaten söylediklerimin üzerine diyecek bir şey de kalmamıştı.
"İyi geceler Asiye teyze." Son sözlerim bunlar oldu. Asiye teyze bir şey demediğinde, evden hızlı bir şekilde çıktım. Şu durumda beni birisi böyle Asiye teyzelerin evinden çıkarken görse tüm mahallenin diline düşerdim. İnsanlar acımasızdı, dillerine düşürmeyi çok severlerdi.
Evimizin önüne geldiğimde sessiz olmaya çalışarak, kapıyı açtım. Resmen içimden etmediğim dua kalmamıştı. Eve girdiğimde biraz olsun rahatlayabilmiştim. Hızlı bir şekilde odama çıktığımda, battaniyemi alarak, balkona çıktım. Anlaşılan bana bu gece de uyku haramdı.
Battaniyeme sıkıca sarıldığımda, bacaklarımı trabzanlara uzattım. Belki soğuk hava beni kendime getirirdi.
Yine ne yapmış etmiş gecenin bir vaktinde aklıma kendisini sokmuştu. Şimdi o içmiş bir şekilde yatıp, keyfini sürerken, ben böyle virane gibi kalmıştım.
"Başımın belası," dediğimde bacaklarımı kendime doğru çektim. "İnşallah emniyette kakanı yaparsın da üzerine sifon bozulur." Dudaklarımın arasından dökülen cümleyle birlikte kısa bir an duraksadığımda, elimi alnıma vurdum. "Delirttin beni delirttin. En sonunda delirttin."
Gerçekten de delirtmişti.
*
Klinikten içeri girdiğimde, içimi saran huzursuzluğuma engel olamamıştım. Buraya ilk gelişimde Mirza yüzünden tüm heyecanım çekilmiş gibi hissetmiştim. Bu ikinci gelişimdi ve şimdi de içimi saran şey heyecan değil, kasvetti. Bunun nedeni Deha mıydı işte onu bilmiyordum. Aslında o sadece bir hastaydı.
'Evet, Mihran...' dedim kendi kendime. 'O sadece bir hasta.'
Aslında beni huzursuz eden diğer bir neden; zoraki bir şekilde bu kliniğe bağlı kalmamızdı. Normalde hafta hafta değişen staj yerlerimizin birden böyle iki aylığına stabil bir şekilde kalmasıydı.
"Günaydın biraderim," diyen Behlül'ün sesini duyduğumda, korkuyla yerimde sıçramamak için kendimi zor tuttum.
Dudaklarımın arasından, "Salak," diyerek tısladığımda, gözlerimi ona çevirdim. Gülerek benim yanıma doğru geliyordu.
"Napıyorsun lan?" Dediğinde elini omzuma doğru attı.
"Ne bu samimiyet?" Dediğimde yana doğru kaydım ve Behlül'ün eli boşluğa düştü.
"Haklısın ha!" Dedi. Ama bunu sanki kendi kendine konuşuyor gibi söylemişti. "Valla adamı sikerler." Ne?
"Doğru konuş, doğru..." dediğimde onunla daha fazla uğraşmamak adına bizim için ayrılan odaya girdim. Zaten dertlerim, derya deniz olmuştu bir de burada durmuş Behlül'le uğraşıyordum.
Geçen birkaç dakikanın ardından üstümü değiştirdiğimde, odadan çıktım. Benimle aynı anda Behlül'de çıktığında, gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.
"Ulan ne boktan bir yer burası ya..." diye homurdanan Behlül yüzünü buruşturduğunda başımı olumsuz anlamda salladım. Bu çocuk iki ay boyunca burada ne yapacaktı ne acaba?
Behlül, "Bak şimdi ne yapacağım," dediğinde benim cevap dahi vermemi beklemeden, hemen önümüzde duran kadının yanına doğru ilerlemeye başladı. Bu kadın geçen gün bizi korkutup sonrada 'korktun korktun' diye bağıran kadındı.
Behlül birden, "Bö..." diye bağırdığında kadın olduğu yerde sıçrayarak gözlerini Behlül'e doğru çevirdi. Çatılmış kaşlarıyla Behlül'e bakmaya başladığında, Behlül'ün yaptığı hareketi anlamlandırmaya çalıştığı belliydi. Ve yüksek ihtimalle Behlül'e kendisinin hareketini yaptığından ötürü sinir olmuştu. Ama Behlül bunu hiç umursamadan gülerek bağırmaya başladı.
"Korktun, korktun, korktun. Korkuttum seni." Ne?
Kadın, Behlül'ün üzerine, "O benim repliğimdi..." diyerek yürümeye başladığında, Behlül koşarak kaçmaya başladı. Kadın, Behlül'ü kıç kadar yerde kovalıyor, Behlül ise onu sinir etmek adına 'Korktun korktun...' diye bağırıyordu.
"Ulan!" Diye bağırdı Behlül. Sesi eğleniyor gibi çıkmıştı. "Valla deli olmak ne iyi şeymiş lan. Böyle deliliğe can kurban." Yemin ederim salaktı ya.
Behlül'ün tam önümden geçeceğini fark ettiğimde, sağ ayağımı hafifçe öne doğru uzattım. Behlül uzattığım ayağımı görmediğinde, ayağıma takılarak yüzüstü bir şekilde yere çakıldığında, hemen üzerine de hızını alamayan kadın düştü.
Onların düşüşüyle birlikte etrafımızı sarmış insanlardan bir kahkaha sesi yükseldiğinde, ben de kendimi daha fazla tutamayarak güldüm.
Behlül, "Ulan Miho, ulan Miho..." diye bağırdığında, onun üzerine çıkan kadın onu çoktan paralamaya başlamıştı bile. Galiba hocamız Behlül'e 'seni de oraya yatıralım' derken haklıydı. Yani daha geleli on dakika olmuştu ama her yeri birbirine katıp çıkmıştı.
"Ablacığım, kolumu bırakır mısın? Ah... Bacağım, bacağım. Ablacığım sen kaç kilosun ya?" Behlül'ün bağırmalarıyla birlikte biraz daha güldüm. Şu an baya can çekişiyor gibi görünüyordu.
Kadın, "On kiloyum, on kiloyum, on kiloyum," diye bağırdığında, hâlâ Behlül'ün üstünden inmemişti.
Behlül, "Bok on kilosun..." diye bağırdığında, kaşlarım hafif bir şekilde çatıldı. Valla bu gidişle Behlül ciddi bir uyarı alacak gibi duruyordu. "On kilo olsan yaşar mısın lan? Geberir giderdin."
Kadın bu sefer, "O zaman on bir kiloyum, on bir kiloyum, on bir kiloyum..." diye bağırdığında, çatılan kaşlarım yavaş bir şekilde düzeldi ve kahkahalarla gülmeye başladım.
Behlül bu sefer tam adamına çarpmıştı gerçekten.
"Behlül," dediğimde aslında birazda onu bu durumundan kurtarmak istemiştim. Sorumlu hemşiremiz gelirse Behlül'e kızabilirdi. Gerçi şu anlık ortalıklarda yok gibi gözüküyordu ama neyse.
Behlül, "Sus Miho sus..." dediğinde üzerinden kadını atmaya çalıştı. "Hepsi senin yüzünden oldu." Ne? Benim yüzünden mi? He ben ona git kadını korkut demiştim değil mi?
Kadın birden, "Behlül mü?" Diye bağırdığında ellerini birbirine çarpmaya başladı. "Biliyordum biliyordum. Seni burada bulacağımı biliyordum Behlül." Kadının bağırarak söyledikleriyle birlikte gözlerim anlamamazlık içerisinde açıldı.
"Neyi biliyordun ablacığım neyi?" Behlül bir yandan kadını üzerinden iteklemeye çalışıyor, bir yandan da bağırıyordu.
"Behlül'ümü burada bulacağımı biliyordum, Behlül'ümü bulacağımı biliyordum. Ben de Bihter, ben de Bihter." Kadının söylediği şeyle birlikte ağzımdan kaçan kahkahama engel olamadığımda, güldüm. Gerçekten şu an 'şaka' gibi bir ortamın içindeydim.
"Yok artık!" Diye bağırdı Behlül. "Teyzeciğim iyi misin sen? Senden olsa olsa Firdevs Yöreoğlu olur. Hatta o bile olmaz. Senden anca Matmazel olur. Hatta o da olmaz be! Senden anca şu çiftliği olan hala hanım olur." Gerçekten gülme krizine girmiştim ve kendimi durduramıyordum. Bir Sabah sabah beni öyle bir güldürmüşlerdi ki... Sadece beni de değil, herkesi güldürmüşlerdi.
Behlül'ün, Aşk-ı Memnu'yu bu kadar izlediğini asla tahmin etmezdim ama demek ki gerçekten izlemişti. Gerçi neden şaşırıyorsam... Herkes Mirza mıydı sonuçta? Şu durumda bile aklıma düşen Mirza'yla birlikte kahkaham yüzümde donduğunda başımı olumsuz anlamda salladım. Onu en son dün gece görmüştüm ve yine birden aklıma düşmüştü.
Gerçi bu düşmek de değildi. Aklımdan hiç gitmiyordu ki... Ve ben bundan nefret ediyordum. Aklıma düştüğü an kahkahalarımın solmasından, aklımın onunla dolmasından, yüzümün asılmasından ve kendime ne kadar itiraf edemesemde kalbimin çarpışlarından...
Kalabalığın arasından sıyrılarak geçtiğimde, gördüğüm kişiyle birlikte adımlarım duraksadı. Deha, odasının kapısında durmuş bir şekilde bana bakıyordu. Mavi gözleri kısılmış, kaşları anlayamadığım bir şekilde çatılmıştı. Benim, ona baktığımı görmesiyle birlikte gözlerini gözlerimden ayırmadan, hızlı bir şekilde odasından içeri girdi.
Peşinden yürümeye başladığımda, adımlarım odasının önünde durdu. Odasına girmeye korkuyordum. Ama korkunun ecele faydası yok gibiydi. Sonuçta o benim hastamdı ve ilaçlarını vermem gerekiyordu. Aslında Behlül'e verebilirdim ama hem Behlül'ün şu an başında bir bela vardı hem de bana verilen bir hastayı devretme gibi bir hakkım yoktu.
"Bismillah..." diye fısıldadığımda, odanın kapısını tıklatarak içeri girdim. Beni yine o kasvetli karanlık karşıladığında, yüzümü buruşturdum. Karanlığı severdim ama bu oda biraz fazla kapalı ve kötü de kokuyordu.
"Günaydın," dediğimde sesimi düz bir şekilde tutmaya çalışmıştım. Deha yine aynı pozisyonunda oturuyor, perdeyi izliyordu. Bana bakma gereği bile duymamıştı. Onun cevap vermeyeceğini anladığımda, ilaçların olduğu dolaba doğru ilerlemeye başladım. Kilitli olan ilaç dolabından çıkardığım ilaçları ayarladığımda, Deha'ya doğru ilerlemeye başladım.
Elimdeki kutunun içinde tuttuğum ilaçları ve suyu ona doğru uzattığımda, "İlaçlarınız?" Dedim. Ama benim yanına geldiğimi fark etmesine rağmen gözlerini bana çevirmemişti bile.
"Baya gülüyordunuz, böyle kahkahalarla." Deha'nın bana bakmadan söylediği şeylerle birlikte gözlerim şaşkınlık içerisinde açıldığında, ne diyeceğimi bilememiştim. Ama benim bilemememe karşılık o sözlerine devam etti. "Rahatsız ettiniz beni, başımı ağrıttınız."
"Kusura bakmayın!" Dediğimde elimde ilaçlarla birlikte kalmıştım. "Siz de odanıza kapanmak zorunda değilsiniz. Dilerseniz çıkabilirsiniz ama." Bunu aslında sürekli bu odada kalmaması için söylemiştim.
Söylediklerimden sonra Deha odasına girdiğimden beri ilk defa gözlerini bana çevirdiğinde, "Başımı ağrıttınız, başımı..." dedi.
Hayda.
Söylediği şeyi es geçerek, "İlaçlarınız?" Dediğimde gözlerini hâlâ gözlerimden ayırmamıştı.
"Çok ses yaptınız." Deha'nın yineleyerek söylediği şeyle birlikte tepki vermemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Biraz fazla takıntılıydı. Hatta biraz değil, baya takıntılıydı.
"Deha Bey." Dediğimde gözlerimi elimde tuttuğum ilaçlara düştü. Deha da gözlerini gözlerimden ayırdığında, elimdeki ilaçları aldı. Ağzına attığı ilaçların üzerine suyu içtiğinde, emin olmak için başında beklemeye başladım.
Deha sanki onun için başında beklediğimi anlamış gibi, "Yuttum merak etme..." dediğinde ağzını sanki kanıtlamak ister gibi açtı. Bu haliyle gözüme bir komik geldiğinde, istemsiz bir şekilde güldüm.
Deha'nın gözleri gülmemle birlikte sol yanağımda oluşan çukurlara düştüğünde, "Tıpkı onun gibi gülüyorsun," dedi. Sesi fısıltı şeklinde çıkmıştı ama ben onun ne dediğini anlayabilmiştim.
Tıpkı onun gibi gülüyorsun derken kimden bahsettiğini anlayamamıştım.
"Kim gibi?" Dediğimde sesimden akan merakıma engel olamamıştım.
Deha, "Aşkın gibi..." dediğinde kaşlarım anlamamazlık içerinde yukarıya kalktı. Bakışlarımdan anlamadığımı fark etmiş olacak ki cümlesini devam ettirdi: "Karım gibi." Söylediği tek kelimeyle birlikte gülüşüm yüzümde donduğunda, yanağımdaki gamzelerim yok olmuştu ama Deha yine de gözlerini yanağımdan çekmedi.
Aşkın diye bahsettiği kişi ölen karısıydı.
Olduğum yerde rahatsız bir ifadeyle kımıldandığımda, "Eşiniz..." dedim ve sonrasında ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. Böyle bir durumda ne diyebilirdim ki? Gülüşümü, eşinin gülüşüne benzetmesi beni bir hayli kötü etkilemeşti.
Deha, "Yastığımın altındaki siyah kapaklı defterimi getirir misin?" Dediğinde başımı belli belirsiz bir şekilde salladım. Deha'nın rahatsız edici bakışlarının altında, yatağına doğru ilerlediğimde, yastığını kaldırdım. Karşıma siyah kapaklı ve mavi kapaklı iki defter çıktığında, elimi siyah kapaklı olana doğru uzattım. Ama tam siyahı alırken elim mavi deftere çarptığında, defter yere hızlı bir şekilde düştü ve içindeki kopmuş yaprak sayfaları dört bir yanıma dağıldı.
Gözlerimi hızlı bir şekilde Deha'ya çevirdiğimde, kaşları çatılmış bir şekilde bana baktığını gördüm. "Kusura bakmayın! Hemen topluyorum," dediğimde alelacele bir şekilde toplamaya başladım. Ama Deha'nın bakışları işimi zorlaştırıyordu. Topladığım sayfaları elimde birleştirdiğimde, gözlerim yerde kalmış olan son yaprak sayfasına düştü.
Bembeyaz sayfada sadece iki cümle yazıyordu: 'Sekiz Şubat benim lanetim. Ben bugün birisini öldürdüm.' Okuduğum yazıyla birlikte gözlerim korku içerisinde, kâğıdı tutan parmaklarım titremeye başladı.
Birisini öldürmüştü. Deha, birisini öldürmüştü.
Kalbim korku içerisinde çarpıyordu. Gözlerimi zorlukla Deha'ya çevirdiğimde, sert adımlarımın bana doğru çevrildiğini gördüm. Yanıma geliyordu. Birden tüm kâğıtları elimden çekip aldığında, gözleri benim okuduğum kâğıda düştü.
"Katil değilim, katil değilim, katil değilim..." Deha'nın üçleme yaparak söylediği şeyle birlikte, eğildiğim yerden kalktığımda ne yapacağımı bilemeyerek öylece kalakaldım. Şu halimle kendime bile bir faydam dokunmuyordu. Ve o sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu.
'Katil değilim' diye bağırıyordu.
"İsteyerek yapmadım, isteyerek yapmadım, isteyerek yapmadım..."
Ne yapacağımı bilemediğimde, "Deha..." diyebildim. Evet, sadece bunu diyebilmiştim.
"Dışarı çık, dışarı çık, dışarı çık." Deha'nın net bir şekilde söylediği şeyle birlikte, kararsız bir şekilde kaldım. Ama bu kararsızlığım çok kısa bir an sürdü ve ben kendimi hızlı bir şekilde dışarı attım.
Başımı kapıya yasladığımda, elimi korkuyla atan kalbimin üzerine götürdüm. Ben az önce neler yaşamıştım böyle? Neler düşüneceğimi, ne hissedeceğimi şaşırmıştım.
Deha birisini öldürmüştü. Yani onun yazdıklarına ve söylediklerine göre birisini öldürmüştü. Bunu düşünmek bile tütlerimi diken diken ettiğinde, bedenimden geçen titremeyi hissedebilmiştim.
Ben ne yapacaktım böyle?
Gözlerim, dinlenme odasına giren Büşra ablayı gördüğünde, hemen yanına doğru ilerlemeye başladım. Büşra abla, bizim baş hemşiremizdi. Yani bir nevi sorumlumuzdu.
Büşra ablanın peşinden odaya girdiğimde, "Büşra abla?" Dedim. Sesim soru sorar bir şekilde çıkmıştı.
"Efendim canım?"
Konuyu hiç uzatmadan hemen konuştum. "Ben yirmi üç numaradaki hastamı Behlül'e devredebilir miyim?" Söylediği şey üzerine Büşra ablanın kaşları çatıldığında, "Aranızda bir şey mi oldu?" Dedi. "Deha biraz zordur, huysuzdur ama." Evet, baya bir zor ve bir hayli de huysuzdu. Ama benim onu devretme isteğim bunlardan dolayı değildi. Deha'da benim göremediğim bir şey vardı ve içim huzursuzlukla doluyordu.
Başımı olumsuz anlamda salladığımda, "Hayır," dedim. "Bir şey olmadı. Sadece..." Büşra abla sözümü kesti. "O zaman devredemezsin. Hem Behlül çocuk gibi, daha kendisiyle zor ilgileniyor. Deha'yla yapamaz o."
Ben de yapamıyorum diyemedim. Hâlâ aklım gördüğüm o yazıdaydı.
"Ama abla..." Büşra abla sözümü, "Aması yok," diyerek kestiğinde, benim bir şey dememi beklemeden odadan çıkıp, gitti. Tabii ona oturduğu yerden söylemesi kolaydı.
"Allah'ım sen benim aklıma mukayyet ol," dediğimde kendimi koltuğa doğru attım. Valla burada akla çok ihtiyacım olacak gibi duruyordu.
Formamın cebinde duran telefonum titremeye başladığında, elimi cebime attım. Ekranda gördüğüm 'annem' yazısıyla birlikte telefonumu kulağıma götürdüğümde, "Efendim?" Dedim.
"Aman Mehmet bir şeyini de bensiz buluver. Ben olmasam ne yapacaksın sen? Kutunun içine koydum diyorum içine." Annemin söylediği şeylerle birlikte, "Anne?" Dedim tekrardan. "Ne diyorsun? Anlamıyorum." Anlaşılan yine babama söylenip duruyordu. Ve beni de burada böyle unutmuştu.
"Anahtarın yanında mı kız?" Oturduğum yerden kalktığımda, kilitli dolabımın içinden çantamı çıkarıp bakmaya başladım. Bulamadığım anahtarımla birlikte, "Yok..." dedim. "Almamışım yanıma."
"Alsan şaşardım zaten. Halanlara gideceğimizi bilmiyor musun sen? Aklı bir karış bu kızın, o da uçmuş gidiyor. Neyse ahiretliğimden alırsın anahtarı."
"Tamam..." dediğim sıra karşı taraftan gelen 'dıt' sesiyle birlikte kaşlarım çatıldı. Yine ne diyecekse demiş ve beni dinlemeden telefonu yüzüme kapatmıştı. Klasik annemdi işte.
Ofladığımda dinlenme odasından çıkarak, hastalarla ilgilenmeye başladım. Daha sabahtan böyle stres altında kaldıysam, kim bilir şuradan çıkana kadar neler yaşacaktım? Daha gün benim için bitmez, zaman geçmezdi.
*
Mahalleden aşağıya doğru indiğimde, tüm bedenimin üzerine yığılan bir ağırlığı hissedebiliyordum. Bugün stajda o kadar çok yorulmuştum ki... Adım atmaya halim bile kalmamıştı. Ama zaten benim staj günlerim hep böyle geçiyordu ki. Resmen ölüp geliyordum.
Gözlerim Mirza'nın evlerine kaydığında, oraya doğru yöneldim. Asiye teyzeden hemen anahtarları alıp, eve geçmem gerekiyordu.
Ve şu an tek dileğim Mirza'nın evde olmamasıydı. Bahçe kapılarını yavaşta araladığımda, duyduğum seslerle birlikte olduğum yerde duraksamak zorunda kaldım. Bu Mirza'nın sesiydi. Yani iyi ki evde değildir demiştim. Şansıma evde çıkmıştı.
Kenara doğru çekildiğimde, başımı hafif bir şekilde dışarıya doğru çıkarttım. Mirza ve Polat abi bahçenin ucunda konuşuyorlardı. Beni henüz görmemişlerdi. Gözlerim bahçeye kaydığında Devran abi ve tanımadığım birkaç adamın daha burada olduğunu gördüm. Mangal yakıyorlardı.
Mirza'nın, "Ölüyorum lan ben," diyen sesi kulaklarıma dolduğunda, gözlerimi onlardan çekerek Mirza'ya çevirdim. "O bana öyle onun için bir hiçmişim gibi bakıyor yaa, öldürüyor beni. Al diyorum Mirza ölmek için kurşuna, vurulmana ihtiyaç yok. Seni hissizliğiyle öldürüyor." Mirza'nın sessiz ama büyük bir yakarış içinde söyledikleriyle birlikte kalbimin sızladığını hissettim.
Polat abi, "Ne bekliyordun sikik herif?" Diyerek kızdığında, Mirza ellerini saçlarının arasından geçirdi. "Yıllar sonra geldiğinde kollarına atlamasına falan mı?" Evet, beklediği oydu, ama benden aldığı başkaydı.
"Çok seviyorum diyorum lan çok seviyorum. Şurada, tam dibimde elini tutamıyorum, çekip sarılamıyorum. Şu anasını sattığımın hayatı bizi karşı karşıya getirdi, onun sevdiğim gözlerine nefretin tohumlarını dikti." Mirza'nın yalvar yakar söyledikleriyle birlikte elimi kalbimin üzerine doğru götürdüğümde, gözümden bir damla yaşın aktığını hissettim.
Evet, bu hayat bizi karşı karşıya getirmişti. Ama bunu Mirza yapmıştı. Kollarının arasından beni itmiş, adını dudaklarıma yasak etmişti.
"Git anlat," dedi Polat abi sadece. Elini, Mirza'nın omzuna koyduğunda, destek olmak istercesine sıktı.
Mirza, "Affetmeyecek," dediğinde sesi sanki bunun aksinin olmasını ister gibi çıkmıştı. Onu affetmemi istiyordu. "Gözlerinde gördüm beni affetmeyecek." Başımı belli belirsiz bir şekilde salladığımda, gözlerimi yere çevirdim.
Polat abi, "Bunu bilemezsin," dediğinde duraksadı. Dikkatli olmaya çalıştığı belliydi. "Karşısına çık ve neden gittiğini anlat. Onu neden böyle ardında bıraktığını, nasıl böyle bir mallık yaptığını anlat."
"Ona ne diyeceğim?" Dedi Mirza. Gözlerimi ona çevirdim. Perişan bir şekilde kalmıştı. Kendine, yaptıklarına diyecek bir şey bulamıyordu. "Ona nasıl anlatacağım? Yaptığım bu şerefsizliği nasıl anlatacağım?" Mirza'nın söylediklerine karşılık Polat abi derin bir nefes aldığında, başını olumsuz anlamda salladı.
Polat abi, "İyi en azından yaptığın şerefsizliği biliyorsun, sikik herif," dediğinde Mirza hiçbir şey demedi. Yaptığı neydi bilmiyordum ama canımın yanacağını biliyordum. Bilmekten öte de hissetmekti.
"Ben, ona nasıl diyeceğim..." Mirza'nın konuşmasını bölen arkamızdan duyduğumuz ses oldu.
*
Nasıl buldunuz bakalım?
~Sizce kim geldi?
~Mirza?
~Mihran?
~Deha?
Bölümlerde size öyle ipuçları veriyorum ki... yakalamak sizlerin elinde gğwğeğdğ
Bir sonraki bölümle ilgili sizlere bir şey sormak istiyorum. 10 bin kelimelik, uzun bir bölümü okurken sıkılır mısınız? Lütfen düşüncelerinizi belirtin. Sizlere göre yazacağım.^^
Alıntılar için instagram: mavininhikayeleri
Duyurular için Wattpad: kendince_yazar
Sizleri seviyorum.
💙ğ
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro