3.Bölüm: "Kıskançlık"
#Ali Kınık - Bildiğin Gibi Değil
#Hüsnü Arkan,Erkan Oğur - Fikrim Yok
Oy verdiysek başlayalım mı?🥰
*
"Ne düşünüyorsun?" Çiçek'in sorduğu soruyla birlikte dümdüz bakışlarımla karşımdaki duvara bakmaya devam ettim.
Güzel duvardı. Hatta baya iyiydi. Hafiften boyaları dökülmeye başlamıştı ama yine de iyiydi. Of... Ne saçmalıyorum ki ben?
"Duvar çok iyi," dedim.
"Ne?" dediğinde Çiçek sesinden akan şaşkınlığı fark edebilmiştim. "Duvar mı? Mihran senin kafa gitti iyice arkadaşım. Bak ben senin için korkuyorum."
Ben galiba delirmiştim albayım.
"Dün gece burnunu saçlarımın arasına gömdü. Ve bana soluklanıyorum dedi. İnanabiliyor musun? Yıllar sonra döndü ve bana dediği ilk şey bu oldu. Arsız, yüzsüz. Soluğu kaçasıca."
Çiçek, "Oha!" Dediğinde gözleri şaşkınlık içerisinde açıldı. "Seni mi kokladı?" Çiçek'e cevap vermeyerek duvarı izlemeye devam ettim.
İzlediğim boş duvar, düşündüğüm ise dün geceydi.
Dün gece geç saatlere kadar balkonda beklediğim için sabah olan dersime kalkamamıştım. Daha doğrusu kalkmış ama kendimi halsiz hissettiğim için okula gitmemiştim. Akşama kadar yan gelip yatmış, annemden de bir sürü laf işitmiştim. Şimdi ise; Çiçek'le oturmuş öylece dün geceyi konuşuyorduk.
"Çok değişmiş mi peki?" Başımı olumsuz anlamda salladım.
"Hiç değişmemiş. Nasıl gittiyse, öyle gelmiş." Saçlarının, sakallarının boyu bile aynıydı. Bir insan gram bile değişmez miydi? O değişmemişti işte.
Ama ben onun değişmesini isterdim. Yıllar önce beni bırakıp giden o adamın aynısını karşımda görmek istemezdim.
Çiçek başını omzuma yasladığında, "Ben daha göremedim," dedi.
"Görme," dedim huysuz bir şekilde. "Görüp ne yapacaksın onun o cenabet suratını?" Söylediğim şeyden sonra Çiçek gülmeye başladığında, "Cenabet mi?" dedi. "Hâlâ çok yakışıklı olduğuna yemin edebilirim Mihran."
İstemsiz bir şekilde kaşlarım çatıldı. İçimden çok kısa bir an için geçen kıskançlığıma anlam veremedim.
"Değil," dediğimde yatağımdan hızlı bir şekilde kalktım. Çiçek'in başı yana düştüğünde, "Oha!" diye bağırdı. "Niye söylemiyorsun kalkacağını kızım? Boşluğuma denk geldi."
Onu umursamadığımda, "Yanaklarında sivilceler çıkmış, burnu da büyümüş gibiydi sanki, sonra boyu da kısalmış..." dedim.
Sözümü Çiçek'in kahkahaları böldüğünde, "O son dediğin teorik olarak pek mümkün değil..." dedi. Benim için artık mümkündü.
"Neyse ne ya..." dediğimde askılı cropumun üzerine hırkamı geçirdim. Evimiz çok soğuk değildi ama birden üzerimden ürperti geçmişti. "Bekle sen ben çay getireceğim bize."
Çiçek, "Çilekli kekstra da getir," dediğinde başımı olumlu anlamda sallayarak, odamdan çıktım. Bizim evin olmazsa olmaz abur cuburu; ortası jöleli kekti.
Küçüklüğümden beri kendisiyle aşk yaşıyordum. Tabii bir zaman sonra Çiçek'e de aşk yaşatmıştım.
Hazırladığım tepsiyle birlikte mutfaktan çıktığımda, çalan kapıyla birlikte duraksadım. Salonda oturan annem, "Mihran kapı," diye bağırdığında, tepsiyi kenardaki masanın üzerine bırakarak, açtım.
Karşımda gördüğüm Dila'yla birlikte, "Hoş geldin..." dedim. Yüksek ihtimalle anneme bir şey söylemek için gelmişti.
"Hoş buldum," dedi. "Nasılsın?"
"İyiyim, sen nasılsın?" dedim.
"Ben de iyiyim. Okula gitmemişsin bugün."
"Uyuya kalmışım, gidemedim." Aslında uyuya kalmak değildi. Sadece kendimi kötü hissediyordum, arada bir hapşırıp duruyordum.
"Anladım. Yarın akşam abimin gelişine mahallenin gençleriyle toplanacağız da, sen de gelir misin?" Dila'nın söylediği şeyle birlikte ne diyeceğimi bilemeyerek öylece kaldım.
Abisinin gelişinin bir hayrı mı vardı ki?
"Gelemem," dediğimde sonrasında açıklama yapmak için tekrardan konuştum. "Yarın stajım var. Oraya gitmem gerekiyor." Bu doğruydu ama stajım olmasaydı da mutlaka bir bahane bulur gitmezdim.
"Stajın akşam bitiyor diye biliyorum, biz sekiz gibi buluşacağız. Yetişirsin bence." Canım sen çok biliyorsun ama yetişemem ben.
Tam Dila'ya cevap vereceğim sıra, gözlerim açık bahçe kapılarına kaydığında, Mirza'yı gördüm. Üzerinde düz, siyah bir tişört vardı. Altında ise; yine siyah bir eşofman vardı. O kuzguni siyah gözleriyle bana bakıyordu.
Sanki yiyecek gibi...
Gözleri üzerimde turlamaya başladığında, üzerimdeki askılımın açıkta bıraktığı göğsüm ve göbeğimin üzerinde durdu.
Evde olduğum için üzerime mavi cropumu giymiştim. Çiçek'le yukarıda biraz tepindiğimiz içinde olduğundan fazla açılmıştı.
Aman açılsındı!
Ama anlaşılan Mirza Beyimiz benim gibi düşünmüyordu. Kaşları çatılmıştı. Neyse ki onun ne düşündüğünün bir önemi yoktu.
"Dila kızım hoş geldin. Ne yapıyorsun öyle kapıda? Girsene eve." Annemin sesini duyduğumda, gözlerimi ona çevirdim. Çatmış olduğu kaşlarıyla bana bakıyordu. Yüksek ihtimalle Dila'yı böyle kapı önünde tuttuğum için kızmıştı. Ama bizim Aramızda böyle şeylerin lafı olmazdı. İstese ben davet etmesem bile girerdi.
"Yok teyzem ben zaten Mihran'a bir şey söylemek için gelmiştim."
"Ne söyleyecekmişsin kızım?"
"Yarın akşam mahallenin gençleriyle toplanacağız da. Hani abimin gelişi için. Mihran'ı da çağırmaya gelmiştim o yüzden ama stajım var diyor. Gerçi biz akşam toplanacağız ama." Dila'nın söyledikleriyle birlikte kaşlarım çatıldığında annem, "Gelir gelir..." dedi. "Stajı akşam bitiyor zaten."
"Anne!" dedim uyarır bir şekilde. Ben gitmek istiyorum mu diye bana sormuyordu bile. Sanki kendisi gidecekmiş gibi konuşmuştu.
Dila, "Tamam o zaman, yarın görüşürüz. Akşam sekizde Eva'da olacağız..." dediğinde daha benim bir şey dememe izin bile vermeden gitti.
Eva; bizim mahallenin içindeki küçük bir kafeydi. Ben pek bilmiyordum ama Eva'nın bizim mahallede ayrı bir yeri vardı. Eva; sahibi olan Mehmet amcanın eşinin ismiydi. Mehmet amcanın eşi Eva ölmüş, ondan geriye ise; Eva kalmıştı. Mehmet amca adını Eva'da yaşatmıştı.
Onu gören herkes Eva'nın, Mehmet'i diye bağırırdı.
İstemsiz bir şekilde güldüğümde, kapıyı hızlı bir şekilde kapattım. İnsana ne aşklar vardı be dedirtiyorlardı.
Tabii şimdi biraz da gerçeklere dönmek gerekiyordu. Çattığım kaşlarımın ardından anneme baktığımda, sinirli bir şekilde konuşmaya başladım.
"Anne sen neden benim yerime kararlar veriyorsun ya? Bana sordun mu sen onlarla gitmek istiyor musun diye? Belki ben onlarla gitmek istemiyorum. Hem okuldan arkadaşlarımla dışarı çıktığım zaman söylenip duruyorsun, şimdi ise; beni neredeyse şunların önüne atacaksın."
"Aman," dediğinde annem yüzünü buruşturdu. "Okuldaki arkadaşlarına başlatma şimdi beni. Sen bu mahallenin kızısın." Ne alakaydı şimdi? "Bu mahallede doğdun, şimdi yüzünü buruşturduğun o çocuklarla büyüdün." Ben onlara yüzümü buruşturmuyordum ki. "Onlar senin abilerin, ablaların sayılır. O yüzden de onlarla istediğin yere gidebilirsin."
Tabii abilerim sayılırdı...
"Gerçekten," dediğimde kenardaki masanın üzerine koyduğum tepsiyi elime aldım. "Gerçekten bazen onlar mı çocukların yoksa ben mi düşünüyorum. Üveyim herhalde ben." Anneme kızgın bir şekilde söylediklerimden sonra merdivenleri çıktığımda, annem arkamdan bağırdı.
"He üveysin sen. Camilerden topladım ben seni." Belliydi zaten yani.
Odamın kapısını açarak içeri girdiğimde, Çiçek'i yatağıma kıvrılmış bir şekilde uyurken buldum. İçimden geçen tüm sıkıntılarıma rağmen güldüğümde, tepsiyi masanın üzerine bırakarak, Çiçek'in üstünü örttüm.
Dün geç saatlere kadar işte çalışmıştı. Bugün ise; okulu biter bitmez yanıma gelmişti. Baya bir yorulmuştu ve uykusuzdu. O yüzden böyle uyuya kalmasını normal buluyordum.
Tepsinin içinden aldığım çilekli kekstramla birlikte balkona çıktığımda, gözlerimi mahallemizde dolandırmaya başladım.
Annem; 'Sen bu mahallenin kızısın' demişti. Bunu zaten biliyordum. Burada hiçbir sorun yoktu ki. Ben sadece benim canımı bile isteye yakan insanlarla aynı ortamda bulunmak istemiyordum.
Mesela; imkânsız olduğunu bile bile onu görmek istemiyordum. Onu görmek; canımı şu hayatta hiçbir şeyin yakmadığı kadar yakıyordu.
O benim yaramın üzerine öyle bir yara daha açmıştı ki; gönlüm ona küsmüştü. Onu artık ne içim alıyordu, ne de aklım.
Acıydı,
Ve bize bunu yapan kendisiydi.
Dolan gözlerimi yukarıya çevirdiğimde, gözyaşlarımın akmaması için zihnimdeki düşünceleri silmeye çalıştım. Aradan geçen saniyelerin ardından gözlerimi tekrardan aşağıya doğru çevirdiğimde, gördüğüm manzara karşısında kaşlarım çatıldı.
Mirza sonunda evlerinden çıkabilmişti. Ve güzelim koyu gri, Range Rover'ine doğru yürüyordu. Ama kaşlarımın çatılmasının nedeni bu değildi.
Kaşlarımın çatılmasının nedeni; tıpkı avına yaklaşan bir hayvan edasıyla Mirza'ya yaklaşan fingirdek Burcu'ydu. Yıllar geçmişti ama şu kızın fingirdekliği asla geçmemişti.
Burcu tüm mahalleyi inletecek kadar olan cırtlak sesiyle, "Mirza!" diye bağırdığında, Mirza'nın adımları duraksadı. Resmen şu an dedikodu arayan teyzeler gibi oturmuş onları izliyordum. Ama kendime engel olamıyorum ki...
Burcu, Mirza'nın tam karşısına geçtiğinde, gülerek bir şeyler konuşmaya başladı. Ah bir de ne konuştuklarını duyabilseydim.
'Sanane?' diye fısıldadı içimdeki ses. 'Ne konuşuyorlarsa konuşuyorlar sanane?' Elimi sinirli bir şekilde saçlarımın arasından geçirdiğimde, kekimi açıp bir güzel yemeye başladım.
Burcu konuşuyor, Mirza ise onu boş bakışlarıyla izliyordu.
Ayaklarımı ritimli bir şekilde yere vurmaya başladığımda, Mirza; sanki benim burada olduğumu anlamış gibi başını kaldırdığında, gözlerim gözleriyle birleşti.
Yani şimdi hemen geriye çekilmeye çalışsam da geç kalmıştım. Bir kere görmüştü. Mirza'nın dudakları yukarıya kıvrıldığında, Burcu'nun söylediklerine karşılık sadece belli belirsiz bir şekilde salladı.
Onun karşısındaydı belki ama onu asla dinlemiyordu. Tüm dikkati benim üzerimdeydi.
Kaşlarım biraz daha çatıldığında, onlara daha fazla bakmayarak hızlıca içeri girdim.
"Dengesiz," diye homurdandım ağzımın içinden. "Dengesiz, pislik. Kendisi dengesiz olduğu gibi benim de dengemi bozmaya çalışıyor." Söylene söylene kendimi Çiçek'in yanındaki boşluğa bırakarak, ona sırnaştım.
"Olmayan dengemin içine sıçmak için gelmiş. Yıllar geçti ya yıllar ama hâlâ yüzüme bakabiliyor. Arsız." Gözlerimi kapattığımda, bir an önce uykuya dalmak istedim. Uyanık olduğum her an düşünüyordum ve düşündükçe de sanki beynimi yiyordum.
"Affetmeyeceğim," diye fısıldadım. Yıllar önce dudaklarımın arasından kendime verdiğim sözü hatırlatmıştım. 'Dönme, affetmeyeceğim' demiştim.
Dönmüştü.
Ama asla affetmeyecektim.
*
Gözlerimi hafif bir şekilde araladığımda, gözüme gelen sokak lambasının loş ışığıyla birlikte elimi gözüme kapattım. Komodinin üzerinde duran telefonumu alıp, açtığımda saatin dokuz olduğunu gördüm.
Akşam olmuştu ve Çiçek yoktu.
Yatağımdan doğrulduğumda, paytak adımlarımla odamdan çıktım. "Anne?" diye bağırdım uyumaktan dolayı çatallaşmış çıkan sesimle. Cevap yoktu.
Uyku sersemi bir şekilde merdivenleri indiğimde, "Anne," diye bağırdım tekrardan. Salona girdiğimde gördüğüm annem ve babamla birlikte kaşlarım çatıldı. On kez bağırmıştım ama birisi bile cevap vermemişti ya. Ama onlar görürdü. Bundan sonra ben de onlara cevap vermeyecektim.
"Anne niye cevap vermiyorsun ya?" diye sızlanarak konuştum.
"Aman cevap versem, ben sana buradan kızım diyeceğim sen bana oradan anne diyeceksin. Sanki odadan odaya anlaşabileceğiz." Valla annem diye demiyordum ama gerçekten çok zekiydi yani.
"Tamam, haklısın," dedim. "Çiçek nerede?"
"Nerede olacak? Gitti evine."
"Ya niye gitti? Bu gece burada kalacaktı ama."
"Kızı çağırıp sonra da kıçını devirip uyuduğun için gitmiş olabilir mi kızım?" Ama Çiçek de uyumuştu. Hatta ben o uyudu diye uyumuştum.
"Eee uyandırsaydı ya," dedim. "Uyanırdım ben hemen"
"Aman," dedi annem. "He uyandın he. Kız kaç kez denedi, uyanmadın. Sonra Mihran uyusun dedi, ee azcık bizimle oturdu. Bizim de içimiz geçmiş tabii sıkıldı gitti kız."
"İyi," dedim. "Ararım ben onu. Yemeğe ne var?" Sabah kahvaltısıyla durduğum için baya bir acıkmıştım.
"Yedik biz. Makarnayla, mercimek çorbası var." Başımı belli belirsiz bir şekilde salladığımda, mutfağa geçtim. Kocaman bir tabağı canım makarnalarla doldurduğumda, üzerine yoğurt sosu yapıp döktüm.
Mutfaktan çıktığımda, "Ben odamdayım," diye bağırdım.
"Bana bak hele..." diye bağırdı annem. Bilmem kaç kez izlediği dizisinden gözlerini çekip, bana çevirmişti. "Yatağın içinde sakın yeme, gece gelirler bak. Sonra altına sıçarsın korkudan."
Ofladığımda, "Tamam," dedim. Yani yatağımın içinde yesem bile, dökmeden yiyordum bir kere. O yüzden de annemin dediği gibi bana geceleri gelmiyorlardı.
Arkamdan söylenen annemi duymamazlıktan gelerek odama çıktığımda, yatağımın içine girerek makarnamı yemeye başladım. Valla yoğurtlu makarna gibisi yoktu.
Beş dakikada kocaman bir tabak makarnayı yediğimde, elimi göbeğimin üzerine götürdüm. Anlaşılan yine pilatesçi ablama uğrayıp, on dakika yerde tepinmem gerekecekti. Yoksa başka türlü bu göbeğimin hali hal değildi yani.
"Off be göbeğim," dediğimde iyice yatağıma uzandım. "İkimizde yıkığız." Kendime söylene söylene telefonumdan YouTube'u açtığımda, Onedio kanalına girerek herhangi bir videoyu izlemeye başladım.
Ne tesadüftür ki bu herhangi bir videoda; Deniz Can Aktaş'ın videosu olmuştu. Yani kesinlikle adama tepetaklak düştüğümden falan değildi.
Telefonumu göbeğimin üzerinde koyduğumda, gülmeden edemedim. Göbeğim bir işe yaramıştı.
Anlaşılan bu gece benim için yine çok uzun olacaktı.
*
"Ya anne allah aşkına stajımın olduğunu biliyorsun beni neden uyandırmıyorsun?"
Annem mutfaktan, "Kız çemkirip durma bana," diye çıktığında, çatık kaşlarımın ardından ona bakmaya devam ettim. "Kaç kez geldim başına. İki dakika diye diye beni kovdun. Uyansaydın kızım. Stajının olduğunu bilmiyor musun sen, aklın yok mu senin? Azcık sorumluluk sahibi ol." Hah yine suçlu ben olmuştum.
"Ya sabır," diye ağzımın içinden homurdandığımda, hızlı bir şekilde evden çıktım. Annemle laf dalaşına gireceğim diye daha çok geç kalacaktım yoksa.
Ardımdan kapıyı hızlı bir şekilde çarptığımda, annemin bağıran sesi kulaklarıma doldu. "Akşam gelmeyecek misin sen bu eve?" He gelecektim. Ama neyse ki babam vardı.
İçimden söylene söylene başımı yerden kaldırdığımda, Mirza'yı gördüm. Arabasının önünde dikiliyor, doğrudan bir şekilde bana bakıyordu.
Onu hiç umursamayarak yürümeye devam ettiğimde, "Seni ben bırakacağım," diyen sesiyle birlikte duraksamak zorunda kaldım.
"Pardon?" dedim kaşlarımı yukarıya kaldırdığımda.
"Duydun," dedi Mirza. "Seni ben bırakacağım." Sabır.
"Birincisi; sen kimsin de beni bırakacaksın? İkincisi; sen bana 'seni bırakabilir miyim' diye sordun mu? Üçüncüsü; ayaklarım var, kendim giderim..." Daha söyleyeceklerime devam edecektim ki; Mirza birkaç adımda yanımda biterek tam karşıma dikildi.
"Dördüncüsü..." dediğinde beni belimden tutarak kendisine doğru çekti.
"Ne yapıyorsun?" diye tısladım dudaklarımın arasından. "Birisi görecek."
Mirza benim söylediklerimi umursamayarak, "Dördüncüsü;" Diyerek tekrar ettiğinde duraksadı. Belimde duran elleri belimi okşuyordu. Geriye çekilmeye çalıştığımda, "Hemen şu arabaya biniyorsun," dedi. "Ha illa binmiyorum diyorsan Mihran, emin ol omzuma alıp seni o arabaya tıkmaktan zerre çekinmem."
Gözlerine baktım, sadece baktım.
Kendinden emin bir şekilde gözlerime bakıyordu. Yapardı, biliyordum.
"Bırak, tamam." Mirza gözlerime son bir kez bakıp elini belimden çektiğinde, "Hadsiz..." diye tısladım dudaklarımın arasından.
Mirza başını yere eğip güldüğünde, "Bayılıyorum şu hallerine," dedi. "Kollarımın arasındayken kedi, çıkınca aslan oluyorsun ya."
Güldüm ama gülüşüm alaylı bir gülüştü.
"Ben de senin şu hallerine bayılıyorum..." dediğimde Mirza'nın gözlerinin içinden geçen şaşkınlığı fark edebilmiştim. "Kapımda köpeğim oluşlarına." Şaşkınlığı gözlerinden silindiğinde, kaşları derin bir şekilde çatıldı. "Böyle sabahın köründe beni beklemelerin falan. Sonrasında..." dediğimde aheste aheste dudaklarımı ısırdım. Gözleri dudaklarıma düştü. "Sırf benimle aynı ortamda olabilmek için Dila'ya beni çağırtmalarına... Yapma komik oluyorsun, güldürüyorsun beni."
Mirza karşımda dumura uğramış gibi kaldığında, onu ardımda bırakarak arka kapıyı açarak, oturdum.
"Mihran!" diye âdeta kükreyerek bağırdığında, gözlerimi devirdim.
Ne Mihran, ne Mihran?
Kuduruyordu. Ama bu daha iyi günleriydi onu bilmiyordu işte. Bana yaklaşmaya çalıştığı her an bunun misli karşılığını alacaktı.
Mirza başını sağına doğru kütlettiğinde, yumruk yaptığı ellerini çözerek bana doğru döndü. Beni arka koltuğa oturmuş bir şekilde bulduğunda, çatık olan kaşları biraz daha çatıldı.
Hızlı bir şekilde yanıma gelip kapıyı açtığında, "Öne geç!" diye tısladı dudaklarının arasından.
"Geçmiyorum."
"Öne geç dedim Mihran. Şoförün müyüm kızım ben senin?"
Kendime hakim olamadığımda, "Sen seversin şoförcülük yapmayı," dedim.
Söylediğim şey üzerine Mirza'nın dudakları yukarıya kıvrıldığında, "Hâlâ mı?" dedi. "Aradan yıllar geçti ama sen hâlâ o gündesin." Anlamıştı. Yıllar önce Burcu'yu arabasına aldığım günden bahsettiğimi anlamıştı.
Düşündüklerimin aksine, "Ne münasebet?" diye çemkirdim.
Mirza başını iki yanına salladığında, "Ah siz kadınlar..." diye mırıldandı.
Kadınlar? Ama tabii ki de kadınlar olurdu. Ahsenleri, Burcuları daha niceleri...
Kaşlarım derin bir şekilde çatıldığında, "Geç kalıyorum," dedim. "Bırakacaksan bırak, yoksa ineceğim." Zaten onun arabasına binmem büyük bir hataydı. O ettiği tehdit olmasa bok binerdim.
"Bırakacağım," diyen Mirza hızlı bir şekilde kapıyı yüzüme çarptığında, içimden sabır çekmeye başladım.
Sonunda arabayı çalıştırabildiğinde, başımı cama yasladım. Sanki onunla aynı arabada değilmişim gibi davranacaktım.
"Sen bu kılıkla mı gidiyorsun okula?" Ben onunla aynı arabada değilmişim gibi davranacaktım ama konuşup duruyordu işte. Sorduğu soruyla birlikte gözlerimi üzerime çevirdiğimde, incelemeye başladım.
Üzerimde; beyaz, dar tişörtüm vardı. Altımda ise; siyah, yine dar olan pantolonum. Tişörtümü pantolonumun içine sokmuş ve en sevdiğim kemerlerimden birini takmıştım. Her ihtimale karşılıkta üzerime toprak tonlarında olan ince ceketimi almıştım.
"Evden bu şekilde çıktığıma göre?"
"Forman falan yok mu senin? Böyle siyah olanlardan?" Başımı iki yanıma doğru salladığımda, sinirli bir şekilde dişlerimi birbirine bastırdım.
Şu an neyi sorgulamaya çalışıyordu?
"Yok," dedim ters bir şekilde. "Bir mahsuru mu var?"
"Yok," dedi o da ters bir şekilde. Zaten olamazdı da. "Şu anlık bir mahsuru yok." Kendime hakim olamayarak güldüm. Gerçekten sabah sabah önüme sabır niyetine Mirza'yı koymuşlardı. Benim şu an otobüsteki insanlarla tartışmaya girmem gerekirken, resmen burada Mirza'yla uğraşıyordum.
"Olamaz zaten," dediğimde gözlerimi ona çevirdim. "Hiçbir zaman olamaz."
"Olur," dedi gözlerimin içine baka baka. "Zamanı geldiğinde mahsuru olur."
"Olamaz. Sen beni burada indir," dedim birden. Onunla durdukça kafamı karıştırmaktan başka bir şey yapmıyordu. "Gerisini ben yürürüm."
Mirza söylediklerimi umursamayarak sürmeye devam ettiğinde, başımı cama yasladım. Neyse ki çok az bir yolumuz kalmıştı.
Aramızda oluşan sessizliği Mirza'nın telefonu bozduğunda, gözlerimi ona çevirmemek için kendimi zor tuttum.
"Söyle." Telefonu açış şeklinde bile meymenet yoktu.
"Ben gelirken alırım Ahsen." Ahsen... Pardon açışında meymenet varmış.
"Sen ne istiyorsan bana yaz." Sinirli bir şekilde nefes alıp vermeye başladığımda, Mirza arabasını bizim okulun önünde durdurdu.
Ona hiçbir şey demeden arabanın kapısını açıp indiğimde, hızlı bir şekilde kapıyı çarptım. Canım Range Rover'a yazık olmuştu ama yapabileceğim bir şey yoktu.
Arkamdan kapının büyük bir gürültüyle kapandığını duyduğumda peşinden de onun, "Mihran!" diye bağıran sesini duydum. Onu duymamazlıktan gelerek hızlı bir şekilde kartımı okutarak, içeri girdim. Kartı olmadan hayatta buraya gelemezdi.
Anca arkamdan bağırır dururdu.
"Notları istedim atmadın," diyen Behlül'ün sesini duyduğumda, hemen yanımda bitmişti.
"Unutmuşum," dedim gözlerimi ona çevirmeden. "Başka bir şey?"
Behlül'ü hiç umursamadan yürümeye devam ettiğimde arkamdan şaşkınlık içerisinde bağıran sesi kulaklarıma doldu. "Sekreterin miyim kızım ben senin? Başka bir şey diyor ya bir de."
"Ne dolanıp duruyorsun o zaman peşimde?" diyerek kızdığımda, önüme geçerek yolumu kesti.
"Seni kim böyle sinirlendirdi? Dokunsam bomba gibi patlayacaksın yine."
"Behlül," dediğimde dudaklarımın arasından çıkan isimle birlikte kendime hakim olamayarak güldüm. Yani böyle isimlere çok takılan birisi değildim ama ismi; Behlül olunca da gülesim geliyordu. Aklıma Aşk-ı Memnu gelip duruyordu.
"Sen bana güldün mü?"
"Hayır," dediğimde yüzümü hemen ciddileştirdim.
Behlül, "Yok yok güldün sen bana..." dediğinde elini birden omzuma doğru attı. Kaşlarım çatıldığında, gözlerim omzumun üzerinde duran eline düştü.
"Ne bu samimiyet, hayırdır?" dediğimde omzumun üzerinde duran elini, çekip attım.
"Miho, biraderim yapma böyle ama. Bence beş dakika da samimiyetimiz yeterince ilerledi." Gözlerimi devirdiğimde, "Zevzek..." dedim. "Git başımdan! Uğraşamam seninle."
Sinirli bir şekilde söylediklerimden sonra yürümeye başladığımda, Behlül'ün de peşimden geldiğini fark edebilmiştim.
"Yalnız biraderim var ya seninki çok pis bakıyordu. Hatta dur bir bakayım, hâlâ çok pis bakıyor. Korktum lan." Behlül'ün söylediği şeylerle birlikte adımlarım istemsiz bir şekilde durduğunda, gözlerimi arkama çevirdim.
Mirza âdeta ateş saçan gözleriyle bana bakıyordu. Daha doğrusu yanımda duran Behlül'e.
Daha çok bakardı.
Gözlerimi Mirza'dan çekip yürümeye başladığımda, Behlül de tekrardan benim yanımda yürümeye başladı.
"Sevgilin miydi o? Valla sevgilinse turnayı vurmuşsun on ikiden. Seni gidi seni. Bulmuşsun gül gibi adamı." Aman ne güldü. Böyle kaktüs olanlarındandı hatta.
"Sevgilim değil," dedim sadece.
"O zaman sevdiğin?"
Sevdiğin...
"Benim için sıradan birisi," dediğimde duraksadım. Sıradan birisi olamayacak kadar 'içim' diyemedim. Sıradan birisi olamayacak kadar 'kırgınım' diyemedim.
Behlül, "Anlıyorum," dediğinde neyi anladığını anlayamadım ama üstelemedim. Psikiyatri kliniğinin önüne geldiğimde, kimliğimi göstererek içeri girdim. Behlül de benim peşimden içeri girdiğinde, gözlerimi ona çevirip, sorgular bakışlarımı üzerinde dolaştırdım.
"Merak etme senin peşinde dolanmıyorum sadece benim stajım da burada." Başımı belli belirsiz bir şekilde salladığımda, staj öğrencileri için ayrılan odaya girdim.
İlk defa psikiyatri kliniğinde staj yapacaktım ve benim heyecanlı olmam gerekirken üzerimde zerre heyecan yoktu. Bunun sebebi; şüphesiz ki Mirza'ydı. Daha dün bir bugün ikiydi ama içimdeki tüm duyguları alıp sömürmüştü.
Üzerime koyu lacivert formalarımı giydiğimde, odadan çıktım. Çıkmamla birlikte karşıma, "Bö..." diyerek bir kadın çıktığında, olduğum yerde korkuyla sıçradım. Bismillah. Allah'ım sana geliyorum.
"Korktun, korktun, korktun, korkuttum seni." Korkuyla parlayan gözlerimi karşıma çıkan kadına çevirdiğimde, hafifçe gülmeye çalıştım. Yaklaşık otuz beş yaşlarında olan, kısa boylu ve oldukça zayıf bir kadın karşımda duruyordu. Gözlerini hiç kırpmadan gözlerime dikmiş sürekli, "Korktun, korkuttum seni," diyordu.
"Korkuttun evet," dediğimde sesimi yumuşak bir şekilde tutmaya çalışmıştım. O bir hastaydı ve benim bunun bilincinde olmam gerekiyordu.
Kadın bana hiçbir şey demeden, "Korktun, korktun..." diye bağırarak koridorda koştuğunda, arkasından korkuyla bakmakla yetindim. Anlaşılan bugün güme gitmemek için kıçımı kollamam gerekecekti.
"Bu ne lan? Nereye düştük biz böyle?" Arkamdan gelen Behlül'ün sesiyle birlikte olduğum yerde sıçramamak için kendimi zor tuttum.
"Korkma lan benim. Seni de mi korkuttular yoksa? Betin, benzin atmış."
"Az önce bir kadın korkuttu," dedim sadece.
"Aynı deli karı bana da yaptı. Bir de korktun korktun diye bağırıyor. Korktum anasını satayım." Behlül'ün söylediği şeyle birlikte kaşlarım çatıldı.
"Birincisi; insanlara deli deyip durma. İkincisi; onlar hasta. Üçüncüsü; yanımda küfür etme." Behlül sözümü, "Bla bla..." diyerek kestiğinde, onu umursamadan yürümeye devam ettim.
"Deliye deli denir başka ne diyeceğim sanki? Gulyabani gibiler lan bunlar. Valla korkudan altıma edeceğim. Bugün beni yalnız bırakma, koru beni lan." Şu an gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Allah'ım ben daha kendimi kollayamıyordum bir de üzerine Behlül 'beni koru' diyodu.
Yanından geçtiğimiz bir amcaya, "Günaydın amcacığım," dediğimde amca yüzüme yüzüme bağırdı. "Ne günaydını görmüyor musun akşam oldu?" Bismillah.
Yanımda duran Behlül kahkahalarla gülmeye başladığında bozuntuya vermemeye çalışarak, "Haklısınız, İyi akşamlar..." deyip amcanın yanından hızlı bir şekilde kaçmaya başladım. Ama arkamdan, "Ne iyi akşamları, görmüyor musun sabah oldu?" diye bağıran sesini duyabilmiştim.
Allah'ım nereye düşmüştüm ben böyle?
Behlül kahkahalarının arasından, "Gördün mü bak?" dedi. "Bir de bana deli deme dersin. Bildiğin deli işte bunlar."
"Ayıp," dedim. "Denmez öyle." Behlül ağzının içinden homurdanmaya başladığında, bana verilen hastalardan birisinin odasına girdim.
Odaya girmemle birlikte, geri çıkmamak için kendimi zor tuttum. Burası nasıl bir yerdi böyle? Odadaki perdelerin hepsi kapalıydı, sadece perdelerin açık kalan boşluklarından küçük ışıklar sızıyordu. Gerçekten korkunçtu. Şuralarda bir yerlerde bir hastanın olması gerekiyordu ama yoktu.
Ardımdaki kapının açılma sesini duyduğumda, olduğum yerde sıçradım. Tuvalet olduğunu tahmin ettiğim yerden çıkan adamı gördüğümde, adamın gözleri benim üzerimde dolaşmadan yanımdan geçip gitti.
Arkasından şaşkınlık içerisinde bakakaldığımda, "Günaydın," dedim. Sesimin titremesini zorlukla bastırabilmiştim. Umarım bu adam da 'Ne günaydını görmüyor musun akşam oldu' demezdi.
Ama düşüncelerimin aksine hiçbir şey demedi.
Adamın yatağının başında olan dosyasını elime aldım. Dosyanın üzerinde yazan adıyla birlikte, gözlerimi tekrardan ona çevirdim.
Adı; Deha Sonat'tı.
Bana bakmıyor, kapalı olan perdeleri izliyordu.
Gözlerimi tekrardan dosyasına çevirdiğimde, "Rutin olarak almanız gereken bazı ilaçlar var," dedim. "Birisi damardan." Adam bana cevap vermediğinde, hızlı bir şekilde ilaçlarını hazırlamaya başladım. Bir an önce ilaçlarını verip odadan çıkmak istiyordum.
"Kolunuzu açabilir misiniz?" Deha, bana cevap vermeden kolunu açtığında, titreyen ellerimle ona doğru yaklaştım. İlk defa damardan ilaç vermiyordum ama şu titremeyle hata yapacağımı düşünüyordum. Acaba ufacık canını yakmam da bu adam bana ne yapardı? Bence benim bedenimi savurup, duvarın diğer tarafına geçirebilirdi. Ondan bu enerjiyi almıştım yani.
Titreyen ellerimle birlikte ilacı enjekte ettiğimde, rahatlayabilmiştim. Deha, açtığı kolunu hızlı bir şekilde kapattığında, gözlerini tekrardan perdeye çevirdi.
Dışarıda gün ışığı varken, neden karanlık perdeyi izliyordu ki?
Elimi istemsiz bir şekilde perdeye uzattığımda, "Açma," diye bağırdı.
"Tamam," dedim korkuyla. "Açmıyorum." Kalp atışlarım hızlandığında, geriye doğru çekildim. "Ben... Ben sadece..." Derin bir nefesi içime çekmeye çalıştım. "Karanlık diye açmak istemiştim."
Deha belki de odaya girdiğimden beri gözlerini ilk kez bana çevirdiğinde, odanın karanlığına rağmen gözlerini seçebilmiştim.
Gözlerinin rengi; mavinin en koyu tonuydu.
"Karım öldü, karım öldü." Gözlerimin içine baka baka söylediği şeyle birlikte, öylece kalakaldığımda, o devam etti. "Gözlerimin önünde karım öldü, Gözlerimin önünde karım öldü." Sürekli aynı şeyi tekrar ediyordu. "O gitti, ışığım söndü. O gitti, karanlıkta kaldım."
İçim acıdı.
"Karım öldü, karım öldü, karım öldü." Başını aşağı yukarı sallamaya başladı. "Karım öldü, karım öldü, karım öldü."
Ne yapacağımı bilemediğimde, kendimi hızlı bir şekilde dışarı attım. Galiba bugün için yaptığım en büyük hatam; yanımda sorumlum olmadan bir hastanın odasına girmekti.
Bedenimi duvara yasladığımda, elimi kalbimin üzerine götürdüm. İçeride hâlâ aynı şeyleri tekrar ediyordu.
Behlül'ün, "İyi misin?" diyen sesini duyduğumda, başımı olumsuz anlamda salladım. Valla şu an hiç iyi değildim.
"Ne oldu? Korkuttular mı yine seni?" Evet, korkmuştum ama korktuğum kadar da üzülmüştüm.
"İçerideki hasta," dediğimde elimle sanki anlatabilecekmişim gibi kapıyı gösterdim. "Eşi gözlerinin önüne ölmüş. Sürekli aynı şeyi tekrar ediyordu." Duraksadım. "Üzüldüm." Evet, diyebileceğim tek şey bu olmuştu.
Behlül gülerek, "Seni de beş dakikada delirtmişler," dediğinde kaşlarım çatıldı. Bunda gülünecek bir şey mi vardı?
"Ne gülüyorsun sen ya?" dedim ters bir şekilde.
"Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir demiş; şu an adını unuttuğum birisi." Bu Goethe'nin bir sözüydü ama şu anla hiçbir ilgili yoktu.
Behlül anlayamayarak baktığımı fark ettiğinde, gülerek devam etti sözlerine.
"Yani sen burada üzülmeye devam et. Ama içerideki adam; şizofren."
*
"Ah," diye inledim. Sokağın ortasında durmamdan kaynaklı olarak insanlar bana bakmaya başladıklarında, "Ölüyorum valla," dedim. Bugün o kadar çok yorulmuştum ki yorgunluktan bayılıp kalacağım diye korkuyordum.
Sabahtan beri belki de sadece iki defa falan popom bir koltuğun üzerine değmişti. Onun dışında hep ayakta dolanmış, hastaların yanında durmuştum.
Yaşadığımız o olaydan sonra ise; Deha'nın yanına girmemiştim. Girememiştim. Behlül, Deha'nın tanısının şizofreni olduğunu söylemişti ama ben buna inanmak istememiştim.
Sanki... Sanki onun acıları gerçek gibiydi. O haykırışları, gözlerinden geçen acıları gerçek gibiydi. Ya da sadece ben öyle hissetmiştim, bilmiyordum.
Çantamın içindeki telefonumun çalan sesi kulaklarıma dolduğunda, çantamdan çıkarıp, kim olduğuna bakmadan açtım.
"Efendim?"
"Seni bekliyoruz Mihran. Ne zaman gelirsin?" diyen Dila'nın sesi kulaklarıma dolduğunda, kaşlarım çatıldı. Allah beni ne etmesindi ya. Şu telefonu bakarak açsaydım, hayatta açmazdım yani.
"Mihran?"
"Hah Efendim?" dediğimde tekrardan için için salaklığıma yanmaya başladım.
"Ne zaman gelirmişsin? Nerdeymişsin?" Geliyorsun ya da nerdesin değil, gelirmişsin vardı. Kesin o sorduruyordu işte.
"Aslında ben bugün çok yoruldum. Kendimi böyle bayılacak gibi hissediyorum..." Sözlerime devam ediyordum ki; Dila benim sözümü kesti.
"Tamam, abim seni almaya gelecek. Nerdesin sen?" Elimi saçlarımın arasından geçirdiğimde, "Tamam," dedim pes ederek. "On dakikaya geliyorum." Dila'nın bir şey demesine izin vermeden telefonu kapatıp, geri çantama attım.
El mecbur gidecektim yani. Gözlerimi az önce indiğim yokuşa çevirdiğimde, ofladım. İnmesi iyiydi de çıkması kötüydü işte.
"Tabana kuvvet Mihran," dediğimde gerisin geri indiğim yokuşu çıkmaya başladım.
Aradan geçen on dakikanın ardından Eva'nın önüne gelebildiğimde, kapının önünde durdum. Gelmiştim gelmesine ama içeri girecek cesaretim yoktu işte. Hepsi içerdeyken, birden aralarına girmek istemiyordum ama yapacak bir şeyim de yoktu.
Düşündüğüm şeyle birlikte başımı olumsuz anlamda salladığımda, omzumu dikleştirdim. Kapıyı açtığımda, başım dik bir şekilde içeriye doğru bir adım attım. Sonuçta onlarla ilk defa aynı ortamda bulunmayacaktım. Daha önce defalarca kez yemek yediğim insanlardı.
Gözlerimi Eva'da dolaştırmaya başladığımda, onları her zaman oturduğumuz masada otururken gördüm. Ama onlar beni henüz görmemişti.
Onlara doğru attığım bir adımımda sanki Mirza benim geldiğimi anlamış gibi gözlerini bana çevirdiğinde, benim gözlerim onun yanında oturan kıza kaydı.
Tanımıyordum, daha önce görmemiştim ama kim olduğunu anlamıştım.
Ahsen'di... Gerçekten güzel kızdı. Saçları sarının en koyu tonuydu ve omuzlarının başında bitiyordu. Büyük, yeşil gözlerinin varlığını ise aramızdaki mesafeye rağmen hissedebilmiştim.
Dudaklarım belli belirsiz bir şekilde kıvrıldığında, gözlerimi o kızdan çektim. "Merhaba!" diyerek aralarına girdiğimde, artık masadaki herkes beni görmüştü.
Çok kalabalık değillerdi.
Polat abi, Devran abi, Sezin abla, Dila, yüksek ihtimalle Ahsen olduğunu tahmin ettiğim kız ve bir de Mirza vardı.
Olmaz olasıca.
Sezin abla, "Hoş geldin güzelim," dediğinde, "Hoş bulduk abla..." dedim. Dila ve Sezin ablanın ortasındaki sandalyeye yöneldiğimde, Dila birden oturduğu yerden kalktı. "Ben, Sezin ablaya bir şey soracaktım da. Sen böyle geçsen olur mu Mihran?"
El mecbur bir şekilde, "Olur," dediğimde Dila hemen Sezin ablanın yanındaki boşluğa oturdu. Bana da Mirza'nın yanındaki yer kaldığında, titreyen bacaklarıma rağmen üzerimdeki ceketimi çıkarıp, yanına oturdum.
Polat abi, "Nasılsın Mihran?" dediğinde, "İyiyim abi sen?" dedim. Polat, Devran ve Mirza çok yakın arkadaştılar. Tabii abimin de çok yakın arkadaşıydılar. Abim öldükten sonra onlar kendilerince bana sahip çıkmaya çalışmışlardı ama ben buna pek izin vermemiştim.
Aslında hepsi çok iyi insanlardı. Ama onların davranışları bana pek uymuyordu. Mesela; Polat abinin içinden her an bir Polat Alemdar çıkabiliyordu.
"İyiyim ben de. Okulda rahatsız eden falan var mı?" Polat abinin sorduğu soruyla birlikte başımı olumsuz anlamda salladığımda, "Yok," dedim. "İnsanlar okumaya gidiyor oraya."
Yani buna en azından Behlül ve onun gibi olanlar dışında diyebilirdik.
Polat abi kollarını masaya yasladığında, "Biz de o sıralardan geçtim abim," dedi. "Nasıl bir ortam olduğunu biliyoruz yani."
"Belli oluyor," diye homurdandım ağzımın içinden. Ama duymamıştı, zaten duymasını da istemezdim.
"Biz tanışmadık," diyen o kızın sesi kulaklarıma dolduğunda, gözlerimi ona çevirdim. Tabii böylelikle Mirza'yı da görmüş oldum.
"Ahsen ben." Ahsen elini uzattığında, elini tutup çok kısa sıkıp, "Mihran..." dedim sadece.
"Yaa..." dedi Ahsen. "Ne kadar değişik bir ismin var. Anlamı ne?"
"Bilmiyorum." Biliyordum ama söylemek istememiştim.
Tam yanımda duran Mirza, "Alın yazısı," dediğinde gözlerimi istemsiz bir şekilde ona çevirdim. İsmimin anlamını söylemişti. "Alın yazısı demek."
Ahsen'in, "Ya ne kadar güzelmiş," diyen sesiyle birlikte gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Aslında kızın bana bir zararı olmamıştı ama içimden gelen bir şeylere engel olamıyordum.
Mirza gözlerini bana çevirdiğinde, elini alnının üzerine götürüp işaret parmağı ve orta parmağıyla iki kez tıklatır gibi vurdu. "Alnımın yazısı."
Alnımın yazısı...
Söylediği şeyle birlikte tepki veremeden öylece kalakaldığımda, ne yapacağımı bilememiştim.
Bana resmen 'alnının yazısı' olduğumu imâ etmişti. Yıllar önce beni sildiği alnına sanki benim anlamamı ister gibi vurmuştu.
Bana anlatmak istercesine...
Herhangi bir tepki veremediğimde, önüme döndüm. O bir şey dememi beklemiş miydi bilmiyordum ama ben de artık diyecek bir şey bırakmamıştı.
"Ne alırsın Mihran?" diyen Devran abinin sesiyle birlikte, "Çay," dedim sadece.
"Okuldan geldin aç değil misin? Hemen yaptıralım sana bir şeyler."
"Yok, ben çıkmadan önce yemiştim bir şeyler. Aç değilim." Devran abi fazla uzatmadığında, benim için bir çay söyledi. İyi ki de stajdan çıkmadan önce bir şeyler atıştırıp çıkmıştım. Yoksa böyle diken üstünde hayatta yiyemezdim herhalde.
"Mirza'nın neyi oluyorsun Mihran?" Ahsen'in sorduğu soruyla birlikte gözlerimi tekrardan ona çevirdim.
Tek kaşımı sorgular bir ifadeyle yukarıya doğru kaldırdığımda birden, "Sana ne lazım?" dedim. Kendime hakim olamayarak söylediğim şeyin üzerine masadaki herkes sustuğunda, gözlerimi hemen yanımda duran Mirza'ya çevirdim.
Başını hafifçe yere eğmiş bir şekilde gülüyordu.
Ahsen'in, "Anlamadım?" diyen sesini duyduğumda gözlerimi hâlâ Mirza'dan ayıramamıştım. Pislikti.
"Kardeşi sayılırım." Dudaklarımın arasından dökülen cümleyle birlikte Mirza'nın gülüşü donduğunda, hiç acımadan devam ettim. "Kendisi Dila'dan hiç ayırmaz beni. Kardeşi gibi sever. Değil mi Mirza abi?"
Söylediklerimden sonra Mirza eğdiği başını bana çevirdiğinde, çatılmış kaşlarının ardından bana bakmaya başladı.
"Değil," dedi Mirza gözlerimin içine baka baka. "Sezin kardeşim, Çiçek kardeşim ama sen değil."
Masadakiler herhangi bir tepki vermemişti. Sinirli bir şekilde nefes alıp verdiğimde, önüme döndüm.
Dengesiz. Ne dediğini bilmiyordu bile.
Önüme konulan çayımı içmeye başladığımda, herkes kendi arasında bir muhabbete girmişti bile. Masada konuşmayan bir tek Mirza ve bendim.
Mirza kendisine sorulan soruları kısaca cevaplıyor, sonra da çayını içiyordu. Bana pek bir soru sorulmadığı için ben hiç konuşmuyordum. Ki bu durum işime geliyordu.
"Yorgun görünüyorsun Mihran. İyi misin ablacığım?" Sezin ablanın sorduğu soruyla birlikte gözlerimi ona çevirdim. Beni yoruldum demelerime rağmen stajımdan çıkarıp zorla getirdiğiniz için olabilir miydi acaba?
"Yoğun bir gündü. Hastalar falan," dedim. Aklıma nedensiz bir şekilde Deha gelmişti. "Bugün bir hasta vardı da ona üzüldüm."
Dila meraklı çıkan sesiyle, "Neyi vardı ki hastanın?" dediğinde, kısa bir an için düşündüm.
Tanısı; şizofrendi. Ama acıları çok gerçekti.
"Karısı ölmüş," dedim. "Sonra adam da delirmiş."
"Yaa..." dedi Sezin abla üzgün çıkan sesiyle. "Yalnız ne aşklar var be!"
Devran abi sahte bir sitemle, "Bizim aşkımız kadar olamazlar," dediğinde yüzümü buluşturmamak için kendimi zor tuttum. Koskoca mahallenin ağır abisiydi ama Sezin ablanın karşısında minik bir kediydi işte.
"Öyle," dedim yalnızca. Yanımda oturan adama bakamıyordum. "Bazı adamlar sevdikleri ölünce deliriyor." Duraksadım. Gözlerimi masaya çevirdim. Çay bardağını tutan elleri duraksamıştı.
"Bazıları da işte sevdikleri kadını yaşarken öldürüyor." Söylediğim şey masaya bomba gibi düştüğünde, Mirza elindeki bardağı kırmak istercesine sıkıyordu. Kendisini zor tuttuğunun farkındaydım ama bunu umursamıyordum.
"Bazen sevmek yetmez," diyen Mirza bardağın içindeki sıcak çayı bir dikişte içtiğinde, gözlerini bana çevirdi.
"Sana yetmedi." Dudaklarımın arasından dökülen iki kelimeyle birlikte gözlerimi ona çevirdim. "Ama doğru ya sen hiç sevmemiştin."
"Oha!" diye bağırdı Sezin abla. "Şu an burada bir şeyler dönüyor."
"Sen karışma Sezin!" diyen Devran abinin sesini de duyduğumda, oturduğum yerden hızlı bir şekilde kalktım.
"Ben gitsem iyi olacak artık. Hepinize iyi akşamlar." Ceketimi ve çantamı alıp, kimsenin cevap vermesini beklemeden yürümeye başladığımda, arkamdan bir şeyler büyük bir gürültüyle fırlatıldı. Yüksek ihtimalle sandalyeydi.
Eva'dan çıkıp hızlı bir şekilde yürümeye başladığımda, çok bir zaman geçmedi ki; Mirza kolumdan tutarak beni durdurdu.
"Bırak!" diye tısladım dudaklarımın arasından. Ona bakmıyor, kolumu ellerinin arasından kurtarmaya çalışıyordum. Ama o buna izin vermiyordu.
"Seni sevdim." Mirza'nın söylediği şeyle birlikte tüm bedenim buz kestiğinde, hareketlerim duraksadı. Başını eğdiğinde alnını alnıma yasladı. "Ben seni çok sevdim." Aldığı nefesler nefesime karışıyordu.
"Sevdin mi?" diye bir fısıltı döküldü dudaklarımın arasından. "Sevsen böyle mi olurdu sonumuz?" Gözümden akan birkaç damla yaş yanağıma süzüldü. Kendimi sıkmaktan yorulmuştum artık.
Mirza'nın elleri yanaklarımı sardığında, parmakları o yaşların üzerini okşadı. "Kurban olurum gözünden akan tek damla yaşına." Gülmek istedim, gülemedim.
"Evet," diye bağırdım kendimi tutamadığımda. "Sen beni öyle çok sevdin ki... Sen bana öyle çok kurban oldun ki... Daha ilk anda ağzıma sıçtın sen benim, bitirdin sen beni, bitirdin." Bağırıyordum. Yanaklarımda duran elini iteklemeye çalıştım. "Kurban olduğun kızı kendi ellerinle öldürdün sen."
"İstemedim," diye bağırdı Mirza. "Sen sanıyor musun ki; seni öldürünce ben yaşadım. Ben de öldüm." O da bağırmıştı.
Gözlerim Mirza'nın arkasındaki bir noktada takılı kaldığında, onu gördüm. Ahsen'i... Bize bakıyordu.
"Evet," diye bağırdım hırsımı almak istercesine. "Baya güzel ölmüşsün. Hatta böyle baya güzel." Mirza'nın gözleri benim neye baktığımı anlamak istermiş gibi, arkasına doğru çevrildiğinde, o da Ahsen'i gördü.
"Düşündüğün gibi değil. Şırnak'tan arkadaşım, aynı birimde çalışıyoruz."
"Ben artık seninle ilgili hiçbir şey düşünmüyorum," dedim. Bağırmamıştım ama o bağırmamı isterdi, biliyordum. Ona tepki vermemi isterdi. "Yoksun sen benim için, sildim attım ben seni, bitirdim." Dişlerimi birbirine bastırarak, kendimi sıktım.
Bıraksalar, onun kollarını yığılır, yine ona sığınırdım. Ama bitmişti.
Gözlerine son bir kez baktığımda, boşluğundan yararlanarak kolumu ellerinin arasından kurtararak yürümeye başladım. Rüzgâr saçlarımı uçuruyor, tenimi ürpertiyordu.
Hızlı hızlı yürümeye devam ederken, Mirza yeniden kolumdan tuttuğunda, "Bırak!" diye bağırdım. "Bırak artık beni."
"Bırakamam," dedi sadece. Sesi acı çekermiş gibi çıkmıştı. Nefesi saçlarımı okşamıştı.
"Sen benden ne istiyorsun?" diye bağırdığımda ona doğru döndüm. Dönmemle birlikte saçlarımın arasından çıkan tutamlar rüzgârdan dolayı yüzüne çarpmıştı. "Sen benden ne istiyorsun Mirza?"
"Gidemiyorum, bırakamıyorum seni kurban olduğum..."
"Deme," diye bağırdım. "Bana sakın öyle deme."
"Sen benim kurban olduğumdun." Ben başka bir şey diyordum o başka bir şey diyordu. Gözlerine baktım. Ve gözlerinde tek bir şey gördüm.
Pişmandı,
Hem de köpek gibi pişmandı.
"Pişmansın?" dediğimde duraksadım. "Köpek gibi pişman olmuşsun hem de."
"Pişmanım," dedi Mirza yalvarırcasına.
Pişmanım.
"Ben de pişmanım," dedim. "Ya sen benim en sevdiğimdin..." diye bağırdım. Elimi göğsüne koyup vurmaya başladım. "En güvendiğimdin. Sığındığımdın sen benim." Göğsüne vurmaya devam ediyordum. Hiçbir şey yapmıyordu. "Ne bekliyordun?" diye bağırdım. "Yıllar sonra geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi seni kabul edeceğimi mi? Ya da benden aşk sözcükleri duymayı mı bekliyordun? Söyle ne bekliyordun?"
"Dört yıldır yolum her anımda sana çıktı. Sana çıkan tüm yolları arşınladım, ezberledim ama kapını çalamadım." Acı çekiyordu. "Kapının önüne kadar geldim ama o yuvanın kapısını açamadım. Bu benim için ne kadar acı biliyor musun sen?"
"O yuvayı sen kendi ellerinle yıktın," dedim sadece. Her şeye rağmen karşısında dik bir şekilde durmaya çalışıyordum. "Paramparça ettin."
"Benim yıktığımı biliyorum. Ama yıktığım yuvayı kendi ellerimle yapacağım." Mirza'nın söylediklerinden sonra dudaklarım acı bir tebessümle yukarıya doğru kıvrıldı.
"Benim yolumda, yuvamda başka artık." Dudaklarımın arasından dökülen her bir kelimede Mirza'nın kaşları çatıldığında, onu öldürecek o cümlemi söyledim.
"Benim hayatımda birisi var."
*
Nasıl buldunuz bakalım?
~Mirza?
~Mihran?
~Deha?
Lütfen oy vermeden ve yorumlarınızı belirtmeden gitmeyin🥰
Alıntılar için instagram: mavininhikayeleri
Duyurular Wattpad: kendince_yazar
Sizleri seviyorum.
💙
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro