2.Bölüm: "Kurşun"
#Ahmet Kaya - Yüreğim Kanıyor
#Kıraç - Sevgilim
Oy verdiysek başlayalım mı?🥰
*
"Hoş geldin..." dediğimde dudaklarımı bilerek yukarıya doğru kıvırdım. Gözleri dudaklarıma düştüğünde, yılların acısını çıkarmak, gerçekliğini yüzüne vurmak istercesine konuştum. "Mirza abi."
Mirza abi...
Dudaklarımdan dökülen tek bir kelimeyle içim çayır cayır yandığında, içimin aksine dudaklarımın kıvrımını bozmadan gülmeye devam ettim.
Mirza'nın gözleri dudaklarımı aşıp, gözlerime tutunduğunda, kaşları derin bir şekilde çatıldı.
Başını belli belirsiz bir şekilde salladığında, sağ tarafına doğru kütletti. Şu durumda zaten ne yapabileceği, ne de diyebileceği bir şey yoktu.
"Oğlum... Yavrum..." Asiye teyze ağlayarak Mirza'ya sarılmaya çalışıyor ama Mirza gözlerini benden ayırmıyordu.
"Abi!" diye bağıran Dila da Mirza'nın üzerine atladığında, gözlerimi Mirza'nın gözlerinden ayırarak, kenarda duran annemin yanına geçtim.
Onun gözlerini hâlâ üzerimde hissedebiliyordum.
"Ben eve gidiyorum," dediğimde annem dolu dolu olmuş gözlerini bana çevirdi. Kendileri Mirza'yı çok severdi. Hatta çocuğu gibi severdi, o yüzden gözlerinin dolmasını normal buluyordum.
"Saçmalama kız," dedi annem. "Ne eve geçmesi? Dur durduğun yerde."
"Ne yapacağız burada?" dediğimde duraksadım. "Tamam, geldi işte. Bırak hasret gidersinler." Gözlerimi ona çevirmemek için zor tutuyordum.
Annem, "Mihran!" dediğinde onu sinirlendirdiğimin farkındaydım. Ama ben burada daha fazla kalamazdım.
Sanki... Sanki nefes alamıyor gibiydim. Bir zamanlar bana nefes olan gözleri, şimdi nefesimi kesiyordu.
Aradan geçen dakikaların ardından tüm komşular kısa bir 'hoş geldin' faslından sonra gittiklerinde, ben annemin zoruyla burada öylece kalmıştım.
Annem, "Biz de artık gidelim Asiye'm," dediğinde gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Otuz yıllık eşine böyle Mehmet'im dememiştir be!
"Olmaz öyle şey," dediğinde Asiye teyze, kaşlarım çatıldı. "Bugün bizdesiniz ahiretliğim gitmek falan yok."
Bahçeden salona geçmiştik. Ve hepsi koltuklarda otururken, ben bir an önce gitmek istercesine kapının önünde dikiliyordum.
Gözlerimi ona çevirmemek için zor tutuyordum. Ama onun bana baktığının farkındaydım.
"Olur mu ki öyle?" diyen annem ağzının içinde mırın kırın ettiğinde, Asiye teyze, "Hadi hadi..." dedi. "Bizim adamlar zaten gelir hemen. Biz de bir şeyler hazırlayalım hemen."
"Ben eve geçeyim," dediğimde annemin çatık kaşlarıyla bana baktığının farkındayım. Ama ben ona bakmıyor, Asiye teyzeye bakıyordum. "Yetiştirmem gereken ödevlerim vardı da."
Yanımda duran annem kolumu cimciklediğinde, "Ah," diye inledim. Bu onun dilinde 'hiçbir yere gitmiyorsun bize yardım edeceksin' demekti.
"İyi misin kızım?" diyen Asiye teyzeyi başımla onayladığımda, gözlerimi koluma doğru düşürdüm. Annemin sıktığı yer hafifçe morarmıştı. Yani yirmi üç yaşındaydım ama hâlâ annem tarafından cimcikleniyordum.
"İyiyim Asiye teyze. Ben şimdi fark ettim de ödevimin süresi vardı biraz daha." Ortada ödevim diye bir şey yoktu ama süresi vardı.
Asiye teyze, "Hadi o zaman mutfağa kızlar..." dediğinde istemeyerekte olsa mutfağa ilerledim. "Oğlum sen de çık yukarı bir duşunu al güzelce."
Tabii tabii alsındı. Ne de olsa yol yorgunuydu.
Kendimi zorlukla mutfağa atabildiğimde, derince bir nefesi içime çekmeye çalıştım. Ne kadar ayakta duracağım, yıkılmayacağım desemde yıkılmıştım işte. İçim cayır cayır yanıyordu. Hiçbir şey diyemiyor, gözlerine bile bakamıyordum.
Öyle çok acıyordu ki içim...
"Sen iyi misin?" Yanıma hangi ara geldiğini anlayamadığım Dila'nın sorduğu soruyla birlikte başımı olumlu anlamda salladım.
"İyiyim." Hayır, değilim.
"Pek iyi gibi durmuyorsun da? Bir şey mi oldu?"
"Hayırdır sen hangi ara benim iyiliğimle bu kadar ilgilenir oldun?" dediğimde Dila'nın gözlerinden geçen şaşkınlığı fark edebilmiştim. Ona böyle bir şey dememi beklemiyor gibiydi. Ama şu geçen yıllarda Dila'dan o kadar çok laf yemiştim ki; artık ona tahammül edemiyordum. Hele şimdi beni düşünüyormuş gibi yapmasına hiç edemiyordum.
"Ama iyiyim merak etme. Daha fazla Dila'yla uğraşmak istemediğimden dolaptan salata malzemelerini çıkarıp, salata yapmaya başladım.
Aradan geçen dakikalar bana sanki hiç akmayan bir saat gibi geldiğinde Asiye teyze, "Mihran kuzum, Mirza'ya bağırsana bir," dedi. Gözlerim şaşkınlık içerisinde açıldığında, "Ben mi?" dedim.
"Yavrum senden başka Mihran mı var?" Yoktu değil mi? Ama keşke olsaydı.
"Yok," dedim saf saf. "Dila nerede? O çağırsaydı ya."
"Karnı ağrıyormuş kızım." Gerçekten hiç ama hiç şaşırmamıştım. Bir iş olduğunda Dila'nın hemen bir yerlerinin ağrıyası tutuyordu. O mu evin kızıydı, yoksa ben mi belli değildi.
"Anladım..." dedim.
"Allah'ım bu kıza ne oldu böyle bilmem ki? Ders çalıştıkça kafasındaki tahtalar gidip duruyor. Kız gidip çağırsana Mirza oğlumu. Durup duruyorsun hâlâ." Annemin bana kızarak söyledikleriyle birlikte başımı belli belirsiz bir şekilde salladım.
Ona benim tahtalarımı o Mirza oğlun götürüyor diyemedim.
İçimden söylene söylene merdivenleri çıktığımda, Mirza'nın odasının kapısının önünde durdum.
Sadece 'Mirza abi' deyip çağıracaktım. Bu kadarını yapabilirdim galiba.
Ya da yapamazdım, bilmiyordum.
Tam elimi kaldırıp kapıya vuracağım sıra içeriden gelen seslerle birlikte, başımı istemsiz bir şekilde kapıya yasladım.
"Söyle Ahsen." Mirza'nın dudaklarının arasından dökülen isimle birlikte elimi havada asılı kaldı.
Ahsen...
Kimdi bu Ahsen? Belki de sevgilisiydi. Düşündüğüm bu ihtimal canımı yaktığında, elimi kalbimin üzerine götürdüm.
"Tamam ben akşam gelirim yanına." Akşam yanına gidecekti. Evet, kesinlikle sevgilisiydi.
Kaşlarım derin bir şekilde çatıldığında yumruk yaptığım elimi hızlı bir şekilde kapıya geçirdim. "Seni bekliyorlar." Bağırarak söylediklerimden sonra arkamı dönüp yürümeye başladım. Kapının açılma sesini duysam da dönüp bakmadım.
Birden koluma tutunan el beni hızlı bir şekilde çektiğinde, kendimi Mirza'nın odasında buldum. Ayağıyla kapıya vurup kapattığında, benim bedenimi kapıya yasladı.
"Ne yapıyorsun sen?" diye tısladığımda, gözlerimi zorlukla gözlerine çevirdim. Ama çevirdiğim gibi çevirmez olaydım dediğim bir manzarayla karşılaştım.
Duştan yeni çıkmıştı. Çıplaktı. Yani çıplaktı dediğim üstü çıplaktı işte. Şu an altına bakamamıştım. Ah şu an tam anlamıyla saçmalıyordum. Siyah saçlarının önünden damlayan bir damla yaş göğsüne doğru süzüldüğünde, gözlerim göğsünün üzerinde takılı kaldı.
Böyle olmamalıydı. Ona böyle bakmamalıydım.
Ufak bir öksürük sesiyle birlikte gözlerimi zorlukla göğsünden ayırdığımda, gözlerine baktım. Dudakları yukarıya doğru kıvrılmış, gülümsüyordu.
Anlamıştı. Pislik.
Başını bana doğru yaklaştırdığında, burnunu saçıma yasladı. "Tüm odam sen kokuyor." Yıllar sonra bana dediği ilk şey bu oldu işte.
Tüm odam sen kokuyor.
Yıllar önce yıktığı bir harabeyle konuştuğunun farkında mıydı acaba?
Söylediği şeyle birlikte gözlerim anında yastığına kaydığında, yastığının bozulmuş olduğunu gördüm.
Anlamıştı. Onun odasına girdiğimi anlamıştı.
"Odanda ben koksam..." diye fısıldadığımda, gözleri dudaklarıma düştü. "Ben koksam nefes dahi alamazsın."
Mirza, "Yıllarca alamadım..." dediğinde başını saçlarımın arasına yaklaştırdı. Burnunu saçlarımın arasına dayadığında derince bir nefesi içine çekti. "Yeminim olsun alamadım." Bunu neden yapıyordu?
"Çek o koca burnunu saçlarımın arasından!" Dediğimde kendimi geriye çekmeye çalıştım. Ama zaten kapıya yaslanmış bir şekilde durduğumdan, hareket dahi edemedim.
"Soluklanıyorum," dediğinde Mirza, yeniden derince bir nefesi içine çekti. "Biraz izin ver, ne olur."
"Ne soluklanmasından bahsediyorsun sen ya?" Bağırmak istedim ama bağıramadım. Şu an haykırmak istiyordum ama aşağıda olan annemlerin varlığı aklıma geldikçe sesim içime kaçıyordu.
Mirza beni umursamayarak saçlarımı koklamaya devam etti.
"Sen kafayı yedin herhalde. Bu koklamalar, kokumda soluklanmalar tarih öncesinde kaldı. Hani biz dört yıl önce ayrıldık ya. Hasta." Dört yıl önce bizi bitirmişti ve geldiği ilk anda gelmiş beni kokluyordu.
Bir de benim ona izin vermemi bekliyordu.
"Yedim..." dedi Mirza. "Kafayı da yedim, kendimi de yedim."
Yemin ederim Şırnak'ta kafayı yiyip gelmişti. Ruh hastası!
Elimi Mirza'nın göğsüne koyduğumda, parmak uçlarımın cayır cayır yandığını hissettim. "Bırak! Uzak dur!"
Mirza'yı iteklediğimde bana zorluk çıkarmadan geriye çekildi. Hissettiğim garip duyguların peşinden sürükleniyordum. Göğsüm yükselip yükselip, iniyordu.
Gözleri arada göğüslerime iniyor ama sonra hemen gözlerime tutunuyordu.
"Sen de bana ait bir şey var." Mirza'nın birden söylediği şeyle birlikte dümdüz bir ifadeyle ona bakmaya başladığımda, gözlerim kolumda duran eline düştü.
"Sana ait bir şey?" diye soru sorar bir şekilde konuştuğumda, hızlı bir şekilde kolumu ellerinin arasından kurtardım. İstese bırakmazdı biliyordum ama zaten gevşek bir şekilde tutmuştu.
Elimi cebime götürdüğümde, onun neyden bahsettiğini anlayabilmiştim. Cebimden çıkardığım kurşunu ve kırışmış olan fotoğrafı havaya kaldırdığımda, gözünün içine içine soktum.
Bana ait olan bir şey demişti.
Avuçlarımın arasında tuttuğum kurşunu Mirza'nın kalbine bastırdığımda, elim çıplak olan göğsüne değdi. Bir damla yaş elime bulaştı, ama umursamadım.
"Yıllar önce..." dedim. "Tek atışta öldürdün beni." Gözlerini kalbine bastırdığım elimden çekip bana çevirdiğinde, onun da o günümüzü hatırladığını anladım.
***
"Allah seni ne yapmasın Mirza. Boyun, posun devrilmesin Mirza." Elimde tuttuğum oku Mirza'nın fotoğrafının üzerine fırlattığımda, hâlâ hırsımı alamamıştım.
"Kızım bir sakin olsana. Bu ne şiddet, bu ne celal?" Çiçek'in söyledikleriyle birlikte kaşlarım çatıldığında, "Sus sus..." dedim. "Resmen kızı arabasına aldı ya. O, geçti fingirdek Burcu'yu arabasına aldı. Allah'ım sen bana sabır ver, yok yok ben hıncımı böyle alamıyorum." Fingirdek Burcu bizim mahallenin kızlarından biriydi. Ve aklı da kalbi de Mirza'daydı.
Şu elimde tuttuğum oklarla Mirza'nın fotoğrafını delik deşik etmiştim ama yinede hırsımı alamamıştım. O fingirdek Burcu ve Mirza'nın aynı arabaya bindikleri aklıma geldikçe deliriyordum.
Çiçek, "Mirza abi yazmadı mı sana?" dediğinde başımı belli belirsiz bir şekilde salladım. Çiçek'le aynı yaştaydık ama benim sevgilim dediğime o abi diyordu.
"Aradı açmadım sonra ona şey dedim. 'Kime şoförcülük yaptıysan git onu ara' İyi demişim değil mi Çiçek'im? Şimdi de arayıp duruyor ama açmıyorum."
"Yok artık!" diye bağırdı Çiçek. "Kızım bir dinleseydin adamı ya. Bir de iyi demişim değil mi diyorsun?" Valla ben onu dinleyeceğim kadar dinlemiştim. Ona o fingirdek Burcu'dan uzak dur dedikçe o kız onun dibinde bitip duruyordu.
"Dinlemiyorum efendim," dediğimde elimde tuttuğum oku Mirza'nın fotoğrafının üstüne fırlattım. Şu dart olmasa hıncımı hiç alamazdım galiba.
Çiçek, "Bekle geliyorum ben," dediğinde birden odadan çıktı. Başımı belli belirsiz bir şekilde salladığımda yere düşen oku alıp, tekrardan Mirza'nın fotoğrafına fırlattım.
Yok ya yemin ederim hıncımı alamıyordum.
"Bu onu arabana aldığın için," dediğimde oku tekrardan fırlattım.
"Bu da o fingirdekle konuştuğun için." Bir tane daha fırlattım.
"Bu yine onu arabana aldığın için." Bir tane daha fırlattım.
"Bu benim sözümü dinlemediğin için." Bir tane daha fırlattım.
"İnşallah pide kuyruğu beklediğinde sana sıra gelir de pide biter Mirza. İnşallah duşa girdiğinde suların kesilir Mirza." Kendi kendime Mirza'ya beddualarımı sıralamaya devam ediyordum ki; birden belime dolanan kollarla öylece kalakaldım.
Gelmişti. Onu görmeme gerek yoktu, ben onu hissedebiliyordum.
"Kurban olduğum bana sen varken düşmana gerek yok. Ben de iki yakam neden bir araya gelmiyor diye düşünüyordum meğer sevgilimiz arkamızdan kuyumuzu kazıyormuş."
"Ne?" dedim şaşkınca. "Ben mi kazıyorum senin kuyunu? Senin kuyunu yediğin hurmalar kazar."
Mirza, "Bak sen," dediğinde sesinden akan o muzip tavrı hissedebilmiştim. "Demek yediğim hurmalar öyle mi?"
"Evet, şöyle fingirdek olanlardan. Hani baş harfi B olanından." Fingirdek Burcu. Aklıma geldikçe sinirlerim çıkıyordu.
"Kurban olduğum çok önemli bir sınavı varmış, uyuya kalmış. Ne yapsaydım?" Bir dakika, bir dakika...
"Otobüs müsün sen, yoksa taksi mi Mirza? Ya da o fingirdeğin özel şoförü mü? İyi ya iyi ben de o zaman sınava geç kaldım bahaneleriyle onun bunun arabasına bineyim." Sinirli bir şekilde söylediklerimle birlikte Mirza'nın kaşları çatıldı. Oh öyle çatılırdı işte.
"Mihran!" dedi Mirza sert çıkan sesiyle. "Kimin arabasına biniyormuşsun sen?" Kudurmuştu.
"Binerim onun bunun arabasına. Sana ne?" Aslında binemezdim ama bunu onun bilmesine hiç gerek yoktu.
Mirza, "Binemezsin kurban olduğum," dediğinde bana doğru bir adım attı. "Sen hele bir bin." Duraksadığında kaşlarımı yukarıya doğru kaldırdım.
"Eee hele bir bineyim ne olur?"
"O bindiğin herifleri önce bir güzel döver, sonra da alır nezarete atarım." Ne? Gülmemek için kendimi zor tuttuğumda, en sonunda güldüm.
Nezarete atarmışmış.
"Sen alıyorsun ama? Ben aldığın kızları ne yapayım? Mesela; o fingirdeğin gidip saçlarını yolayım mı?" Valla zaten kendimi zor tutuyordum. O kızın Mirza'ya olan duyguları tüm mahalle tarafından bilinirken, o gidip kızı arabasına almıştı.
"Kurban olduğum bak sınavı vardı, almıyordum ağlamaya başladı."
"Ben ağlatacağım onu," diye ağzımın içinden homurdandım. "Çok güzel ağlayacağım. Beni bilmiyor ya tabii fingirdek seni sahipsiz sanıyor."
"Tamam..." dedi Mirza. "Bilsin seni. Gel söyleyelim herkese."
"Ben sana yüzük alacağım." Birden söylediğim şeyle birlikte Mirza'nın gözleri şaşkınlık içerisinde açıldığında, "Ne?" dedi. "Onu benim almam gerekmiyor muydu?"
"Yok yok," dedim. "Ben alacağım. Takacağım o yüzüğü parmağına. Böyle yanına fingirdekler yaklaşınca hemen o yüzüğünü kaldıracaksın. Böyle gözlerine gözlerine sokacaksın." Söylediklerimden sonra Mirza kahkahalarla gülmeye başladığında, başını iki yanına doğru salladı.
"Dur dur..." dedim aklıma gelen fikirle. "Ya da alnına benim ismimi yazsan?"
Mirza, "Ben adını alnıma yazacağım, yüzüğünü de parmağıma takacağım. Sen ne yapacaksın peki kurban olduğum? Sen de benim yüzüğümü parmağına takacak mısın?" Ay bismillah. Ben şimdi evlilik teklifi mi almıştım? Ya da bildiğiniz evlilik teklifi alma yolunda ilerliyordum.
"Ben onun bunun arabasına binmiyorum beyefendi..." diye yüzüne yüzüne çemkirdim.
Mirza ağzının içinden, "Ya sabır..." diye homurdandığında, 'çek çek' anlamında başımı salladım. Sabır çeksin dursundu.
Mirza'nın gözleri birden bir noktada takılı kaldığında, gözlerimi baktığı yere çevirdim. Kendisinin deşilmiş olan resmine bakıyordu.
"Baya..." dedi Mirza. Kaşları çatık olsa da sesi eğlenir gibi çıkmıştı. "Baya güzel geçmişsin içimden." Ee bu kadar hıncıma tabii ki de geçerdim.
Dart tahtasının üzerindeki fotoğrafı çekip aldığında, incelemeye başladı. Delik deşik yerleri gördükçe kaşları çatılıyor ama kaşlarının çatıklığının aksine de gülesi geliyordu.
"Sekiz atışta beynimi dağıtmışsın." Gözlerimi Mirza'dan çekip fotoğrafa çevirdiğimde, "Eee..." dedim. "Kimin sevgilisiyiz sonuçta. Öyle dağıtırım işte beynini."
"Yavrum, benim sevgilim olduğun konusunda emin miyiz? Ben tek atışta adamın beynini uçururum da."
"Yok bakkalın çırağının sevgilisiyim tövbe tövbe." Sinirli bir şekilde söylediklerimden birlikte, Mirza, "Mihran!" diye tısladı dudaklarının arasından. "Şu diline ayar çekeceğim artık."
Ne Mihran, ne Mihran?
"Of tamam sustum," dediğimde kenarda duran çekmeceyi açtım. Cüzdanımın içinden fotoğrafımı çıkardığımda, Mirza'nın önünde sallamaya başladım. "Hem madem tek atışla öldürürsün o zaman hodri meydan Mirza Bey."
Mirza söylediklerimi es geçerek fotoğrafı tutup elimden çektiğinde, bakmaya başladı. Birden kahkaha atmaya başladığında, kaşlarım çatıldı.
Çok mu komikti yani?
Bu benim fotoğrafıma gülerek çirkin mi demeye çalışıyordu?
"Kurban olduğum sanki silah zoruyla çekmişler fotoğrafını." Eh bir nevi öyle de olabilirdi. Mirza'nın elindeki fotoğrafım; ÖSYM için çektirdiğim vesikalık bir fotoğrafımdı. Ee konu sınav olunca ister istemez moral bozukluğu da oluyordu.
"Ver şunu ya..." deyip fotoğrafı Mirza'nın elinden aldım. Vesikalık fotoğrafımı vererek büyük bir hata yapmıştım galiba.
Fotoğrafı dart tahtasının üzerine geçirdiğimde, "Bak tek atış hakkın var," dedim. "Tek atışta kalbimi dağıtacaksın."
"Kalbini?"
"Evet, kalbimi."
Mirza kaşlarını yukarıya doğru kaldırdığında, "Niye beynini değil?" dedi. Yüksek ihtimalle aklımdan geçenleri öğrenmek istemişti.
"Çünkü; beyin kocaman. Onu benim ebem bile vurur. Bir de kalbe bak küçücük."
"Hım..." diye mırıldandığında Mirza beni belimden tutup kendisine doğru çekti. "Demek benim küçük sevgilim beni zorlamak istiyor."
"Eee..." dedim omuzlarımı silktiğimde. "Tek atışta öldürürüm diyen sendin."
"Yalnız bu pek adil olmayacak gibi," diyen Mirza'yla kaşlarım yukarıya kalktığında, neden bahsettiğini anlayamamıştım. Elinde tuttuğu delik deşik fotoğrafını kaldırdığında, "Bir şuna bak..." dedi. Evet, onun fotoğrafı kocamandı. "Bir de şu vesikalık fotoğrafa bak."
Gülmemek için kendimi zor tuttuğumda, "Sabah yaptığına say," dedim. Mirza bana şaşkınca baktığında, ağzımdan kaçan kıkırtıma engel olamayarak güldüm.
Yüksek ihtimalle unuttuğumu düşünmüştü. Ama bir kadın böyle bir şeyi asla unutmazdı. Üç ayda geçse, beş yılda geçse olan kavgamızın arasında hemen bu yaptığını ortaya atacaktım.
Mirza ağzının içinden homurdandığında eline aldığı oku yukarı kaldırdı. Sonra da elindeki oka garip bir ifadeyle bakmaya başladı. "Bu ne lan? Kurşun falan yok mu?"
Salaktı ya.
Getirecektim ben şimdi ona kurşunu.
"Kurşun mu istiyorsunuz beyefendi? Hemen alır gelirim bakkaldan." Alaylı bir şekilde söylediklerimle birlikte Mirza, "Sen hiç zahmet etme kurban olduğum," dedi. O da alaylı bir şekilde konuşmuştu.
"Yanımda var benim." Mirza birden belindeki tabancasını çıkardığında, gözlerim korku içerisinde açıldı.
"Oha Mirza oha! Sok şunu hemen ya." Silah tutan ellerine hâlâ alışamamıştım. Mirza gözlerimden geçen korkumu anlamış gibi silahını geri beline taktığında, rahatlamıştım.
Bir kaza falan olacaktı, sonra kaza kurşununa gidecektim vallahi.
Mirza elindeki oku havaya kaldırdığında, birden duraksadı. "Atacağım ama boşa atmam ben."
"Ne demek boşa atmam?"
"Bildiğin boşa atmam demek. Karşılığında senden bir şey isterim." Ne? Hem benim kalbimi vuracaktı hem de karşılığında benden bir şey mi isteyecekti? Gerçi beni vurmasını ben istemiştim ama bunu şu anlık es geçmiştim.
"Ne isteyecek misin bakalım?" dediğinde tek kaşımı yukarıya doğru kaldırdım.
"Onu da attıktan sonra isterim," dediğinde, gözleri dudaklarıma doğru düştü.
"Tamam," diye fısıldadım tamamen bilinçsiz bir şekilde. "Önce at sonra bakarız."
Aklıma gelen şeyle birlikte muzip bir ifadeyle kollarımı iki yanıma açtığımda, "Hem..." dedim. "Beni almışsın kendine daha allahtan belanı mı istiyorsun be adam?"
Mirza, "Seni bacaksız," dediğinde elindeki oku havaya kaldırdı. Atacağını biliyordum ki...
Aradan geçen bir, iki dakikada Mirza hâlâ atışını yapamadığında, gözlerimi kıstım. Ok hâlâ havadaydı ama Mirza bir türlü atmıyordu.
"Niye atmıyorsun be adam?" dediğimde, Mirza başını iki yanına sallayarak elinde tuttuğu oku indirdi.
"Yok ben yapamıyorum." Mirza gözlerini bana çevirdiğinde, garip bir ifadeyle bakmaya başladı.
"Ne?" dedim kendimi tutamadığımda.
"Yapamıyorum," dedi Mirza. "Şu kıytırık oku senin kalbine atamıyorum. Normalde tek atışta parçalayacağım kalbine atamıyorum." Şaşkınlık içersinde Mirza'ya bakakaldığımda, "Sen bana ne yaptın böyle?" dedi. Sesi inler gibi çıkmıştı. Kendine inanamıyormuş gibi konuşuyordu.
"Kıytırık bir ok ama fotoğraftan bile kalbini parçalama fikri canımı yakıyor." Dudaklarım istemsiz bir şekilde yukarıya doğru kıvrıldı. O konuşuyor, ben ona bakıyordum. Ve o baktıkça erimemek için kendimi zor tutuyordum.
"Ulan!" dedi Mirza. "Tek atışta parçalardım kalbini ama konu sen olunca ellerim tutmuyor."
***
Geçmiş beni içinden çekip çıkardığında gülmek istedim, ama gülemedim. Gözlerim hafiften yaşarmıştı bunu hissedebiliyordum.
Yıllar önce kıytırık bir okla kalbimi paramparça edemeyen adam, bir kurşunu kalbime saplamıştı.
Sözleriyle öldürmüştü beni.
Dolu dolu olan gözlerimi gözlerine çevirdiğimde, orada tek bir şey gördüm.
Pişmanlık...
Gözleri pişmanlıkla kavruluyordu.
Ya da şu an ben böyle hissediyordum.
"Kıytırık bir oku kalbime saplayamayan sen, günü geldi tek bir kurşunla paramparça ettin beni." Söylediklerimden sonra kalbine bastırdığım kurşunu serbest bıraktığımda, büyük bir gürültüyle yere düştü.
"Burada," dediğimde elimde tuttuğum fotoğrafı havaya doğru kaldırdım. Gözlerinin içine baka baka fotoğrafımızı yırtmaya başladığımda, gözlerinin içi sertleşti. "Burada sana dair bir şey yok."
Elimde tuttuğum fotoğraf ikiye ayrıldı.
Mirza'nın bulunduğu kısmı hemen yanımda bulunun dolabın üzerine koyduğumda, kendi kısmımı havaya kaldırdım.
Fotoğrafı gözüne soka soka gösterdiğimde, gözleri benim gülen yüzüme düştü. Bir zamanlar onun yanında gülerdim.
"Bu kız bir zamanlar sana aitti." Duraksadım. "Gülen yüzü sana aitti. Kahkahaları sana, gözyaşları sanaydı." Elimde tuttuğum fotoğraf benken ama aslında ben değilmiş gibi hissediyordum. "Ama şimdi değil," dediğimde kendi fotoğrafımı ortadan ikiye ayırarak yırttım. Gözlerinin içine baka baka böldüğüm parçayı un ufak ettiğimde, elimde duran küçük parçalara baktım.
Tıpkı yıllar önce olduğum gibi; gülen yüzüm paramparça olmuştu.
Elimdeki parçaları Mirza'nın üzerine fırlattığımda, son kez konuştum.
"Burada artık sana ait bir şey kalmadı." Bu ona olan son sözlerim oldu.
Mirza'nın odasından sonunda kendimi atabildiğimde, daha fazla tutamayarak gözlerimde biriken yaşları serbest bıraktım.
Öyle çok canımı yakmıştı ki...
Öyle çok yakıyordu ki canımı...
"Birini çağırsın diye yolladık ikisi gelemedi. Ah bu çocuk." Annemin söylenen sesini duyduğumda, gözyaşlarımı silerek, merdivenden indim.
"Hah sonunda gelebildin kızım. Kayıp ilanı vermeye geliyordum ben de." Komik misin anne? Hayır, kesinlikle değilsin.
Anneme tepki vermeyerek boş boş baktığımda, "Git suları getir!" dedi. Yemin ederim 'getirir misin?' diye bir rica cümlesinin varlığından haberi yoktu. Ama artık sorun yoktu alışmıştım onun bu tavırlarına.
Mutfağa doğru ilerlediğimde, kapının zili kulaklarıma doldu.
"Ben bakıyorum," diyen Dila'nın sesini duyduğumda gözlerimi devirdim. Eh artık zahmet olmazsa bir işe yarasındı.
Sürahiye doldurduğum suyla birlikte içeri girdiğimde Aslan amca ve Mirza'nın sarıldığını gördüm. Hemen arkalarında da babam vardı.
Mirza ve Aslan amca ayrıldığında, Mirza hemen eğilip babamın elini öptü. Bu manzaraya daha fazla bakmamak için başımı eğdiğimde, sürahiyi masanın üzerine bıraktım.
Aradan geçen dakikaların ardından sonunda hasret giderme faslı bittiğinde, hazır olan masaya oturabilmiştik.
Masadakiler konuşuyor ama ben önümdeki yemeğimle oynuyordum. Bir an önce şu evden çıkıp gitmek istiyordum. Kendimi odama kapatıp, haykırmak istiyordum. Bağıra bağıra ağlamak...
Ben bizim fotoğrafımızı paramparça etmiştim, koparıp atmıştım. Az önce onun yüzüne bakan ben, şimdi çevirip bakamıyordum bile.
"Döndün mü şimdi oğlum?" diyen babamın sesini duyduğumda, çatalı tutan ellerim duraksadı.
"Döndüm Mehmet amcam döndüm. Bir ayağım hep Şırnak'ta olacak ama artık buradayım." Mirza'nın net bir şekilde söyledikleriyle birlikte gözlerimi istemsiz bir şekilde ona çevirdiğimde, onun da bana baktığını gördüm.
"Yuvamdayım artık." Gözlerimin en içine baka baka söyledikleriyle birlikte başımı yere eğip, hafifçe güldüm. O, 'yuvam' dedikçe benim gülesim geliyordu.
Babam, "İyi oğlum iyi. Valla insanın evi gibisi olmuyor," dediğinde, Mirza, "Öyle Mehmet amca..." dedi. "Gerçekten de insanın evi gibi olmuyor."
'O yüzden mi yıllardır dönmedin' diyemedim. Kendimi geçmiştim, bizi zaten bitirerek gitmişti. Bir insan koca dört yılda ailesine gelmez miydi?
O gelmemişti.
Hırkamın cebinde olan telefonumun titrediğini hissettiğimde kimseye çaktırmamaya çalışarak, telefonumu elime aldım. Babam sofrada böyle telefonla uğraşılmasından hiç hoşlanmazdı.
WhatsApp'a girdiğimde gördüğüm Çiçek'in mesajını okudum.
Çiçek: MİRZA ABİ DÖNMÜL
Çiçek: ELİM AYAĞIM TİTİRTOR YAZAMIYPRUM
Çiçek: İyi misin demeyeceğim.
Çiçek: Değilsin biliyorum.
Siz: Hiç değişmemiş biliyor musun?
Siz: Aynı. Tıpkı bıraktığı gibi.
Siz: Tam çaprazımda oturuyor.
Siz: Gözlerimi çevirip bakamıyorum bile.
Çiçek: Eve geçince haber ver geleceğim.
Şu an yazsam hemen gelirdi, biliyordum. Ama bugün ne kadar yorulduğunu tahmin edebiliyordum. Hem benim de yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.
Siz: Sonra Çiçeğim
Beni anlayacağını biliyordum.
Kimseye yakalanmadan WhatsApp'tan çıkacağım sıra ekranıma başka bir mesaj düştü. Tanımıyordum. Yabancı bir numaraydı. Gözüm profiline düştüğünde bunun Behlül olduğunu gördüm.
Behlül: Ruh sağlığının notları sendeymiş galiba?
He bendeydi. Benim ruhumun sağlıklı bir tarafı kalmıştı ya sanki, bir de notum eksikti.
Siz: Gruba atmıştım.
Behlül: Yanlışlıkla silmişim.
Bu çocuğun gözü ne not görüyordu ne de ders. Keşke yanlışlıkla kendisini de silebilseydi.
Siz: Atarım sonra.
Behlül: Şimdi ders çalışacağım ama.
Okuduğum mesajla birlikte kaşlarım derin bir şekilde çatıldı. Duyun da inanmayın yani. Ders çalışacakmışmış.
Behlül: Şu an çatık kaşlarınla ekrana bakıyorsun
Ne? Okuduğum mesajla birlikte kaşlarım biraz daha çatıldığında, hemen peşinden bir mesaj daha geldi.
Behlül: Doğru değil mi?
Siz: Ne saçmalıyorsun sen?
Behlül: Doğru doğru.
Behlül: Seni senden bile iyi tanıyorum ben.
Okuduğum mesaja anlamayarak bakmaya başladığımda, içim huzursuzlukla doldu.
Behlül: Şaka lan şaka
Behlül: Senin kaşının çatık olmadığı bir an mı var asdasdf
Behlül: Tahmin etmek çok zor değil yani.
Geri zekalıydı.
Tam telefonu kapatacağım sıra, "Su!" diyen bir ses kulaklarıma doldu. Hemen ardından da bardağın sert bir şekilde çarpışı...
Bunu yapan tabii ki de Mirza'dan başkası değildi... Su diyordu ya bildiğiniz su diyordu. Bardaktan alıp ağzına vermemizi de ister miydi acaba?
Kaba.
Asiye teyze, "Oğlum ne oldu?" dediğinde telefonumu cebime koyarak, gözlerimi ona çevirdim. Kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu. Patlamaya yakın bir bomba olduğunun farkındaydım.
"Susadım." Tek bir kelime söylemişti ama bunu sanki öylesine söylemiş gibiydi. "Su bitmiş."
Annem, "Mihran dolduruver kızım," dediğinde gözlerimi anneme doğru çevirdim. Gözleriyle kaş göz hareketleri yapıyordu.
Oflamamak için kendimi zor tuttuğumda, gözlerimi Dila'ya çevirdim. Biz de normalde kızlar böyle ortamlarda servis yapabilmek için kolay çıkılacak yerlere otururdu ama Dila sağ olsun çıkamayacağı bir yere oturmuştu.
Dilimin ucuna kadar gelen lafları yine yuttuğumda oturduğum yerden kalktım. Sürahi; Mirza'nın yanındaydı.
Sağ elimi Mirza'ya uzattığımda, gözleri ona uzattığım elime kaydı. Uzunca bir süre elimin üzerinde dolandı. Sanki elimde bir şey varmış da ezberlemek istiyormuşçasına baktı.
"Alayım Mirza abi." Dudaklarımın arasından dökülen 'abi' kelimesiyle birlikte kaşları çatıldığında ağzının içinden, "Te allam ya..." diye homurdandı. Diğerleri derin bir sohbetin içine daldığı için bunu sadece Dila ve ben duyabilmiştik. "Sürahiyi alayım Mirza abi."
Mirza başını sabır dileyerek iki yanına salladığında, tam yanında duran sürahiyi eline alarak, bana uzattı. Sürahiyi tutan parmaklarım Mirza'nın parmaklarına değdiğinde, irkilerek geri çekildim.
Sırtımda dolanan bakışlarla birlikte kendimi hemen mutfağa attığımda, derince bir nefesi içime çekmeye çalıştım.
Bir an önce bu evden çıkıp gitmem gerekiyordu. En azından bugünlük yaşayabileceklerimin en ağırını yaşamıştım ve yalnız kalmam gerekiyordu.
Damacanadaki suyu sürahiye doldurmaya başladığımda, birden ensemde hissettiğim nefesle öylece kalakaldım.
O nefesin kim olduğunu biliyordum.
Doğrulduğumda, "Bir şey mi istedin?" dedim. Sesim titrememiş, net bir şekilde çıkmıştı.
Mirza, "Ayran istiyorlar," dediğinde dikkatli bir şekilde gözlerimin içine bakmaya başladı.
"Dolaptadır..." dedim yalnızca. Bir zahmet alıp getirsindi yani. Mirza'nın yanından geçip gideceğim sırada, Mirza elini önüme koyduğunda, kesti. İstemsiz bir şekilde birkaç adım geriye doğru gittiğimde, sırtım tezgâhla buluştu.
Tezgâhtan yana kayacağım sıra; Mirza iki elini yanıma dayayarak beni tezgâhla arasına sıkıştırdı.
"Senin için..." dediğinde gözlerimi ona doğru çevirdim. Gözleri; dudakları ve gözlerim arasında mekik dokuyordu. "Senin için abi olmadığımı ikimizde iyi biliyoruz Mihran." Abi kelimesi dudaklarından sanki iğrenç bir şeyi söylüyormuşçasına dökülmüştü.
Sanki küfür etmiştik ha! Alt tarafı 'Mirza abi' demiştim.
"Öyle mi?" dediğimde gülecek gibi oldum ama gülmedim. "Yıllar geçti ya unutmuşsun galiba Mirza abi." Bastırarak konuştum. "Neyse ben sana hatırlatayım."
Mirza'ya doğru bir adım attığımda, gözlerim dudaklarına doğru düştü. Benim yaptığım her bir hareketim planlıyken, yılların acısını ondan çıkarmak istiyorken onun hareketleri ise; özleminden geliyordu.
Mirza dudaklarıma içinden dolup taşan bir hasretle bakmaya başladığında, "Unuttun mu?" diye fısıldadım. "Küçüktüm ya hani ben. Küçücüktüm ya ben."
Söylediğim şeyle birlikte ikimizde o güne gittiğinde Mirza'nın gözlerinin içinden geçen duygulara anlam verememiştim.
'Küçüksün sen'
'Küçücüksün sen'
"Ee tabii aramızda baya bir yaş farkı olduğundan senin bunları unutman normal Mirza abi."
"Abi," diyen Dila'nın sesi kulaklarımıza dolduğunda Mirza gözlerini benden ayırmadan dudaklarının arasından tısladı. "Çık dışarı Dila."
"Babamlar ayran bekliyor," dediğinde Dila, sesinden akan korkuyu hissedebilmiştim. Mirza hızlı bir şekilde gözlerini Dila'ya çevirdiğinde, Dila geriye birkaç adım attı.
"Sen dur Dila," dediğimde elimi Mirza'nın koluna koyarak, itekledim. Normalde beni bırakmayacağını biliyordum ama boşluğuna getirmiştim. "Ben çıkıyorum." Hızlı bir şekilde Mirza'nın yanından geçip gittiğimde, kenara duran sürahiyi alarak içeri geçtim.
Kalbim deli gibi atıyordu.
Sürahiyi masanın üzerine bıraktığımda, "Ben artık eve gideyim," dedim.
"Kızım daha bir şey yemedin ki?"
"Yok Asiye teyzem yedim ben." Yediklerim zaten boğazıma dizilmişti.
Annem, "Kızım daha şurayı toplamadın," dediğinde sinirden parlayan gözlerimi ona çevirdim.
"Yarın sabah okulum var anne. Size iyi akşamlar." Söylediklerimden sonra kimsenin bir şey demesine izin vermeden kapıya doğru yürüdüğümde, onun sesini duydum.
"Ben de çıkıyorum. Geç gelirim beni beklemeyin."
Geç gelirim beni beklemeyin.
"Oğlum böyle gelir gelmez nereye?" Asiye teyzenin sorduğu soruyla birlikte sinirimden güldüğümde, kendimi dışarı attım.
Nereye gidecekti? Akşam geleceğim dediği o kızın yanına gidiyordu işte. Ahsen'in...
Kendimi sokağa zor attığımda, gözlerimde biriken yaşlarla birlikte ağlamaya başladım. Tam elimi kapımızın koluna uzattığım sıra onun sesini duydum.
"Mihran." Elim kapının kolunda asılı kaldığında gözlerimi zorlukla ona çevirdim. Kapılarının önündeydi. Galiba benim en büyük sınavım bu olacaktı.
Evlerimizin karşılıklı olması...
Bana doğru bir adım attı.
Yıllar önce atmadığı o adımı şimdi gözlerimin içine baka baka atıyordu.
Sadece gözlerine bakmakla yetindim.
Bu ne kadar garipti.
Elimi uzatsam dokunabileceğim bir mesafedeydi ama parmaklarımın uçları acıyordu.
İçim almıyordu.
Aramızda sanki dağlar, denizler var gibiydi.
'Keşke' diye fısıldadım içimden. 'Keşke aramızda dağlar, denizler olsaydı da; şu gözler bir başka kadına gidişini görmeseydi.'
Gözümden düşen bir damla yaş yanaklarıma süzüldüğünde, gözleri o yaşın üzerine düştü. Geldiğinden beri karşısında tuttuğum gözyaşlarımı şimdi görüyordu.
Başımı iki yanıma doğru salladığımda, "İyi akşamlar Mirza abi," dedim. Abi lafını duyduğu an kaşları tekrardan çatıldığında, onu umursamayarak kendimi hızlı bir şekilde içeriye attım.
Arkamdan baktığını hissedebiliyordum.
Evimizin kapısını açıp içeri girdiğimde, hızlı bir şekilde odama çıktım. Arabanın motor sesini duyduğumda, güldüm. Gitmişti.
Dolabımın altında duran kutuyu elime aldığımda, kutunun kapağını korkarak açtım. İçinde biz vardık.
Aslında hiç olmayan biz...
Kutunun kapağını açtığım gibi karşıma çıkan fotoğrafla birlikte ağzımdan kaçan hıçkırığıma engel olamayarak ağlamaya başladım.
Onda olan fotoğrafımızı parçalamıştım. Ama aynı fotoğraftan bende de vardı. Hadi fotoğrafları geçmiştim. Onlar bir şekilde parçalanabiliyordu.
Peki ya birlikte geçen yıllarımız?
Onları ne yapacaktım? Nereye koyacaktım, nasıl parçalayacaktım?
Elimde tuttuğum fotoğrafımızla birlikte balkona çıktığımda, sandalyenin üzerine oturarak, dizlerimi kendime çektim. Telefonumdan da Ahmet Kaya'nın, Yüreğim Kanıyor şarkısını açtığımda, bize bakmaya başladım.
Aradan dakikalar geçti,
O gelmedi.
Şarkılar değişti,
O yine gelmedi.
Saatler geçti, hava kendini kuzguni karanlığına bıraktı.
O gelmedi.
Telefonumda tam yüz on sekiz şarkı vardı. Şarkılar başa sardı,
O yine gelmedi.
Ben, parçalanmış bize baktım.
O gelmedi.
Gözlerimde artık kuruyan yaşlarımla birlikte oturduğum yerden kalkacağım sıra mahalleden içeriye bir araba girdi. Onun arabasıydı bu. Beni görmesini istemediğim için geriye doğru çekildiğimde, arabasını park ederek, indi.
Gözleri sanki benim burada olduğumu biliyormuşçasına bana çevrildi. Baktı, uzun uzun baktı.
Bana bakıyormuşçasına baktı.
Sonra yürüdü. Bahçelerine girdi. Üzerindeki ceketini çıkarıp, fırlattı bir yere. Sandalyeyi çekip oturduğunda, cebinden çıkardığı sigarasını yaktı.
Sonra dumana boğulmuş, kuzguni gözleriyle benim balkonuma bakmaya devam etti.
O baktı belki ama ben onu gördüm.
Arkadan kısık bir şekilde açtığım şarkının sesi kulaklarıma doldu.
'Yüreğim kanıyor' diyordu.
Ve şarkı bize son oyununu yaparak tek bir cümle söyledi.
'Olmasaydı sonumuz böyle'
*
Nasıl buldunuz bakalım?
~Ara ara böyle sevgililik zamanlarını yazacağım. İkisi de aşırı aşırı kıskançlar ğwğdğdcğ
Alıntılar için instagram: mavininhikayeleri
Duyuru Wattpad: kendince_yazar
Sizleri seviyorum.
💙
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro