Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

16.Bölüm: "Seviyorum"

#Anıl Bektaş - Canözüm

#Hande Mehan&Sezgin Alkan - Yalan Değil

#Anıl Bektaş - Gözyaşı

Sizi çok çok özledim!💙 Visal 253 bin. Hepinize çok teşekkür ederim, gerçekten. Minnettarım. İyi ki varsınız.

Not: Bölümle ilgili çok kısa bir şey diyeceğim. Bölüm Mihran'ın anlatımdan başlıyor, Dila ile devam ediyor, sonra yine Mihran'a geçiyor. Dila ve Cihangir kısmını okumak istemeyenler lütfen geri Mihran'a geçsin🤝

Şimdi oy verdiysek başlayalım mı?🥰

Mirza için yapılan bir mezar taşıydı... gerçek olur mu dersiniz ğhğwğdğfğfğvğ

Çok çok teşekkür ederim ki💙 çok güzeller. Ellerine sağlık🥺 yeastlw

Çok teşekkür ederim aşkım💙 iyi ki iyi ki varsın! Hep yanımdasın, yanındayım🥺 senasnepenthe

*

"Mirza," diye âdeta yalvarırcasına konuştuğumda Mirza'nın ellerini biraz daha sıktım. Ne ambulansın hiç durmadan öten siren seslerini algılayabiliyordum ne de görevlilerin söylediklerini...

"Mirza?" Dedim tekrardan soru sorarcasına. Sanki bana cevap verecekmiş gibi konuşuyordum, cevap vermesini istiyordum. Ama yoktu, cevap vermiyordu.

"Lütfen... Lütfen..." Hıçkırdım. Elini sıkıca tutmaya devam ettiğim sıra görevlilerden biri, "Hanımefendi geri çekilin lütfen!" Dediği an onu duymamış gibi yapmaya devam ettim. Algılarım, düşüncelerim kapalı gibiydi.

"Nefes alamıyorum," diye fısıldadığımda yaşlarla dolu gözlerimin önünün karardığını hissettim. Böyle sanki göz bebeğim dönüyor gibiydi. "Ne olur aç gözlerini... Nefes alamıyorum Mirza..."

"Hastaneye kadar dayanamayabilir."

"Ne?" Dediğim an sesim şu durumda benden beklenmeyecek derecede soğuk bir şekilde çıkmıştı. "Ne saçmalıyorsun sen?" Diye bağırdım görevliye doğru. Bağırmam onların üzerinde bir etki yaratmadı, işlerini yapmaya devam ettiler. "Bir şey olmayacak ona. Bırakıp gitmez o beni tamam mı? Asla gitmez. Gitmez, bir kere gitti bir daha gitmez. Gitmez o."

"Bırakın lütfen!" Diyen kadın, Mirza'nın elini avuçlarımın arasından çekip aldığında, beni ondan uzaklaştırarak iteklemişti. Mirza'nın benden kopan eliyle birlikte kendimi boşluğa düşmüş gibi hissettiğimde hemen Mirza'nın bacaklarına sarıldım. Delirmiş gibi davranıyordum ama zaten bir farkım yoktu ki...

"Gözlerini görmem gerek," diye haykırırcasına konuştuğumda Mirza'nın bacaklarına sarıla sarıla ağladım. "Nefes aldığımı hissetmem için gözlerini görmem gerek. Ne olur..."

"Sesin... sesini..." Kekeledim, konuşamadım.

"Ne olur sen de gitme. Ne olur sen de bırakma beni..." Yol boyunca sürekli aynı şeyleri tekrarladım. Duymadı biliyorum, ama hissetti onu da biliyorum.

İlk defa Mirza'yla olan bir yolumuzun sonu bitmek bilmediğinde en sonunda ambulans hastanenin önünde durmuş ve Mirza çok hızlı bir şekilde alınmıştı. Mirza'nın bacaklarından bir an olsun ayrılmadığımda onu götüren sedyeyle birlikte koşturuyor, bir yandan da bağırıyordum. Doktorların konuşmalarını, söylediklerini duymuyordum bile.

"Mirza!" Diye haykıra haykıra bağırdığımda Mirza'yı çoktan ameliyathaneden içeri almışlardı bile. Yavaşça kapanan kapıyla birlikte kendimi Mirza'dan uzaklara savrulmuş bir şekilde bulduğumda, "Mirza!" Diye bağırdım tekrardan. Sanki her an çıkıp bana 'kurban olduğum' diyecek gibiydi...

Kendimi boşluğa bırakırcasına olduğum yere bıraktığımda dizlerimin üzerinde yere çökmüştüm. Âdeta içim söküle söküle ağlamaya devam ettiğimde yaşlarla dolu gözlerim ellerime kaydı.

Kanlı ellerime,

Mirza'nın kanı olan ellerime.

"Çok kan var," dedim kendi kendime. "Ellerimde çok kan var. Saçlarını okşayamadığım parmaklarımda şimdi kanın var." Birden ellerimi aşağı yukarı sallamaya başladığımda, "Ellerimde çok kan var," diye bağırdım. "Ellerimde çok kan var." Bağırıyor, bağırdıkça ellerimle birlikte bedenimi de sallıyordum. "Avuçlarım kan dolu."

"Hanımefendi iyi misiniz?"

"Kriz geçiriyor galiba."

"Vah vah delirmiş gibi kızcağız."

"Sakinleştirici getirin."

Başıma toplanmış insanları ve yine o insanların ellerimden, kollarımdan tutmalarına karşılık dalga geçercesine, "İyiyim..." diye fısıldadım. Sadece hemşireleri sekreterleri değil hastaları bile başıma dikmiştim. "Ellerimde çok kan var." Ağzımın içinden mırıldanarak konuştuğumda hemşirelerin ellerinden kurtularak kendimi hemen yanımdaki duvara doğru sürükledim. Sırtımı duvara verip bacaklarımı kendime çektiğimde gözlerimi bir an olsun kanın çevrelediği ellerimden ayırmamıştım.

"Kızım ellerini yıkayalım mı?"

Peş peşe soru soran insanlara cevap vermek bir yana dursun dönüp bakmadığımda bile, daha fazla benim başımda durmamışlar ve kendi işlerine dönmüşlerdi. İkinci bir delirmeme kadar...

Az öncekinin aksine çığlıklarım gözyaşı olup çaresizce, sessizce gözlerimden dökülmeye devam ettiğinde Mirza'nın sözleri zihnimde çınlamaya başladı.

'Senden bir kere gittim... Bir daha gitmem kurban olduğum.'

'Galiba her şey bu türküyle bitecek kurban olduğum..."

"Bitmez..." Dudaklarımı büzdüm. "Gitmezsin ki sen benden." Gözlerim acıyla kapandı. "Ya da gidersin..." Şu durumda bile olan dengesizliğime karşılık ne diyeceğimi bilememiştim. "Gidişine razıyım ama yaşa..." diye fısıldadım. "Ne olur yaşa. Ne olursa olsun yaşa."

Kendi kendime konuşmalarımın arasından ameliyathanenin kapısının açılma sesini duyduğum an içeriden çıkan hemşireyi görmemle birlikte, "Nasıl?" Diye yüksele yüksele konuştum. Oturduğum yerden hemen fırladım. "İyi değil mi iyi?" Aksini söylerse, eğer aksini söylerse...

"Maalesef ben bilgi veremem," diyen hemşire elinde tuttuğu poşeti bana uzattığında, "Hastanın üzerinden çıkanlar," diye tamamladı cümlesini. "Telefonu çok fazla çaldı." Gözlerim poşete düştüğünde omuzlarım çöktü, kalbim sıkıştı.

Mirza'nın eşyalarını çöp poşetine sığdırmışlardı.

Hemşire uzanıp alamayacağımı anladığı an poşeti kendisi elime tutuşturduğunda koşturarak benden uzaklaştı.

Elimdeki Mirza'nın eşyalarıyla birlikte hastanenin koridorunda bir başıma kaldığımda, bir sağıma baktım, bir soluma.

Kimsem yoktu.

Hayatın sillesi... Ben hayatın sillesini yiyordum. Dört yıl önce abimi beklediğim bu koridorda şimdi Mirza'yı bekliyordum. Dört yıl önce abimi kaybettiğim...

"Sus!" Dedim kendi kendime. "Sus, devam etme." Ağlaya ağlaya tekrardan yere çöktüğümde Mirza'nın çalan telefonuyla birlikte dikkatimi oraya yönelttim. Titreyen ellerimi poşetin içine sokup telefonunu çıkardığımda telefonu ve üzerine eşyaları da kana bulanmıştı.

Ekranda gördüğüm Beşir'in ismiyle birlikte duraksadım. Kaç kez aramıştı bilmiyordum ama hiç durmadan çalıyordu ve biraz daha açmazsam yine kapanacaktı. Telefonu açıp kulağıma götürdüğümde, "Şükür be abi," diye bağıran Beşir'in sesi kulaklarıma doldu. "Kaç kez aradım seni. Sahilde olay varmış, vurulma. Oraya gidiyoruz biz abi."

Acıyla dudağımı ısırdığımda, "Mirza vuruldu," dedim ve çok kısa bir an duraksamanın ardından sözlerime devam ettim. "Hastanedeyiz." Sessizlik... Derin bir sessizlik oluştu.

Beşir, "Deme!" Dediğinde sesi kısık bir şekilde çıkmıştı ve hemen peşinden de küfürler savurmaya başlamıştı. "Deme yenge deme." Peşinden gelen küfürler, küfürler, bağırmalar... Bir şey diyemediğimde telefon kulağımdan düştü ve tuttuğum poşetle birlikte sıktım. O an gözlerime poşetin kenarına düşmüş olan cüzdan kaydığında, kenarından çıkmış olan küçük bir kâğıt parçasını gördüm.

Duraksadım.

Ellerim istemsizce o kâğıda doğru gittiğinde yavaş bir şekilde çekip, aldım. Ve beklemediğim bir şeyi gördüm.

Kendimi...

Fotoğrafımı.

Cüzdanında benim fotoğrafımı taşıyordu.

Öylece kalakaldığımda bilmediğim bir acının kalbimi deşip geçtiğini hissettim. Hem de öyle bir delip geçti ki... Bir günde kaç yara alabilirdim bilmiyordum ama şu an içinde bulunduğum durum içime öyle bir yara veriyordu ki.

Gözlerimden akan yaşlar fotoğrafımın üzerine düştüğünde, kaç dakika öylece fotoğrafıma bakarak ağladım hiç bilmiyordum. Ta ki duyduğum seslere kadar. Asiye teyzenin 'oğlum' diye yalvar yakar bağırmalarını duyduğum an fotoğrafı cebime atıp gözlerimi ona çevirdim. Önde Beşir ve Aslan amca, arkalarında ise Asiye teyzenin koluna girmiş olan annem ve babam koşturarak bana doğru geliyorlardı.

"Oğlum, oğlum. Gitti oğlum gitti." Asiye teyze dizlerini döve döve hastane koridorunda bağırdığında, zaten hiç durmayan gözlerimdeki yaşlar biraz daha çoğaldı.

Aslan amcanın bana hitaben, "Mirza nasıl kızım? Durumu nasıl?" Dediğinde sesinden akan çaresizliği en içimde hissetmiştim. Asiye teyzeye belli etmemeye çalışıp dağ gibi durmaya çalışsa da öyle olmuyordu işte.

"Bilmiyorum," dediğimde hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bilgi vermediler, ameliyatta."

"Oğlum, oğlum, oğlum gidiyor Aslan gidiyor." Asiye teyzenin bağırmalarına karşılık Aslan amca, Asiye teyzeyi zorla koltuklara oturttuğunda babam da annemin yanına geçmişti.

"İyi misin sen Nuray?"

"Aman Mehmet," diyen annem gözlerindeki yaşlarla birlikte Asiye teyzeye destek olmaya çalıştığında, onun aklından geçenleri hissedebilmiştim. Abim... Dört yıl önce onu tam da böyle bir ameliyathanenin önünde bekleyişlerimiz, sonra da kalbimize çöken ölümü...

Gözlerimi onlardan çekip başımı dizlerime yasladığımda sessizce ağlamaya başladım. Ne kimseyi duymak, ne de kimse bana bir şey desin istiyordum.

Aradan geçen dakikalarda ben kendimle baş başa kaldığımda, hastanenin koridorları Asiye teyzenin ağlamaları ile çınlıyordu. Bunun yanında Beşir ara ara yükseliyor, Mirza hakkında bilgi almaya çalışıyor, işe yaramayan bağırmalarının sonunda ise sessizliğe gömülüyordu.

Ben kendi içimdeydim.

Kendi içimde Mirza'ylaydım.

Dila'nın, "Abi!" Diye bağıran sesini duyduğumda ona dönüp bakmadım bile. Benim acım bana yetiyordu. "Abim, abim." Sürekli bağırıyordu. Aslan amcanın kalkıp Dila'ya doğru ilerlediğini ayak seslerinden anlayabilmiştim. Dila'yı kendisine çekip sarıldığında Dila bağıra bağıra ağlamaya başladı.

Sessiz sessiz ağladım.

Beşir'in, "Yenge iyi misin?" Diyen fısıltısını duyduğumda başımı hafifçe iki yanıma salladım.

"Su ister misin yenge?" Duraksadığında kararsız hissettiğini üzerinde olan tedirginliğinden anlayabilmiştim. "Ellerini yıkayalım mı yenge?" Gözlerim tekrardan ellerime düştü.

Mirza'nın kanı kurumuştu artık.

Gözlerimi bir an olsun ayıramadığımda sessiz kalarak cevap vermedim. Beşir hâlâ başımda dikiliyor, ve sesli sesli nefesler alıp veriyordu.

Beşir birden, "Senin ne işin var burada?" Diye sertçe konuştuğunda bu söylemine anlam verememiştim ki hemen peşinden uzun zamandır duymadığım Ahsen'in sesini duydum.

Yılan Ahsen'in!

Ahsen de aynı sertlikle, "Sence?" Diye terslenerek cevap verdiğinde hemen peşinden de ekledi: "Mirza için geldim." Adım seslerini işittim, sonrasında da Asiye teyzeye sarılışlarını ve onu teselli edişlerini...

Kaleyi içten fethetmeye çalışan yılan Ahsen!

Asiye teyze üzerine bir de, "Kim yapmış bunları oğluma? Kim kıymış benim oğluma?" Diye Ahsen'e yakınmaya başladığında onları duymamazlıktan gelmeye çalıştım ama ta ki ismim Ahsen'in dudaklarının arasından dökülene kadar.

"Bulacağız teyzeciğim bulacağız. Bunun için Mihran'ın da ifadesini almam gerekiyor." Ne?

Babam birden, "Ne ifadesi?" Diyerek yükseldiğinde ben de gözlerimi onlara çevirdim. Ahsen gözlerini bile kırpmadan bana bakıyordu.

"Olay anında birlikte oldukları için Mihran'ın ifadesinin alınması gerekiyor beyefendi." İşte şimdi tüm gözler benim üzerimde toplandı. Birlikte olduğumuzu tahmin ettiklerini zaten biliyordum ama hastanede olduğumuz için bizim birlikteliğimiz kimsenin aklına bile gelmemişti. Şimdi Ahsen gelmiş ve bunun hatırlatmasını geçmişti.

Beşir, "Sırası değil şimdi bunun," dediği an Ahsen, "Olaya ben görevlendirildim. Ekipler çalışıyor ve ifadesini almam gerekiyor," diye cevap verdi.

"Ben alırım o zaman," diyen Beşir dik dik bakışlarıyla Ahsen'e bakmaya başladığında başımı olumsuz anlamda sallayarak aralarına girdim. "Sorun yok alabilirsin."

Tabii amacın gerçekten ifademi almaksa...

Ahsen, "Arka odaya geçelim o zaman," dediği an oturduğum soğuk fayansın üzerinden kalktım. Gözlerimi kimsenin üzerine çeviremiyor, doğrudan önüme bakıyordum. Babamın gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyordum ve sanki ona bir kez baksam her şeyi anlayacak gibiydi. Anlardı, biliyordum.

Tam yanımda duran Beşir'in, "Sınırını aşma!" Diyen sesini duyduğumda gözlerimi ona çevirdim. Ahsen'in üzerine eğilmiş bir şekilde konuşuyordu. "Bu olaydan çekilmen bir telefonuma bakar." Ahsen'i açık açık tehdit ediyordu. Ahsen'in kulağına iyice eğildiği an yanağı onun yanağına çarptı ve Ahsen gözlerini ona çevirdi. Birbirlerine baktılar. Beşir fısıldayarak bir şeyler daha dediğinde ne dediğini bu sefer duyamamıştım.

"Önüme çıkma!" Diyen Ahsen sağ ayağını kaldırıp Beşir'in ayağının üzerine koyduğunda, "Ezerim," diye tamamladı cümlesini ve hemen ardından ayakkabısının ucuyla Beşir'in ayağını ezdi. Karşımdaki manzara karşısında şaşırmadan edemediğimde ikisi birbirinin gözlerine âdeta ateş saçarak bakmaya devam ediyorlardı.

Şimdi atlayıp şu yılan Ahsen'in saçını çekmem yok muydu be?

Bahanem de Beşir'in ayağını ezmesi falan olurdu. Zaten kıçımdan soluyorken bence çok yeterli bir bahane olurdu.

Ahsen ayağını birden Beşir'den çekip yürümeye başladığında istemsiz bir şekilde onu takip ettim. Arka taraftaki yüksek ihtimalle önceden ayarladığı odaların birine geçtiğinde sandalyelerden birine geçerek oturdu. Onun aksine oturmamayı tercih edip başında beklediğimde, "Oturmayacak mısın?" Dedi.

"Hayır." Nettim.

"Olay anında birlikteydiniz değil mi?"

"Evet." Kısa kısa cevaplar veriyordum.

"Ne yapıyordunuz? Olay nasıl gerçekleşti?"

"Sahilde köfte yiyorduk," dediğimde Ahsen'in kaşları derin bir şekilde çatıldı. Kuduruk yılan. "Sonra ara sokağa girdik."

Ahsen, "Neden?" Diyerek sözümü kesti. "Mirza'nın arabası yolun kıyısında bulundu. Ara sokakta ne işiniz vardı?"

"Tartıştık ve ben ara sokağa girdim. Mirza'da peşimden tabii." Tartıştık dememle birlikte Ahsen'in çatılan kaşları düzeldiği an içten içe bundan zevk aldığını hissedebilmiştim. Şu an oda bol bol kaos ve yılanlık kokuyordu.

"Neden tartıştınız?"

"Bunun seni ilgilendirdiğini düşünmüyorum Ahsen." Pardon yılan Ahsen diyecektim. Ahsen'in kaşları derin bir şekilde çatıldığında bacakları ritim tutarak sallanmaya başladı.

Aradan birkaç dakika geçtikten sonra sonunda ifademi bitirebildiğinde tam odadan çıkıyordum ki sözleriyle birlikte olduğum yerde duraksamak zorunda kaldım. "Mirza'nın senin yüzünden vurulma ihtimalini hiç düşündün mü?" Sözleri beni olduğum yere âdeta çaktı.

"Ne?" Dediğim an sesimden akan şaşkınlığımı hissedebilmiştim. "Ne... ne saçmalıyorsun sen?" Sesim titremişti. Benim yüzümden vurulması mı? Bunun benimle ne gibi bir alakası olabilirdi ki?

"Mirza'nın başına ne geliyorsa senin yanındayken geliyor. Ve ne hikmetse sana hiçbir şey olmuyor. Demek istediğim..." Oturduğu sandalyeden kalktı. "Kendine edindiğin bir düşmanın olabilir mi? Mirza'nın başını yakan sen olabilir misin?" Sözleri kalbimin içini delip geçti.

Mirza'nın başını yakan sen olabilir misin?

Düşündüm, düşündüm. Daha önceki vuruluşunda benim yanımdaydı. Şimdi saldırıya uğramıştı, vurulmuştu ve yine benim yanımdaydı.

Benim yüzümden... Benim yüzümden olmuş olabilir miydi?

'Hayır hayır' dedim kendi kendime içimden. 'Kanma şu yılanın oyunlarına.' Düşüne düşüne birden odadan çıktığımda zihnimin içine yerleşmiş tek bir düşünce vardı.

Gerçekten benim yüzümden olmuş olabilir miydi?

Yıkık dökük olan bedenimi bizimkilerden en uzakta olan koltuklardan birine bıraktığımda, başımı ellerimin arasına aldım. Şu an aklıma soktuğu bu nifak tohumlarını düşünmemek istesem de elimde değildi ki işte.

Ya benim yüzümdense?

"Sana kim neden düşman olsun?" Diye fısıldadığımda aslında doğru bir şey demiştim. Kendi halinde, sıradan, kendisi için çabalayan birisiydim sadece. Kim bana düşmanlık besleyebilirdi ki?

"Yılan işte yılan!" Diye sinirli bir şekilde homurdandım. "Bir bok bilmeden aklımı bulandırmaya çalışıyor. Tam bir yılan." Hiç durmadan, bir an olsun duraksamadan Ahsen'e saydırmaya devam ettim. Sadece benim kendimi suçlu hissetmemi istiyordu. Evet evet kesinlikle bunu istiyordu.

"Yenge ister misin?" Diyen Beşir'in sesini duyduğum an başımı ellerimin arasından çekerek gözlerimi ona çevirdim. Şişedeki suyu ve plastik bardaktaki çayı bana uzatıyordu.

"Teşekkür ederim," dediğimde sadece suyu aldım ama içmedim, öylece elimde tuttum. Beşir başımda öylece beklemeye devam etti. Bir şey diyeceğinin farkındaydım ama demiyordu. Üstelemedim demesini bekledim.

"Ahsen ne sordu sana? Ne dedi?" Sonunda ağzındaki baklayı çıkarabilmişti.

Omzumu silktiğimde, "Olayın nasıl gerçekleştiğini falan sordu işte," dedim.

"Canını sıktı mı yenge?"

"Sıkılacak canım mı kaldı?" Dudaklarım titredi, birbirine bastırdım. "Benim canım içeride." Gözyaşlarım hem göz bebeğimi, hem içimi yaktı. "Durumu nasıl bilmiyorum, ne hâlde bilmiyorum. Biliyor musun?" Dediğim an gözlerimi Beşir'e çevirdim. "Çok fazla kan vardı. Elimde de çok var." Gözlerimi elime çevirdiğimde Beşir'in gözleri de elime düştü.

"Elini yıkayalım yenge," dediğinde sesi kararsız bir şekilde çıkmıştı. Elini koluma doğru attı. "Gel hadi."

"İstemiyorum," dediğimde sesim mızmız bir şekilde çıkmıştı. "Kaç kurşun yedi bilmiyorum ama..." Dudaklarım düşündüğüm şeyle birlikte büzüldü. "Canı çok acımış mıdır?" Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Beşir kararsızlık içerisinde kalan kollarını bana uzatıp, pek de dokunmamaya çalışarak bana sarılmaya çalıştığında hafifçe kolumu sıvazladı. "Yenge ne olur ağlama, bak ne olur. Abimden seni ağlattığım için üzerine bir de sana böyle sarıldığım için azar yemek istemiyorum ben. Bak ağlama, yapma etme. Çok gencim ben, üst üste devriyelere kalmak istemiyorum." Beşir'in korkarak peş peşe söyledikleriyle birlikte omzumu silktiğimde daha çok ağlamaya başladım. "Ağlama diyorum ağlıyorsun sen yenge ama olmaz ki böyle. Olmaz böyle ya." Mirza içerdeydi, Beşir hâlâ burada göt korkusuyla uğraşıyordu.

Ağlamaya devam ettiğim sıra kulaklarıma birden Asiye teyzenin, "Oğlum nasıl?" Diye bağıran sesi dolduğunda hemen oturduğum yerden fırlayarak yanlarına doğru koşturmaya başladım. Herkes ayaktaydı ve ameliyathaneden çıkan hemşirenin çevresini sarmışlardı.

Hemşire, "Ben bilgi veremem, lütfen çekilir misiniz?" Dediği an aralarından sıyrılıp koşturmaya başladığında Asiye teyze olduğu yere yığılıp kaldı.

"Oğlum gidiyor oğlum. Allah'ım ne büyük acı bu. Bebeğim gidiyor benim, oğlum gidiyor. Ölüyor." Asiye teyze feryat ede ede bağırdığında hemen yanımda duran koltuğa duvardan tutuna tutuna kendimi zorlukla bıraktım.

"Demeyin şöyle!" Dedim keskin çıkan sesimle. "Şöyle demeyin işte." Beni duyuyorlar mıydı bilmiyordum. "Mirza gitmez. Şöyle şeyler demeyin artık." Kendi kendime konuşuyor, konuştuklarıma kendimi inandırmaya çalışıyordum.

Aradan geçen saatlerde ben bir köşede kendi kendime kaldığımda, annem Asiye teyzeyi sakinleştirmeye çalışmış, babam ve Beşir ise de Aslan amcayla ilgilenmişlerdi. Aslan amca dik durmaya çalışsa da aslında dokunsalar ağlayacak bir durumdaydı.

Birden ameliyathanenin kapısının açılma sesi kulaklarıma dolduğunda oturduğum yerden hemen fırladım. Tabii benimle birlikte diğerleri de... İçeriden çıkan doktorla birlikte nefesimi tuttuğumda, elimi istemsiz bir şekilde kalbime doğru götürdüm.

"Oğlum nasıl, oğlum nasıl?"

"Abim... İyi mi?

Doktor derin bir nefes aldığında ona meraklı gözlerle bakan her birimizin üzerinde gözlerini dolaştırdı ve en sonunda konuşmaya başladı. "Ameliyat başarılı geçti." Tuttuğum nefesimi bıraktığım an sanki yeniden nefes aldığımı hissettim.

Asiye teyze, "Allah'ım şükürler olsun," diye bağırdığında yanında duran anneme sıkı sıkıya sarılmıştı, hatta onun sayesinde ayakta durduğunu bile söyleyebilirdim.

Doktor sözlerine, "Kurşunların hastamızda ne kadar hasar bıraktığını uyanmadan söyleyemiz," diye devam ettiğinde erkenden rahatladığımızı anlayabilmiştim.

Aslan amca, "Nasıl yani doktor bey?" Dediği an duyacağım sözleri az çok tahmin edebiliyordum.

"Konuşma, duyma gibi yetilerini kaybetmiş olabilir, ya da yürüyemeyebilir. Bu ihtimallere karşı hazırlıklı olmalıyız." Doktorun dudaklarının arasından çıkan her bir söz kalbimin içine içine battı.

"Yeter ki yaşasın..." diye fısıldadım. "Yaşasın da..." Bunlardan birinin olma ihtimali Mirza için ölümle eş değerdi ama yeter ki yaşasındı.

Doktor içimi paramparça edip yakan haberlerini bitiremediğinde, "Uyanma süresi de hastamıza bağlı," dedi. Sonrasında birkaç bir şey daha deyip gittiğinde ben sonraki dediklerini duymamıştım bile. Algılarım kapanmıştı. Olduğum yerde öylece kalakaldığımda herkes bir yana dağılıp oturmuştu ama ben yerimden bir adım bile atamıyordum.

"Uyanır," diye bir fısıltı döküldü dudaklarımın arasından. "Bekleyeni olduğunu biliyor, uyanır." Kesik kesik nefesler almaya başladım. "Uyanacak. Beklediğimi biliyor ki..."

Asiye teyzenin, "Dalyan gibi oğlum gitti, gitti..." diyen bağırış seslerini duyduğum an geçtiğim transtan çıkabilmiş ve sesi beni kendime getirmişti.

"Ölmüş gibi konuşma!" Dediğim an sesim kimsenin beklemediği derecede sert ve donuk çıkmıştı. Konuşmamla birlikte hepsinin gözleri bana döndüğünde ortamda derin bir sessizlik oluştu. "Ölmüş gibi konuşma tamam mı?" Diye bağırdım. "Ölmüş gibi konuşma!" Babamın yanıma adımladığını hissettim.

"Kızım gel biz dışarı çıkalım biraz." Babam koluma girdi ama aynı hızla birkaç adım atarak babamdan uzaklaştım.

"İstemiyorum." Tepkim karşısında babam şaşırıp kaldığında elleri bu sefer ellerime uzandı ve kurumuş kanlı ellerimi tuttu.

"Gel bir tuvalete gidelim elini yüzünü yıkayalım kızım." Onlar bu tepkimi abimin ölümünün üzerine yaşadıklarıma ve bir ölümü daha kaldıramama veriyorlardı ama öyle değildi işte.

"İstemiyorum," dediğimde ellerimi çekmeye çalıştım ama babam izin vermedi.

İstemiyorum baba... Silinmesin izleri istemiyorum.

Asiye teyzenin yanından kalkan annem de yanıma geldiğinde, "Biraz eve gidelim mi kızım?" Dedi. "Uyu biraz, dinlen. Hem hastane bu kadar kalabalık olmaya gelmez." Gözlerini Asiye teyzeye çevirdiğinde onlara hitaben, "Biliyorsunuz durumunu," dedi, onlara bağırmamın nedenini açıklamak ister gibi. "Mirza oğlum uyanınca yine geliriz zaten. Hadi gel gidelim evimize."

"Hiçbir yere gitmiyorum ben." Benim evim buradaydı, tam kapının ardındaydı. O bu hâldeyken nereye gidebilirdim ki ben?

Babam, "Tamam gel biraz hava alalım, dışarıda oturalım nefes alalım kızım," dediğinde beni her zamanki gibi alttan almıştı.

"Alamıyorum baba," dediğimde dolu dolu olan gözlerimden bir damla yaş akıp yanaklarıma süzüldü. "Nefes alamıyorum baba." Beni anlaması için gözlerine gözlerine baktım. "Canım çok acıyor benim. Anlayın beni..." dediğim an gözlerimi hepsinin gözlerinde ayrı ayrı dolaştırdım ve gözlerinin içine diktiğim o karmaşaya anbean şahit oldum. Asiye teyzenin, Aslan amcanın, annemin, babamın...

Gözlerimi tekrardan babama çevirdiğimde, "Canım çok acıyor," diye tekrar ettim. Artık kontrol ben de değildi ve ilk defa olmasını da istemiyordum. Kendime karşı koymak değil, kendimi dinlemek istiyordum.

Mirza uyandığında gizli saklı onu görmek değil, onunla nefes almak istiyordum. Yıllar önceki gibi korkmak istemiyordum. Kaçmak istemiyordum artık, ne ondan, ne kendimden.

Ellerimi iki yanıma açtığımda, "Çok seviyorum..." diye içimden dolup taşarcasına haykırdım. "Çok seviyorum." Sadece dilim değil, gözlerim, kalbim konuşuyordu.

Annem elini ağzına götürüp şaşkınlığını belli edercesine sesler çıkardığında, Asiye teyze başını iki yanına doğru salladı.

Babam anladığı şeyi anlamamazlığa vurarak, "Kızım, Mirza abini..." dediği an başımı iki yana sallayarak güler gibi bir ses çıkardım ve hemen babamın sözünü kestim.

"Abim değil..." dediğimde yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutmuştum. "Değil, değil. Anlayın ne olur anlayın beni."

"Mihran sonra kızım." Sonra değil, şimdiydi.

"Biz çok sevdik birbirimizi, çok sevdik." Yaşadığımız her bir güzel anımız gözlerimin önünde bir film şeridi gibi geçip gitmeye başladı.

'Gülüşüne kurban olduğum...

Sözleri, aşkla bakan gözleri...

"Çok seviyoruz." Elimi onun için atan kalbime götürdüğümde, "Çok seviyorum baba," dedim haykırarak. Bu saatten sonra beni kimse tutamaz, durduramazdı.

"Ne zamandır?" Diyen babamın omuzları çöktüğünde aramıza hiç girmeyen bir soğukluğun girdiğini hissettim.

"Yıllardır."

"Kaç yıldır?"

"Mehmet sonra konuşalım bunları," diyen Aslan amca söylediklerimin şokundan sıyrılıp aramıza girdiğinde yanımıza doğru gelmeye başladı.

Babam, "Kaç yıldır?" Diyerek sorusunu tekrarladığında Aslan amcayı hemen yanımda hissettim. Mirza gibiydi ama onun daha sakiniydi. Güven veriyordu, tıpkı onun gibi... Sanki bir şey olsa önüme geçip, önümde dağ olacak gibi.

"Beş yıldır," dediğimde sesim net bir şekilde çıkmıştı. Yıllar önce yapmam gereken şeyi şimdi yapıyordum.

Babam, "Beş yıldır," diye başını aşağı yukarı sallayarak tekrarladı. "Beş yıldır demek. Beş yıldır gözümün içine baka baka." Kendine yediremiyormuş gibi gözlerini kapatıp, açtı ve en sonunda beni yaralayacak olan o cümleyi kurdu:

"İyi bir baba olamadım mı ben sana gözümün bebeği?"

"Baba... hayır hayır..." Dudağım büzüldü.

"Beş yıldır... Ne ettim de sakladın benden? Hayır mı derdim ben sana, sevdiysen arkanda değil yanında dururdum." Dururdu biliyordum.

"Özür dilerim," dediğimde babama doğru bir adım attım ama babam elini kaldırarak beni durdurdu ve olduğum yere çakıldım.

"Bu kadar seviyordunuz neden gitti bu adam?" Babamın şu an hiç olmayacak bir ortamda sorduğu soruyla birlikte, sözleri kalbimin ortasına oturduğunda, dilimin lâl olduğunu hissettim.

"Mehmet sırası değil bunların," diyen Aslan amca elini babamın omzuna attığında onu benden uzaklaştırdı.

Annem de, "Yeri değil Mehmet, yeri değil..." dediğinde elini bana doğru uzatmış ve sarılmıştı. Annemin sarılışına şaşırıp tepkisiz bir şekilde kaldığımda saçlarımı okşamaya başladı. Annem bana sarılıyordu. Hem de ilk defa böyle içten. Başıma taşlar falan yağacak olabilir miydi? Düşüncelerim acıydı, gerçekten acıydı.

"Ben nasıl göremedim seni? Nasıl göremedim yaşadıklarını kızım?" Kızım... Annemin ağlayarak söyledikleriyle birlikte birden ondan kendimi çektiğimde sarsak adımlarımla koridor boyunca yürümeye başladım.

"Görmedin beni anne," diye kendi kendime konuştuğumda, arkamdan seslenmelerini duysam da umursamadan yürümeye devam ettim. "Hiçbiriniz görmediniz beni, görmezden geldiniz." Köşeyi dönüp onların görüş alanından çıktığım an kendimi yere bırakıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Kaç dakika öylece içim söküle söküle ağladım hiç bilmiyordum. Ama bir zamandan sonra hıçkırıklarım sessiz iç çekişlere dönmüştü artık.

"O da görmedi beni, o da görmedi." Kesik kesik nefeslerimin arasından konuşmuştum. "Ama ben yine onun yüzünden ağlıyorum," diye birden yükseldiğimde şu durumda bile Mirza'ya kızmış, kızabilecek bir şey bulabilmiştim. "Yine ağlatıyorsun beni, yine gözyaşlarım oluyorsun." Duraksadığımda iç çektim.

"Lütfen..." diye fısıldadım yalvarırcasına. "Ne olur Mirza... Ne olur bu sefer gözyaşlarım olma."

*
Dila Ulubey'den...

Hastaneden bitap düşmüş bir şekilde çıktığımda yorgun bedenimi boş olan banklardan birine bıraktım. Gözlerimi çevremde hafifçe gezdirmem bile aynı acıyı paylaştığım insanların olduğunu anlamama yetmişti. Mesela tam yanımdaki bankta oturan kadın başını ellerinin arasına almış bir şekilde oturuyordu.

Çaresizdi.

Tıpkı benim gibi.

Çaresizdim.

Tıpkı diğerleri gibi.

Gözlerimde tutamadığım yaşlar birer birer boşalamaya başladığında hayatımda hiç olmadığım kadar korktuğumu hissettim. Ben abimi kaybetmekten o kadar çok korkuyordum ki.

Ya ona bir şey olursa?

O zaman ben ne yapardım? Abim benim için her şeyden, herkesten öteydi ki... Küçükken tek sığındığım, beni her şeyden koruyanım, hep yanımda olanımdı o.

Şimdi yanımda değildi, yanında değildim.

Abim içeride bir hastane odasında sonunun ne olacağını bilmeden yatarken, ben burada onun için ağlıyor, çaresizce kıvranıyordum. "Abi ne olur uyan, uyan. Ne olur bırakma beni."

Birden Cihangir'in, "Bırakmaz!" Diyen tok, kalın ses kulaklarıma dolduğunda olduğum yerde irkildim ve gözyaşlarımla dolu gözlerimi yerden çekerek ona doğru çevirdim. Heybetli bedeni üzerime çökmüş bir şekilde başımda duruyordu.

"Senin... senin ne işin var burada?" Dediğimde gözleri dolu dolu olan gözlerimde dolandı durdu. Sadece baktı. Gözlerime dalmış gibiydi. "Sana diyorum?"

Sözlerimi umursamadan destursuz bir şekilde yanıma oturduğunda beni şoke edecek o sözleri söyledi: "Ağlamak bir kadına bu kadar yakışmamalı." Duymayacağımı düşünerekten kısık bir sesle söylemişti ama ben duymuştum.

"Ne?" Diye bir tepki verdiğimde duymuş olmama tepki vermeden rahat bir şekilde gerine gerine oturduğu banka yaslandı. Dik dik baktığımda ona olan bakışlarımı fark etmişçesine gözlerini bana çevirdiğinde, "Ne var?" Dedi tıpkı benim gibi kaba bir sesle.

"Bir şey diyeceksin ağzının içinde mırıldanma Cihangir." İsmi dudaklarımın arasından döküldüğü an gözlerinin yeşilinin koyulaştığını hissettim.

Gözlerimin içine baka baka, "Ağlamak bir kadına bu kadar yakışmamalı Dila," dediğinde gözümün kenarında duran bir damla yaş sanki akmak için bu anı bekliyormuşçasına yanaklarıma doğru süzüldü. Durdum, durdu. Öylece birbirimize baktığımızda gözleri yanağımdaki yaşa doğru düştü ve dişlerini birbirine bastırdığını hissettim.

"Ne işin var senin burada?"

"Sana geldim." Söylediğinden sonra yutkunamadım. Sana geldim de ne demekti?

"Bana mı geldin?"

Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayırmadığında, "Sana geldim," dedi ihtiras dolu sesiyle.

Cihangir'in etkileşim alanından kurtulmak için geriye çekildiğimde, "Ne diyorsun sen be?" Diye yüksele yüksele konuştum.

Tepkim karşısında Cihangir gülecek gibi olup ama asla gülmediğinde yanında duran elini hafifçe yukarı kaldırıp gözlerimin önüne çıkarttı. Anlam veremediğim bu hareketiyle birlikte avucunu açtığında parmaklarının arasında duran bilekliğimle birlikte gözlerim şaşkınlık içerisinde açıldı.

Bugün benden çaldığı bilekliğimdi.

Daha doğrusu benim düşürüp, onun bulduğu, sonrasında benden kaçırdığı bilekliğimdi.

Gözlerimin önünde duran bilekliğimi salladığında, "Hem kundakçı hem de hırsız olarak bilekliğini sana getirdim Dila..." dedi laf sokmayı da ihmal etmediğinde. Benim bugün arkasından bağırarak söylediğim her şeyi şimdi yüzüme yüzüme söylüyordu.

Yüzümü buruşturduğumda, "Lütfetmişsin..." dedim. Sesim yüksek perdeden çıkmıştı. "Ver şunu bana!" Emir verircesine konuşmamın üzerine elimi Cihangir'in eline uzatıp bilekliğimi alacağım sıra Cihangir elimi havada yakalayarak bileğimden tuttuğunda beni kendisine doğru çekti.

Beni çekmesiyle birlikte üzerine doğru sendelendiğimde tek elim istemsiz bir şekilde dizlerinin üzerine düştü. Yüzlerimiz arasında çok az bir mesafe vardı. Nefesi nefesimi zorluyordu.

Avuçlarının arasında duran bileğimi biraz daha kendisine çekmeye çalıştığında ona engel olmaya çalışarak parmaklarını kavradım. Birbirimizde bir savaş hâlindeydik. Gerçekten öyleydik ama. Dışardan gören bir göz tarafından nasıl görünüyorduk bilmiyorum ama şu an âdeta birbirimizin gözleriyle savaşıyorduk.

Cihangir'in dudakları hafifçe kıvrılıp güldüğünde gözlerim gülüşüne düştü ve o benim bu dalgınlığımdan yararlanarak birden bileğimi kendisine doğru çekti. Parmaklarının arasında duran bilekliğimi beni çıldırtacak bir yavaşlıkla bileğimden geçirdiğinde, parmaklarının değdiği tenimin huylandığını hissettim.

Ay böyle içim bir tuhaf olmuştu.

Cihangir bilekliğimi takmasına rağmen hâlâ bileğimi bırakmadığında, "Bıraksan artık diyorum?" Dedim. Aval aval yüzüme baktı. "Bileğimi diyorum üzerine geçirmediysen eğer bıraksan artık diyorum."

Sinirli bir şekilde söylediklerim üzerine güldüğünde, beni sinir edecek o sözleri söyledi: "Zamanı gelince o da olur." Hemen bileğimi elinden kurtardım.

"Ne diyorsun sen be?"

"Zamanı gelince üzerime de geçiririm diyorum." Açık açık yüzüme baka baka söylediğinde kaşlarım derin bir şekilde çatıldı.

"Fesuphanallah," diye ağzımın içinden söylendiğimde başımı iki yanıma salladım. Ben burada neyin derdindeydim, üzerine bir de Cihangir'in laf oyunlarıyla uğraşıyor, anlamaya çalışıyordum. "Def ol git başımdan."

"Başından gitmek gibi bir düşüncem yok." Ne?

"Sen gitmezsen ben giderim o zaman," dediğim an tam oturduğum banktan kalkacaktım ki aklıma gelen şeyle birlikte duraksadım. "Sahi sen neden geldin ki? Sen benim burada olduğumu nerden biliyordun ki?" Duraksadığım an aklıma gelen şeyle birlikte alaycı bir şekilde güldüm. "Gerçi pardon beni araştırdığını unutmuşum." Alaycılığımı artık bir kenara bıraktığımda, "Ne istiyorsun Cihangir?" Dedim. "Neden geldin?"

Hiç duraksamadan, bir an bile düşünmeden, "Senin için!" Dedi.

Senin için...

Galiba bugün bundan başka bir söz söylemeyecekti.

"Sana abinin uyanacağına, iyi olacağına dair şeyler söyleyemem belki ama..." dediği an gözleri bileğimdeki bilekliğime düştü. "Bilekliğini getirmek istedim."

Benimde gözlerim bilekliğime düştüğünde, "Abim uyanacak," dedim. Gözlerim birden dolu dolu oluvermişti. Dudaklarım büzüldü. "Senden iyi şeyler duymaya ihtiyacım yok tamam mı? Abim uyanacak, iyi olacak. Bilekliğimi getirdiğin için teşekkür falan da etmeyeceğim tamam mı?" Gözlerine baktığım an dişlerini kırmak istercesine birbirine bastırdı.

Dudaklarının arasından, "Ağlama!" Diye âdeta bir yılan gibi tısladığında, gözyaşlarım gözlerimden birer birer dökülmeye başladı.

"Abim uyanacak ona bilekliğimi çaldığını da anlatacağım, beni böyle ağlattığını da. Şikayet edeceğim seni, dövdüreceğim abime tamam mı?" Ağlaya ağlaya konuşmuştum.

Cihangir hiç üstelemeden, "Tamam," dediğinde birden hiç beklemediğim bir şey yaparak beni kendisine doğru çekerek sarıldı. Başım göğsüne düştüğü an elim istemsiz bir şekilde gömleğinin yakalarına tutundu. Parmaklarım çıplak tenine değiyordu. Birden gerim gerim gerildiğini hissettim. Garip bir histi bu.

Cihangir elini başımın üzerine koyup hafifçe saçlarımı okşamaya başladığında, beklemediğim bu hareketiyle birlikte boğazım düğüm düğüm oldu.

Cihangir benim saçlarımı okşuyordu.

Bana neden bunu yapıyordu?

Gözlerim yavaşça kapandığında kasılan bedenimin gevşedi ve kendimi tamamıyla ona bıraktığımı hissettim. Göğsünde ağlıyordum ve o benim saçlarımı okşuyordu.

Birden kendime gelmiş gibi irkilerek geri çekildiğimde başımı hızlı bir şekilde göğsünden kaldırdım. "Sınırlar," dedim ondan uzaklaştığımda.

Oturduğum banktan kalktım ve ona dolu gözlerimle tepeden tepeden bakışlarımla bakarak konuştum: "Sınırlarına dikkat et Cihangir. Benden uzak dur!" Bugün öğlen bana söylediği sözleri ona hatırlatmıştım.

Söylediklerimden sonra arkamı dönüp yürümeye başladığımda Cihangir'in arkamdan söylediklerini duyabilmiştim:

"Sen o sınırları çoktan aştın Dila."

*

Mihran Akgün'den...

Beklemek...

Hayatım bu kelimenin bana yaşattıklarıyla geçmişti. Alışıktım, beklemeye... Hastane koridorlarında, odamın balkonunda, havalimanında, yorganımın altında gelecek tek bir mesajı beklemeye...

Şimdi yine hayatın bana biçtiğini yaşıyordum.

Bekliyordum,

Mirza'yı...

Dünden beri gözlerimi bir an olsun kırpmadan şu hastane koridorunda onu bekliyordum. Gidenler olmuştu, gelenler olmuştu ama ben olduğum yerden bir an olsun ayrılmamıştım.

Gözlerimi ondan bir an olsun çekmemiştim.

Gözlerimi Mirza'dan ayırmadığımda onun şu hâliyle ne kadar savunmasız göründüğünü fark ettim. O benim gözümde hep güçlü, yıkılmazken şimdi öyle savunmasız görünüyordu ki... Sanki böyle bir günde çökmüş gibiydi.

"İyi misin yenge?" Diyen Beşir'in sesini duyduğumda ona dönüp bakmamıştım bile.

Sahi iyi miydim?

Babam yüzüme bile bakmıyordu, iki aile arasında soğuk rüzgârlar estirmiş ve kenara çekilmiştim. Mirza, sevdiğim... Öylece makinelere bağlı bir şekilde yatıyordu.

Nasıl iyi olabilirdim ki?

'İyiyim' deyip her zamanki sahteliğimin arkasına sığınmak istemediğimde cevap vermeyerek sessiz kaldım ama Beşir yeniden konuştu: "Yenge biraz uyusan mı? Tamam buradan gitme, gitmezsin biliyorum ama bari sana bir oda açtırayım orada uyu."

"Teşekkür ederim," dediğimde gözlerimi Beşir'e çevirdim. Belli belirsiz bir şekilde gülümsediğimde, "Sonra uyuyacağım..." dedim ve hemen gözlerimi tekrardan Mirza'ya çevirdim. "Onunla."

Söylediğim şey üzerine aramızda derin bir sessizlik oluştuğunda ikimizden de çıt çıkmıyordu. Ta ki ben konuşana kadar...

"Beşir biliyor musun benim yıllar önce abim öldü." Bunu neden söyleme gereği duymuştum bilmiyordum ama Beşir'in donup kaldığını hissettim. "Abimi de aynı böyle beklemiştim." Duraksadım. "Yanımda sadece Mirza vardı." Kesik, titrek bir nefes aldım. "Şimdi abimi beklediğim gibi Mirza'yı bekliyorum burada." Beşir sessizdi, ama ben de Beşir'e konuşmuyordum. Elimi kalbimin üzerine götürdüm. "Abim gitti, Mirza'da..." Konuşamadım, dilim varmadı söylemeye.

"Yenge abime bir şey olmayacak." Sözler ya da beni avutacak şeyler yetmiyordu ki bana. Uyansın istiyordum ben, gözlerini açsın beni görsün istiyordum.

Benim bir ona, bir de abime ihtiyacım vardı.

Aniden, "Ben bir yere kadar gidip geleceğim Beşir. Ben gelene kadar onu bekler misin?" Dediğimde Beşir, "Nereye gideceksin?" Dedi meraklı çıkan ses tonuyla. Ama sonrasında haddini aştığını düşünmüş olmalı ki, "Yani ben bırakayım yenge," diye tamamladı cümlesini.

"Ben giderim Beşir," dediğimde onun başka bir şey demesini beklemeden yürümeye başladım. Arkamdan seslense de duymamazlıktan gelmiştim. Koşar adımlarla hastaneden çıkıp önündeki taksilerden birine bindiğimde gideceğim yeri söyleyerek başımı cama doğru yasladım.

Abimin yanına gidiyordum.

Abimin mezarına...

Yol boyunca gözümden bir damla olsun yaş akmadığında, abimin yanına gidince hıçkıra hıçkıra ağlayacağımı biliyordum. Aradan geçen zamanın ardından taksi mezarlığın önünde durduğunda ödemesini yaparak, titreyen bacaklarımla birlikte indim.

Biraz mahçup, çokça özlemliydim.

Titreyen bacaklarımla birlikte mezarların arasından geçe geçe en sonunda abimin mezarını bulduğumda, şimdiye kadar tuttuğum gözyaşlarımı salıverdim.

Serhat Akgün.

"Özür dilerim." Dudaklarımın arasından fısıltıyla çıkan ilk kelimeler bunlar olmuştu.

Özür dilerim abi.

"Uzun zamandır yanına gelemedim, sana gelemedim..." Karşısında boynum büküldü. "Özür dilerim abi." Hâlâ ayakta duruyordum, toprağına kavuşacak gücü kendimde bulamamıştım. "Ellerim boş..." Boş olan ellerimi yukarıya doğru açtım. "Ellerim boş geldim, çiçek alamadım, mezarını boş bıraktım."

"Ama sen bana hep gülüm derdin ya abi." Hıçkırdım. "Bak gülün geldi işte." Daha fazla bedenimi ayakta taşıyamadığımda kendimi yere bıraktım, ve abimin mezarına sarıldım.

"Abi... abi... Abi demeyi çok özlemişim. Abi neden?" Toprağını avucumun içine alarak, sıktım. "Abi çok özledim. Böyle kollarını bana sarıp o kocaman bedenine yaşlanmayı, sesini... Abi sesini unuttum artık. WhatsApp'tan attığın ses kayıtlarını dinliyorum sürekli. Gülüm deyişlerini... Böyle bazen kötü olduğumda seni arıyorum, sanki böyle bana cevap verecekmişsin gibi... Aradığınız numara şu an kullanılmamaktadır diyor. Abi canım çok yanıyor, çok yanıyor." Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim. Daha fazla konuşamadım sadece ağladım. Kaç dakika öylece ağladım bilmiyorum ama sanki böyle hiç ağlamamış, hiç gözyaşı dökmemişçesine ağlıyordum.

"Abi... Mirza'yı..." Konuşamadım, boğazım düğüm düğüm oldu. İlk defa derdimi abime anlatmakta bu kadar çok zorlanıyordum. "Abi ben, Mirza'yı çok sevdim."

Sevdim.

"Çok sevdim abi." Şekeri elinden alınmış küçük bir kız çocuğu gibi omuzlarımı silktim. "Mirza'yı çok seviyorum abi." İçimden, kalbimden dolup taşa taşa haykırmıştım.

Çok seviyorum.

"Ama o beni bırakıp gitti abi. Çok üzdü beni abi." Söylediğim şeyle birlikte kaşlarım çatıldığında, "Tamam tamam..." dedim kendi kendime. "Sinirlenme, kaşlarını çatma şimdi." Sanki yanımda gibiydi. Elimi uzatsam...

Hayır Mihran hayır.

Yapma bunu kendine hayır.

"O gitti abi. Sen gittin, sonra o da gitti." Dudaklarımı büzdüm. "Çok ağladım ben onun yüzünden abi. Bir başıma kaldım abi, kimsesiz..." Resmen burada durmuş Mirza'yı, abime şikayet ediyordum. "Sonra döndü abi, bana döndü. Ama ben... ben..."

Ben affetmedim onu abi.

Keşke keşke...

"Abi, Mirza ölüyor. Mirza ölüyor abi." Elimi kalbimin üzerine götürdüm. Nefeslerim iyice sıklaşmıştı ve sanki görünmez bir el kalbime baskı yapıyor gibiydi. Maraton koşmuşçasına sık sık nefesler almaya başladığımda, "Alamıyorum..." dedim. "Nefes alamıyorum abi. Onsuz alamıyorum."

"Önce sen öldün abi, beni bırakıp gittin," diye fısıldadığım an parmaklarım titreye titreye ellerimi abimin kurumuş toprağına uzattım. "Şimdi de..." Konuşamadım, sözler dudaklarımın arasından çıkmadı. "Şimdi de Mirza gidiyor abi."

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda, "Yapamıyorum..." diye kesik kesik aldığım nefeslerimin arasından konuştum. "Sensiz yapamıyorum abi." Başımı abimin toprağının üzerine koyduğumda gözyaşlarım kuru toprağının üzerine üzerine aktı. "Mirza olmadan da yapamam ki ben." Sanki böyle nefes alamıyor gibi hissediyordum.

"Abi ben neden tüm sevdiklerimi bir bir kaybediyorum? O bir daha gitmem demişti ama..." Toprağa bulaşmış elimi kalbimin üzerine koydum. "Şimdi niye gidiyor o zaman abi?"

Böyle bir çaresizlik olabilir miydi? Abimin mezarında yana yana Mirza için ağlıyordum. Abimin mezarında...

Abimin toprağına sarıla sarıla ağlamaya devam ettiğim sıra artık gözyaşlarım gözlerime öyle bir ağır gelmeye başladı ki gözlerim hafifçe kapandı. Birden üzerime çöken kasvet ve gözlerimin üzerine kapanan karanlıkla birlikte irkildiğimde gözlerimi hemen araladım ve onu gördüm.

Deha'nın koyu mavi gözlerini...

İrkildim.

Gözlerim sonuna kadar açıldığında içimi yakıp geçen bir kasvetin sanki damarlarımdan yavaş yavaş akıp geçtiğini hissettim.

Onun burada ne işi vardı?

Abimin mezarından ayrılarak doğrulmaya çalıştığımda, "Sen..." dedim ama ağlamamdan dolayı konuşamadım. "Senin burada ne işin var?" Onun şu an klinikte olması gerekirken burada ne işi vardı?

Başıma cebellat gibi çökmüştü bir de.

Cevap vermediği an sorumu yineledim: "Ne işin var burada?"

"Ölüleri okumaya geldim." Aval aval yüzüne baktım, bakışlarımı fark etmiş olacak ki yeniden konuştu: "Karımı ziyarete geldim hemşire hanım." Gözlerini benden çekti ve ilerimizde olan bir yere odakladı. "Karım, Aşkın orada." Gözlerimi baktığı yere çevirdim. Aramızda biraz mesafe vardı ve gözlerimin bozukluğundan dolayı tam olarak okuyamadığım için gözlerimi kısarak mezar taşının üzerindeki ismi okudum.

Aşkın Sonat.

İçim burkuldu ama bu durum yine de içimdeki karamsarlığı çekip alamadı. "Anlıyorum," dediğimde sesim tepkisiz bir şekilde çıkmıştı. Gözlerimi Aşkın'ın mezarından alamıyordum. Hemen altındaki tarih çarptı gözlerime.

25.02.2017

Sonra gözlerimi abimin mezarına çevirdim.

18.02.2017

Aralarında sadece bir hafta vardı. Yedi gün... Ölüm; aniden, böyle birdenbire geliyordu.

"Bir hafta," diye kendi kendime mırıldandığımda Deha söylediğimi duymamıştı bile.

"Sizi böyle görünce gelmek istedim yanınıza hemşire hanım. Kötü görünüyorsunuz. İyi misiniz?" Deha'nın sözleriyle birlikte gözlerimi abimin mezarına çevirdim. Nedensiz bir şekilde içinde bulunduğumuz durumdan rahatsız olmuştum.

Her önüne gelen bir 'iyi misiniz' diye sorup duruyordu. Sormayın işte ya. 'İyi misiniz' demeyin artık. Mezarlıkta, sevdiğinin mezarında olan birisi ne kadar iyi olabilirdi ki?

Dilim 'iyiyim' demeye varmadığında sadece başımı aşağı yukarı salladım.

"Neyiniz oluyor?"

"Abim," dedim acımı içime gömüp, tüm tepkisizliğimle.

Deha tıpkı az önce benim ona dediğim gibi, "Anlıyorum," dediğinde cevap vermedim ve aramızda derin bir sessizlik oluştu. Abimle konuşmak için gitmesini bekliyordum ama hiç gidecek gibi durmuyordu ki.

Gözlerimi ona çevirip dik dik bakmaya başladığımda o da gözlerini dikerek dik dik bakmaya başladı. Gitmesi için ona bakıyordum, durmuş o da bana bakıyordu.

Tövbe tövbe.

"Gidecek misiniz Deha Bey?" Dediğimde en sonunda kendimi tutamamış ve konuşmuştum.

"Gideceğim hemşire hanım," diyen Deha arkasını dönüp yürümeye başladığında sadece arkasından bakmakla yetindim. Ayıp mı etmiştim? Yüksek ihtimalle. Normalde yapmayacağım bir hareketi yapmıştım ama yapacak bir şeyim yoktu. Her şeye karşı o kadar dolu ve tahammülsüzdüm ki...

Deha'nın gidişinin ardından tekrardan abime döndüğümde, "Klinikten bir hastam abi..." dedim açıklama yapma gereği duyarak. Dışarıdan deli gibi gözüküyor olabilirdim ama başına gelmeyen anlamazdı. "Evet kardeşin büyüdü ve artık hastaları oldu." Burukça gülümsedim. "Biraz garip bir adam ama olsun."

Abimle biraz daha konuşup içimi ve Mirza'yı döktükten sonra oturduğum toprağın üzerinden kalktığımda öylece baktım. Ayrılmak zordu. "Yine geleceğim," dediğimde boğazım düğüm düğüm olmuştu. "Sık sık geleceğim abi, söz veriyorum." Elimi mezar taşının üzerine koydum.

"Ama bu sefer tek gelmeyeceğim. Onunla geleceğim abi." Başımı yere eğdim. "Mirza'yla... O iyi olsun gelip anlatacağım sana onu." Mezar taşını okşadığımda gözlerim acıyla kapandı. Ne kadar zaman geçerse geçsin ne acısı geçiyordu, ne de onsuzluğa alışabiliyordum.

Bir zamanlar saçlarını okşardım, şimdi mezar taşını...

Dişlerimi birbirine bastırarak daha fazla ağlamamı engellemeye çalıştığımda, "Seni seviyorum," diye fısıldadım ve hemen peşinden yürümeye başladım. Bir anda gidemezsem, sonrasında veda edip hiç gidemiyordum.

Mezarlarından arasından geçe geçe ilerlemeye devam ettiğimde gördüğüm Akşın'ın mezarıyla birlikte duraksadığımda ellerimi açarak onun için de dua etmeye başladım. Akşın ve tüm ölmüşlerimiz için ettiğim duanın ardından mezarlıktan çıkabildiğimde yol boyunca yürümeye başladım. Buraya yakın bir taksi durağı vardı ve oraya kadar yürümem gerekiyordu.

Taksi durağına geldiğimde göremediğim taksilerle birlikte kaşlarım derin bir şekilde çatıldığında, "Taksiler dolu abla," diye bağırdı oturan çocuklardan biri.

"Ne zaman gelirler?"

"Gelmeleri uzun sürer." Hay şansıma, ben şansıma... Ofladığım sıra birden yanımda duran arabayla birlikte hemen peşinden Deha'nın sesini duydum: "Hemşire hanım?" Şaşırdım ama şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak ona doğru döndüm.

Son model arabasının içinden gözlerini dikmiş bir şekilde bana bakıyordu. Bu adam gitmemiş miydi?

"Taksi bekliyorsunuz galiba?" Başımı belli belirsiz bir şekilde salladığımda, "Evet," dedim.

"Gideceğiniz yere kadar bırakayım ben sizi." Başımı iki yanıma salladım.

"Hiç gerek yok, beklerim ben. Gelir birazdan zaten."

"Abla uzun süre gelmez abla." Arkamdan bağıran sesle birlikte içimden içimden söylemeye başladım. Hay senin ablana...

"Uzun süre gelmezmiş beklemeyin burada böyle," diyen Deha kararlı bir ifadeyle gözlerime bakmaya devam etti. "Bırakayım sizi." Kararsız bir ifadeyle öylece kalakaldım. Her ne kadar klinikten tanıyor olsam bile öylece arabasına binmek istemiyordum. Ulan Behlül'le 101 oynamaya bile gitmiyordum ben.

Ama burada beklesem Mirza'ya da geç gidecektim. Bir an önce yanına gitmek istiyordum.

"Peki... Ama ana yola kadar götürseniz yeter." Cevabımla birlikte Deha'nın dudakları âdeta zafer kazanmışçasına kıvrıldığında, arabanın önünden dolanarak arabaya bindim. Ben oturur oturmaz yola koyulduğunda kendimi tedirgin hissetmeden alıkoyamıyordum.

"Rahat olabilirsin," dediğinde Deha gözlerimi ona çevirdim. Gözleri yoldaydı, bana bakmıyordu.

"Rahatım zaten."

"Öyle mi?" Kaşlarını kaldırdı. "Peki neden her an sanki camdan dışarıya uçmak ister gibi duruyorsun? Ya da durdursam arkana bakmadan kaçacak gibi?" Gerçekten öyle mi duruyordum? Evet tedirgindim ama...

"Farkında değilim," dediğimde kasım kasım kasılan bedenim biraz olsun gevşemişti. "Rahatım." Yalan. "Sadece size zahmet vermek istemediğimden. Siz beni ana yola çıkarsanız yeter zaten."

"Sadece gideceğin yeri söylesen..." Durdu. "Hemşire hanım." Üstelemenin bir anlamı olmayacağının farkına vardığım an hastanenin ismini söyledim.

"Hastane mi?" Diyen Deha gözlerini bana çevirdiğinde şaşkınlığı yüzünden okunacak şekilde belli oluyordu. "Hayırdır inşallah? Bir şeyiniz mi var hemşire hanım? İyi misiniz?"

"İyiyim." Değilim. "Bir yakınım için." Yakınım değil her şeyim.

Deha, "Yakınınız," dediğinde sesi kısık bir mırıldanma şeklinde çıkmıştı. "Umarım iyi olur."

"Umarım..." dediğimde ana yola çıkmıştık. Şimdi ineceğim desem ısrar edeceğini bildiğim için bir şey demedim. "Siz peki?" Üstü kapalı sorumu anlamadı. "Sizin klinikte olmanız gerekmiyor mu?"

"Kaçtım." Deha'nın söylediği tek bir kelimeyle boğazıma bir şey kaçmışçasına öksürmeye başladım. "Ne?"

Deha, "Sadece şakaydı hemşire hanım," dediği an elini torpido gözüne uzatarak oradan bir şişe su çıkararak elime tutuşturdu. "İçin!" Ben şimdi var ya ama... Saçma sapan şeyler söyleyip sinirlerimi bozuyordu. Allah aşkına bunun şakası mı yapılırdı?

Suyu elime alıp açtığımda kapağından çıkan sesle birlikte bir yudum içtim. Daha önce açılmış olsaydı ağzıma bile sürmezdim.

"Siz lütfen bir daha şaka yapmayın."

"Sadece özel iznim vardı. Bu kadar ciddiye alacağınızı düşünmemiştim." Sürekli kaçan hasta vakasıyla karşı karşıya kalıyorsun nasıl ciddiye almazdım ki acaba?

"Siz ne kadar çok özel izin alıyorsunuz öyle," dediğimde kısa bir an için haddimi aştığımı düşündüm ama onun dedikleri yanında hiç gibi bir şeydi.

Deha, "Öyle..." dediğinde gözlerini üzerimde hissettim. "Elim, kolum her yere uzanır benim." Sanki sözleriyle üzerimde bir etki yaratmaya çalıştığını hissetmiştim.

Hemen peşinden duran arabayla birlikte hastaneye geldiğimizi anlayabildiğimde hızlı bir şekilde emniyet kemerini çözdüm. Bir an kasıntı bir şekilde durduğum bu arabadan inmek istiyordum.

"Bıraktığınız için teşekkür ederim," dediğimde elimi kapı koluna uzatarak açtım.

Arabadan indiğimde tam kapıyı kapacağım sıra Deha, "Geçmiş olsun," dediğinde başımı 'sağ olun' dercesine salladım ve Deha hemen peşinden sözlerine devam etti: "Yardıma ihtiyacınız olursa..." Eline ne zaman aldığını bilmediğim kartviziti bana doğru uzattı. "Yakınınız için yapabileceğim bir şey olursa." Sadece bakmakla yetindim. "Elim kolum uzundur dediğim gibi."

"Teşekkür ederim," dediğimde eli öylece kartvizitle birlikte havada kalmıştı. Alıp almamak konusunda kararsız kalmıştım. "El kol uzunluğuna gerek yok." Ayıp olmaması için kartviziti elinden çekip aldım. "Ben olsam yeter ona." Son cümlemi kısık bir sesle söylemiş ve hemen peşinden oradan ayrılmıştım. Hastaneden içeri girer girmez elimde tuttuğum kartviziti buruşturup cebime soktuğumda asansöre bindim.

Asansörden iner inmez Mirza'nın odasının önüne geldiğimde hemen cama yapışarak Mirza'yı izlemeye başladım. İçeride bir hemşire vardı ve ilaçlarını veriyordu. Mirza... O hâlâ bıraktığım gibiydi.

İçeriden çıkan hemşireyle birlikte hemen ona döndüğümde hemşirenin de önünü kesmiştim. Sanki ne istediğimi anlamış gibi gözlerime baktığında başını iki yanına salladı.

"Lütfen..." dedim yalvarırcasına. "Sadece beş dakika, lütfen. Yasak biliyorum, kimseyi almıyorsunuz biliyorum ama sadece beş dakika." Gözlerime kararsızlıkla baktı.

"Sadece iki dakika..." dediği an ona bile razı olarak hemen başımı salladım. "Çok teşekkür ederim." Sonrasında hemen hemşirenin de yardımıyla üzerimi değiştirdiğimde Mirza'nın yanına girdim. Odanın içine girer girmez bacaklarım zangır zangır titremeye başladı.

Ona hem koşarak gitmek istiyordum, hem de gitmek ilk defa bu kadar zor oluyordu.

"Canını okuyacağım senin." Bir adım attım.

"Yine senin yüzünden ağladım." Bir adım daha... Ağlamaya devam ediyordum.

"Şu gözyaşlarımın hesabını vereceksin daha." Bir adım daha...

"Uyan geberteceğim seni."

"Her şey bu türküyle bitecekmişmiş." Tam önünde durduğumda hareketsizce yatan bedenine üstten bakışlarımla baktım. "Ba ba ba ba laflara bak laflara." Onu taklit edercesine konuştuğumda ağlarken, güldüm. "Ben bitireceğim seni, bekle sen." Evet Mirza'nın yanına sadece ona kızmak ve çekişmek için girmiştim.

Şu hâlime güldüm. "Uyan göstereceğim sana, sadece uyan." Gözyaşlarım yanaklarımı ıslattı. "Lütfen..." Duysun istedim, uyansın istedim.

"Bugün abimin yanına gittim, ona söz verdim Mirza'yla beraber geleceğiz dedim. Abimin yanına gitmeliyiz. Sonra... Sonra işte babama bizi söyledim, herkes öğrendi." Yıllar önce cesaret edemediğim şeyi yapmıştım. "Babam kızdı. Uyandığında seni babamın önüne atmayı düşünüyorum." Kıkırdadım. "Artık sana ne yapar bilmiyorum." Valla babam, Mirza'ya her şey yapabilirdi. O konuda babama sonsuz güvenim vardı.

Mirza'yla konuşmaya devam edeceğim sıra cama vurulma sesleri kulaklarıma dolduğunda gözlerimi cama çevirdim. Asiye teyze gelmişti ve el kol hareketleriyle kapının önündeki hemşireyle bir şeyler konuşuyordu. Yüksek ihtimalle kendisi Mirza'nın yanına giremediği ve beni burada gördüğü için hemşireyi daraltıyordu.

Gerçekten mi ya?

Şimdiden kaynanalığa başlamış olamazdı değil mi?

Gözlerimi tekrardan Mirza'ya çevirdiğimde, "Annen iş başında," dedim. "Analı oğullu sizden çektiğim ne benim bu ya?" Anca söyleniyordum. "Çıkmam gerekiyor," dediğimde dudaklarımı büzdüm. Zaten iki dakika diyerek girmiştim ve hemşireyi daha fazla zor durumda bırakmak istemiyordum.

Titreyen ellerimi Mirza'ya uzattığımda, serum bağlı eline hafifçe dokunarak tuttum. Üzerine doğru eğilip ona soluduğumda, gözlerim acıyla kapanıp açıldı.

"Bir eve ölüm girerse, sağ kalanlarda biraz biraz ölürmüş..." diye fısıldadığım an diğer elimle alnına düşen saçlarını geriye doğru atarak okşadım. "Sen benim evimsin Mirza, evimsin." Gözlerimden akan bir damla yaş göğsünün üzerine düştü. "Sen ölürsen, ben ölürüm."

Elini son kez okşayıp bıraktığımda, üzerinden çekilerek arkamı döndüm. İstemeyerekte olsa artık çıkmam gerekiyordu. Tam bir adım atacağım sıra bileğime dolanan parmaklarla birlikte öylece kaldığımda hızlı bir şekilde Mirza'ya çekildim.

"Uyandın," dediğim an kendimi nefes nefese kalmış bir şekilde buldum. "Uyandın." İnanamıyordum. Mirza'ya baktım. Eli hâlâ bileğimdeydi ve beni kendine çekmişti. Aslında klasik Mirza'ydı. Bana dokunmadan yapamazdı kendisi, hele ki belime dokunmadan asla.

Düşüncelerime güldüm.

Ki şu durumda her şeye gülebilirdim.

"Geberteceğim seni geberteceğim. Hani derdin ya senden gelen her şey başım üzerine diye böyle çökeceğim üzerine. Boğacağım seni." Kendi kendime Mirza'ya söylenerek kızıyordum.

Mirza gözlerini hafifçe araladığında gözleri, gözlerimle buluştu. Yemin ederim yeniden nefes aldığımı hissettim. Hani Zakkum bir şarkısında 'güneşimi kaybettim, gözlerini görmem gerek' diyordu ya... Öyleydi işte.

Onunla, gözleriyle yeniden nefes aldığımı hissettim. Ta ki Mirza'nın sözlerini duyana dek. Sözleriyle birlikte tekrardan nefes alamadığımı hissettim.

"Sen de kimsin?"

*

Şakacı çocuk seni ğgğwğeğdğ kız allahtan kork be mavi ğgğwğdğfğ hafıza gitti galiba arkadaşlra gğwğdğfğğ

Nasıl buldunuz bakalım?

~Mihran?

~Mirza? (Ulan Mirza arka sokaklardaki karakterler gibi yata yata bir bölümü bitirdin gğwğdğfğ)

~Cihangir?

~Dila?

~Bölümle, kalemimle ilgili eleştirileriniz varsa buraya bırakabilir misiniz? Lütfen kırılır, üzülür diye düşünmeyin. Şimdi diyormuşsunuz ki 'düşünmüyoruz zaten' gğwğdğfğ neyse lütfen siz buraya bırakın!

Bölüm alıntısı için instagram: mavininhikayeleri
Twitter: kendince_yazar0

Sizleri seviyorum.

💙

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro