27.Bölüm ÇATIŞMA
Gözlerim itinayla devrilirken ellerimin bir birine çarpmaktan sızladığını ancak fark edebilmiştim. Avuç içlerimi kendime doğru çevirip kırmızılıktan morarmaya yüz tutmuş derime şaşkınlıkla baktım ama beni asıl şaşırtan bu değildi elbette. Zira Dilan'ın eli benim elimin üzerine kapaklandı ve ben ne olduğunu bile anlamadan oturduğum beyaz sandalyeden kaldırılarak halayın ortasına itildim. Ben buraya nasıl gelmiştim?
"Kıvır, abla. "
Beynim uyuştu. Ellerim müziğin ritmine saçma bir şekilde kapılarak havalanmaya başladığında kendimi durdurmayı başardım. Ben ne yapıyordum diye düşünüyordum ki birisi kalçama hızla çarparak beni resmen düğün alanının dışına fırlatarak sandalyelerin birinde bulunan annemin kucağına oturttu.
"Oyna, hemşire hanım. Oyna! "
1 HAFTA ÖNCE
Ağabeyim bizi beklemeye bile tenezzül etmeden koşmaya başladığında kalbime çöken ağırlığın bütün bedenime yayıldığını hissediyor, ancak bir şey yapamıyordum. Üstelik bu 'bir şey' sınıfına yürümek veya koşmak eylemleri de giriyordu. Tek yapabildiğim şaşkınlıkla aralanan ağzımdan kesik bir nefesi özgürlüğe kavuşturmak oldu ki bu bile bedenime işkence ederek gerçekleşmişti. Korku, salgın bir hastalığı andırıyordu. Bir başkasının dudaklarından çıkan cümle senin kulaklarına çarpıyor, benliğin boyunca yayılıyor, en sonunda ise kalbinde kaya misali çöreklenip kalıyordu. Anlatılmasının veyahut tedavi edilmesinin bir yolu yoktu ama onu tabir etmek zorunda kalsam söyleyebileceğim tek şeyin katran karası, büyük bir dağ olacağı su götürmez bir gerçekti.
Dakikalar sonra kuzenimin yardımı - zoru- ile arabaya ulaştığımda arkamda bıraktığım ve muhtemelen bundan sonra karşılaşma imkanımızın zor olduğu yeni arkadaşımın ne durumda olduğunu düşünemeyecek kadar hasta hissediyordum. Üstüne üstlük uyuşan beynim sancımaya başlamıştı.
" Yiğit ağabey! Yavaşla! "
Altan, ağabeyimin yanındaki siyah koltuktaydı. Bakışlarının karla kaplı yolda olduğunu anlamam için yüzüne yandan bakmam yetmişti. Muhtemelen jole ile şekillendirdiği siyah saçları artık alnına dökülüyordu ama tuhaf olan onun bunu düzeltmeye tenezzül dahi etmemesiydi. Altan, dağılmış saçlardan nefret ederdi.
Ağabeyim ona cevap vermedi. Kaşları daha çok çatıldı ve gaza olanca gücüyle yüklendi. Kasılan çenesi dikiz aynasından varlığını belli ediyordu. Üşüyen ellerimi birleştirip bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Onları izlemek ruhumu rahatlatmak yerine daha çok kötü hissetmeme neden oluyordu ki şu an bulunduğum durumdan daha kötüsü ölümdü. Bedenim titremeye başladığında bunun soğuğun etkisi olmadığını biliyordum ama yapacak başka bir şeyim de yoktu. Bu yüzden istemsizce hareketlenen bedenimi umursamayıp başımı cama çevirdim. Gözlerimin alabileceği kadar çok olan dağlar karla örtünmüş, tepeleri görünmeyecek kadar sisle kaplanmıştı. Bu, mahremini kapatmaya çalışan genç ve toy bir genç kızı andırıyordu bana. İlk baharda en güzel elbiselerini giyen diğer dağların aksine buraların dağları her zaman çıplaktı. Asla çiçek bitmeyen bu kıraç topraklarda çırılçıplak bekleyen kocaman varlıkların kışı iple çektiğini düşünürdüm çoğu zaman. Çünkü kışın diğerlerinin aksine bu uçsuz bucaksız kayalar soyunmayacak, gelinlik kızlar gibi beyaz elbiselere bürünecekti. Elbette çok uzun sürmeyecekti mutluluğu, biliyordum. Biliyorlardı. Bu yüzden yapabilecekleri tek şey koskoca şehri çepe çevre sararak güneşin elbiselerine zarar vermesini önlemek olmuştu. Öyle ki benliklerini satarak satın aldıkları soğuk, Hakkari'yi asla terk etmiyordu.
"Dolunay! Kestirmeden gideceğiz karakola. Seni indiremeyeceğim. Oraya vardığımızda ne olursa olsun peşimi bırakma güzelim. Tamam mı? "
Başımı yasladığım camdan kaldırarak ağabeyimle göz göze geldim. Keskin bakışları üzerime odaklanmıştı ama cevap beklemiyordu. Ben de tepkisiz kaldım zaten. Alparslan'ın ne durumda olduğunu kendi gözlerimle göreceğim gerçeği beni memnun etti tabii fakat nasıl veya ne durumda göreceğim sorusu memnuniyetimi ateşe verdi. Alparslan nasıldı? Yine zarar görmüş müydü? Canı yanıyor muydu? Ve en zoru, evlatlarının her hangi birine bir şey olmuş muydu?
"Dolunay, bunu al! "
Altan'ın elime tutuşturduğu beylik tabancasını sıkı sıkı kavrarken garip bir şekilde tanıdık gelen metal kaşlarımı çatmama neden oldu. Dudaklarımı yalayıp silahı yüzüme yaklaştırdım ve kuzenimin bir hırsız olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
" Şaka yapıyor olmalısın! "
Bakışlarımı silahtan ayırmadım ama Altan'ın arsızca gülümsediğini gönül gözümle görmüştüm çoktan.
" Ne oldu? Bir sorun mu var? "
" Bu silahı çaldığına inanmıyorum! "
" Neyden bahsediyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum. "
Bu sefer ağır metali ön koltuğa doğru uzattıktan sonra olanca gücümü toplayıp silahın kabzasıyla Altan'ın kafasına vurdum. O, acıyla çığlık atarak öne doğru edildiğinde dahi sinirim dinmemişti.
" Babamın tabancasını çalmışsın! Bu benim çeyiz sandığımdaydı! "
Bu babamın bana bıraktığı tek şeydi ama anlaşılan benim yumurta yarısı akılsız kuzenimde saygı denen bir şey kalmamıştı. Üstelik ben bu tabancayı annemin bana zorla aldığı ve tam olarak -nasıl yaptı inanın bilmiyorum- dört ayda doldurduğu kereviz rengi çeyiz sandığımın en derin köşesine saklamıştım. Daha kötüsü silahı koyduğum kutunun romantik geceler için alınmış dantelli, straplez geceliğe ait olmasıydı. Altan o geceliği görmüştü!
" Senin bir çeyiz sandığın mı var? "
Ağabeyim iyice gaza bastı, bakışlarını hızla bana çevirmişti. Yahu ağabey, bu adam senin bacının dantelli geceliğini görmüş, sen hala çeyiz sandığım olup olmamasını mı dert ediyorsun? Elbette olacak. Yarın Alparslan ile evlenip mutlu bir yuva kurduğum zaman eve gelen yaşlı ve alabildiğine gıybetçi o kadınlara ne göstereceğim? Demezler mi bu kıza anası hiçbir şey öğretmemiş? Bak! İşin içinde anacağızım da var. Ve dantelli geceliğim. Hoş geceliği tabiki onlara gösterecek değilim. Zaten o geceliği de ben almış sayılmam ya. Nuran yenge aldı.
" Konu bu mu? "
" Elbette bu! Çeyiz sandığı ne demek biliyor musun sen? "
Yönümü iyice ağabeyime çevirdim. Mor dantelli, straplez, romantik gecelik demek.
" Ne demekmiş? "
" Evlenmeye niyetin var demek! Peki evlenmeye niyetinin olması ne demek?"
Mor dantelli straplez gecelik almak demek.
"Ne demek? "
" Evlenmek istediğin biri var demek! Kim o herif!? "
Üsteğmen Alparslan Yılmaz. Gönlümün beyi. Çocuklarımın babası, evimin direği. Mor dantelli straplez.. Her neyse.
" Ağabey ya! Farkında mısın bilmem ama şu an sizinle dağa terörist avına gidiyoruz. Yetmezmiş gibi bu yarım akıllı babamın beylik tabancasını benim gizli mabedim olan çeyiz sandığımın en ücra köşesine sakladığım mor dan, aman geceliğimin olduğu kutudan almış ama bizim tek sorunumuz bir çeyiz sandığına sahip olmam, öyle mi? "
Ağabeyim kaşlarını düzeltmedi.
" Bu konuyu evde derinlemesine konuşacağız. Şimdi, iniyoruz! "
Hah! Elbette konuşacağız. Konuşacak ve yarım akıllı Altan'ın nasıl öleceği konusunda bir karara varacağız. Sonra ben, Alparslan'ı arayacağım ki düğün tarihi alalım. Sonuçta artık bizim evde mahrem denen bir şey kalmadı.
" Kızım yürüsene! "
" Kes lan sesini. Pis hırsız. "
" Aa! Dolunay, çok ayıp. "
Altan maldı. Vallahi de maldı, billahi de maldı. Bu yüzden ona cevap vermeye tenezzül dahi etmeden ağabeyimin peşine düştüm. Ben burada vatanım için, milletim için bir savaşa gidiyordum ki bu her zaman yaptığım bir şey olmamasına rağmen profesyonel davranıyordum ama yarım akıllı Altan benim tam aksime aptalca davranıp duruyordu.
Babamın tabancasını daha sıkı kavrayıp adımlarımın karda bıraktığı tuhaf şekle odaklandım. Bir yolu andırıyordu, çizgiliydi. Ağabeyimin iri ayaklarının aksine o kadar küçüktü ki gülme isteğim ortaya çıkmıştı. Elbette dağ başında, hele hele de terörist avında kahkaha atarak gülecek değildim, saçmalamayın.
"Batur! "
Alparslan değilde neden Batur?
Ağabeyim bulunduğumuz kaya parçasına yaslanıp yavaşça seslendiğinde başımı çıkarıp ilerideki kalabalık gruba baktım. Başlarında Serhan ağa ve oğullarının olduğu topluluk tamamen silahlarını kuşanmış, kendilerine özgü kamuflajlarıyla beyaz örtünün üzerinde muhteşem bir gövde gösterisi sergiliyordu. Batur, ona seslenenin ağabeyim olduğunu görünce kaşlarını çattı, asıl bomba beni görünce patlayacaktı. Sırıtıp geriye yaslandım ve kendimi ağabeyimin iri gövdesinin arkasına gizledim. Sonra yaptığımın ne kadar saçma olduğunu fark ettim. Dağ başında, terörist peşinde Batur ile saklambaç oynamaya çalışıyordum! Allahım, körle yatan şaşı kalkar misali Altan ile yatıp mal mı kalktım acaba?
"Ağabey, sen neden buradasın? Dolunay? "
Sanırım Batur da biraz salak. Ağabeyim neden burada olmasın ki? O bir asker.
" Kaç kişisiniz?"
"Yirmi. Su deposunun olduğu yerden saldırmışlar. Arkalarından saldırmayı düşünüyoruz. "
" Peki. Batur, Dolunay seninle geliyor. Kesinlikle yanından ayrılmıyorsun. Ne olursa olsun. Anladın mı oğlum? "
Batur ile kısa bir an göz göze geldik. Orada gördüğüm alabildiğine cesaretle kuşanmış bir gençti.
" Tamam ağabey. Onu ne olursa olsun bırakmam. "
Sonrası tam bir karmaşadan ibaretti. Batur, ağabeyime beni bırakmayacağına dair öyle kesin bir söz vermişti ki utanmasam ağlayarak boynuna atlayıp koçum benim beh nidaları atacaktım. Neyseki utangaç bir insandım. Neyseki!
Batur ve ben en arkada ilerliyorduk. O sırada düşündüğüm tek şey arkadan birileri saldırsa adımlarımızı takip ederek bizi kısa sürede bulacaklarıydı. Yutkunup bu düşünceyi kafamdan savuşturdum. Saldırsalar ne olacaktı ki? Korkacak mıydım? Belki. Ama Alparslan'ı görmeden geri dönersem kendimi asla afetmeyecektim de. Bu yüzden sessizce takip ettim Batur'u. Kısa bir yürüyüşün ardından kulak tırmalayan silah seslerinin arasına düştüğümüzde ağabeyim ve diğerleri gibi irice bir kayanın arkasına saklanıp çatışma alanını gözetlemeye başladım. Bizim hemen altımızda on küsür kadar terörist bulunuyordu. Tabii yerde cansız yatanları hesaba katmamıştım çünkü tam olarak tabiri caizse onların işi bitmişti. Keşke yanan çıksaydı. Ülke kasıyordu.
"Oruspu çocuğu! "
İçlerinden birisi bağırdı. Kime veya neye bilmiyorum sinirlenmişti. Hatta çatışmanın ortasında olmasa annesinin kucağına gidip saatlerce sinir krizine girecek gibi de duruyordu ama biliyordu ki buradan çıkmasının tek yolu ölmekti. Ve bende bir an önce yattığım bu buz gibi yerden kalkmassam asla anne olamayacaktım.
Tabii Alparslan da baba.
Bu yüzden fularımı burnuma kadar çektim. Az önce konuşan adam elindeki telsizi fırlatınca anladım öfkesinin nedenini. Beni kaçıran adamın kullandığı gibi bir cihazdı fırlattığı. Anlaşılan karakol komutanıyla, çocuklarımın babası olacak adamla konuşmuştu da almıştı ağzının payını. İtin oğlu. Kim bilir ne demişti benim mavişim. Sırıttım. Ee, herkese böyle cengaver bir bey nasip olmazdı sonuçta. Gerçi henüz bana da nasip olmamıştı ya, neyse.
"Başlıyoruz beyler. "
Ve ağabeyimin atışıyla çatışma başka bir boyut kazandı. Alt tarafımızdaki mallar şaşkınlıkla ne tarafa döneceklerini şaşırdılar ama pozisyonlarını korumakta da zorlanmadılar. Kısa sürede bir kaç tanesi eşşek cennetini boyladı. Ben de duracak değilim ya! Sevdiceğime küfür eden iti nişan aldım, ağabeyimin bana öğrettiklerini hatırladım ve adamı tam burnundan vurdum. Burnundan? Hadi ama! Ben kafasını nişan almıştım!
"Efsane bir atış. Silah kullandığını bilmiyordum. "
Batur'a dönüp sırıttım.
" Silah kullanmayı bilmiyorum ki, " elimdeki beylik tabancasını kaldırıp tam da babamın imzasının olduğu yeri öptüğümde içimden bir ses babam eğer burada olsa benimle gurur duyacağını söylüyordu. " ben sadece Zülfikar'ı kullanabiliyorum. "
...
Karşımdaki askerlerin şaşkın bakışları arasında bana sarılan Selim ağabeye karşılık verdim. Kısa kucaklaşmamız Batur'un Alparslan'ı sormasıyla son buldu ama içimdeki korku hala oradaydı. Geldiğimizden beri gözlerim sürekli onu arıyordu, buralarda olmalıydı. Fakat ne kadar bakarsam bakayım onu göremedim. Etrafta yaralarını tutarak oturan gençlerin suratlarını ezberleyecek kadar çok bakmıştım karakolun çakıl taşı kaplı bahçesine. En sonunda, bayrağın altında duran Atatürk büstüne odaklandığımda içimi kaplayan gurur nefes kesiciydi. Çünkü bayrak hala en tepedeydi. Çünkü atam hala bu topraklardaydı. Çünkü burada vatanı için ölmeyi göze alan yiğitler vardı. Çünkü burası hala vatan, burası hala yurttu.
"Revirde. "
Ven ben - şükürler olsun ki - hala öz vatanımdaydım. Gülümseyişim Alparslan'ın revirde olduğunu duymamla söndü. Bu kısa sürede Selim ağabey ile bakışlarımız kesişti ama sanki bana bakmıyor gibiydi. Yeşil kamuflajı toz toprak içinde kalmış, pantolonu yer yer yırtılmış, alnı ince bir çizgi halinde kesilmişti. Yorgun duruyordu ve uykusuzluk göz altlarında konaklıyordu. Önemi yoktu. Biliyordu ki burada uykundan veyahut rahatlıktan çok daha önemli bir şeyi savunuyorlardı. Uyuyamazdı. Uyuyamazdım. Ki zaten babam, biz uyuyalım diye de düşmemişti toprağa. Evlatları yatsın diye değil, toprağın altında kahpe kurşunla yatanların torunları uyansın diye dökmüştü kanını. Bir Ali düşerse bin tanesi kalkar ayağa diye vazgeçmişti canından. Çünkü vatan, yaşamaktan çok daha mühimdi.
"Dolunay. Ambulans gelene kadar revirdeki doktorumuza yardımcı olur musun? "
Gözüm yan tarafımızda silahını temizleyen gence kaydığında başımla onayladım Selim ağabeyi. Tam olarak yirmi yaşında olmalı diye düşündüm. Keskin bakışları elinde tuttuğu silaha odaklanmıştı.
" Gel seni revire götüreyim. "
Batur, omzumu iterek beni ilerletemeye başladığında aklım hala Alparslan'daydı. Ayaklarımın altında ezilen çakıl taşlarının çıkardığı tuhaf sesleri onun sesi gibi algılıyor olmam da bu yüzdendi muhtemelen. Yine de onu birebir görmek için yanıp tutuşuyordum. Revirin kapısına geldiğimizde önden Batur girdi, arkasından da ben. Küçük bir yerdi. Bir ecza dolabı, bir masa ve birkaç sağlık malzemesi dışında burasının tıbbi bir yer olduğunu anlatan hiçbir şey yoktu. Bir de üst üste katlanarak ecza dolabının üstüne yerleştirilmiş Türk bayrağı vardı ki onların ne için kullanıldığını bilmek tuhaf hissettiriyordu. Çünkü onlar, şehitlerin son örtüsü olmayı bekliyorlardı.
"Geçmiş olsun komutanım. Sana da kolay gelsin Ahmet."
Ve bakışlarım sedyenin üzerinde kısa kollu, yeşil atletiyle oturan Alparslan'a kaydı. O an göz göze geldik. Tuhaf bir şekilde içim rahatlarken gidip ona sarılmamak için verdiğim mücadele taktire şayandı.
"Sağ ol. "
" Sağ ol Batur. Yanındaki kim? "
" Bizim köydeki sağlık ocağının hemşiresi Dolunay. Bir yardımı olur diye getirdim. "
Adam bana baktı. Sonra bakışları Alparslan'a kaydı.
" Komutanım izniniz olursa hemşire hanım dikişlerinizi tazelesin. Ben de diğerlerine bakayım Batur ile. "
" Tamam. "
Ahmet, elindeki eldivenleri çıkarıp çöpe attı. Ben kenarda durmuş öylece onlara bakıyorken nasıl görünüyordum bir fikrim yoktu ama bu adama boş bir anımda teşekkür edecektim.
Elbette edeceksin! Alparslan ve seni baş başa bırakıyor resmen!
Onlar revirden çıkarken odanın ortasına dopru ilerledim. Alparslan olanca heybetiyle - ve yakışıklılığıyla- sedyenin üzerindeydi. Ayağında kahverengi postalları, yeşil kamuflajı ve yeşil kısa kollu atleti. Kol kasları öylesine ortadaydı ki şu filmlerde gördüğüm kahramanlar görse ağızları açık kalırdı. Elbette tenindeki kesik ve yanıklar da dikkatimi çekmişti ama bunu ona sormak fazlaca saçma olacağından umursamadım.
"Nasılsın? " dediğimde tam önünde duruyordum. Bana boş boş baktı birkaç dakika. Öylece durduk ve hiçbir şey yapmadan birbirimize baktık. Bu, hayatım boyunca yaşayabileceğim en mükemmel anlardan birisi olmalıydı. O vardı, ben vardım ve vatanımdaydım. Daha ne kadar mükemmel olabilirdi ki diye düşünecekken bir anda başını göğsüme koydu ve olanca kuvvetiyle bana sarıldı. Ben ayaktaydım. O ise oturuyordu. Bir an kalp atışlarım o kadar hızlandı ki neredeyse bayılacaktım.
"İyi ki geldin, Dolunay. "
İyi ki varsın Alparslan.
Ellerim yanlarımda kalakaldığım saniyelerin ardından bende sarıldım ona. Tabii o an aklıma mal Altan'ın çeyiz sandığımdaki mor dantelli, straplez geceliği gördüğü gerçeği geldi, gözlerim doldu. Ah, Alparslan ah! Geldim ama ne badireler atlattım, ne yarım zekalılarla çarpıştım da geldim biliyor musun sen yavrum? Nereden bileceksin?
"Bana biraz daha sarılırsan vallahi ağlarım mavişim. Yeminle bak. "
Romantik anların içine sıçıyordun zaten ama sıvamak neden? Mavişim ne?!
" Dolunay, ilişkimizi gözden geçiriyorum da ayrılsak daha mı iyi olur sanki? "
Maalesef artık çok geç be Alparslan Üsteğmenim bey. Çeyiz sandığım bile hazır. Hem mor dant- Ehem! Vallahi geliyor gözyaşı!
Ve ağladım. Bu tuhaf bir gözyaşıydı. İçinde gurur, sevinç, öfke, Altan ve Alparslan bulunan bir bileşkeden oluşuyordu. Yani belki bolca gurur vardı ama diğerlerinin de azımsanmayacak rolleri vardı tabii. Mesela Altan. Dünyadaki gerizekalı kaynağının %99unu kuzenimin karşıladığını biliyor muydunuz? Öğrendiniz.
"Sen cidden ağlıyorsun. "
Yok be! Su o. Ben kim ağlamak kim.
" Hayır. Gözüme su kaçtı. "
Bok ye emi!
Alparslan oturduğu yerden kalktığında artık ben onun göğsüne geliyordum. Doğruyu söylemek gerekirse kaslarıyla bakışmak da güzeldi. Yalan söyleyecek değilim.
" Gözüne su kaçtı? "
Ya tutarsaydı yiğidim? Olamaz mıydı? Olurdu.
" Olamaz mı? "
" Dolunay, ne olursa olsun ağlamanı istemiyorum. "
" Elimden gelmiyor ki. Kendiliğinden akıyor işte. "
Musluk mu sevdiceğim? Açıp kapatayım?
Alparslan her iki yanımda duran ellerimi kavradı tek tek. Sonra bakışlarımız buluştuğunda önce gözlerimin üzerinden öptü, sonra elmacık kemiğimden. Ben tam bu beni öldürür diye kalpten gidecekken son darbeyi de vurdu sevdiceğim. Zira dudaklarının son durağı, gözyaşlarımın bittiği yerdi. Dudaklarımdı.
"Öyleyse ben akmalarına engel olurum. "
Bölüm hakkında yorumlarınızı bekliyorum 💙 seviliyorsunuz.!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro