23.Bölüm ONU DA KOVACAK MISIN? BENİ KOVDUĞUN GİBİ?
Keyifli okumalar 💙
Alparslan birkaç defa daha mesaj attı ancak mesajlarının hiçbirine bakacak gücü kendimde bulamadığımdan sadece telefona boş boş bakmakla yetinmiş, uykuya dalmadan hemen önce ise göz kapaklarımın arasından damlayan acının telefonun ekranında yazan ALPARSLAN yazısının tam üzerine damlamasına müsade etmiştim. Böylece o, benim bir damla gözyaşına sığdırdığım can yaram olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı bana. Ki o, en güzel yaraydı.
...
Ertesi sabah 'kazan gibi' tabirinin elinden öpen bir baş ağrısıyla kalktığımda nedenini sorgulayamayacak kadar bilincindeyim her şeyin. Akşam olanların bir bir gözümün önüne gelmesi bedenimi uyuştururken bakışlarım çekmediğim perdenin örtemediği camdan yansıyan boş araziyi bulduğunda ruh halim dağılmadı. Hava güneşli değildi. Aksine esen sert rüzgarın keskinliği buradan bile ruhumu dilim dilim etmeye yetmiş de artmıştı bile. Bu durumda yine şaşırmadığım şeyler sınıfındaydı ne yazık ki. Doğunun en ücra köşesindeyken havanın sıcak olmasını beklemek aptallıktan ötesi olamazdı.
Yutkunup kuruyan boğazımın acımasına neden olduğumda kuru bir öksürük krizine tutuldum. Geçmek bilmeyen türdendi ve neredeyse ağlamama neden olacaktı. Sağ elim istemsizce boğazımı sararken oturduğum yerden kalkıp aynanın karşısına geçtiğimde hala öksürüyordum ancak eskisi kadar şiddetli değildi. Zaten dakikalar sonra boğazımdaki gıcık geçmiş, aynadaki dağılmış görüntüyle beni adeta baş başa bırakmıştı. Öyle ki, varlığına alıştığım öksürüğün yokluğu garip bir boşluk yarattı boğazımda. Yutkunup görüntüme odaklandım. Yıkık duruyordum. Belki biraz genç ama çokca kaybetmiş ve sevdiği adamı kendi elleriyle itmiş bir kız gibi duruyordum. Her şeyi bilen, saniyeler sonra ne olacağının bilincinde olmadan yaşadığımız şu hayatta içimizden geçen her şeyi yapmamız gerektiğini adı kadar iyi bellemiş bir kız.
Bendim.
Benliğim bir set halinde karşımda duruyordu şimdi. Yapmamam gereken şeyleri yaptıracak kadar güçlü bir dürtü oturmuştu kalbimin tam ortasına ve ellerinde hunharca sağa sola salladığı şey duygularımın dizginiydi. Bana acımıyordu. Acıyan şey canımdı ama o denli acımıştı ki hissedemez hale gelmiştim uzun zaman önce.
Mideme bir ağrı girdiğinde ellerimle saçlarımı geriye itekleyip aynayla olan bakışmama son vererek çıktım odadan. Oturma odasında kahvaltı çoktan hazırlanmıştı. İkizler ve Metin Oktay'ın ortalarda görünmüyor oluşu garibime gitse dahi uyuşan beynimin de etkisiyle bunu da sorgulayamadım. Tek istediğim sebepsizce saatler süren bir ağlama krizine girmekti ama bunu yapacak ne gücüm ne de zamanım vardı. Oturma odasına es geçip banyoya ilerledim. Elimi yüzümü yıkayıp saçlarımı düzgün bir şekilde topladığımda yanaklarımın üzerine serpiştirilmiş gibi duran çillerimin varlığı beni ilk defa huzursuz etmedi. Onlara alışıyor muydum yoksa hasta mı oluyordum bir bilgim yoktu ama bunun sinir bozucu olduğunu gönül rahatlığıyla itiraf etmeliydim.
Banyodan çıkıp annemlerin yanına döndüm tekrar. Hepsi çaylarını yudumlamaya başlamıştı neredeyse. Boğazımı temizleyip kuru bir günaydın cümlesi kurdum Altan'ın yanına kurulmadan hemen önce. Sofradaki herkes bana karşılık verdiğinde Sunay abla çayımı önüme bırakmıştı. Ona minnetle gülümseyip yufka ekmekten - buralarda somun ya da pide bulmak imkansız gibi bir şeydi- bir parça kopararak ısırdım. Ekmeğin lastiksi yapısı dişlerimin altında hamur kıvamını alırken unları elime bulaşmıştı. Bir anda doygunluk hissiyle sarsıldığımda dudaklarımı yaladım.
"Bugün sağlık ocağına gideceğim. İyi hissediyordum. Hem doktor bey de ne zamandır tek, yazık adama. "
İzin istemiyordum. Kararım kesindi. Sofradakiler de bunu fark etmiş olacaklar ki karşılık vermemiş yemeğe devam etmişlerdi.
" Hazırlan da seni ben bırakayım o halde. " diyen Altan'a ise itiraz edemeyecek kadar sıkkın hissediyordum. Bu yüzden başımla onaylayıp hazırlanmak için sofradan kalktım. Odama girip kapıyı kapattığımda gözüme ilk çarpan şeyin telefonum olması nasıl bir ironiydi bilemiyordum. Üstelik sürekli yanıp duran bildirim ışığı nefes almamı sağlayan ciğerlerime sıkı tekmeler atıyor, beni nefessiz bırakıyor ama beynim tüm bu olaylara sadece onun adını haykırarak karşılık veriyordu. Alparslan.
Ne denli büyük bir yıkım yaşamışsa kalbim, bir başkasını kaldıramazdı. Bu yüzden ona işkence etmek şu an yapabileceğim şeylerin içinde en aptalca olanıydı herhalde. Ancak ben de çok akıllı bir kadın sayılmazdım. Ki Alparslan yıkımların en güzeli olmaktan öteye gidemeyecek kadar güzel bir adamdı. Bu yüzden yatağın üzerinde duran telefonu umursamadan küçük dolabıma ilerleyip üzerime kalın siyah bir kazak ve kot bir darpaça geçirdim. Hasta olmak istemiyordum. Yeterince sorunum yokmuş gibi bir de saçma boğaz ağrısıyla uğraşmak istemeyeceğim bir şeydi. Yine makyaj da yapmadım ki sevmeye tenezzül dahi etmediğim çillerimi ortaya sermek, ruh halimin derin bir göstergesiydi. Onları sevmiyordum ama kapatamayacak kadar da yorgundum.
Oysaki ben, sevdiğim şeylerin üzerini can kırıklarımla örtmekle ustalaşmış bir kadındım.
"Dolunay hazır mısın? "
" Evet. "
Kapıdan çıkıp Altan'ın yanına ulaştığımda annem elinde montumu tutuyordu. Yavaşça gülümseyip uzattığı montu üzerime geçirdim ve kısa bir vedanın ardından kendimi soğuk rüzgara teslim edebildim. Öyle keskin bir rüzgar vardı ki at kuyruğu yaptığım saçlarımın sağa sola uçuştuğunu hissedebiliyordum. Üstelik nefesimi kesecek kadar keskin olan bu soğuğun geniz yakan kokusu bedenimde şok etkisi yaratıyordu. Yanımda yürüyen Altan adımlarını hızlandırdığında ona ayak uydurup bende hızlandım. Neyseki evime fazlasıyla yakın olan sağlık ocağına gelmemiz uzun sürmemişti ancak kapısında bekleyen bir adam olduğunu seçmem buğulanan gözlerim nedeniyle fazlaca uzun sürmüştü.
"Komutan değil mi o? Ne işi var ki? "
Altan bakışlarıyla ileriyi işaret etti. Kan donduran soğuğun ortasında Alparslan'ı gördüğüm için yerlere yatıp serap gördüğümü iddia edebilme şansım olsa bunu hiç şüphesiz şu an kullanırdım ancak serap sadece sıcak havalarda görülen bir tür yanılgıydı ve ne ben serap görüyordum ne de Alparslan yanılgı olabilecek kadar hayaldi.
"Bilemiyorum ki. Öğreniriz şimdi. "
Sağlık ocağının önüne geldiğimizde Alparslan bakışlarını bize yöneltti. Üzerinde kamuflajları vardı ancak kızaran yanakları ve morarmaya başlamış dudaklarıyla üzerindekilerin onu ısıtmaya yetmediğini gözler önüne seriyordu. Gözler demişken... Mavi gözleri daha da koyulaşmış, bir umudun ortasına damlayan katran rengi bir laciverte dönüşmüş, kalbimde yeşeren umut kırıntılarının tam ortasına keskin bir hançer gibi düşüvermişti.
Hayat pamuk ipliğiydi. Ölüm ise bu ipliğin sadece biraz yukarısında hiç durmadan bir ileri bir geri sallanan bir bıçaktı. Bu bıçağın bağlı olduğu ip ise umutları temsil ediyordu.
"Günaydın Alparslan Üsteğmenim. Hayırdır, kötü bir şey yok ya? "
Alparslan ile kısa bir an göz göze geldik ancak bakışlarını ilk kaçıran o oldu.
" Kötü bir şey yok. Ufak bir kesik vardı elimde. Pansuman yaptırmaya geldim ama doktoru bulamadım. Tam gidecekken de sizi gördüm. "
Bakışlarım kısa bir an sağlık ocağının kilitli kapısına kaysada odağını karşımdaki adama çevirmekte gecikmemişti. Yalan söylemediğini biliyordum ancak doğru da söylemiyordu. Benimle konuşmak için geldiğini anlamayacak kadar kör değildim ama bu konuşmayı yapamayacak kadar güçsüz hissediyordum. Bu yüzden bunu erteleyebildiğim kadar erteleyecek, kendime geldiğim vakit sakin kafayla Alparslan'a içimi dökmekten çekinmeyecektim fakat şu an ne doğru andı, ne de doğru ortamdı.
"Doktor bey gelir birazdan. " derken cebimde duran anahtarı çıkarmış kapıyı açıyordum." İsterseniz içerde bekleyin. "
Alparslan başıyla onayladı beni. Altan ise ellerini montunun cebine iyice sokuşturup güldü.
" Ben bir köye ineyim de şu tipsiz oğlanı bulayım. Neydi adı? "
" Batur, Altan. Tipsiz değil. "
Omuzlarını silkerken umursamaz duruyordu.
" Tipsiz Batur. Sevemedim şu oğlanı. Gideyim de az emdiği sütü burnundan getireyim. "
Kapıyı açıp Alparslan'ın geçmesi için bir kaç adım geriledim ancak o içeriye girmeyip bizi izlemeye devam etti.
" Neden acaba? Çocuk sana ne yapmış olabilir? "
" Sana yürüyor gibi geldi bana. Bacaklarını kırsam sana sürünür. En iyisi boynunu kırmak, gülüm. Bak iyi dedim bunu. "
Sözleri soğuk havanın keskinliğini mümkünmüş gibi iyice artırırken bakışlarım ister istemez yanı başımızda bizi dinleyen adama kaydı ancak o bana ya da Altan'a bakmıyor, gözlerini postallarına kilitlemiş öylece bekliyordu. Nedensizce kırıldığını düşündüğüm birkaç saniyenin içinde ona şefkatle sarılma ihtiyacı baskınlığını arttırdı ancak bu kısa sürmüştü.
"Saçmalama Altan. Sabah sabah iyice gevşedi senin ağzın. Git sen haydi! "
" İyi be! Görüşürüz komutan bey. Allaha emanet."
"Görüşürüz . "
Altan arkasını dönüp köye inen patika yolda ilerlemeye başladığında içeriye girip vücudumun sıcak havayla temas etmesini sağladım. Alparslan'ın beni takip ettiğini kapanan kapının sesinden anlayabilmiştim. Ona bakmadan üzerimdeki montu çıkarıp astım, askıda duran beyaz önlüğümü üzerime geçirdim. Sobayı yaktım, etrafı topladım, saçma salak bir ton işle uğraşıp durdum ama Alparslan asla ağzını açıp ne yaptığımı sorgulamadı ya da bana itiraz etmedi. Sabırla bekledi ve sonunda yapacak bir işim kalmadığı an bakışlarımız buluştu. Yüzünde garip bir ifade vardı. Keskin bakışları bir kartalı andırıyordu ancak bu kartal bana şefkatle bakmaktan bıkmıyordu.
"İşin bittiyse konuşalım mı? "
Gözlerimiz bir kez daha buluştu. Aramızda bir kaç adımlık mesafe vardı ki kapatması çok kolaydı ancak ikimizde bunu yapacak kadar cesur değildik. Ya da Alparslan, benim kendi etrafıma ördüğüm setleri geçemiyordu, bilmiyordum. Tek bildiğim bir an önce bu can sıkıcı durumun bir son bulması gerektiğiydi.
"Ne hakkında? "
"Bizim hakkımızda. "
Biz olmayı ne ara başardığımızı sorgulamadım. Kalbim onun ağzından bu kelimeyi duyunca bir an öyle bir şiddetle çarptı ki az daha düşüp bayılacaktım.
" Bizim hakkımızda derken? "
" Bizim hakkımızda işte. Olanlar, yaşadıklarımız ve belki de yaşayacaklarımız."
"Yaşayacaklarımız? " Alayla sırıttım.
"Bu kadar yakınlaştığımıza inanıyor musun?"
Kalbimin her bir zerresi seni çağırırken sen olmasan dahi seni yaşarım ben. Sen gelmiş bana beraber yaşayalım diyorsun. Nasıl sevmeyeyim seni?
"Nasıl yani? "
Bakışlarımı ondan kaçırıp doktor beyin masasında duran birkaç evrağı elime aldım. İçinde ne olduğundan bile bir haberdim ancak karşımdaki adamın yıkılmış halini görmek isteyeceğim en son şey bile değildi.
"İşim var, Üsteğmenim. Başka bir şey yoksa?"
Bakışları şiddetle kavruldu, sert sesi beklemediğim bir anda dar alanda yankılanıp korkuyla gerilememe neden oldu.
"Sen hala çocuksun! Ben de geçmiş sana laf anlatıyorum! Benimle dalga mı geçiyorsun sen Dolunay? Dün özledim deyip bugün beni kovuyorsun! Senin derdin ne? "
Ona bakmadım. Masaya otururken bakışlarım kısa bir an yumruk yaptığı eline kaydı ancak bu da çok kısa sürmüştü. Sahi, ben ne yapıyordum? Kaybetmekten korktuğum adamı kaybediyordum. Üstelik hiçbir sebebi de yoktu. Kesinlikle kafayı yemiştim.
" Cevap versene Dolunay! "
" Bana bağırma! İyi değilim tamam mı! Kafamı toplamaya ihtiyacım var ve sen bana yardımcı olmuyorsun! "
Alparslan sözlerimin üzerine sessizce bekledi. Konuşmadı. Ancak dakikalar sonra arkasını dönüp kapıya doğru ilerlemiş, çıkmadan hemen önce kalbini parçaladığım gibi kalbimi parçalayıvermişti.
" Peki onu da kovacak mısın? Beni kovduğun gibi? "
Kapıyı çarpıp çıktıktan sonra yıkılmış benliğimle beni baş başa bırakmıştı. Hiçbir şey yapmamama rağmen ağır bir yorgunluk peyda olmuştu bedenime. Kalbim büyük bir yükün altında eziliyormuşçasına sızlarken kalkıp arkasından koşmak istedim. Ancak yapamadım. Ondan kastının Batur olduğunu biliyordum ama o, kalbime ondan başkasını alamayacağımı bilmiyordu. Bana kırgındı, kızgındı ama beni en çok yaralayan aramızdaki bağın boğazıma dolanan kopuk parçasıydı. Üstelik bu bağı kendi ellerimle koparmış ve yine kendi ellerimle kendi boynuma sarmıştım.
Elimdeki kağıtları masaya bırakıp yüzümü ovaldım. Yaptığımın doğru olduğuna kendimi inandırmaya çalışırken fazlasıyla aciz olduğumun bilincindeyim ancak yapacak başka bir şey de elimden gelmiyordu.
Kapı gürültüyle tekrar açıldığında bakışlarımı hızla oraya çevirdim bir umut. Alparslan'ın geri gelmeyeceğini biliyordum oysaki. Kalbini kırmıştım ve o kırığı tamir etmeden beni asla yanında istemeyecek, yüzüme bakmayacaktı.
"Günaydın Dolunay. Hayırdır, sen raporlu değil misin? "
Doktor beyin sesiyle oturduğum yerden kalkıp dakikalar önce Alparslan'ın beklediği yere geçtim. Elindeki çantayı masanın önündeki sandalyeye bırakıp montunu çıkardı.
" İyi hissediyorum. Evde canım sıkılıyor hem."
"Peki. Bugün de hava epey soğuk. " Birkaç saniye soluklanıp sobanın önüne ilerledi. " Askerler yine teftişe gelmiş köye ama Yiğit beyi göremedim. "
Başımla onayladım onu masanın karşısındaki sandalyeye oturmadan hemen önce. Ayak bileğim ince bir sızıyla bedenimi sarmaladığında dudaklarımı ısırıp acının geçmesini beklemiş, ardından da kalbimdeki acıyla tekrar baş başa kalmıştım.
" Evet. Gelse haber verirdi. Siz nasılsınız? Ne zamandır yalnız bıraktım sizi. "
" Aman! Sanki çok hasta geliyor ya. Sen iyi ol yeter."
Ona minnetle bakmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Tıpkı dakikalar önce Alparslan'ı tersleyip onca pişmanlığa rağmen peşinden koşamadığım gibi. İçim sıkılırken derin bir nefes alıp sakinleşmeyi denedim. Küçük alanda sobanın içinde yanan tahtaların çıkardığı ince çatırdılar - bana çığlık seslerini andırıyordu- dışında başka hiçbir ses ya da hareketlilik yoktu. Öyle ki o gün boyunca da olmamıştı. Doktor bey ile sabahtan akşama doğru boş boş oturmuş, camdan dışarıyı izleyerek soğuğun keskinliğiyle ilgili garip bir sohbete dalmıştık. Bir aralık oğlu olursa adını Rüzgar, kızı olursa da Meltem koyacağı yönünde bir şeyler bile söylediğini anımsıyordum. Yakışırdı. İkisi de gayet güzel isimlerdi ancak benim için çocuklarımın ismi belliydi. Oğlum olursa ismini Ali koyacaktım ki bu ne olursa olsun yapacağım bir şeydi. Kızım olursa... Bu konuda bazı şüphelerim ve ikilemlerim vardı işte.
"Hava kararmaya başlamadan çıkalım artık. " Bakışlarımı adama çevirdim.
"Geç oldu zaten. Sen de evine gidip dinlen. Yarın görüşürüz."
---
Akşama kadar oyalanıp eve döndüğümde annem ve Nuran yenge bir sürü yemek yapmıştı. Bendeki bu ani değişikliğin onları da etkilediğini biliyordum ama yapacak bir şey yoktu. İçimden nasıl geliyorsa öyle davranıyordum, duygularım karman çormandı.
Botlarımı ve montumu çıkardığım sırada Metin Oktay koşturarak oturma odasına geçti, peşinden de ablaları kahkahalarla ona eşlik etti. Bu halleri gülümsememe neden olurken kalbime çöreklenmiş olan umutsuzluk rüzgarının dağılmaya başladığını hissettim. Çocuklar iyiki varlardı.
"Altan nerede? " dedi Sunay abla bana sarılırken. Bakışlarımı ona çevirdim, kaşlarım çatılırken kolumdaki saati kontrol etmiş, ardından da tekrar ona bakmıştım. Saat epey geç olmuştu. Üstelik hava da kararmaya başlamıştı ama Altan'ın çoktan gelmiş olması gerekiyordu. Belki de gerçekten Batur'un boynunu kırmakla meşguldü ki yapamayacağı şey değildi. Çatlak herif! Onun yüzünden Alparslan da beni yanlış anlamıştı.
Belki biraz da benim yersiz laflarım yüzünden yanlış anlamış olabilirdi. Pişmandım.
" Batur'un yanına gidecekti ama-"
Sözlerim şiddetle çalınan kapının tok sesiyle bölündüğünde annem bana boş boş baktı, ardından da ilerleyip kapıyı açtı. Altan ayakkabılarını bile çıkarmadan hızla içeriye girip odasına ilerlemiş ve ardından da elinde beylik tabancasıyla çıkmıştı. Heyecanlıydı veyahut yüzüne peyda olan sinir ona böyle bir hava katmıştı. Anlayabildiğim tek şey iyi şeyler olmadığı yönündeydi.
Batur'u mu vuracaktı?
Sunay abla ile annem telaşla ona bakarken içime garip bir sancı oturuvermişti.
"Altan, neler oluyor? Ne bu hal? "
Bize bakmadı. Kapıdan fırlamadan hemen önce pimi çekilmiş bir el bombasını kalbimin tam ortasına bırakıp karanlık alanda kayboluvermişti.
" Karakola dönerken askeri konvoya saldırmışlar. Üsteğmen vurulmuş diyorlar ama bilmiyorum. Ben de korucularla gideceğim. Sakın evden çıkmayın! "
Onu da kovacak mısın? Beni kovduğun gibi?
Merhaba! Nasılsınız? Bölüm gecikti kusura bakmayın lütfen 🙏 Bundan sonra daha sık yazacağım 💙 Lütfen yorum yapın.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro