1.Bölüm HAKKARİ
Elimde bavulum minibüse doğru ilerlerken annemin epeyce arkada kaldığını fark ettim. Eh üç koca bavul kıyafet alırsan yanına, olacağı buydu demek istesem de hayırlı evlat damarım kabardı ve ben kendimi annemin her biri kırk kilo olduğunu tahmin ettiğim bavullarını sırtlanırken buldum. Aslında 48 kilo olmasam kolaylıkla taşıyabileceğimi umduğum bavullar ne yazık ki 48 kilo olduğum gerçeğiyle beni altına almış, dolaylı olarak bende kaldırımları öpmek zorunda kalmıştım.
Şu anda tek temennim ölmekti zira birileri beni gördüyse - ki Hakkari'nin nüfusunu göz önüne alırsak bu olası bir durumdu - ölmek benim için en mantıklı yoldu.
Annemin çığlıkları kulağıma ulaştığında memnuniyetle adım attığım beyaz ışık yok oldu. Ardından da kendimi tekrar yeri öperken buldum. Sahi benim için hayat ne zaman "İşte güzelim sana bolca şans. Tepe tepe kullan!" demişti ki?
"Ay! Kızım iyi misin?"
Evet benim adım Ay. Aslında Dolunay. Kulağa fazlasıyla saçma geliyor değil mi? Bende ismimi anlayabildiğimde ne aptalca bir isim demiştim ama babam beni kucağına oturtup " Biz Türklerde kurt kanı var kızım. Kurtlarda en çok Dolunay'ı sever. " demişti. Tabi o zamanlar ben herkes bana aşık havasına girip aylarca okulda popüler kız havasında gezinmiştim ancak sadece anaokuluna gittiğimden popülerliğim on iki kişilik küçük sınıfın sınırları içinde kalmıştı ve hayır efsaneleşmemiştim. Hatta ortaokulda arkadaşlarımın 'sen Dolunay ben hilal' tarzı iğrenç ötesi şakalarına maruz kalmıştım.
Ancak ne ismimin anlamı ne de ben, şu anda olduğum durumdan kurtulamama yardımcı olmuyordu.
"Ah yavrum! Pekte genç. "
Yandan gelen sesle kafamı bordo bavulun altına iyice sıkıştırdım. Ölmek istiyorum! Abim nerede kalmıştı ki? Hayır yani hem bizi buraya kadar getirtiyor, hem de bir yardıma bile gelmiyor.
" Annem. Gül yüzlüm. Kurban olduğum iyi misin? "
Tabi ki cevap vermedim. Hayır birde soruyor. Önce üstümden şu bavulları çek te sonra hal hatır kısmına geçelim değil mi? Öldüğümü düşünmüş olacak ki derin bir nefes aldığını duydum. Ben ağlamasını beklerken annemin olduğu taraftan bir hışırtı geldi ve ardından annemin duygusuz sesi kulaklarıma ulaştı.
"Alo polis mi? He yavrum. Ben Hakkari merkezden arıyorum. Otobüs terminalinin orda kimliği belirsiz bir ceset buldum. Evet, Hakkâri 'de. Valla evladım tipi pek bir şeye benzemiyor da herhalde kız. Evet. Haydi yavrum bekliyorum. "
Yıkıldım mı ?Hayır. En azından tipim konusunda yalan söylememişti canım annem. Yine de polisleri yerinden etmemek adına seslendim.
" Anne ölmedim ben. Şu bavulları alsana artık ya! "
" Ne demek ölmedim? "
Annemin beni ne kadar çok sevdiğini söylemiş miydim?
Sonunda annem söylene söylene bavulun birini sırtladığında bir araba sesi duydum. Lastiklerinden gördüğüm kadarıyla tam dibimde durmuştu. Ardından da içinden siyah botlarıyla birisi inmişti ki kamuflajlarından asker olduğunu tahmin etmek zor değildi. Çok geç kalma tarzında bir şeyler duydum. Başımı olabildiğince kaldırıp kim olduğuna baktığımda arabanın içindeki kumral ve fazlasıyla yakışıklı adamla göz göze gelmiştim. Öldüm mü diye düşünecekken önümde duran asker "Emredersiniz komutanım!" diye bağırdı. İtiraf etmeliyim ki sesi gerçekten iğrençti. Ölmediysem bile bu sesle her iki kulağımı da kaybetmiş olma olasılığım yüzde yüzdü. Bende gider ayak huzura kavuşayım bari diye düşünerek başımı kaldırıp tekrar o adama baktığımda arabanın çoktan gittiğini fark etmiştim. Eh size demedim mi hayat bana gülmez diye? Şansım olsa erkek doğardım be!
"Oğluşum! "
Annem birisine sarıldı. Ağladı ve nihayet beni hatırladıklarında iki bavulunda üstümden kalktığını hissettim. Her yerim ağrıyordu, rezil olmuştum. En vahimiyse annem resmi olarak tipsizliğimi yüzüme vurmuştu. Ağabeyim beni yerden kaldırıp kaslı kollarının arasına aldı. Üzerindeki kamuflaj demin iğrenç sesle kulak zarımı patlatan caninin öz ağabeyim olduğunun kanıtı niteliğindeydi. Bu konuda bir şey söylemedim. Ağabeyimi en son beş ay önce dört günlüğüne izne geldiğinde görmüştüm ki bu dört günüde uyuyarak geçirmişti. Yirmi altı yaşındaydı ağabeyim. Benden tam on beş santim uzundu ve ben onun yanında cüce gibi kalıyordum. 1.80 boyundaydı, esmerdi, yakışıklıydı ve askerdi. Silah kullanmakta ise tam bir efsaneydi. Yani sizin anlayacağınız ben Dolunay ismimle efsaneleşmemiştim ama ağabeyim silah kullanmaktaki ustalığı ile fazlasıyla efsaneleşmişti. Yakışıklılığını hesaba katmıyorum bile!
Eh, bende canım ağabeyimden silah kullanma konusunda bir şeyler öğrenmiştim. Tamam, onun gibi hedefimi metrelerce uzaktan vuramıyor yada tam on ikiden atışlar yapamıyordum. Ama ağabeyim bir kız için mükemmel olduğumu söylerdi. Bense babamdan bana kalan beylik tabancasıyla saatlerce ateş eder dururdum. Doğruyu söylemem gerekirse ateş etme işi terapi niteliğindeydi.
Yine de ben bir hemşire olarak sevmediğim insanları öldürmek yerine, sanki damarlarını bulamıyormuşum gibi kollarını delik deşik etmeyi daha çok seviyordum. Hem canları daha uzun yanıyordu hem de vicdan azabı hissetmiyordum.
Ağabeyim ellerini yüzüme getirip yanaklarımı kendince yumuşak, bence ise etimi koparacak sertlikte sıkıp dudaklarımın öne doğru çıkmasına neden oldu.
"Sen iyice çirkinleşmişsin, kurbağa. Ben sana demedim mi doğuda bir yer yazmayacaksın diye? "
Tipimle ilgili yaptığı iltifatı ve mükemmel benzetmeyi es geçip sırıtmaya çalıştım. Ancak ağabeyimin toynaklaşmış elleri öylesine sert sıkıyordu ki tek yapabildiğim gözlerimi kısmak olmuştu.
" Dedin. Bende sana 'sana ne' dedim. " Mükemmel açıklamamı iğrenç sesler çıkararak yaptıktan sonra ağabeyimin nasırlı ellerine vurdum. Silah tutmaktan sertleşip nasır bağlamış ellerin benim sütle yıkadığım pamuksu güzel cildimi mahvediyor diyecek oldum ama yalanı sevmediğimden olsa gerek sustum. Sonuçta yalanın lüzumu yoktu. Yüzüm güzel falan değildi. Aksine iğrenç çillerim vardı ve tam olarak yüzümün her yerindeydi.
Ağabeyim nihayet elini çektiğinde yanaklarımı okşadım.
"İnatçı kurbağa. Her neyse. Madem burayı kazandın her halta hazırlıklı olacaksın. Buradaki sivil halk iyidir onlarla anlaşmakta sıkıntı çekmezsin ama her yerin iyisi olduğu kadar kötüsü de vardır. Burada da orospu çocukları epey var. Onlar-"
"Kes sesini! Küfür etme ya! "
Tamam, ağabeyimin sesi kötüydü ama benimki de berbattı. Yine de bu onun küfür ettiği gerçeğini değiştirmiyordu. Annem sonunda sıkılmış olacak ki derin bir nefes alıp bağırdı.
" Ayaklarım şişti ama! Yiğit küfür etme! Dolunay sende cırlama bakayım oğluşuma. "
Anneme itiraz dolu bir cık cıklamayla karşılık versem de ağabeyim kollarını bana uzattığında, kanatları altına girmekte gecikmedim. Onu o kadar çok seviyordum ki, bunu anlatmaya hiçbir alfabe yetmezdi.
Barut kokusu burnumla birlikte ciğerlerimi de kavurduğunda sebepsizce bu kokuyu hastane kokusuna benzetmiş, iğrenmek yerine hoşuma gittiğini fark etmiştim. Yine de ağabeyimin bunu bilmesine gerek yoktu.
"Iy! Ağabey ! İğrenç kokuyorsun! " Hatta daha gerçekçi olabilmek adına burnumu bile kapatmıştım. Ancak ağabeyim beklediğimin aksine bana daha sıkı sarılmış, saçlarımın arasına bir öpücük kondurmuştu.
" Barut kokuyorum değil mi? " Saçlarımın sakallarına takıldığını hissettim. Bunu elektriklenen saçlarımdan anlamam zor olmamıştı.
Tam ona cevap verecekken bir tane asker bize doğru koşturarak gelmiş tam ağabeyimin önünde durmuştu. Kaşlarım çatılırken kollarının arasına daha çok sokuldum. Ağabeyim gitmeyecekti değil mi?
"Komutanım. Beni Alparslan üsteğmenim gönderdi. Eşyaları taşımak için"
"Tamam koçum. Nereye gideceğini biliyorsun değil mi? "
" Evet, komutanım"
Asker selam verip uzaklaşana kadar izlemiştim bu konuşmayı. En azından ağabeyimi çağırmadı diye fısıldayan iç sesim acizliğimi gözler önüne sererken sebepsizce gözlerimin önüne gelen babamın cansız bedeni, yanımda olan ağabeyimi kaybetme korkusuyla beni baş başa bırakmıştı. Babam gibi onu da kaybedersem diye düşünmenin dahi nefesimi kestiğini fark ettiğimde gözlerim doldu. Sonra gözüme bavullarımızı hiç zorlanmadan askeri araca doğru sürükleyen asker takıldı. Belki de diye fısıldadı iç sesim onu da bekleyen bir kardeşi, karısı, ailesi hatta çocukları vardır. Bu düşünce alamadığım nefeslerin yokluğunu hatırlattığında olanca gücümle fısıldadım.
"Ağabey. Yalan söyledim. İğrençte kokmuyorsun barutta kokmuyorsun. Vatan kokuyorsun sen. "
...
Lavabodan çıktıktan hemen sonra hızla annemle ağabeyimin yanına ilerledim. Söylediğim börekler çoktan masaya servis edilmiş, ağabeyim kendi tabağını bitirmişti. Benim tabağımdaki börekten bir dilim alacakken masaya oturup eline vurdum.
" Yiğit Bey. Ne zamandır hırsızlık yapıyoruz bakalım? "
Geriye yaslanıp annemin kendisine doğru uzattığı börek tabağını ondan beklenmeyecek bir kibarlıkla reddetti. Ardından da hiçbir şey olmamış gibi bana döndü.
" Peki sen ne zamandan beri ağabeyine ismiyle seslenir oldun, Dolunay hanım? "
Gözlerimi kısıp dilimi uzatsam da ağabeyim bana bakan birisi var mı yok mu diye etrafı kontrol etmeye başlayınca vazgeçip böreğime yöneldim. Her yerde kıskanç olmak zorunda mıydı? Aslında, onu o kadar az görüyordum ki şu anki kıskanç tavırları dahi bana mutluluk veriyordu. Ağabeyim vardı ancak onu senede ancak 10-12 defa görüyordum. Bazen o kadar çok özlüyordum ki saatlerce ağlayıp geri gelmesi için dualar ediyor , ardından da uyuya kalıyordum. En azından bir yerlerde nefes aldığını biliyorsun. Dedim kendi kendime. O an babam tekrar aklıma geldiğinde börek tamamen cazibesini kaybetmiş, midemden ağzıma doğru inanılmaz bir acı yükselmişti. Korkuyordum. Ağabeyime ya da ağabeyim gibi vatanını canı pahasına savunan kahramanlara bir şey olacak diye ödüm kopuyordu. Önümdeki tabağı ona doğru itekleyip çayımı elime aldım.
Yaz günü olmasına rağmen esen hava, şehrin dört bir yanını amansızca çeviren ve uzaktan cani gardiyanları andıran boz dağlara çarpıp duvarları yalıyordu. Çiçek veya bitki yoktu. Etrafta görebildiğim tek renk bozkırın can alıcı sarısıydı. Birde dağların başını saran beyaz karlar vardı. İnsanlar, genellikle günlük kıyafetleriyle önümüzden geçerken başını kaldırıp yüzümüze dahi bakmıyordu. Bu, rahat hissettirmişti. Otobüs terminalinde çalışan genç çocuğun gırtlağını parçalarcasına yaptığı anons, oturduğumuz köy börekçisinden o kadar net duyuluyordu ki anlamsızca her an gidecekmişim gibi hissettirmişti. Kırmızı duvarlar, siyah masalar ve yöresel masa örtüleriyle mükemmel duran ambiyansı bozan tek şey odayı ısıtması için tam ortaya yerleştirilen sobaydı. Rengi dökülmüş ve eskimişti. Muhtemelen yıllardır kullanılıyordu.
Yolun karşısındaysa jandarma arabası duruyordu. Askerler sokakta oynayan çocuklara ara sıra eşlik ederken o kadar masum duruyorlardı ki, gidip onlara katılma isteğiyle dolup taştım. Yine de ağabeyimle yan yana oturma fikri daha cazip gelmişti.
Küçük bir çocuk topa sağ ayağıyla vurup, askerlerden birinin suratına çarpmasına neden olduğunda diğer çocuklar korkuyla çoktan etrafa dağılmışlardı. Oturduğum yerden doğrulup olacakları izlemeye başladım. Orta boylu hafif tombul asker yerde seken topa ters ters baktı önce. Ardından da gözleri çocuğu buldu. Sinirli gözüküyordu ki bunu kızaran yanaklarından anlayabiliyordum. Çayımı masaya bırakıp cama iyice yaklaştım.
Çocuk askere doğru ilerleyip başını yere eğdiğinde özür dilediğini anladım. Askerse ona bakmadan arabaya ilerlemiş beylik tabancasını yerinden çıkarmıştı. Gözlerim dehşetle açıldı. Tam olarak ne yaptığını anlamasam da elinde parıldayan gümüş rengi metal kanımın kurumasına neden olmuştu. Hızla ayağa kalkacakken ağabeyim elimi hızla kavrayıp bana baktı.
"Bekle. " diye fısıldadı." Sadece izle. "
İtiraz etmeme fırsat vermeden dışarıya baktığında ona eşlik ederek korkuyla cama döndüm. Asker arabadan bir şey alıp geriye dönerken elinde tuttuğu şeyi tam olarak göremiyordum. Sağ elinde tabanca, sol elindeyse arabadan aldığı şey vardı. Çocuğa doğru yaklaşıp önünde diz çöktüğünde kaşlarım çatıldı. Önce çocuğa gülümsedi, ardından da yanağını uzatıp küçük çocuktan bir şey istedi. Saniyeler sonraysa çocuk onun yanağına kısa bir öpücük kondurup elindeki her neyse hızla kapmış, ardından da askerin kendisini kucaklayıp havalandırmasına izin vermişti.
Ağabeyim elimi sıkarak ona dönmemi sağladığında kaşlarım düzelmemişti.
"Biz burada katliam yapmıyoruz Dolunay. Ne halka biz zarar veriyoruz, ne de halk bize tek bir zarar veriyor. Dağdakiler bu halk mı zannediyorsun? Ben buradaki yaşlı kadınların her gün karakola çeşit çeşit yemek getirdiğini bilirim. Çocukların askerler üşüyor diye ağladığını, gençlerin askerlere ağabey diye seslendiğini bilirim. "
Birkaç saniye durup bana baktı.
"Burası da Vatan Dolunay. Huduta kadar Vatan. Nefes alırken canının yanmadığı her yer, adım atarken ayaklarının geri geri gitmediği her yer Vatan. "
Gözlerim dolarken camdan dışarıya baktım. Askerler küçük çocukla top oynuyorlardı.
" Biliyorum ağabey. Biz rahat nefes alalım diye, ayaklarımız geri geri gitmesin diye ne bedeller ödediğinizi biliyorum. Burası Vatan. "
Ve ben, Vatan'ın en uç noktasında, huduta en yakın yerde çalışırken bedeller ödeyeceğimi de biliyorum. Yine de Vatan, Vatan'dı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro