BENDEN ÖTE
"Bir varmış, iki sonradan dâhil olmuş, üç doğmak üzere ile başladı her şey...
Hani masallar hep öyle başlar ya. Bir varmış bir yokmuş. Bir vardı. Hayatında her istediği şeyi elde etmeyi başarmış olan Rüya. İşte o bendim. Her şeyi elde etmiş olmam, hayatımın çokta kolay geçtiği anlamına gelmiyordu. Henüz beş yaşındayken kaybetmiştim babamı. Onunla ilgili hafızamda yer eden pek fazla bir şey olmadığı için baba kelimesi de sözlükteki anlamını yitirmişti benim için. Sonrasında annem hem anne hem de baba olmuştu bana. Babam kanserden ölmüştü. İşte sırf bunun için tıp okumuştum bende. Doktor olacak ve kansere çare bulacaktım. Kansere çare bulamamıştım belki ama doktor olmuştum. Tıp fakültesini iyi bir puanla kazanmış, ardından da yine iyi bir puanla bitirmiştim. İyi de bir doktor olacağımı düşünüyordum, ta ki diploma törenim olan o kara güne kadar... Hacettepe Tıp'tan mezun oluyordum sonuçta. Birçok öğrencinin hayallerini süsleyen hatta girmek için defalarca uğraştığı okula tek seferde girmiş ve takıntısız bir şekilde bitirmiştim ben. Annem diploma törenim için Antalya'dan arabasıyla yola çıkmış geliyordu. İçim kıpır kıpırdı. Ankara'da yaşanmaması gereken bunaltıcılıktaki sıcak hava üzerimizdeki cübbelerle bizi barbekü sosis kıvamında pişiriyordu. Gözüm sürekli saatte, annemi bekliyordum. Cep telefonuyla birkaç kez aramıştım ancak ulaşılamıyordu. Herhâlde çekmiyordur telefonu diyerek kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Ne saçmalıktı ama?
Kalabalığın içindeki sessizliği, çalan telefonum bozmuştu. Arayan numarayı tanımıyordum. Hayırdır inşallah diye cevap vermiştim o aramaya.
"Alo!"
"Rüya Erkal?"
"Evet benim."
"Ben Afyon Emniyet Amirliğinden Polis memuru Ahmet İnce."
"Buyurun Ahmet Bey, konu nedir?"
"Fatma Erkal için rahatsız etmiştim sizi."
"Annem, annem o benim. Ne oldu anneme? O iyi mi?"
"Çok üzgünüm Rüya Hanım. Anneniz Özdilek kavşağında geçirdiği bir trafik kazası sonucu hastaneye kaldırıldı."
"Doğruyu söyleyin bana, o nasıl?"
Duraksamıştı telefondaki ses. Sadece kesik kesik alınan nefes sesi geliyordu. Beynim zonkluyor, burnumun ucu titriyordu.
"Alo! Memur Bey, söyleyin lütfen annem nasıl? Ne oldu? Yalvarırım söyleyin!"
Derin bir nefes sesinin ardından gelmişti o beni parçalara ayıran cümle...
"Başınız sağ olsun efendim, çok üzgünüm!"
Bu kadar basitti yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi işte. Ben tıp fakültesinden annemin cenazesini almak için mi mezun olmuştum yani? Elimdeki telefondan gelen sese cevap veremiyordum. Çenem kitlenmiş âdeta o sıcağın içinde bir derin dondurucuya atılmışçasına buz kesmiştim. Onkolog olup babam gibi kanser hastalarına çare olacağım derken, mezuniyetime gelmek için acele eden annemin katili olmuştum. Evet, resmen annemin katili olmuştum ben. Sadece bir gece önce sesi, yüzü bilgisayarımın ekranındaydı oysa...
Mezuniyet töreninde giyeceğim kıyafeti organize ederken bir taraftan da bilgisayardan görüntülü konuşuyorduk. Huzursuzdu annem. Bir şey söylemek istiyormuş da söyleyemiyor gibiydi. Babamı çok küçük yaşta kaybetmiş olmam, annemle aramızda çok farklı bir bağ kurmamıza sebep olmuştu. Annem ile sadece anne kız değil aynı zamanda baba- kız, iki yakın arkadaş ve iki büyük sırdaş olmuştuk. Birbirimizi o kadar iyi tanıyorduk ki birimizin kaşının kalkışından diğeri neler olduğunu aşağı yukarı anlayabiliyordu. Vardı işte bir sıkıntısı, vardı ve bana söylemiyordu. Belki de en çok buna bozulduğum için zorlamıştım annemi bu kadar.
"Anne neyin var?"
"Yok bir şeyim anneciğim, heyecanlıyım sadece. Kızım mezun oluyor. Güzeller güzeli meleğim doktor oluyor. Keşke baban da bugünleri görebilseydi."
"Hadi anne! Hiç yan çizme bir kere. Babamı da karıştırma bu işe. Unutma seni senden daha iyi tanıyorum. Neyin var?"
Ikına sıkına başlamıştı konuşmaya...
"Anneciğim kendimi pek iyi hissetmiyorum. Tansiyonum sabahtan beri çok dengesiz. Araba kullanabilecek gibi hissetmiyorum kendimi. Uçak bileti de bulamadım. En erken uçuşla bile tören saatine yetişmiyorum. Ben gelmesem çok üzülür müsün?" diye sorduğunda, bilgisayarın ekranını onun yüzüne kapatmıştım. Yaklaşık yarım saat trip yapmıştım bile isteye. Takriben otuz defa aramıştı. Cep telefonundan, ev telefonundan. Hiçbirine cevap vermiyordum. Telefonuna cevap vermeye karar verdiğimdeyse ağzıma geleni saymıştım.
"Ben yıllardır okuyorum. Doktor oldum sonunda ve sen beni bugünümde yalnız mı bırakıyorsun ha? Zaten babam beş yaşındayken bırakmış gitmiş, sen de gelmezsen gelme! Hem zaten ben alıştım yalnız olmaya!"
Resmen ağlıyordum elinden şekeri alınmış minik bir kız çocuğu gibi... Annemde benimle birlikte ağlamaya başlamıştı. Sesi titreyerek konuşuyordu telefonun diğer ucunda.
"Tamam meleğim söz veriyorum yarın yanında olacağım. Ertesi günde seni alıp döneceğim ve baş başa çok güzel bir tatil yapacağız. Bak, sana söz veriyorum. Artık ağlama lütfen."
İşte bu aramızda geçen son konuşmaydı. Sonra ben kuafördeyken aramıştı. Manikürcü Sevim açmıştı telefonu saçlarım yıkanıyor diye.
"Rüya annen yola çıkmış, geliyormuş..." demişti.
Kuaförden çıktığımda birkaç kez aramıştım annemi ama her seferinde ulaşılamıyor diyordu. Ulaşılamıyor, ulaşılamıyor. Emre beni kuaförden almış ve törene doğru yola çıkmıştık. Arabada yanağına kocaman bir öpücük kondurmuştum annem ve Emre'yi tanıştıracağım için heyecandan titrerken.
"Şimdi ne yapacaksın çok merak ediyorum sevgilim! Annem yola çıkmış geliyormuş. Bak şimdiden söyleyeyim; eğer anneme kendini sevdiremezsen bu iş zor. Ben annem ne derse onu yaparım."
Emre bir taraftan sırıtırken bir taraftan da bana laf yetiştiriyordu.
"Sen merak etme prenses. Şimdiye kadar karşı cinsten olup da beni tanıyan ve sevmeyen olmadı."
Onu gelmesi için o kadar zorlamıştım ki sonunda annemin katili olmuştum. Oysa kadın iyi değilim demişti bana, iyi değilim. İşin enteresan tarafı her şey ismim gibi bir rüyaydı sanki. Ağlayamıyordum, hareket edemiyordum, konuşamıyordum. Telefonun öbür ucundaki; "İyi misiniz hanım efendi?" diye bağıran polis memuruna cevap veremiyordum. Sadece ve sadece her şeyin bir rüya olmasını temenni ediyordum o kadar. Gözlerim kalabalığın arasında bana fal taşı gibi açılmış gözlerle bakan Emre'yi görüyordu sadece. Emre yanıma gelmiş, beni sarsmış ama ben ona cevap verememiştim. Boğazımda düğümlenen hıçkırık büyüdükçe büyüyor ama ben hiçbir hayati faaliyet gösteremiyordum. Emre elimdeki sıkı sıkı kavradığım telefonu alıp olan biteni anladığında beni biraz daha hızlı sarsmaya başlamıştı. Hiçbir işe yaramıyordu. Son olarak suratıma yediğim o tokat sayesinde bacaklarım beni taşımaktan vazgeçmiş, ben olduğum yere çökmüş ve avazım çıktığı kadar ağlamaya başlamıştım. Garipti...
Az önce konuşamayan ben şimdi olduğum yerde öylece ağlıyordum."
"Hayatım sen hâlâ yazıyor musun?"
"Eee! Ne yapacaksın artık? Doktorluk yapamıyorum madem. Bende yazarcılık oynayayım dedim. Masal prensese hayat hikâyemi yazıyorum. Keşke babam veya annem de bana böyle bir şey yapmış olsaydı aşkım. Ne çok bilmediğim, merak ettiğim şey var haklarında. Aşkım sence ben iyi bir anne olabilecek miyim?"
"Tabii ki olacaksın hayatım. Hatta sen tanıdığım en iyi anne olacaksın. Şimdiden oldun bile bence. Prensesimiz için muhteşem şeyler hazırlıyorsun baksana. Yalnız artık hazırlanmalısın. Biliyorsun bugün Masal hanımı görme günü."
Evet, annemin ölümünden sonra Emre tuttuğu elimi bir an bile bırakmamış ve her şeyim olmuştu. Kısa bir süre sonra eşim, hayat arkadaşım olmuştu ve şimdi de Masal prensesin babası olacaktı. Yapayalnız kaldığım karanlık dünyamı aydınlatan ışığım olmuştu Emre. Birine gözün kapalı bu denli güvenebilmek sanırım bu dünyadaki en kıymetli hazineydi. Onun sevgisinden ve sadakatinden öyle emindim ki... Bunu bilmenin verdiği iç huzuru ile düşmekten, hata yapmaktan hiç korkmuyordum.
"Hayatım haydi! Randevuya geç kalacağız."
Bazen bu deli adamı karnımdaki prensesten bile kıskanıyordum. Şanslıydım sonuçta... Hem de çok şanslıydım. Birçok kadın hamilelikleri boyunca eşlerinin ilgisizliğinden şikâyet ederken ben sevgili kocamın yoğun ilgisinden sıkılmıştım. Arkadaşlarım; "Rüya sen buldun da bunuyorsun valla!" diyorlardı bana. Hakikaten de öyleydi aslında. Bulunmaz Hint kumaşına sahiptim ama hâlâ aranıyordum. Emre asansörün kapısını açık tutmaya çalışırken ben holdeki boy aynasının karşısında vücudumu ele geçirmiş olan fille bakışıyordum. Merdiven altı bir muayenehanede silikon enjekte edilmişçesine şiş dudaklarıma eşlik eden sütunluktan çıkmış ve bir filinkini andıran bacaklarım...
Tanrım! Gerçekten de korkunç görünüyordum. Ayakkabılıktaki topuklu ayakkabılarıma göz ucuyla bakış attığımda çaresizce derin bir nefes almak zorunda kalmak ise fena koymuştu. Karnımdaki Masal Hanım, kocişkomun gönlünde ikinci plâna düşmeme neden olmuş, üstelik sekiz ay içerisinde vücudumu bir su aygırının bedenine çevirmeyi başarmıştı. Daha doğmadan hayatımı cehenneme çevirmeyi başardığına göre doğduğunda olacakları düşünmek dahi istemiyordum.
Canlı bir bedenin içinde yeniden bir canlı yetiştirebilmek için nasıl da şekilden şekle giriyordu bu beden. Matematiksel bir formülü falan da yoktu üstelik. Tıp okumuştum ama okumak bile bu çözülemeyen şeyleri çözmemi sağlayamamıştı. Küskün minik kız tavrımı takınmış ve derin bir of çekmiştim. Ayağımın dışına fırladığı kırk numara babetleri koca göbeğimin bıraktığı görüş açısıyla giymek için resmen bir savaş veriyordum. "Ye aşkım sen iki canlısın. Masal'ımıza can olsun, kan olsun." derken kırk sekiz kiloya alışmış bu beden; yetmiş iki kiloyu görünce pek tabii ne yapacağını şaşırmıştı. Hani öyle korkunç gözüküyordum ki şu görüntüye erkek olsam ben bile kendimi aldatabilirdim. Asansöre binmeyi başardığımda beş kişilik asansör Emre ve bana dar geliyordu âdeta. Otoparka indiğimizde tam arabanın kapısını açacakken Emre'den çıkan horultulu ses canımı sıkmaya yetmişti de artmıştı.
"Doktor Hanım, arka koltuğa lütfen!"
Yok ya o kadar da değildi hani... Tamam, güvenlik için söylüyordu ama bu neydi yahu!
"Bana bakın doktor bey, canımı sıkmayın şuracıkta doğuruveririm görürsünüz gününüzü. Ne o öyle şoför tutmuş gibi? Benim yerim senin yanındaki koltuk o kadar. Masal Hanım doğduğunda araba koltuğuyla arka koltukta oturabilir."
"Tamam cadı, yaparsın bilirim. Sen bana inat olsun diye burada doğurursun çocuğu. Ancak yine de artık kemer takmak Masal'a zarar verebileceği için arka koltukta oturmalısın. Ayrıca benim de bir doktor olduğumu unutuyorsun. Bir kadın doğum uzmanı kadar olamam belki ama intörnken az doğum yaptırmadım biliyorsun. Şimdi tıpış tıpış arka koltuğa..."
Emri olurdu beyefendinin. Sinirli bir şekilde açtığım arabanın arka kapısını öyle şiddetli çarpmıştım ki Emre'nin gözünden alevler fışkırdığını dikiz aynasından görebiliyordum. Bir Galatasaray forması, iki arabası, üç televizyonun kumandası... Bunlar onun en kıymetlileriydi. Koltuktaki yerimi aldığımda içimden homurdanıp duruyordum. Masal'ın doğmasına daha bir ay vardı. Biliyordum bundan sonra hayatım asla eskisi gibi olmayacaktı. Sonuçta ikimizin hayatının tam ortasına etten kemikten ve tamamı ile bizim ortak genlerimizi taşıyan bir canlı, atom bombası misali düşecekti. Artık sadece onun öncelikleri olacaktı. Onun uykusu, onun banyosu, onun yemeği ve onun geleceği...
Yol boyunca yanağımı arabanın camına yaslamış düşünüp duruyordum. Neye benzeyecekti acaba? Ya da doğum sancısı neye benziyordu? Nasıl doğacaktı? Tamam kontrollerime göre normal doğum yapacaktım. Ya sancılar gecenin bir yarısı başlarsa? Ya yalnızken gelirse? Ya Emre yetişemezse?
Okul yıllarında; acilde stajdayken, otuz dokuz hafta beş günlük gebe bir kadın getirmişlerdi gecenin bir yarısı. Kocası asker de. Evde tek başınayken tutmuş doğum sancısı. Ambulansla gelmişti hastaneye. Komşusu olan bir kadın vardı yakını olarak yanında sadece. Elini tutmak, teselli etmek bana kalmıştı yaşadığı sancı yüzünden ıstırap çeken kadını. O kadar çok bağırmıştı ki kadın, artık saç diplerinden akan ter üzerindeki önlüğü ıslatıyordu. Resmen parçalanıyordu gözümün önünde. O gün asla çocuk doğuramam ben demiştim. Canım çok tatlıydı sonuçta. Büyük konuştuğumu bugün anlıyordum. Son kez; "Ikın!" dediğinde doktor, bebek çıkmıştı. Teoride öğrenmiş olmak pratikte şaşırmayacağınız anlamına gelmiyordu. Bebeğin o mini minnacık bedenini gördüğümde yaşadığım hissiyatın getirdiği şokla, buzhaneyi aratmayacak olan doğumhanede şıpır şıpır terliyordum. Bebeğin ağlama sesini duyduğunda kadın da ağlamaya başlamıştı. O anlar gözümün önüne gelince yanaklarımdan süzülen o tek damla yaşa engel olamamıştım. Annelik hormonu insanı fazlaca duygusal yapıyordu. Eskiden güldüğüm filmlere ağlayabiliyordum mesela. Normalde yemekten hiç hoşlanmadığım şeyleri deli gibi aşerebiliyordum.
Ben hayal âlemine dalıp gitmişken Emre'nin buğulu sesi gerçek dünyaya dönmemi sağlamıştı.
"Hayatım, geldik hadi..."
Gelmiştik, gelmiştik de ben bacağımı oynatamıyordum ki arabadan inebileyim. Kasıklarımda anlayamadığım bir baskı vardı ve bacaklarımı hareket ettirirsem canım yanıyordu.
"Emre iyide ben yürüyemiyorum ki!"
"Anlamadım! Şaka yapıyorsun değil mi?"
"Hayır, çok ciddiyim. Ben yürüyemeyeceğim. Canım çok yanıyor!"
Zavallı kocam arabayı hastane valesine vermiş, beni kolumdan tutup zorlanarak da olsa arabadan indirmeyi başarmıştı. Hastanenin üçüncü katındaydı kadın doğum bölümü. Niye doğum sancısı olanları düşünüp de giriş kata koymazlardı ki. Sonradan kendime kızmıştım. Sen doktorsun yahu, tabii ki giriş kat ortopedi servisinin olacak, sıkıver dişini biraz. Asansörden indiğimde hamileliğin ilk gününden beri benimle ilgilenen ebe hemşirem Arzu beni görünce, gözleri gece karanlığında far görmüş tavşan misali açılmıştı.
"Rüya iyi misin?"
"Bilmiyorum, yürürken canım yanıyor."
"Hadi seni bir an evvel NST'ye alalım."
NST odasına girmiş, sedyeye uzanmıştım. Arzu önce tansiyonumu ölçmüş, ardından da karnıma NST cihazının problarını bağlamıştı. Bebeğimin kalp atışları yüz ellilerde seyrediyordu. Sancı eşiğim ise yüzde atmışlarda. Tam NST'den çıkacaktım ki doktorum Ertuğrul Bey odaya gelmişti.
NST cihazından çıkan kâğıdı incelerken bir taraftan da hoş geldin dercesine elimi tutuyordu. Sedyeye yanıma oturup üzerime doğru eğilmiş; ''Sakin ol! '' dercesine konuşuyordu.
"Rüya'cım nasılsın tatlım? Biliyorum şu anda ağrın var ancak yapılan ölçüm kısa olmuş, gerçek sancı mı yoksa braxton hicks kasılmaları mı anlayamıyoruz. Biraz daha uzun bir çekim yapalım olur mu? Ardından da seni bir muayene edelim bakalım. Şimdi ben odama geçeceğim. Bekleyen hastalar var. Çekim bitince odamda görüşürüz."
Yanağımdan makas alıp oturduğu sedyeden kalkarken Emre'ye dönmüş, "Emre'cim sakin ol. Sonuçlara bakalım konuşuruz." demiş, ardından Arzu'ya dönüp, "En az yirmi dakikalık bir çekim istiyorum. Bitince hemen odama gelin." diyerek odadan çıkmıştı.
Haydi, buyurun buradan yakın! Kasıklarım patlamak üzereydi. Doğum sancısı değildi de peki neydi bu? Üstelik biz rutin kontrol diye çıkmıştık evden. Ne bebek çantası ne bir kıyafet vardı yanımızda. Tam o sırada Emre'nin telefonu çalmıştı. Arayan annesi, ikinci annem Adile Hanımdı.
"Ah anne! Neden aradın ki? Sürprizi bozdun işte. Rüya'yı doğuma aldılar. Bebek doğunca sürpriz yapacak öyle arayacaktım seni."
Telefonun hoparlörünü açtığında cırlayan bir kadın sesi geliyordu.
"Oğlum deli misin? Kızın ilk doğumu. Yanınızda eşya var mı? Ah Emre ah! Nasıl haber vermezsin?"
"Sakin ol anne, biraz sancısı oldu Rüya'nın. Şimdi NST'ye bağladılar. Ayrıca unutuyorsun galiba, bende gelininde doktor. Şaka yaptım sana, korkacak bir şey yok. Daha muayeneye girmedik. Çıkınca arayacağım seni annecim."
Bazen aşırı pimpirikli, bazen de inanılmaz geniş oluyordu bu adam. Ben burada meraktan çatlıyordum. O orada pişkin pişkin sırıtıyordu. Sonuçta ben pratisyen hekimdim, o genel cerrah adayı. İkimizin bilgisi de kadın ve doğum kısmını kapsamıyordu.
Aradan geçen yirmi dakikadan sonra ikinci ve uzun NST çekilmiş ve de kendimizi Ertuğrul Beyin odasında bulmuştuk.
"Daha bir ay var Ertuğrul Bey, bu da ne şimdi?" diye atılmıştım resmen.
"Sakin ol Rüya'cım. Buna kesin doğum sancısı diyemem. Sen içeri geç hazırlan, birde masada bakalım. Açılma var mı gerçekten, kızımız erken gelmeye mi karar verdi ona göre karar verelim."
Tamam, doktordum ama oldum olası o jinekolojik muayene koltuğunu sevmezdim. Koca kıçımı kaldırıp koltuğa çıkmam pek kolay olmamıştı. Arzu içeri doğru seslenip, "Hasta hazır!" dediğinde heyecandan tir tir titriyordum. Ertuğrul Bey ellerine steril eldivenleri geçirdiğinde, "Sakin ol, sadece kontrol edeceğim açılma var mı diye." demişti. O an doktor kimliğimi tamamen kaybetmiştim ben. Ertuğrul Bey muayeneyi yaparken canım yanmış istemsizce ağzımdan bir çığlık kaçıvermişti.
"Evet Rüya'cım durum şu ki kızımız gelmeye karar vermiş. Bir de ultrasonla bakalım, prenses hangi pozisyonda?"
Bir masadan inmiş, öbür masaya yatmıştım. Yatmıştım da az önce pişkin pişkin sırıtan kocamdan eser kalmamıştı. Benim anne olmaya hazır olmadığım gibi o da baba olmaya hazır değildi sanki.
Ertuğrul Bey ekrana baktı, baktı ve baktı.
"Arzu anesteziyi ara, hemen ameliyathaneyi hazırlasınlar!"
"Ne? Neden ama? Her şey normal değil miydi?"
"Sakin ol! Rüya'cım bu korkulacak bir şey değil, sadece bir önlem. Boynunda askı pozisyonunda kordon var. Doğum esnasında komplikasyon olabilir. O yüzden sezaryenle alacağım kızımızı. Zaten üç bin yüz gram gözüküyor. O yüzden küveze falan ihtiyacı olmayacak. Hadi Arzu saat beş. Bir an evvel yatışı yapmamız lazım hemen!"
Emre ile birbirimize boş boş bakıyorduk. Şimdi ne olacaktı? Aklıma ilk gelen şey, "Emre annemi ara!" demek olmuştu. Emre elleri titreyerek telefonu eline aldığında ilk defa onu bu kadar korkmuş ve çaresiz görmüştüm.
"Alo! Anne az önceki şakaydı ama şimdiki gerçek. Gerçekten Rüya'yı doğuma alıyorlar. Sezaryen olacak. Hazırlan hemen. Seni ve çantaları almaya geliyorum."
Suratıma bakıyordu ne yapacağını bilmez bir hâlde.
"Git hadi!" diyebilmiştim sadece.
"Ben Arzu ile hallederim işlemleri. Git ve annemi getir."
Emre koşar adım odadan çıktığında ben Arzu'dan yardım alarak yatış işlemlerini halletmek için oturtulduğum tekerlekli sandalye ile yola koyulmuştum.
Tüm işlemlerim halledilmiş, ameliyat önlüğü üzerime giydirilmiş, damar yolum açılmıştı. Arzu ve başka bir hemşire beni sedye ile ameliyathanenin kapısına getirdiğinde, hâlâ Emre ve annem yoktu. Kapının önünde biraz beklemek istediğimde Arzu talebimi anlayışla karşılamıştı. Dakikalar geçmek bilmiyordu.
"Artık girmek zorundayız." dediğinde Arzu, arkadan gelen, "Bir dakika bekleyin!" diyerek bağıran, duyduğum tanıdık o ses içime sular seller serpmişti. Aşkım, tek dayanağım yetişmişti. Dudağıma kondurduğu o sıcak buse bir veda öpücüğü değil de senin yanındayım diye bas bas bağırıyordu.
"Her şey yolunda gidecek aşkım. Masal'ımızı al ve gel. Seni burada bekliyorum. Seni her şeyden çok seviyorum bebeğim."
Kapıdan içeri girerken duyduğum son sözlerdi bunlar...
Doktorluk yapmayı bıraktığımdan beri ameliyathanelerin ne kadar soğuk olduğunu unutmuştum doğrusu. İnsanın bokunu donduracak kadar soğuktu. Anestezi uzmanı, ''Spinal anestezi yapacağız. '' dediğinde ben, ''Genel anestezi istiyorum! '' diye anırıyordum resmen. İki kişi kollarımdan tutmuş, anestezist elindeki koca iğneyi belime saplamaya uğraşırken, hasta bakıcının cebindeki sigara paketine ilişmişti gözüm. Annemin ölümü ile başladığım, Masal'a hamile kalınca bıraktığım sigara.
Üstat Necip Fazıl'a sormuşlar, "Neden sigara içiyorsun?" diye. O da cevap vermiş, "Çünkü benim için yanan bir tek o var."
İşte ben de öyle seviyordum sigara içmeyi. Az sonra doğum yapacaktım ama ben sigara içmeyi hayal ediyordum. İçimdeki psikopat dile gelmişti yine.
"Sen kimsin ve Rüya'ya ne yaptın?"
O kocaman iğne belimden içeri girdiğinde vücudum istemsizce bir yay gibi gerilmişti. Ardından belimden aşağı doğru yayılan sıcaklık ve karıncalanma hissi... Dakikalar sonra belden aşağım bana ait değildi sanki. Beynim o kısma hükmetmiyordu artık. O an felçli insanların ne hissettiğini bir nebze de olsa anlayabilmiştim. Korkudan tir tir titriyordum. Sonuç olarak ameliyathanede masanın üzerinde yatan bendim. Üzerime steril örtüler örtülmüş, ameliyat ışığının içindeki hazneden yansıyan kısımda batikon dökülmüş karnımı görüyordum. Ertuğrul Bey, "'Hadi patlat bir şarkı Rüya!" dediğinde kesin deli bu adam demiştim içimden. Ama Antalya'da onun üzerine bir kadın doğumcu yoktu. Neredeyse tüm Antalya'yı o doğurtmuştu hatta. Tüm arkadaşlarımız onun elinin çok hızlı ve hafif olduğunu söylemişti. Gerçekten de öyle olmuştu. Belki iki dakika filan sürmüştü. Daha ben ne olduğunu anlayamadan Masal dünyaya gelmişti. Ama ağlamıyordu.
"Neden ağlamıyor?" diye çemkirdim o hırsla doktora.
"Dur bakalım Rüya'cım. Sezaryen bu sonuçta. Normal doğum mu ki çocuk ağlasın? Bir aspire etsinler önce, sonra ağlayacak hem de çok ağlayacak... Allah'ım ne olur sussun artık diye dua ettiğin günlerin olacak."
Gerçekten de bir dakika bile olmamıştı ki sinek vızıltısı gibi bir ağlama sesi geldi prensesimden. Sarıp sarmalayıp yanağıma yanağını yasladıklarında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Kokusu cennet gibiydi. Daha ben onun cennet kokusuna doyamamışken, apar topar çekmişlerdi meleğimi yanağımın dibinden.
"Haydi hoşça kal annesi şimdilik. Onu yukarı çıkarıp temizleyelim ki burada üşümesin. Birazdan bir araya geleceksiniz."
Yanımdan ayrılmasını istemiyordum, ancak üşümesine de izin veremezdim. Bebeğimi benden alıp götürürlerken öylece arkasından bakakalmıştım. Hayatımın bundan sonraki kısmı zaten hep onun yolunu gözlemekle geçmeyecek miydi? Ona kavuşacağım dakikaları sayarken kolumda başlayan ve her saniye biraz daha artan sızı artık "Kolum!" diyerek feryat etmeme sebep oluyordu. Gözlerim kapanırken duyduğum son sözler, "İlaca karşı alerjik reaksiyon başladı. Sedasyona başlıyorum!" idi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro