26. Bölüm
"Peki, sizi birlikte görmek istediğim zaman ne diye kaçtın öyleyse?"
"Sen deli misin, My Dee? Uşak kılığında Paris'ten Roma'ya giderim, senin için en akla aykırı şeyleri yaparım; ama benimle tanıştırılmamış bir kadınla, sonu gelmez vaazlara başlayacak bir kadınla yollarda nasıl konuşurum? Köylülerle konuşurum, acıkırsam, bir işçiden ekmeğini benimle paylaşmasını rica ederim; ona birkaç lira veririm ve her şey uygun olur; ama İngiltere'de yol kesen beyzadeler gibi, bir arabayı durdurmaya gelince, bu benim kitabımda yoktur. Demek sen, yalnız sevmesini biliyorsun, zavallı çocuk! Yaşamasını bilmiyor musun? Öte yandan, sana henüz tümüyle benzemiyorum, meleğim! Ben ahlak dersinden de hoşlanmam. Ama, senin hoşuna gitmek için, büyük çabalara girişebilirim. Hadi, sus, girişeceğim bu işe! Vaazcı kadın olmaya çalışacağım. Çok geçmeden benim yanımda Yeremya bir soytarıdan başka bir şey olmayacak. Aralarına Kutsak Kitap ayetleri serpiştirmeden hiçbir okşayışa başlamayacağım bundan böyle."
Gücünü kullandı, sihirleri başlayınca bakışımda biçimlenen şu ateşli anlatımı görür görmez kötüye kullandı bu gücü. Her şeyde üstün çıktı, ben de kendini harcayan, gelecekten vazgeçen, bütün erdemini aşktan yaratan kadının büyüklüğünü Katolik saptırmacalarına yeğ tuttum.
"Demek seni sevdiğinden daha çok seviyor kendini?" dedi. "Demek sen olmayan bir şeyi sana yeğ görüyor? Bizim olan bir şeye sizin verdiğiniz önemden başka nasıl önem verilir? Hiçbir kadın, ne denli büyük bir ahlak hocası olursa olsun, erkeğin eşiti olamaz. Üzerimize yürüyün, öldürün bizi, hiçbir zaman yaşamınızı güçlüğe sokmayın bizim için. Bize ölmek düşer, size de büyük ve mağrur yaşamak. Sizden bize, hançer; bizden size, aşk ve bağışlama. Güneş, ışınları içinde bulunan ve kendisiyle yaşayan küçücük sineklere kulak asar mı? Kalabildiklerince kalırlar, sonra, güneş gidince de ölürler..."
"Ya da uçarlar," dedim sözünü keserek.
Tanıdığı eşsiz gücü kullanmaya en kararlı adamı bile iğneleyecek bir ilgisizlikle, "Ya da uçarlar," diye sürdürdü konuşmasını. "Bir erkeği dinin aşkla uzlaşmaz olduğuna inandırmak için ona tereyağlı erdem dilimleri yutturmak bir kadına yakışır mı dersin? Ben bir dinsiz miyim ki? İnsan kendini ya verir ya vermez; ama hem kendini vermeyip hem de ahlak dersi vermeye gelince; böylesi çifte işkence olur, bu da bütün ülkelerin hukukuna aykırıdır. Burada yalnız hizmetçin Arabelle'in eliyle hazırlanmış çok güzel sandviçler bulacaksın, Arabelle'in bütün ahlakçılığı daha hiçbir erkeğin duymadığı, meleklerin esinlediği okşayışlar tasarlamak olacaktır."
Bir İngiliz kadınının dilindeki şakadan daha yoldan çıkarıcı bir şey bilmiyorum; tumturaklı ciddiliği, İngilizlerin önyargılarla dolu yaşamlarının en yüksek bönlüklerini sakladıkları o kurumlu inanç havasını sokar bu şakaya. Fransız şakası bir nakıştır, kadınlar verdikleri sevinci, çıkardıkları kavgaları güzelleştirirler bununla; ruhsal bir süstür, tuvaletleri gibi zariftir. Ama İngiliz şakası bir asittir, üzerine düştüğü varlıkları öyle bir aşındırır ki, yıkanmış, fırçalanmış birer iskelet durumuna getirir. Şakacı bir İngiliz kadınının dili, kaplanın diline benzer, oynamak isterken ta kemikten koparır eti. Alaylı alaylı, "Bu kadarcık mı?" diyen şeytanın o çok güçlü silahı, o alay, zevkle açtığı yaralara ölümcül bir zehir bırakır. O gece Arabelle, becerikliliğini kanıtlamak için suçsuzların başını keserek eğlenen bir sultan gibi göstermek istedi gücünü.
Beni mutluluktan başka her şeyin unutulduğu şu yarı uykuya daldırdığı zaman, "Meleğim, ben de ahlakçılık yaptım işte," dedi. "Seni sevmekle bir suç işleyip işlemediğimi, tanrısal yasaları çiğneyip çiğnemediğimi düşündüm, sonra hiçbir şeyin bundan daha dinsel, daha doğal olmadığı sonucuna vardım. Tanrı bize onlara tapmamızı belirtmek için değil de niçin başkalarından daha güzel varlıklar yaratacaktı? Suç seni sevmemek olurdu, sen bir melek değil misin? Bu hanım öbür erkeklerle karıştırarak alçaltıyor seni, ahlak kuralları sana uygulanamaz. Tanrı seni her şeyin üstüne koymuş. Seni sevmek ona yaklaşmak değil mi? Tanrısal şeyleri gönlü istiyor, diye zavallı bir kadına kızabilir mi? Senin geniş ve ışıklı yüreğin gökyüzüne öylesine benziyor ki, gelip bir şenliğin mumlarında yanan küçücük sinekler gibi aldanıyorum! Onlar yanlışlarından dolayı cezalandırılacaklar mı? Öte yandan, bir yanlış davranış mı bu? Işığa yüce bir tapış değil mi? Sevdiğinin kucağına atılmaya ölmek denirse, fazla dindarlıktan ölüyorlar. Ben seni sevmek zayıflığını gösteriyorum, oysa bu kadın, Katolik Kilisesi'nde kalmak gücünü gösteriyor. Çatma kaşlarını! Ona kızdığımı mı sanıyorsun? Hayır, yavrum! Ahlakına hayranım, seni serbest bırakmasını öğütleyen, böylece de seni elde etmemi, hep yanımda tutmamı sağlayan ahlakına; çünkü her zaman için benimsin, değil mi?"
"Evet."
"Her zaman için mi?"
"Evet."
"Demek bu lütfu bana bağışlıyorsun, sultanım? Bir ben sezdim senin bütün değerini! O toprağı ekmesini biliyor mu diyorsun? Ben çiftçilere bırakıyorum bu bilgiyi, senin yüreğine bakmayı yeğ görürüm."
Bu sarhoş edici gevezelikleri bu kadını daha iyi anlatmak, size söylediğimi doğrulamak, böylece de sonucu anlamanızı sağlamak amacıyla anımsamaya çalışıyorum. Ama bildiğiniz bu güzel sözleri süsleyen şeyleri nasıl anlatmalı size? Düşlerimizin en aykırı oyunlarına benzer çılgınlıklardı bunlar; kimi zaman demetleriminkine benzer yaratmalardı: güçle birleşmiş güzellik, sevgi, ateşliliğin volkansı baskınlarıyla çelişen, gevşek ağırlıkları; kimi zaman şehvetlerimizin dinletisine uydurulmuş, en bilgiç müzik yükselişleri; sonra birbirlerine sarılmış yılanların oyunlarına benzer oyunlar; sonra, en güleç düşüncelerle süslü, en okşayıcı sözler, duyuların zevkine aklın şiir diye ekleyebileceği ne varsa, hepsi. Henriette'in arı ve içine kapanık ruhunun yüreğimde bıraktığı izlenimleri, şiddetli aşkının yıldırımları altında yok etmek istiyordu. Madam de Mortsauf'un kendisini anladığı oranda Markiz de Kontes'i anlamıştı. Her ikisi de iyi yargılamışlardı birbirlerini. Arabelle'in yaptığı saldırının büyüklüğü, bana korkusunun genişliğini, düşmanına duyduğu gizli hayranlığı belirtiyordu. Sabahleyin, onu gözleri yaşlı, uyumamış buldum.
"Neyin var?" dedim.
"Son sınırına varmış aşkımın beni yerle bir etmesinden korkuyorum," diye yanıtladı. "Her şeyi verdim. O kadın benden daha becerikli, arzulayabileceğin bir şey var elinde. Onu yeğ tutarsan, beni düşünme artık; seni sızılarımla, pişmanlıklarımla, acılarımla sıkmayacağım; hayır, gidip senden uzaklarda öleceğim, can veren güneşinden uzak kalmış bir bitki gibi."
Benden aşk yeminlerini koparmasını becerdi, bu yeminler sevince gömdü onu. Gerçekten de sabah sabah ağlayan bir kadına ne denilir? O zaman bir sertlik etmeyi düşüklük sayarım. Bir gün önce kendisine direnememişsek, ertesi gün yalan söylemek zorunda değil miyiz? Erkek Yasası kadınlarla ilişkilerimizde bizim için yalanı bir görev durumuna getirir.
"Peki, ben de yücegönüllüyüm," dedi gözyaşlarını kurulayarak, "onun yanına dön, seni aşkımın gücüne borçlu olmak istemiyorum, kendi isteminle gelmelisin bana. Buraya geri dönersen, bana her zaman olanaksız görünmüş olan şeye, beni benim seni sevdiğim oranda sevdiğine inanacağım."
Beni Clochegourde'a dönmeye inandırmayı başardı. Düşeceğim durumun aykırılığı gırtlağına dek mutluluğa gömülmüş bir adamın önceden sezebileceği şeylerden değildi. Clochegourde'a gitmek istememekle Lady Dudley'in Henriette'e üstün gelmesini sağlıyordum. Arabelle o zaman beni Paris'e götürürdü. Ama Paris'e gitmek, Madam de Mortsauf'u aşağılamak değil miydi? Bu durumda, daha da kesin bir biçimde Arabelle'e dönmem gerekiyordu. Bir kadın bu türlü aşk suçlarını hiç bağışlamış mıdır? Göklere giden bir arınmış ruh değil de göklerden inmiş bir melek olmadıkça, seven bir kadın, sevgilisini bir başka kadınla mutlu görmektense, can çekişir görmeyi yeğ tutar: Ne denli çok severse, yarası da o denli ağır olur. Böylece, hangi yanından bakılırsa bakılsın, durumum, Grenadière'e gitmek üzere bir kez Clochegourde'dan çıktıktan sonra, rastlantı ürünü aşklara ne denli yararlıysa, gönlümün seçtiği aşklarım için de o denli ölümcüldü. Markiz, her şeyi düşünmüş, inceden inceye hesaplamıştı. Sonradan bana anlattığına göre, Madam de Mortsauf'la çorak topraklarda karşılaşmamış olsaydı, Clochegourde'un çevresinde dolaşarak beni güç duruma düşürmeye çalışacaktı.
Kontes'in –onu solgun buldum, çetin bir uykusuzluğun acısını çekmişe benziyordu– yanına yaklaştığım dakikada, birdenbire, anlayış denilen şeyi değil, kitleye göre önemsiz, ama büyük ruhların hukukuna göre suç olan şeylerin nerelere dek gidebileceğini hâlâ genç ve mert yüreklere açıkça gösteren sevgiyi kullandım. Oynayarak, çiçek toplayarak bir uçuruma inip de bunalım içinde, yeniden çıkmanın olanaksız olduğunu, insan toprağının artık aşılmaz uzaklıklarda bulunduğunu gören, gece kendini yapayalnız bulan ve yabanıl haykırışlar işiten bir çocuk gibi, bütün bir dünyayla birbirimizden ayrıldığımızı sezinledim. İkimizin de ruhunda büyük bir uğultu, kutsal cuma günü Kurtarıcı'nın can verdiği saatte kiliselerde haykırılan şu kasvetli Consummatum est!'in yankılanması gibi, ilk aşkları din olan genç ruhları donduran korkunç sahne gibi bir şey oldu. Henriette'in bütün düşleri bir tek vuruşla ölmüş, yüreği bir tutkunun acısını çekmişti. O, bedensel isteğin saygıdan önünde duruverdiği, uyuşturucu kollarına alamadığı kadın, bugün mutlu aşkın hazlarını sezinliyordu da onun için mi kaçırıyordu bakışlarını benden? Evet, altı yıldır yaşamım üzerinde parlayan ışığı geri aldı. Gözlerimizden yayılan ışınların kaynağının ruhlarımızda olduğunu, ruhların birbirlerine işlemeleri ya da bir tek ruh olarak birleşmeleri, ayrılmaları, birbirlerine her şeyi söyleyen, güven dolu iki kadın gibi oynamaları için, gözlerin arada bir yol olduklarını biliyordu demek? Okşayışların yabancı oldukları bu çatı altında, hazzın kanatlarından alaca tozları serpilmiş bir yüz getirmekteki suçluluğu acı acı sezdim. Dün, Lady Dudley'i bıraksam da yalnız gitseydi, Clochegourde'a dönseydim, belki de... belki de Madam de Mortsauf böyle acımasızca kız kardeşim olmaya kalkmayacaktı. Güler yüzlülüğüne aşırı bir gücün tantanasını katıyordu, bir daha çıkmamak üzere yerleşiyordu görevine. Yemek sırasında, binlerce özen, alçaltıcı özenler gösterdi, acıdığı bir hasta gibi baktı bana.
"Erkenden dolaşmaya çıktınız; iştahınıza hiç diyecek yoktur, sizin mideniz sağlam," dedi Kont.
Kontes'in dudaklarında kurnaz bir kız kardeş gülümsemesi uyandırmayan bu tümce, en sonunda bana durumumun gülünçlüğünü gösterdi. Gündüz Clochegourde'da, gece Saint-Cyr'de olmak olanaksızdı. Arabelle, benim inceliğimle, Madam de Mortsauf'un ruh büyüklüğüne bel bağlamıştı. Bu uzun gün boyunca, uzun zaman arzulanmış bir kadının dostu olmanın ne denli güç olduğunu anladım. Yılların ürünü olunca öylesine kolay olan bu geçiş, genç yaşta bir hastalıktır. Utanıyor, bedensel hazlara lanet ediyordum, Madam de Mortsauf benden kanımı istesin isterdim. Karşıtını yerden yere vuramıyordum, bundan söz açmaktan kaçınıyordu, Arabelle'i yermek yüreğinin son kıvrımlarına dek soylu, büyük olan Henriette'in beni küçümsemesine yol açacak bir alçaklıktı. O beş yıllık güzelim yakınlıktan sonra, neden söz edeceğimizi bilmiyorduk; sözlerimiz düşüncelerimize karşılık vermiyordu; içimizi kemiren acıları karşılıklı olarak saklıyorduk birbirimizden, oysa bizim için acı sadık bir aracı olmuştu. Henriette hem kendisi, hem de benim hesabıma mutlu bir tavır takınıyordu; ama kederliydi. Her fırsatta, kardeşim olduğunu söyledi, kadınca davrandıysa da konuşmayı sürdürmek için hiçbir düşünce bulamıyordu, çoğunlukla zorlama bir sessizlik içinde kalıyorduk. Bu hanımefendinin tek kurbanının kendisi olduğuna inanıyormuş gibi davranarak, içimdeki işkenceyi büyüttü. Kız kardeşin ağzından çok kadınsı bir alay kaçınca, "Ben sizden daha çok acı çekiyorum," dedim.
Duyuları geride bırakılmak istenince, kadınların takındıkları şu yükseklik tavrıyla, "Nasıl?" diye sordu.
"Ben bütün suçları işledim."
Kontes bir an bana karşı soğuk, ilgisiz bir tavır takındı, kırdı bu beni; gitmeye karar verdim. Akşam setin üzerinde, bir araya gelmiş aileyle vedalaştım. Hepsi de çimenliğe dek ardımdan geldiler, burada atım yeri eşeliyordu, yanından uzaklaştılar. Gemi kavradığım zaman, Kontes yanıma geldi.
"Yalnız başımıza, yürüyerek ağaçlık yola gidelim," dedi.
Ona kolumu verdim, birbirine karışmış edimlerimizin tadını çıkarırcasına, ağır adımlarla yürüyerek, avlulardan çıktık; böylece, dış duvarın bir köşesini saran bir ağaç kümesine geldik. Durdu, başını yüreğimin üstüne, kollarını boynuma attı,
"Güle güle, dostum," dedi. "Güle güle, bir daha birbirimizi görmeyeceğiz! Tanrı bana geleceği görmek gibi acıklı bir güç verdi. Bir gün, öylesine yakışıklı, öylesine genç olarak döndüğünüz, Grenadière'e gitmek üzere Clochegourde'u bıraktığınız bugün olduğu gibi, bana sırtınızı çevirdiğinizi gördüğüm zaman, içimi saran dehşeti anımsıyor musunuz? İşte, bu gece, bir kez daha, yargılarımıza bakabildim. Dostum, şu anda son olarak konuşuyoruz birbirimizle. Ancak daha birkaç sözcük söyleyebilirim size, çünkü artık sizinle konuşacak olan tümüyle ben olmayacağım. Ölüm şimdiden içimde bir şeyi yaraladı. Çocuklarının elinden annelerini almış olacaksınız, bari onun yerini doldurmaya çalışın! Bunu yapabilirsiniz! Jacques'la Madeleine, kendilerine her zaman acı çektirmişsiniz gibi severler sizi."
"Ölmek mi!" dedim ürpererek, yüzüne baktım, sevdikleri bu korkunç hastalığa tutulmamış olanlara ancak bu gözleri koyulaşmış gümüş kürelere benzetmekle sezdirilebilecek, parlak gözlerinin kuru alevini yeniden gördüm. "Ölmek mi!.. Henriette, yaşamanızı emrediyorum size. Eskiden yeminler istemiştiniz benden, işte ben de bugün sizden bir yemin istiyorum; Origet'ye görüneceğinize, her söylediğini yerine getireceğinize yemin ettin..."
Anlaşılmayışına kızmış, umutsuzluk haykırışıyla sözümü kesti, "Tanrı'nın iyiliğine karşı gelmek mi istiyorsunuz?" dedi.
"Şu sefil hanım gibi her isteğime körü körüne uyacak ölçüde sevmiyor musunuz beni?.."
O zamana değin saygı gösterdiği uzaklıkları bir anda aştırtan bir kıskançlığa kapılarak, "Evet, ne istersen," dedi.
"Burada kalıyorum," dedim, gözlerini öptüm.
Bu razı oluşla dehşete kapılarak kollarımdan ayrıldı, gidip bir ağaca yaslandı, sonra başını çevirmeden, aceleyle yürüyerek evine döndü; ama ardından gittim, ağlıyor, dua ediyordu. Çimenliğe gelince, elini tuttum, saygıyla öptüm. Bu umulmadık boyun eğiş içine dokundu.
"Yine de seninim," dedim, "çünkü teyzenin sevdiği gibi seviyorum seni."
Şiddetle elimi sıkarken titredi.
"Bir bakış!" dedim, "Eski bakışlarımızdan bir tane daha!" Gelip geçiveren bir bakışıyla ruhumun ışığa gömüldüğünü duyarak, "Kendini tümüyle veren kadın, şimdi aldıklarım ölçüsünde can ve ruh veremez bana," diye atıldım. "Henriette, sen en çok sevilensin, tek sevilensin."
"Yaşayacağım," dedi, "ama siz de iyileşin."
Bu bakış Arabelle'in alaylarının izlenimini silmişti. Size anlattığım ve birbiri ardından etkilerini duyduğum iki uzlaşmaz tutkunun oyuncağıydım. Bir melekle bir şeytanı, biri kusurlarımızın kiniyle berelediğimiz bütün erdemlerle, öteki bencillikle meydan okuduğumuz bütün günahlarla bezenmiş, birbirinden güzel iki kadını seviyordum. Bu ağaçlık yoldan geçerken, bana mendil sallayan çocuklarının arasında bir ağaca yaslanan Madam de Mortsauf'u görmek için ikide bir arkama dönerken, öylesine güzel iki alınyazısına egemen olduğumu bilmekten gelen bir gurur duygusu buldum ruhumda: böylesine üstün iki kadının ayrı ayrı açılardan gururu olmanın, ellerinden gidecek olursam her iki yana da ölüm getirecek ölçüde büyük tutkular uyandırmış bulunmanın gururu. Bu geçici, bu ahmakça kendini beğenmişlik iki cezaya birden çarpıldı, inanın! Bilmiyorum hangi şeytan bana Henriette'in yanında, bir umutsuzluğun, Kont'un ölümünün bana Henriette'i vereceği ânı beklememi söylüyordu, çünkü Henriette hep seviyordu beni: Sertlikleri, gözyaşları, pişmanlıkları, Hıristiyanca boyun eğmişliği, benim yüreğimden silinmeyeceği gibi, kendi yüreğinden de silinemeyecek bir duygunun çok şeyler anlatan izleriydi. Bu güzel ağaçlık yolda bunları düşünerek ağır ağır ilerlerken, yirmi beşimde değil de elli yaşımdaydım. Niçin saklamalı, bu kötü düşünceleri bir solukta kovduysam da yakamı bırakmadılar! Belki de bunların ilkesi Tuileries'de, krallık odasının tavan kaplamalarının altında bulunuyordu. XVIII. Louis'nin, insanın ancak olgun yaşta gerçek tutkuları olduğunu, çünkü tutkunun ancak içine güçsüzlük karışınca güzel, taşkın olduğunu, o zaman insanın her yeni zevke başlarken, son parasını süren kumarcıya benzediğini söyleyen kimsenin, yıkıcı görüşlerine kim karşı koyabilirdi? Ağaçlık yolun sonuna geldiğim zaman, geriye döndüm ve Henriette'in hâlâ orada olduğunu, tek başına durduğunu görünce göz açıp kapayıncaya dek aştım yolu. Nedeni kendisinden gizli kalan kefaret gözyaşlarıyla ıslanmış olan bir Hoşça kal, demek için yanına geldim. Farkında olmadan, bu bulunmamasıya yitirilmiş güzel aşklara, bu el değmemiş coşkunluklara, bir daha doğmayan yaşam çiçeklerine sunulmuş, içten gözyaşlarıydı bunlar; öyle ya, bundan sonra, erkek vermez artık, alır; sevgilisinde kendi kendini sever; bundan sonra, zevklerimizi, belki kusurlarımızı bizi seven kadına aşılarız; oysa yaşamın başında, sevdiğimiz kadın erdemlerini, inceliklerini bize kabul ettirir; bir gülümsemeyle güzele çağırır bizi, bize kendi verdiği örnekle bağlılığı öğretir. Henriettelerini bulamamışların vay haline! Bir Lady Dudley tanımamışların vay haline! Beriki evlenecek olursa, karısını kaçıracaktır elinden, ötekini de sevgilisi bırakacaktır belki; ama ikisini bir tek kadında bulabilen adama ne mutlu; sevdiğiniz adama ne mutlu, Natalie!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro