19. Bölüm
Havanın en ufak değişimlerini bile inceleyerek her an giyinip soyunuyor, barometreye bakmadan hiçbir şey yapmıyordu. Karısının anaca özenine karşın, hiçbir yiyeceği beğenmiyor, sızılı sindirimleri sürekli uykusuzluklara neden olan, bozuk bir midesi olduğunu ileri sürüyordu; yine de yiyor, içiyor, sindiriyor, en bilgin hekimin bile hayran kalacağı, deliksiz bir uyku uyuyordu. Durmadan değişen buyrukları evin adamlarını bıktırıyordu, onlar da bütün uşaklar gibi alışkılara göre davranan insanlardı, sürekli olarak karşıt düzenlerin gereklerine uyamıyorlardı. Kont, açık havanın bundan böyle sağlığı için zorunlu olduğu bahanesi altında pencereleri açık tutmayı mı buyuruyordu, birkaç gün sonra, ya fazla nemli ya fazla sıcak olan açık hava katlanılmaz oluyordu; o zaman homurdanıyor, kavga çıkarıyor, haklı çıkmak için de çoğu zaman önceki buyruğunu yadsıyordu. Bu unutkanlık ya da bu kötü niyet, karısının kendisine çelişkilerini göstermeye çalıştığı bütün tartışmalarda üstün gelmesini sağlıyordu. Clochegourde'da oturmak öylesine dayanılmaz bir şey olmuştu ki, çok bilgili bir insan olan Rahip Dominis, kimi sorunlara çözüm aramak yolunu tutmuştu, yapay bir dalgınlıkla uzağa çekiliyordu. Kontes bu çılgın hiddet nöbetlerini yine eskisi gibi aile çevresi içinde saklayacağını ummuyordu artık; şimdiden, evin adamları, bu zamanından önce yaşlanmış adamın nedensiz öfkelerinin sınırı aştığı kavgalara tanık olmuşlardı; Kontes'e öylesine bağlıydılar ki, dışarıya hiçbir şey sızdırmıyorlardı, ama Kontes, her gün, insan saygısının götüremeyeceği bu sapıtmayı herkesin öğrenivermesinden korkuyordu. Kont'un, karısına davranışı konusunda tüyler ürpertici ayrıntılar öğrendim; onu avutmaya çalışacak yerde, uğursuz öngörümlerle eziyor, Kontes, onun çocuklarına uygulamak istediği saçma bakımlara yanaşmayınca, başlarına gelecek mutsuzluklardan onu sorumlu tutuyordu. Kontes, Jacques ve Madeleine'le mi geziyordu, Kont göğün arılığına bakmadan, bir fırtına kopacağını haber veriyordu; bir de söylediği doğru çıkacak olursa, onurunun okşanması, çocuklarının derdine karşı duygusuz kılıyordu onu; ikisinden biri rahatsız mıydı, Kont bu acının nedenini karısının benimsediği bakım düzeninde aramak için bütün aklını kullanıyor, her zaman şu öldürücü sözcüklerle, "Çocuklarımız yine hastalanırlarsa, bunu siz istemiş olacaksınız," sözcükleriyle sonuca bağlayarak, bakımını en ufak ayrıntılarına dek yeriyordu. Ev yönetiminin en ufak ayrıntılarında da böyle davranıyor, her fırsatta, yaşlı arabacısının deyimiyle "şeytanın avukatı" olarak, bu işlerde nesnelerin yalnız en kötü yanlarını görüyordu.
Kontes, Jacques'la Madeleine'in yemek saatlerini değiştirmiş, böylece, bütün yıldırımları kendi üzerine çekerek onları kontun hastalığının korkunç etkisinden uzak tutmuştu. Madeleine'le Jacques, babalarını ender olarak görüyorlardı. Bencillere özgü bir sapıklığa düşmüştü Kont, yol açtığı dertten haberi bile yoktu. Konuşmamızda bana içini dökerken, her şeyden önce ailesinin insanlarına karşı fazla iyi olmaktan yakınmıştı. Böylece yıkım kılıcını sallayıp duruyor, tıpkı bir maymun gibi çevresindeki her şeyi yıkıyor, kırıyordu; kurbanına kılıcını indirdikten sonra da ona dokunduğunu yadsıyordu.
Kontes'le karşılaşınca alnında gördüğüm, ustura izlerine benzer çizgilerin nereden geldiğini o zaman anladım. Acılarını belirtmelerine engel olan bir utanç vardır soylu ruhlarda. Bunları haz dolu bir acımayla sevdiklerinden gururla gizlerler. Bunun için, çok ısrar ettimse de bu gizi hemen koparamadım Henriette'ten. Beni kederlendirmekten korkuyor, beklenmedik kızarmalarla kesilen iç dökmelerde bulunuyordu bana; ama Kont'un başıboşluğunun Clochegourde'da evin dertlerini fazlasıyla ağırlaştırdığını sezmekte gecikmedim.
Birkaç gün sonra, "Henriette, toprağı böylesine iyi düzenleyip de Kont'a uğraşacak hiçbir şey bırakmamakla kötü etmediniz mi?" dedim, derdini bütün derinliğince anladığımı ortaya koydum böylece.
"Dostum, durumum çok zor, bütün dikkatimi toplamamı gerektiriyor," dedi gülümseyerek, "inanın, kaynakları iyice araştırdım, hepsi de kurudu. Gerçekten, üzüntüler gittikçe büyüdü. Tours ilinin eski sanayisinin kalıntısı birkaç dut ağacı bulunan Clochegourde'da ipekböceği yetiştirmesini öğütleyerek Mösyö de Mortsauf'u oyalamayı düşündüm; ama evde yine öyle zorba olacağını, üstelik bu iş yüzünden başka binlerce sıkıntı çekeceğimi anladım. Şunu bilin ki, sayın gözlemci, genç yaşta insanın kötü niteliklerini çevresindekiler bastırır, tutkular hızlarını keser bunların, insanlık saygısı bunları hep engeller; daha sonra, insan yaşlanınca, bir de yalnız kalınca, küçük kusurlar ne denli uzun zaman bastırılmışlarsa, o denli korkunç bir biçimde ortaya çıkar. İnsan zayıflıkları temelden bayağıdır, ne yatışmak ne de bitmek bilir; dün verdiğinizi bugün, yarın, hep isterler; ayrıcalıkları iyice benimser, genişletirler. Güç bağışlayıcıdır, açıklığa boyun eğer, doğrudur, sakindir; oysa zayıflığın doğurduğu tutkular acımasız olur; gizlice çalınmış meyveleri sofrada yiyebileceklerine yeğ tutan çocuklar gibi davranabildikleri zaman mutludurlar; böylece Mösyö de Mortsauf da benim yanlışımı çıkarmaktan gerçek bir sevinç duyuyor; hiç kimseyi aldatamayacak bir insandır, ama beni seve seve aldatır, yeter ki kurnazlığı anlaşılmasın."
Gelişimden yaklaşık bir ay sonra, bir sabah, sofradan kalkınca, Kontes koluma girdi, meyve bahçesine açılan kafesli bir kapıdan usulca çıktı, beni de hızlı hızlı asmalar arasına götürdü.
"Of! Beni öldürecek!" dedi. "Oysa yaşamak istiyorum, yalnız çocuklarım için de olsa! Nasıl! Bir tek gün olsun bir durup dinlenme de yok mu? Hep çalılıklar içinde yürümek, her an düşmesine ramak kalmak, düşmemek için her dakika bütün gücünü toplamak. Bu çabaya hiçbir yaratık dayanamaz. Çabalarımın yönelmesi gereken alanı bilseydim, direncimin bir sınırı olsaydı, ruh buna alışırdı; ama nerede, saldırı her gün nitelik değiştiriyor, beni savunmasız olarak yakalıyor; acım bir değil, bir sürü; Félix, Félix, zorbalığı ne iğrenç bir biçim aldı, tıp kitaplarını okudukça ne olmayacak şeyler istiyor, aklınıza getiremezsiniz. Ah! dostum!.." dedi, sözlerini bitirmeden başını omzuma yasladı. "Ne olmalı? Ne yapmalı?" diye konuştu belirtmediği düşüncelerle çarpışarak. "Nasıl dayanmalı? Beni öldürecek. Hayır, ben kendimi öldüreceğim, oysa bu da bir cinayet! Kaçmalı mı? Ya çocuklarım? Ayrılmalı mı? Ama on beş yıllık evlilikten sonra babama Mösyö de Mortsauf'la oturamayacağımı nasıl söylerim? Annem ya da babam gelince, uslu, görgülü, zeki görünecektir. Öte yandan, evli kadınların anneleri, babaları mı vardır? Canları da, malları da kocalarınındır. Mutlu olmasa da rahat yaşıyordum, arı yalnızlığımdan biraz güç alıyordum, ne yalan söylemeli; ama bu olumsuz mutluluktan da yoksun kalırsam, ben de deli olacağım. Direncim kendimle ilgili olmayan güçlü nedenlerden geliyor. Tükenmez acılar çekecekleri önceden belli olan, zavallı yaratıkları dünyaya getirmek bir cinayet değil midir? Bununla birlikte, davranışım öylesine ağır sorunlara yol açıyor ki, bunları kendi başıma karara bağlayamam, hem yargıç, hem de tarafım. Yarın Tours'a gidip yeni günah çıkarıcım Rahip Birotteau'ya danışacağım; çünkü sevgili, erdemli rahibim La Berge öldü," dedi, biraz durdu. "Sertti, ama havarilere yaraşır gücünün eksikliğini her zaman duyacağım; onun yerine gelen bir tatlılık meleği, azarlayacak yerde içleniyor; bununla birlikte, dinde hangi cesaret taze güç bulmaz? Hangi akıl Kutsal Ruh'un sesiyle güçlenmez?" Gözyaşlarını kurutup gözlerini göğe doğru kaldırarak, "Tanrım, hangi nedenle cezalandırılıyorum? Ama buna inanmak gerek," dedi, parmaklarını koluma dayadı, "evet, inanalım, Félix, arı ve kusursuz olarak gözlere varmadan bir ateş potasından geçmeliyiz. Susmam mı gerekiyor? Bir dostun kucağında bağırmamı yasak ediyor musunuz? Fazla mı seviyorum onu?"
Beni yitirmekten korkarcasına, göğsüne bastırdı.
"Bu kuşkularımı kim çözecek? Bilincim hiçbir şeyimi kötü bulmuyor. Yıldızlar yukarıdan insanlar üzerine ışık saçıyor, insan ona yalnız arı düşüncelerini yollayınca, ruh, bu insansal yıldız, ne diye bir dostu kendi ateşleriyle sarmasın?"
Bu korkunç yakınmayı sessizce, bu kadının ıslak elini benim daha da ıslak elimde tutarak dinliyordum; Henriette'in eşit bir güçle yanıt verdiği bir güçle sıkıyordum bu eli.
"Orada mısınız?" diye bağırdı Kont, başı açık, bize doğru geliyordu.
Ben geleli beri, ya böylece biraz oyalanacağını umduğundan ya Kontes'in göğsüme yaslanıp bana dert yandığından, bana acılarını anlattığı konusunda kuşkuya kapıldığından ya da paylaşmadığı bir hazzı kıskandığından, inatla konuşmalarımıza karışmak istiyordu.
"Nasıl da izliyor beni!" dedi umutsuz bir sesle. "Gidip bağları görelim, ondan kurtuluruz. Bizi görmemesi için çitler boyunca eğilelim."
Sık bir çiti kendimize siper yaptık, koşa koşa bağa vardık, çok geçmeden, badem ağaçlarıyla çevrili bir yolda, Kont'tan uzaktaydık.
"Sevgili Henriette," dedim o zaman, kolunu yüreğimin üstünde sıktım, acısı içinde onu seyretmek için durdum, "eskiden yüksek çevrenin tehlikeli yollarında bana ustalıkla yol göstermiştiniz, izin verin de eşit silahlarla çarpışmadığınız için ister istemez vurulacağınız tanıksız bir düelloyu bitirmenize yardım edebilmek için ben de size biraz akıl vereyim. Bir deliyle daha fazla savaşmayın..."
"Şışşşt!" dedi, gözlerine gelen gözyaşlarını tuttu.
"Dinleyin, Sevgili Henriette. Size olan sevgim nedeniyle katlanmak zorunda olduğum o konuşmaları bir saat çektikten sonra, çoğu zaman düşüncelerim karışıyor, başım ağırlaşıyor; Kont beni aklımdan kuşkuya düşürüyor, durmadan yinelenen düşünceler istemesem de beynime yerleşiyor. Her şeyi belli olan merak illeti bulaşıcı değildir; ama delilik nesneleri ele alış biçiminde oldu mu, sürekli tartışmalar altında gizlendi mi, çevresindekilere büyük zararları dokunabilir. Sabrınıza hiç diyecek yok, ama sizi sersemliğe götürmüyor mu? Böylece, kendiniz için, çocuklarınız için, artık Kont'a başka türlü davranın. Sizin tapılası kibarlığınız onun bencilliğini geliştirdi, bir anne şımarttığı çocuğuna nasıl davranırsa, öyle davrandınız ona; ama bugün, yaşamak istiyorsanız... ve istiyorsunuz," dedim ona bakarak, "üzerindeki gücünüzü gösterin. Biliyorsunuz, sizi sever, sizden korkar, daha çok korkutun kendinizden, onun değişken istemine değişmez isteminizle karşı koyun. O nasıl sizin verdiğiniz ayrıcalıkları çoğaltıp duruyorsa, siz de ona karşı gücünüzü artırın, nasıl deliler bir odaya kapatılırsa, siz de onun hastalığını ruhsal bir küreye kapatın."
"Sevgili çocuk, bu işi taş yürekli bir kadın yapabilir," dedi, acı acı gülümsedi. "Ben bir anneyim, iyi bir cellat olamam. Evet, acı çekmesini bilirim, ama başkalarına acı çektirmeye gelince! Asla, onurlu ya da büyük bir sonuç elde etmek için bile olsa. Öte yandan, yüreğime yalan söyletmem, sesimi değiştirmem, alnımı sertleştirmem, davranışlarımı bozmam gerekmeyecek mi?.. Böyle yalanlar istemeyin benden. Mösyö de Mortsauf'la çocukları arasına girebilirim. Hiç kimseye dokunmasın, diye vuruşlarını ben yiyeceğim; bunca karşıt çıkarı uyuşturabilmek için bütün yapabileceğim bu işte."
"Bırak da tapayım sana! Aziz, üç kez aziz kadın!" dedim bir dizimi yere koydum, giysisini öptüm, gözlerime gelen gözyaşlarını orada kuruladım. "Ama, ya sizi öldürürse?" diye sordum.
Sarardı, gözlerini göğe doğru kaldırarak yanıtladı:
"Tanrı'nın buyruğu yerine gelmiş olur!"
"Hakkınızda Kral, babanıza ne diyordu, biliyor musunuz? 'O, körolası Mortsauf hâlâ yaşıyor mu?' diyordu."
"Kral'ın ağzında bir şaka olan şey, burada bir cinayettir," diye yanıtladı.
Önlemlerimize karşın, Kont bizi izleyip arkamızdan gelmişti; Kontes'in bana bu önemli sözü söylemek için durduğu yerde, bir ceviz ağacının altında, ter içinde yetişti arkamızdan; onu görünce, bağbozumundan söz etmeye başladım. Haksız kuşkulara kapıldı mı? Bilmem; ama tek sözcük söylemeden öylece durup bizi inceledi. Çok anlamlı duruşlarla kesilen, önemsiz sözlerle geçiştirilen bir andan sonra, Kont kalbi ve başı ağrıdığını söyledi; acındırmaya çalışmadan, ağrılarını abartmalı benzetmelerle anlatmadan, yumuşak yumuşak dert yandı. Hiç dikkat etmedik buna. Dönerken, daha da rahatsız buldu kendini, yatağa yatmaktan söz etti, törensiz olarak, her zaman görülmeyen bir doğallıkla yattı. Titiz yaradılışının ateşkesinden yararlandık. Madeleine'i de yanımıza alıp sevgili setimize indik.
Birkaç kez dolaştık sette, sonra Kontes, "Gidip su üzerinde dolaşalım," dedi, "bekçi bugün bizim için balık avına çıktı, onu izleriz."
Küçük kapıdan çıkıyoruz, kayığa varıyoruz, atlıyoruz, işte Indre'in akıntısına karşı yavaş yavaş ilerliyoruz. Hiçten şeylerle eğlenen üç çocuk gibi, kıyıların otlarına, mavili, yeşilli yusufçuklara bakıyorduk; Kontes keskin kederlerinin ortasında böylesine sakin hazlar tadabilmesine şaşıyordu; ama çarpışmalarımıza kulak asmadan sürüp giden doğanın sakinliği, üzerimizde avutucu bir büyü etkisi yapmaz mı? Bastırılmış isteklerle dolu bir aşkın çırpınışı suyun çırpınışıyla uyum kuruyor, insan elinin hiç bozmadığı çiçekler, en gizli düşlerini dile getiriyor, bir kayığın hazla sallanması ruhta uçuşan düşüncelere özeniyor belirsizce. Bu çifte şiirin uyuşturucu etkisini duyduk. Doğanın uyumunu benimseyerek yükselen sözler, gizemli bir güzelliğe büründü, bakışlar da güneşin alev alev çayıra boşalttığı ışığa katılınca, en göz kamaştırıcı ışınları saçtı. Sanki ırmak, üzerinde uçtuğumuz bir keçiyolu oldu. En sonunda, yaya yürümenin gerektirdiği devinimle oyalanmaz olunca, aklımız yaradılışa el attı. Devinimleri öyle hoş, konuşmaları öyle kışkırtıcı bir özgür küçük kızın gürültülü sevinci, Platon'un düşlediği, gençlikleri mutlu bir aşkla dolmuş herkesin tanıdığı şu eşsiz yaratığı ülküsünde canlandırmaktan hoşlanan iki özgür ruhun canlı anlatımı da değil miydi? Size bu saati betimlenmesi olanaksız ayrıntılarıyla değil, bütünüyle anlatmak için, birbirimizi bütün yaratıklarda, bizi çevreleyen bütün nesnelerde sevdiğimizi söyleyeceğim; dilediğimiz mutluluğu dışımızda duyuyorduk; öyle keskin bir biçimde içimize işliyordu ki, Kontes eldivenlerini çıkardı, gizli bir ateşi gidermek istercesine güzel ellerini suya bıraktı. Gözleri konuşuyordu; ama havaya açılan bir gül gibi aralanan ağzı, bir isteğe kapalı kaldı. Yüksek seslerle çok güzel birleşen kalın seslerin uyumunu bilirsiniz, bu bana her ikimizin o sıradaki ruhunun uyumunu anımsatıp durdu, bir daha hiç bulunmayacak olan uyumunu.
"Yalnız kendi kıyılarınızda avlanabildiğinize göre, nerede balık avlattırtıyorsunuz?" dedim.
"Pont-de-Ruan'ın orada," dedi. "Ha! Şimdi Pont-de-Ruan'dan Clochegourde'a dek ırmak bizim. Mösyö de Mortsauf bu iki yılın birikmiş paraları ve onur aylığından kalan parayla kırk dönüm çayır satın aldı. Şaştınız mı buna?"
"Ben, bütün vadi sizin olsun isterdim!" diye atıldım.
Bana bir gülümsemeyle karşılık verdi. Pont-de-Ruan'ın alt yanına, Indre'in genişlediği, balık avlanan bir yere geldik.
"Ne haber, Martineau?" dedi.
"Ah, Hanımefendi, talihsizliğimiz üstümüzde. Üç saatten beri uğraşıyoruz, değirmenden buraya dek geldik de hiçbir şey yakalayamadık."
Son ağ atışları izlemek için kıyıya yanaştık, üçümüz de bir bouillard'ın, kabuğu ak olan, Tuna üzerinde, Loire üzerinde, belki de bütün büyük nehirler üzerinde bulunan, baharda ipeğimsi bir ak pamuk çıkaran, onu çiçeğiyle saran bir tür kavağın gölgesine yerleştik. Kontes, büyük huzuruna kavuşmuştu; bana acılarını açtığı, Madeleine gibi, aşksız, şenliksiz, eğlencesiz olan, ama kokulardan, güzelliklerden yoksun olmayan bir Madeleine gibi ağlayacak yerde, Eyub gibi bağırdığı için neredeyse pişmandı. Ayakları dibine getirilen ağ, balıklarla doluydu: Yeşil sazanlar, ufak tekirler, turna balıkları, kocaman bir sazan otların üstünde zıplıyorlardı.
"Bu işin içinde bir iş var!" dedi bekçi.
İşçiler, ağlara değneğini dokundurmuş bir periye benzeyen bu kadına hayran kaldılar, gözleri büyüdü. Bu sırada çayır içinde, atını dörtnala süren seyis göründü, onun korkunç titremelere kapılmasına neden oldu. Jacques bizimle değildi, annelerin ilk düşüncesi de Vergilius'un öylesine ozansı bir biçimde söylediği gibi, en ufak olayda çocuklarını bağırlarına basmaktı.
"Jacques!" diye bağırdı. "Jacques nerede? Ne oldu oğluma?"
Beni sevmiyordu! Beni sevseydi, benim acılarım karşısında da bu umutsuzluk içindeki dişi aslan görünüşüne bürünürdü.
"Hanımefendi, Kont biraz ağırlaştı."
Soluk aldı, arkasında Madeleine, benimle birlikte koştu.
"Siz yavaş yavaş gelin," dedi, "bu sevgili kız fazla terlemesin. Görüyorsunuz, Mösyö de Mortsauf bu sıcak havada koşunca ter içinde kalmıştı, ceviz ağacının altında kalması da bir mutsuzluğa yol açtı!"
Heyecanla söylenen bu söz, ruhunun arılığını belli ediyordu. Kont'un ölümü, bir yıkım! Çabucak Clochegourde'a vardı, bir duvarın aralığından geçti, bağlardan yürüdü. Ben de gerçekten yavaş yavaş döndüm. Henriette'in davranışı beni aydınlatmıştı, ama ambara konulmuş harmanları batıran yıldırımın aydınlattığı gibi. Su üzerindeki bu gezinti boyunca, kendimi gözde sanmıştım; sözlerinde içten olduğunu acı acı sezdim. Her şey olmayan sevgili hiçbir şey değildir. Demek her istediğini bilen, umulmuş okşamalarla önceden beslenen, onlara geleceğin kendisine ayırdığı hazları karıştırdığı için, ruhun hazlarıyla yetinen bir aşkın istekleriyle, yalnız seviyordum. Henriette seviyorsa da aşkın ne hazları konusunda bir bildiği vardı ne de fırtınaları konusunda. Duygunun kendisiyle yaşıyordu, aziz bir kadın nasıl Tanrı'yla yaşarsa, öylece. Düşüncelerinin, değeri bilinmemiş duyularının çiçekli bir ağaç dalına takılan bir arı oğulu gibi bağlandıkları nesneydim ben; ama aslolan ben değildim, yaşamında bir rastlantıydım, bütün yaşamı değildim. Tahtını yitirmiş bir kraldım, bana ülkemi kimin geri verebileceğini düşünerek gidiyordum. Çılgın kıskançlığım içinde, hiçbir şeyi göze alamadığım, gerçekten çok ince bulduğum bir sevginin bağlarını taşımanın yarattığı olumlu hakkın zincirleriyle sıkıştırmadığım için, kendi kendime kızıyordum.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro